30 OCAK 2019 ÇARŞAMBA -
RNE'dan SEÇME YAZILAR
https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafakutlu/iman-ile-ingilizce-2049106İman ile İngilizce
30 Ocak 2019, Çarşamba
Geçen haftaki yazımızın gayesi elbette ki bir “konferans veya kongre” için toplanmak değildi.
Nedir peki?
MAKALEYİ SESLİ DİNLEMEK
İÇİN TIKLAYIN
Seçkinlerimizin harekete geçmesidir. (Hemen itiraz edip “Seçkin kim, hele bize iki isim söyle” diyerek işi yokuşa sürmeyin. O belki de sizsiniz). Müdafayı Hukuk veya 15 Temmuz ruhu gibi. Bizim mücadeleye girerken sırtımızı yaslayacak madde temelli bir gücümüz yok. Neyimiz var? Kelle koltukta üç gün savaşıp Bağdat’ın kapısını açan Genç Osman’ımız var. Dudak kıvırıp “Bu bir menakıp” demeye kalkmayın, yakanıza yapışıp Bedir’den Çanakkale’ye, oradan İstiklâl Harbi’ne kadar sayabiliriz.
15 Temmuz’dan önce yaklaşan tehlikeyi sezmiş olmalıyım ki “Türk” başlıklı bir metin yazmıştım. O yazıdan birkaç satır:
*Kimsenin adamı değilim. Adımı duvarlara yazmasınlar. Ne CHE kadar yakışıklıyım, ne ABD kadar vahşi. Kendi halinde biriyim.
*Beni denemesinler. Kimbilir ne kadar kuvvetliyim. Ringe çıkarsam eğer. Vurduğumu devirebilirim.
(15 Temmuz şehit ve gazileri bunu isbat etti)
*Kim olduğumu sormuştun, dinle: İbrahim milletindenim, Hz. Peygamber ümmetinden.
*İslâmın çekilmiş kılıcıyım. Emaneti kucaklamış gidiyorum; ezelden-ebede. Yarı yolda düşersem eğer. Ne demiş şair “Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber”.
Bu satırlar herhalde işi “hamasete bağlamak” için yazılmadı. Muhtaç olduğumuz kudrete işaret ediyor; yani: “İman”a, İngilizce’ye değil. İman için “evet ama yetmez” diyorsanız, o da sizin bileceğiniz bir iş.
Bir tarihte, bir İlahiyat Fakültesi’nde hoca olan bir kişinin meslektaşları onu çekiştiriyorlarmış. Hocasına sormuşlar, “İmanı zayıftır ama İngilizcesi kuvvetlidir” demiş.
İsmet Özel 40 yıl önce şu soruyu sormuştu: “Güçlü bir topluma ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı; Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlenmesine mi çalışacağız?” (Düşünce, sayı: 5-6, Ağustos-Eylül 1977)
İkinci teklif doğrudur ve esasen yüzde 99’u Müslüman olan insanımıza güvenmek lazımdır. Birileri bu kahir ekseriyete “bidon kafalı” derken, başkaları “lay lay lom Müslüman” diyebilir. Aliya’nın gençleri için de bazı kendini bilmezler “Bunlar savaşamaz” demişti. Zaferi İngilizce bilmeye bağlayanların bu işlere yüreği yetmez.
Ben bu kahir ekseriyetin içinde daima “Seçkinler”in olduğuna inanmışımdır. Bugün için şu veya bu sebeple “biraraya gelememiş” olmalarına bakarak umudu kesmeyin.
Size aşılacak dağın ne kadar büyük olduğunu bildireyim de şimdiden bilinci-bilgiyi bilemeye başlayın.
Çağdaş medeniyetin en son ve en güçlü üyesi ABD’dir. Tüm dünya üzerinde hegemonya kurmuştur. İnsanlık giyim-kuşam’dan yemeye, içmeye, işyerinden ulaşıma, haberleşmeden spora, sanattan kültüre, hukuktan iktisada, eğlenceden aileye hayatının her noktasında “Amerikan tarzı”nı benimsemiştir. Dünya artık tek-tip insanlarla dolmuştur. Takım elbise-kıravat; otomobil internet ve cep telefonu. Dayatılan hayat tarzının sembolü “İngilizce”dir.
ABD doları ve silahları ile, bilimi ve teknolojisi ile, küresel sermayenin karşı konulamaz gücünü kullanarak Kapitalizm’i tek seçenek kılmıştır. Prof. Teoman Duralı hakimiyetin resmi kuruluşlarını şöyle sayıyor (Çağdaş Küresel Medeniyet, Dergâh Yay., 9. bs., 2018):
“Vaşington, akla havsâlaya durgunluk veren istihbârât imkânlarını, yüz bin kişiyi aşkın kadrosu ve $26 milyarı geçen bütçesiyle sağlamaktadır: Merkezî İstihbârât Teşkilâtı (Central Intelligence Agency/CIA), Millî Güvenlik Teşkilâtı (National Security Agency/NSA), Millî Haberalma Dairesi (National Reconnaissance Office/NRO), Savunma İstihbârât Teşkilâtı (Defence Intelligence Agency/DIA). Bin türlü kisveye bürünmüş üstün yetenekli casusları dost ile düşmân saflarına karışmış hâlde etkinlik göstermektedir. Bu muazzam silâhlı kuvvetler ile istihbârât teşkilâtları, ABD dış siyâsetinin, dünya çapındaki gözü, kulağı, eli ile koludurlar. Ne var ki, iş, bu kadarla da kalmaz. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı (United Nations/UN), Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilâtı (North Atlantic Treaty Organization/NATO), Milletlerarası Kolluk Teşkilâtı (INTERPOL), En Gelişmiş Sekiz Sanayi Ülkesi Topluluğu/G8, Milletlerarası Para Fonu (International Monetary Fund/IMF), Dünya Bankası (World Bank), Milletlerarası Mâliye Kuruluşu (International Finance Corporation/IFC), Milletlerarası Gelişme Birliği (International Development Association/IDA), Dünya Ticâret Teşkilâtı (World Trade Organization/WTO), İktisâdî Gelişme ve İşbirliği Teşkilâtı (Economic Development and Cooperation Organization/Organisation de coopération et développement économique/OECD), Dünya Besin Teşkilâtı (World Food Organitaion/WFO), Dünya Sağlık Teşkilâtı (World Health Organization/ILO), Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ile Kültür Teşkilâtı (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization/UNESCO), Milletlerarası Af Teşkilâtı (Amnesty Internaitonal), Milletlerarası Adâlet Divânı (International Court of Justice) çeşidinden milletlerarası düzlemde etkinlik gösteren kurum, kuruluş ve teşkilâtlar aracılığıyla siyâsetten iktisâda,
güvenlik meselelerinden tarıma, para ile ticâretten çevre sorunlarına dek insanlık ile dünyanın nabzını tutup bunları yönlendirir, yönetir.”
Artık 13 haftadır bu sütunda yayımlanan yazıların hedefini daha rahat ifade edebiliriz. Hedef kan emici Kapitalizm’in pençesinden kurtulmaktır. Kurtulalım imanımızın gereği olan hayatı yaşayalım. Hem biz, hem bütün dünya. Dünyaya öyle bir söz söyleyelim ki duyan-okuyan “Evet, işte bu” diyebilsin.
Tüm hukuk felsefecileri, siyaset bilimcileri, ilahiyat âlimleri, filozoflar, sanatçılar, politikacılar tezinizi yazın. Fazla değil on kişi biraraya gelip fikirlerini Hududullah çerçevesinde birleştirirse ortaya “Ahlâk Nizamı” çıkar. (İşi bir çırpıda çözenlerden, meseleyi, hafife alanlardan değilim. Çareyi bulmak zaman alacak, farkındayım. Sadece “tartışmaya değecek” bir ses duymak istiyorum.)
Bu büyük yükü benim gibi bir hikâye yazarının omuzuna bırakmayın. Hem ayıp, hem yazık.
Müzmin-muhalif yine “olmaz” diyecek. Her şeyi bilen bilim insanları atılacak her adımı “akla aykırı” bulacak. Kimileri “Senin niyetin ne hacı, din devleti mi istiyorsun?” diyecek. Sosyal medya yıkılacak.
Bana sorarsanız duvardan ses gelecek ama kimse konuşmayacak.
Ne gam! Ben türkülerimi söylemeye devam edeceğim. (Nitekim Çarşamba’ya görüşeceğiz).
***
https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-cagrici/degisim-ve-muhafazakarlik-9103
Mustafa Çağrıcı
mcagrici@karar.com
Değişim ve Muhafazakârlık
30.01.2019 Çarşamba 00:02 - Son Güncelleme: 30.01.2019 Çarşamba 09:55
-A+
7
YORUM YAZ
Rabbimiz ‘Muhavvilü’l-ahvâl’dir, ‘halleri değiştiren’dir; değişim ‘âdetullah’tandır; değişim değişmeyen gerçektir. Bilimsel keşiflerin yoğunlaşmaya başladığı yaklaşık üç asır öncesine kadar değişim süreci yavaş ilerlediği için bireylerin ve toplulukların hayatları, kültürleri; düşünme, inanma ve davranış biçimleri üzerindeki etkisi hissedilmiyordu. Ama felsefî gelişmeler, bilimsel keşif ve icatlarla bunların sağladığı imkânlar sayesinde dünya eski durağanlıktan hızlı bir değişim çağına girdi. Bu süreçte toplumlar kabaca iki gruba ayrıldı: Bir grup değişimin farkında olup, onu kendi yararlarına uygun şekilde yönetiyorlar. Başka bir grupsa değişimin gidişatında etkili olmayıp, diğerlerinin amaçları için kullanabilecekleri nesne durumundadır. Dünyada her alanda yapılan istatistikler bunu gösteriyor.
Çağdaş Fransız düşünür Alain Touraine Birlikte Yaşayabilecek miyiz? başlıklı kitabını şöyle bitirir: “19. yüzyılın ortalarında Avrupalı düşünürler ve siyasiler artık Fransız Devriminin sonuçlarını değil, sanayi toplumunun ve bu toplumdaki çatışmaların doğuşuna hazırlanmaları gerektiğini anlamak için nasıl büyük bir çaba göstermek zorunda kaldıysalar, bizler de bugün, eğer değişmekte olan bir dünyanın aktörleri olmak istiyorsak, güç bir değişimi tamamlamak zorundayız.”
Bazılarının hoşuna gitmese de şunu söyleyeyim ki, “Avrupalı düşünürler ve siyasiler” eğer büyük bir aptallık yapıp değişim sistematiklerini bozmaz, hatalarını da azaltırlarsa, Touraine’in dediği gibi “dünyanın aktörleri” olarak “değişimi tamamlayacak” ve değişimin başka bir evresine geçeceklerdir.
***
Değişime karşı durmanın adı ‘muhafazakârlık’tır. Esasında kültürel kimliklerin en önemli kaynaklarından birinin gelenek (buna dinî gelenekler de dahil) olduğu malumdur. Fakat “geleneğin sorgusuz sualsiz kutsal alan kabul edilip korunması” anlamındaki muhafazakârlık, değişim olgusunu durduramasa da yönünü saptıran yıkıcı bir direniştir. Böylesi bir muhafazakârlık, modern çağda, bilimsel ve ekonomik gelişmeden tutunuz da adalet, insanın saygınlığı ve hakları, canlı-cansız tabiatın korunması gibi ahlâkî ve hukuki konulara kadar her alanda çağın dışına düşmenin en önemli sebebidir. Onun için gelenekle uyuşmaz gördükleri açılımları boğma yönünde kararlı duranların, bu tavrın İslâm toplumlarına nelere mal olduğunu görmeleri için birkaç dakikalığına düşünmeleri bile yeterlidir.
Bunları konuşup yazanlara, “Bir asırdır ülkeyi laik zihniyet yönetiyor da ne oldu!” tarzında itirazlar oluyor. İki şey söyleyeyim:
1. Muhafazakârlık dinî alanla sınırlı değildir. Bugünlerde hem dinî hem din dışı alanda yapılan tartışmalardan bunu rahatlıkla anlarsınız. Yanmaz kefen pazarlama gibi saçmalıkların arkasında ne kadar “kutsal” gelenekçilik ve muhafazakârlık varsa, birkaç liralık bir kitabın birkaç bin liraya kapışılması olayı gibi gerçekliklerin arkasında da bilinç düzeyi sıfır seviyesinde bir muhafazakâr zihin vardır. Ve dikkatle bakarsanız, bütün Müslüman toplumların yaşadığı sorunların altında, bu çağın insanı için değerini yetirmiş olan sözde “dinî” ve “laik” türleriyle bu muhafazakârlığı görürsünüz. Bu muhafazakârlıkla bu çağıntoplumları olmamız -zor değil- imkânsızdır.
2. Yukarıdaki itiraza ikinci cevabım şudur: Eğer toplumumuz diğer Müslüman toplumlardan bir adım öndeyse, bunun sebebi, Tanzimat sonrasında -kusurlarına rağmen- kısa süreliğine de olsa bir değişim iradesi göstermiş ve bu yönde bazı işler yapmış olmamızdır.
***

Sibel ERASLAN
sibeleraslan@stargazete.com
Siyasette dertten anlayan bir dil ihtiyacı
30 Ocak 2019 Çarşamba
AK Parti iktidarı konuşulurken 2002'den başlatılıyor süreç değerlendirmeleri. Oysa 31 Mart'ta gerçekleşecek mahalli seçimler için, Ak Parti'nin soy ağacı, 2002'den değil 1994'ten başlıyor. Dile kolay 25 yıllık başarılı bir deneyim, toplumsal karşılığı olan bir kariyer bu...
İster istemez bu 25 yıllık uzun birikim, AK Parti'yi söylem konusunda daha sıkı ve kontrollü bir yaklaşıma götürmek zorunda. Yani “Kötü giden şeyleri değiştirmek için geliyoruz” diyemezsiniz. “25 yıldır siz vardınız” derler... ‘Beka’ söylemi de dozunda gitmeli, “Çeyrek asırdır ne yaptınız” derler... AK Parti de, anlaşılan bu yüzden, seçmen karşısına yeni projelerle çıkma kararında... Burada da başka bir handikap var; makro projeler, ferdin küçük dünyasına kolayca değemiyor. Havaalanları, otobanlar, köprüler, hepsi de devasa eserler ve çok değerli... Ama tüm bu devasa yatırım ve hizmetler, ay sonunu nasıl getireceği hesabındaki dar gelirli vatandaşın birincil meselesi değil...
Geçim derdi, sokaklarda, evlerde, kapılarda konuştuğumuz insanların ilk sıradaki derdi. AK Parti'nin pratik, kısa vadeli, moral verici vaatleri olmalı ve daha da önemlisi tatlı dili olmalı... Sürekli kabahatli arayan, sürekli hain ya da düşman arayan dil, zaten geçim gailesindekileri daha da bunaltıyor.
Son günlerde CHP Ankara belediye başkan adayının ırkı, kavmiyeti, memleketi üzerinden başlatılan sataşmayı çok yersiz ve çirkin bulduğumu söylemeliyim. Siyasetçilerin ağızlarından çıkan ölçüsüz laflar ardından partilerini rehin alıyor. AK Parti sert söylem kuracağım derken ırkçı saplantıların esiri olmamalı... Eski siyasetçiler biraz olgunlaşmalı artık.
Bir diğer fay hattı ise siyasi söylem ile dinsel söylemi birbirinin yerine geçirmek hatası. Elbette kişinin kültürel, moral, dini dünyası, siyasetini de etkiler. Ama dinin yerine siyaset, siyasetin yerine de din geçirilemez. İnsanları dinden soğutacağı gibi, itikadi anlamda da tehlikeli bir haldir bu. Din, şerik kabul etmez...
AK Parti, Türkiye'deki en büyük sivil toplum örgütü aynı zamanda. Fakat o kadar büyük ki kendi dışında neredeyse sivil alan kalmadığı için, hemen her vakıf, dernek, grup, hareket, iktidar partisinin söylemine neredeyse parti disiplini ile bağlı. Parti açısından ciddi bir başarı olabilir bu durum neticede devasa bir koordinasyon ağıdır bu... Ama toplum sosyolojisi için düşünce ve eylem durağanlığına, bağımlılığına, hazırcılığa, devlete yaslanmacaya, her işi ‘devletlu’lardan beklemeye götürür. Toplumun sivil hareketliliği biterse, yosunlaşma başlar... Balinaların ölümünü hep zihinde tutmak gerek. Balinalar, vücutlarına yapışan mantar ve bakteriler sayesinde o kadar ağırlaşırlar ki, bir gün battıkları sudan yukarı çıkamazlar, dibe çökerler, ölürler...
Bu yüzden; Cumhurbaşkanımız'ın şikayetle söz ettiği ‘metal yorgunluk’larla ciddi mücadele etmek gerekiyor.
***
Din artık gayya kuyusu misali
30 Ocak 2019
1
Facebook'ta Paylaş
Twitter'da Paylaş

Sinan Eskicioğlu
1974 yılında İzmir'de doğdu. İzmir İlahiyat'ta lisans eğitimini tamamladı. 2003 yılından beri Almanya'da yaşıyor. Çeşitli kuruluşlarda Din Eğitim ve Öğretimcisi olarak faaliyette bulunuyor. Yayınlanmak üzere kaleme alınmış çeşitli roman ve kitapları bulunmaktadır.

Normal nedir,
Anormal nedir?
Bugün biraz uzatacağım. Çünkü rahatsızım.
‘Normal ve anormal nedir, normali ve anormali kimler belirler’ diye düşünüp cevap vermeye hazırlanırken, ‘buna da ne demeli’ diyerek önüme uzatılan bir telefon ekranıyla irkildim.
- Reklam -
Tılsım, büyü, bağlama, çözme ve benzeri kelimelerin sıralandığı bir hesap ve takip eden sayısı da bir hayli kabarık.
Neden prim yapar ki? Çünkü alıcısı var.
Zihnim telefon ekranını bıraktı ve hızlı bir tur attı. ‘Ne haliniz varsa görün’ de diyemiyorum işin kötüsü.
…..
Bu yazıyı isterseniz yazarının sesinden dinleyebilirsiniz de:
Ses oynatıcı
00:00
00:00
Yukarı/aşağı tuşları ile sesi artırın ya da azaltın.
…..
Almanya’da birçok şehirde büyük kiliseler vardır. Bunlara verilen genel isim de Dom kiliseleridir. Hani bizde Ulu Camiler vardır ya, işte aynen öyle. Birçoğunun kulesinde de kafesler vardır. Orta Çağ’da dinen sakıncalı kişiler oralara kilitlenir ve yırtıcı kuşların yemesine terk edilirmiş. Büyücüler, cadılar ya da kilise düşmanları. Onları gördüğümde kendi kendime derdim: ‘Acaba o zamanki insanlar nasıl bu kadar insanlıktan çıkmış halde olabilirler ki, o zamanki insanlar hiç mi akıllarını kullanamazlarmış?’
Şimdi artık çok iyi anlıyorum. Evet, o zamanki insanlar öyleymiş. Evet, hiç akıllarını kullanmamışlar. Evet, kilise onlar için düşünüp, karar veriyormuş ve toplumu istediği gibi yönetiyormuş.
Anlaşılan, yaşanan, önemli diye kabul edilen DİN artık bambaşka. Bu başkalaştırılmış DİN de artık kelimenin tam anlamıyla gayya kuyusu gibi.
Nedir gayya kuyusu: ‘Karmaşık işlerin döndüğü yer veya çok çapraşık durum, gayya’ (TDK).
Ha bir de gayya kuyusu diye birçok video ve anlatım da var. Meryem Suresi 59. ayette geçen kelimeden dolayı.
Cehennemdeki gayya isimli kuyu diye yazılmış tefsirler sebebiyle.
Bugün de o anlatımları kullanan o kadar çok hocabey ve hocahanım var ki, inanamazsınız. Sakal bırakıp, fes ya da sarığı başına geçiren çıkmış anlatmış gayya kuyusunu. Bilmem şu hoca, bilmem bu hoca. Siz de bir deneyin, verin arama motoruna hemen karşınıza çıkar.
Aman efendim ama ne anlatımlar. Sanki gitmişler, görmüşler, test etmişler ve sağsalim çıkıp gelmişler. Ayette geçen ibare ne peki: ‘Artık yakında gayy ile karşılaşacaklar’. Vadi, dere, kuyu vb açıklamalar.
Neyse, konumuz DİN’in gayya kuyusu halini alması. Konumuz bu da, gayya kuyusu kelimesinde bile durum aynı olunca, insan açıklama yapmaya mecbur.
DİN konusu, çetrefilli, karışık işlerin döndüğü, ucu görünmeyen karanlık bir kuyu misali haline geldi.
Toplumun geneli böyle gösterdiği için de, sanıyor ki insan, normali bu.
Hayır efendim, alakası bile yok.
Bu iş neye benziyor biliyor musunuz? Din olmuş gayya kuyusu, kuyunun başında da deliler, kuyuya taş atıyorlar. Akıllılar da o taşları çıkarma derdinde.
Hani kullandığımız deyim gibi: ‘Bir deli kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış’. Delilerin sayısı birden çok olunca da, yüzlerce-binlerce akıllı gerekiyor. Ama bunlar deli değil, bunlar açık-seçik DİN’i bozan, başkalaştıran, kendi menfaatleri için sömürme aleti haline getiren ‘kötü niyetli’ ve ‘kötü insanlar’.
Orta Çağ’da o kadar akılalmaz olaylar olmuş. Tarih okurken anlayamıyoruz. Peki bugünün hali nicedir? Peki bugün müslümanların DİN anlayışı nasıldır? Peki bugün DİN diye insanlara dayatılan ‘KORKU İMPARATORLUĞU’ senaryoları nedir?
Gazetelerde yazan İlahiyatçı hocalarımız çok efendi insanlar. Ağızlarını bozmadan efendiliklerini korumaya gayret ediyorlar.
Hiç konuşamayanlar da, korkularından tek laf bile etmiyorlar. Haklılar. Ay sonu işsiz kalırlarsa, müslüman halk mı bakacak onlara? Nerede o insaflı ve erdemli müslüman topluluk?
İnsanlar da işsiz kalmamak için susuyorlar.
Ama buna karşın, dini gruplarına katılanları parayla sömüren din tüccarı kişiler, avazları çıktığı kadar bağırıyorlar…
Mahşerden geçiş bileti ifadesi söyleniyor, susuyoruz.
Cehenneme gitmiş gelmiş gibi cehennem fragmanları gösteriliyor, susuyoruz.
Cennete gitmiş gelmiş gibi cennet fragmanları gösteriliyor, susuyoruz.
Ayetlere isyan ederek, insanları katletme anlatılıyor, susuyoruz.
Bastırılmış iğrenç hislerini sapıkça dillendiriyorlar, susuyoruz.
Sokaklarda alenen insanlar öldürülüyor, susuyoruz.
Toplum kendinden geçmiş, başkalaşmış, ucube bir hal almış, susuyoruz.
Biz susmuyoruz, yazıyoruz ve anlatmaya çalışıyoruz, ama genel anlamda toplum olarak susuyoruz. Afazi hastalığına kapılmış ve robotlaşmış bireyler yığını haline gelen bir toplum var karşımızda.
Her şey ve herkes 31 Mart’a kitlendi. Eee peki ya sonra? Sonrasında bu sorunlar yok mu olacak. Hayır, belki de artarak devam edecek.
Diyanet, sigara kullanan hocaları hacca götürmeme kararı almış. Ne kadar güzel. Ama bu durum ne biliyor musunuz? Aç olan insana kaymaklı baklava sunmak gibi birşey. Dığdısının dığdısı.
Ülkemizde ‘yolsuzluk’ aşırı şekilde artmış ama buna diyecek söz yok.
Mehmet Özhaseki bile artık dayanamamış, gösteriş ve saltanattan bıkmış, açıkça da ifade etmiş. Ama hiç oralı olan yok.
Bütün bunlar neden oluyor peki? Çünkü alıcısı var. Alıcısı olmasa Korku İmparatorluğu’na dönüşen din anlatılabilir mi? Alıcısı olmasa cennet-cehennem fragmanları bu kadar sunulabilir mi? Alıcısı olmasa kolaydan sevap, yakmayan kefen, namaz kıldıran elbise satılabilir mi? Alıcısı olmasa Din siyasete bu kadar alenen alet edilebilir mi?
Neymiş efendim GENÇLER Din’den soğumuş, Din’e tepkililermiş, Deist olmuşlar….
Ya ne olacaktı?
Sirk’e dönüşmüş bu gösteri dünyasına dalıp alkış mı tutacaklardı?
Hiç çekinmeyin gençler. Sorunun aptalcası olmaz. En aptalca soruları sorun. Cenneti-cehennemi, gidip gelmiş gibi anlatanlara çekinmeden sorun: ‘Ne zaman gidip geldiniz?’ deyin.
Kıyameti anlatanlara: ‘Gayb’ı Yaratıcı’dan başkası bilemez’ ayeti var, sen Yaratıcı mısın’ diye sorun.
Sorgulayın, çekinmeden sorgulayın.
Dinleri bozdular diye, Yahudi-Hristiyan düşmanlığı yapan ve hatta kin kusanlar; bozulmaması, ‘Yaratıcı’ tarafından garanti altına alınmış İslam’ı bu hale getirdiler ya, varın gerisini siz düşünün…
Sevgi ve Bilgiyle kalın
****
Yeni bir medya geliyor ve eskisinin yerini almaya hazırlanıyor…
FEHMİ KORU
30 Ocak 2019
14

Dün akşam (saat 21.00’da) Nevşin Mengü‘nün televizyon programına katıldım.
Nevşin Mengü‘nün epeydir CNN-Türk‘te görünmediğini bilenleriniz şaşırmış olabilir. Şaşıranlar şaşırmasın. Deutsche Welle‘nin sağladığı internet platformunda her hafta salı akşamı bir saatlik konuklu program yapıyor Mengü.
- Reklam -
Son konuğu bendim.
Yine artık CNN-Türk‘te program yapamayanlardan Şirin Payzın‘ın da t24 haber sitesinin sağladığı imkanla konuklu programlarıolduğunu da hatırlatırım.
İsteyen, canlı yayın sırasında izleme imkanı bulamadığı için izleme derdine düşen varsa, YouTube üzerinden benimle yapılan programa ulaşmak mümkün.
Nevşin Mengü‘nün önceki programlarına göz attım; canlı yayın sonrasında izleyenlerin sayısı 100 binlerin üzerinde. Karar gazetesinde ekonomi üzerine yazan İbrahim Kahveci‘yi tam 100 bin 656 kişi izlemiş.
İşin güzel tarafı şu: Yalnız önceden bana sormayı tasarladığı sorularla yetinmedi Nevşin Mengü, biz konuşurken kendisine gönderilen mesajlardaki soruları da yöneltti. Tam anlamıyla izleyicinin de içerisinde yer aldığı bayağı aktif akışlı bir program oldu.
Stüdyoda bulunan sorumluya, cevabını bildiğim halde, “Bu tür bir program sizin gibi profesyonel bir mekanda değil de evden de yapılabilir mi?” diye sordum, bugünün altyapı imkanlarıyla bile evden yayın yapılabiliyor.
Cep telefonunuz kamera oluyor ve ânında yayındasınız…
Geleneksel medya düzeni sarsıntıda
Vaktiyle merkez medyada yer alan televizyon programcılarından kendine güvenenler şimdi artık bu yola başvuruyorlar.
Ruşen Çakır NTV ve Habertürk deneyimleri sonrası ‘Medyascope’ adıyla bir televizyon kanalı oluşturdu, her gün saatler boyu canlı yayın yapıyor, yapılan programları anında internet sitesinde de izleyicilerin dikkatine sunuyor.
Ünsal Ünlü her gün sabah 11.00’da o günün gazetelerini gazeteci gözüyle değerlendiriyor.
Rıza Zarrab – Hakan Atilla davası New York’ta devam ederken Cüneyt Özdemirmahkemeden canlı yayınlarla takipçilerini dakika dakika gelişmelerden haberdar etmişti. Şimdi gündemde Nicolas Maduro var; bir baktım, Cüneyt Özdemir oradan kendi kanalının takipçilerine izlenim sunuyor. (Bu ülkeden yaptığı ‘Venezuela’da ne oluyor’ başlıklı ilk haberini şimdiye kadar tam 162 bin 570 kişi izlemiş).
Geçen seçimde adı-sanı pek bilinmeyen bir genç, aynı yöntemle yaptığı yayınlara siyasi parti liderlerini çıkarmayı da başarmıştı.
Bunlar benim bildiklerim. Kim bilir bilmediğim, bu yolu kullanan daha kaç gazeteci var.
OcakMedya sitemizin yazarlarından Kadir Durgun da yazılarını görüntülü olarak okuyucularıyla paylaşıyor, biliyorsunuz.
YouTube üzerinden açılan bir kanalla bütün dünya canlı yayınları ânında izleyebildiği gibi, platform, daha sonra da, kanala ayırdığı sayfasında eski-yeni programlara ulaşılması imkanını sağlıyor. E-posta adresinizi kaydettirdiğinizde o kanaldaki programlardan sürekli haberdar ediliyorsunuz.
Program dönüşü eve doğru yol alırken radyodan İstanbul belediye başkanlığına aday AK Partili Binali Yıldırım‘ın sesi geldi. Benim dinleyebildiğim bölümde, torununun ısrarıyla gittiği ‘e-sports’ etkinliğinden aldığı izlenimleri anlatıyordu. 4 milyon kişi evlerinde veya bu amaçla açılmış yerlerde oynuyormuş oyunları; ilgilenen sayısı da 10 milyonu buluyormuş…

Geçenlerde burada bilgisini sunmuştum: İnternet sayesinde meşhur olmuş ve izleyici sayısı milyonlarla ifade edilen, aylık kazançları yüzbinlerce dolar olabilen genç insanlar var.
Dünyamız artık böyle bir dünya.
Her ay milyonlarca lira harcanarak yayın sürdüren televizyon kanallarında yapılan canlı yayınlar bir tarafta, cepten tek kuruş harcamak gerekmeden yapılan canlı yayınlar diğer tarafta.
Sizce günümüzde hangisi daha çok izleniyordur?
Yasaklar aşılabiliyor
Dünyanın değişik köşelerinde siyaset yapanlar bu yüzden huzursuzlar. Bıraksanız, Trump, sosyal medyayı bir tek kendisi kullanacak, başkalarına engelleyecek… Çin’i yönetenler sizin bizim sınırsız kullanabildiğimiz bazı imkanları kendi vatandaşlarına kısıtladı.
Bizde de Wikipedia’ya erişim yasağı hala sürüyor.
Oysa, konulan yasakları, getirilen engelleri aşmak hiç de zor değil; bir bilseler… Yasaklarla bir yere varılamıyor bugünün dünyasında, insanlar bir yolunu bulup istedikleri sitelere erişebiliyorlar çünkü.
Merkez medyada yerlerini kaybeden yazarlar isterlerse okurlarıyla daha özgür bir platformda buluşabiliyor. O zahmete katlanmayanlar bile, günde birkaç Twit atarak takipçilerine görüşlerini aktarabiliyor.
Nevşin Mengü, Şirin Payzın, Ruşen Çakır, Kadir Durgun, Ünsal Ünlü de izleyici bulma sıkıntısı çekmeyen televizyoncular. Gündemi de merkezdeki kanallardan daha çok onların yaptıkları yayınlar belirlemeye başladı.
İki ay sonra yapılacak seçimde belki de ilk kez ‘taşra’ sayılabilecek internet üzerinden yapılan yayınların izleyici sayısı, ‘merkez’ diye bilinen kanallardan daha fazla olabilecek.
Herkes hazırlığını buna göre yapsın.
ΩΩΩΩ