|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
ARALIK 2009 |
|
|
|
Değişen dünya düzeni ve Türkiye
Reşat Nuri EROL
04.12.2009
Dünya değişiyor ve “yeni bir dünya” kuruluyor.
Bu arada elbette “dünya düzeni” de değişiyor ve “yeni bir dünya düzeni”ne doğru gidiliyor.
Dünyada bütün bu gelişmeler olurken ülkemiz Türkiye de olanlardan ve değişimden etkileniyor. Kimi düşünürlerin bu değişim ve gelişmeleri değerlendirirken ifade ettiği üzere, şöyle de denebilir:
Şu anda dünya politikasının temelini yeni yapılanmanın ekonomik yönü oluşturuyor.
Başkan Obama’nın Çin ziyaretinde asıl konu, bu ülkenin dünya üzerindeki konumunun özellikle ekonomik açıdan ne olacağının belirlenmesine yönelik olduğu gözleniyor.
Yeni bir dünya ve yeni dünya düzeni meselesi üzerinde düşünüldüğünde, ister istemez ABD ve Çin ilk akla gelen ülkeler oluyor.
ABD dünyanın en borçlu ülkesi ve geçen yıl 800 milyara ulaşan ABD dış ticaret açığının 250 milyarlık bölümünün Çin ile olan ticaretinden kaynaklanması bir soruna dönüşmüş durumda. Çünkü ABD dış ticaret açığını azaltmak ve 13 trilyon doları bulan dış borçlarının yükünden kurtulmak veya hafifletmek istiyor.
Dolar değer kaybediyor. Doların değer kaybetmesi ABD’nin dış borçlarının satın alma değerini yarıya yakın azaltsa bile, Çin’in parasının değerini düşürmek istememesi sebebiyle en büyük alacaklısı olan Çin’in alacaklarının değerini düşürüyor.
Yeni dünya düzeninde ABD, parasının değeri düştüğü için daha az mal ithal edecek, buna karşılık ihracatı artacak. Böylece içerdeki işsizlik oranın azalması sağlanacak, ABD ekonomisi kısmen düzelecek.
Bu durum Çin ekonomisine olumsuz yönde etki edecek.
Sonuç itibariyle ABD bu durumdan kârlı çıkacak gibi görünüyor.
***
Bütün bu gelişmeler ve sorunlar Türkiye için önemli anlamlar ifade ediyor.
İhracata dayalı bir ekonomik modeli benimseyen ülkemiz, yeni bir dünya (ve aynı zamanda yeni bir ekonomi) düzeni kurulurken ne yapıyor veya ne yapmalı?
İthalat ile ihracat arasındaki makas böylesine açıkken, Türkiye ne yapacak? Türkiye asıl dünyadaki bu gelişmeleri takip edip yapması gerekenleri yapacağına, hiç olmayacak şeylerle vakit kaybediyor: Alevilik, anayasa, açılım, katsayı, demokrasi, darbe... ve daha neler de neler!
Bu arada yeni dünya düzeninde ve ekonomide atı alan Üsküdar’ı geçiyor, olan halka oluyor; halk kendisini hiç de ilgilendirmeyen şeylerle oyalanıyor.
Oysa meseleye halk açısından bakıldığında, asıl üzerinde durulması, tartışılması ve yapılması gerekenler bambaşka.
Dünyada bütün bu gelişmeler olurken, Türkiye açısından sorulası sorular birbiri ardından sükûn edip geliyor:
-Yeni dünya düzeninde Avrupa’nın yeri ve rolü ne olacak?
-Türkiye-AB ilişkileri ne olacak?
-Enerji meselesi, enerji geçiş yolları, alternatif enerji kaynaklarının gelişmesi ve özellikle otomotiv endüstrisindeki yenilikler dünyayı nereye götürecek?
-Türkiye bölgede etkin rol oynamaya soyunurken, zengin ve gelişmiş G-8 ülkeleriyle mi, yoksa gelişmekte olan D-8 ülkeleriyle mi bir araya gelecek?
Bunlara benzer daha nice sorunlar ve sorular...
***
Mevcut dünya düzeninde sömürü tekel sermayesi üniversiteleri ve medyayı tekeline almış, dünyayı istediği gibi yönlendirip yönetiyor.
Üniversiteler çalışacak, ilmin verilerini üretecek ama o verileri kendisi değerlendirmeyecek; onları sömürü sermayesinin emrine verecek!
Sömürücü tekel sermaye, üniversitelerin ürettiği ilmî verileri kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirecek ve medyaya sunacak.
Medya da sermayenin menfaatleri dışında bir yorum yapmayacak, hattâ haber olarak bile yayınlamayacak!
Bunun için Türkiye’de olduğu gibi her ülkede görevli yazarlar var, sunucular var; önce onlar yorumlar, sonra bütün yazar ve sunucular onların yorumlarını sunar!
Bir profesör kendisi yorum yaparsa dışlanır ve etkisiz hâle getirilir; hattâ birtakım şantajlarla üniversiteden bile uzaklaştırılır!
Eğer bunu yapan yazar veya sunucu ise hemen işine son verilir!
(Yazdıklarımın devamı var.)
***
Değişen dünya düzeni ve partiler
Reşat Nuri EROL
07.12.2009
Önceki yazımda; değişen dünyadan, oluşan yeni dünya düzeninden, Türkiye’deki gelişmelerden ve bütün bu gelişmelerde sömürü sermayesinin güdümündeki “üniversiteler” ile “medya”nın rollerinden söz ettim.
Dünyadaki veya ülkemizdeki partiler için de durum aynıdır.
Bugün olduğu gibi; siyasiler tarafından eğer sadece karşı tarafın parti yöneticileri kötülenecekse, buna izin verilir. Böylece ülkenin bölünmesine ve parçalanmasına hizmet edecekleri için bunlar makbul parti olur ve değişik yollardan finanse edilirler.
Görevli birileri gelir, kuruluş döneminden itibaren partiye üye olup sıkıntılı günlerde yardımcı olur.
Hele bir de eski gömleklerinizi çıkarıp başka değerlerin muhafazakârı olursanız, işte o zaman baş tacı olursunuz.
Eğer “fikir partisi” iseniz, ciddi iseniz; hele bir de “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN” gibi projelerle ülkeniz için çare ve çözümler üretiyorsanız; o zaman en azından hemen size köstek olmaya başlarlar.
Siz sabit masraflarınızı bile ödeyemez olursunuz.
Size yardım edenleri de tehdit ederler. Yine de sonuç alamadılarsa, o zaman savcılıklara iftira ile dolu şikâyet dilekçeleri gider; şikâyetler, mahkemeler, hapishaneler ve parti kapatmalar…
Ve bütün bunlar olurken güya “demokrasi” vardır ve var olmaya devam eder!
***
Millî Görüş Hareketi’nin başladığı ilk günden beri biz bunları hep yaşadık.
2002 seçimlerinden önce de bu durum böyleydi. Günümüzde ise sömürücü tekel sermayenin dünya genelinde ve ülkemizde kurmuş olduğu bu mekanizma çökmüştür.
Öncelikle ABD’deki CIA ve onun diğer ülkelerdeki uzantıları başta olmak üzere, bunların tamamı artık sömürü sermayesinin emrinde değildir.
Dünya değişiyorken bunlar da değişti.
Nasıl değişti, kim değiştirdi?
Elbette bu mücadeleyi verenler yani Millî Görüşçüler değiştirdi, Millî Görüş partileri değiştirdi.
Kırk senelik mücadelemizin sonunda dünyayı ve Türkiye’yi değiştirdik.
Allah yardımcımız oldu, dualarımızı kabul etti ve başardık.
Ancak, ne yazık ki bir zamanlar bu mücadele yollarında beraber yürüdüğümüz bazı arkadaşlarımız hâlâ o eski dünyada, hâlâ o eski dünya düzeninde yaşıyor ve değişen dünyanın sunduğu yeni imkânlardan yararlanamıyorlar.
Hâlâ eski hal varmış gibi davranıyor ve ele geçen pek çok fırsatları maalesef heba ediyorlar.
Yazık ki ne yazık!
***
Partilerin ana problemi nedir?
Eski düzen partilerinin değişen yeni dünyaya göre programları yok!
Oysa her şey gibi dünya da değişiyor.
Çin ve ABD görüşmeleri ve gelişmeleri bu yönde:
Doların değeri düşürülüyor, ithalat azalıyor, ihracat artıyor, borç hafifliyor...
Ama bütün bu gelişmeler bazı yeni sorunları da beraberinde getiriyor.
Dolara endeksli TL’de de ithalat azalacak, ihracat artacaktır.
Bu sayede zamanla borç yükümüz azalabilir.
Biz ülkemizde bunları tartışacağımıza, darbeleri ve demokrasiyi tartışıyoruz!
Oysa asıl tartışılması gereken nedir?
AB’nin geleceği, Orta Doğu’nun geleceği, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynakları ve benzeri sorunlar tartışılmalı…
Daha da önemlisi, yeni bir dünya kurulurken Türkiye’nin rolü ve yeri tartışılmalıdır...
Partileri halk kurar.
Sonra ne olur?
Sonra yönetimler ya birilerine satılırlar ve sadece kendi çıkarları için partilerinin tabelasını korurlar; yahut parti başarılı olursa tekel sermayeye satılırlar.
Asıl görevleri nedir?
Asıl görevleri Türkiye’de “fikir ve çözüm partileri”nin oluşmasını önlemektir.
Bu fasit çemberi ülkemizde Erbakan lideri olduğu “Millî Görüş Hareketi” ve “Adil Düzen Projesi” ile delmiştir.
Nitekim Erbakan şimdi de “TEK ÇARE ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN” diye haykırmaktadır.
Saadet dışında, AKP ve diğerlerinin bütün işi ise Erbakan’ın sesini boğmaktan ibaret oluyor...
Ama çaresi yok, bütün sorunlar zamanla mutlaka çözülecektir.
***
Bir banka işsizliği nasıl çözer? - 1
Reşat Nuri EROL
09.12.2009
Bir banka -mesela Vakıflar Bankası- ülkemizdeki işsizliği çözebilir mi?
Çözebilirse, nasıl çözer?
Malum, çağımızın en büyük sorunu “işsizlik”tir.
Bu sorunu çözen mucizevî bir başarı gerçekleştirmiş olur.
İşsizlik sorunu bir şekilde çözüldüğünde; çorap söküğü gibi peşi sıra pek çok ekonomik, siyasi ve sosyal sorun da kendiliğinden çözülecektir.
Bugün işte bu önemli sorunun çözümü üzerinde duralım.
***
Bir banka (bu banka ülkemizdeki Vakıflar Bankası olabilir), işletmelerin tesislerini ipotek ederek isteyen işletmelere tesislerin değeri kadar “faizsiz işletme kredisi”ni açar. Böylece ilk hareket başlar.
Bankaların faizsiz kredilerini kullanabilmek için işletmeler bir taraftan işçi çalıştıracak, banka işletmeyi borçlandıracak ve işçinin parasını ödeyecek; diğer taraftan da üretim için işletmenin ihtiyacı olan ham maddeleri satın alacaktır.
Banka ham madde sahibine bedelini ödeyecek ve ham maddeyi alan işletmeyi borçlandıracaktır.
Çalışanların banka tarafından takdir edilen resmi ücretleri olacaktır. Banka kendisinin takdir ettiği bu ücreti ödeyecektir.
Kalan kısım varsa, işveren ile işçi arasında ödenir. Ham maddelerin de resmi fiyatları olacaktır.
Ham madde satana banka o fiyat üzerinden ödeme yapacaktır. Fark aralarında kapatılacaktır.
Önce işçi/emek sorunu çözüldü, sonra ham madde tedarik edildi ve üretim gerçekleşti.
Üretim gerçekleştikten sonra; üretilen mamul çift anahtarlı ortak ambara konacak, anahtarın biri “banka temsilcisi”nde, diğeri “üretici”de olacak, mamul satıldığında banka alacağını tahsil edecektir.
***
Krediler faizsiz olacaktır.
Para değerinin düşmesi engellenecektir.
Cebri icra, haciz ve mahkemeler olmayacaktır.
Mal satılıncaya kadar banka bir şey almayacaktır.
Banka, giderlerini karşılamak için işletmelerin cirosundan bir “hizmet payı” alacaktır.
Bu faiz değildir.
Faiz zamanla fiyatları artırdığı halde, bu uygulama sadece bir defaya mahsus olmak üzere fiyatları artırır ama (faizde olduğu gibi) zamanla fiyatlar artmaz.
Banka mala-mal (takas) marketler zincirini kuracaktır.
Bu zincire mal satanlar senet alacaklar ve bu senetle marketlerden istedikleri malları alacaklardır.
Böylece bankanın kredi verdiği işletmeler mallarını senet usulü ile satmış olacaklardır.
Banka tüketiciye yani halka “sipariş kredisi” verecek, tüketici/halk mağazalara peşin para ile yani “selem sistemi” ile sipariş verecektir.
Mağazalar tüccara peşin para ile sipariş verecek…
İşyerleri ham maddeyi peşin para ile sipariş verecek...
İşçiler de aldıkları kredileri bu paralar ile kapatacaklar...
Böylece hiç para olmadan da bu krediler verilebilecektir.
***
Bu sistemde vergilendirmenin nasıl olacağı, ihracat ve ithalatın nasıl kredilendirileceği, işletmenin üretim ve pazarlama merhalesindeki daha başka meseleler ve detaylar ise bundan önceki bir yazımızın konusu olmuştur.
***
Bir banka işsizliği nasıl çözer? - 2
Reşat Nuri EROL
11.12.2009
Bir bankanın -çağımızın en önemli sorunu olup bütün ülke ekonomilerini bir virüs gibi sarıp sarmalayan- işsizlik sorununu nasıl çözebileceğini anlatıyorduk...
Çare ve çözümler elbete bir sisteme ve bir mekanizmaya dayanmalı.
Nitekim dayanıyor.
İşte bu sistemin çözümleri üzerinde durmaya devam ediyoruz…
***
Bu sistemde en zor olan mesele vergilendirme meselesidir.
Mala-mal marketlerinde, sipariş marketlerinde vergilendirme nasıl yapılacaktır?
Mevcut kanunlar içinde bu sorunlar çözülebilmektedir.
Bunların nasıl çözüleceğinin detayları daha ziyade teknik meseleler olduğundan, bu makalede detayları anlatılmayacaktır.
Bu sistemde ihracat ve ithalat da kredilendirilmektedir.
Sipariş alan tüccar iç üretime peşin para ödeyerek sipariş vermekte, ondan sonra ürünü ihraç edip sipariş aldığı malları ithal etmektedir.
Böylece bu sistemde dış ticaret de dengelenmektedir.
***
Böyle bir işletmenin işsizliği nasıl önlediğini görelim.
Herkesin yani her çalışanın bir “çalışma kredisi” vardır.
Emek sahibi çalışan nereye giderse gitsin, sermayesini de beraberinde götürmektedir. Dolayısıyla işsiz kimse kalmamaktadır.
İşletmelere “ham madde kredileri” de verildiği için sermayesizlikten iş yapamama diye bir şey olmamaktadır.
Dolayısıyla herkes iş bulabilmektedir.
Faiz olmadığı için malları stok etme bir zarar doğurmamaktadır. Bir taraftan mal artarken diğer taraftan satın alma gücü de artmaktadır.
Enflasyon olmamaktadır.
Girişimciler kâr ve zararlarını net olarak yapabildikleri için işsizlik kalmamaktadır.
Cebrî icra olmadığı için işçi bulan kredi alabilmekte ve böylece üretim durmamaktadır.
Durmayan ülke üretim gücü stoklara çalışmaktadır.
Ayrıca yatırım kredilerini de banka vermektedir.
Üretim tesislerinin durmaması için herhangi bir şekilde cebrî icraya gidilmemektedir.
Dolayısıyla yatırım yüzdesi de dengelenmektedir.
Bu husustaki daha detaylı açıklamalar ancak başka bir makalede yapılabilir.
***
Hâsılı, bir banka -mesela Vakıflar Bankası- bu işi çok kolay yapabilir, bir banka ülkemizdeki işsizliği çözebilir.
Kırk yıllık teorik ve pratik deneyimlerimize istinaden, bu öneriyi uygulamaya talibiz.
Daha detaylı proje elbette takdim edilecektir.
Siz devlet olarak işsizliği yok edecek bir ihale çıkarın.
Başkaları da daha başka önerilerle gelebilirler.
Öneriler yarışır ve en iyisi seçilip uygulanır.
Hükümet olunduğunda sorunları çözecek şekilde hükmetmek gerekiyor…
İktidar olunduğunda muktedir olmak gerekiyor…
“Sorunları çözeriz” dendikten sonra, sorunları gerçekten çözmek gerekiyor…
“Vakıflar Bankası”nı bile “faizli sistem”le yönetmemek gerekiyor…
Özel sektöre gelince; adına “faizsiz sistem” diye yola çıktıktan sonra, “faizli katılım bankası”na dönüşmemek gerekiyor…
Ne dersiniz; bu gerekçelerden ve bu çözüm önerilerinden sonra yetkililer, yöneticiler ve özel sektör sorumluları ne yapar, ne ederler?!.
Bundan sonrası ve bundan ötesi de onların sorunu ve sorumluluğu olsun.
***
Arnavutluk’tan; Balkanlar’daki Türkiye’den…
Reşat Nuri EROL
12.12.2009
TİRAN / ARNAVUTLUK-
Arnavutluk’tayım...
Başkent Tiran'dayım...
Balkanlardayım...
Balkanlar'daki Türkiye'deyim...
Buralardaki kardeşlerimiz ve hemşerilerimiz arasındayım...
İki ay kadar önce Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bu ülkeyi, bu ülkedeki kardeşlerimizi ve hemşerilerimizi ziyaret etmiş... Önemli açılışlar yapmış ve çok olumlu izlenimler bırakmış... Bu o kadar belli oluyor ki; her konuştuğum yetkili Arnavut veya sade vatandaş bunu söylüyor, bunu anlatıyor; anlattıkça bitiremiyor...
Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün başkanlığında, sadece Türkiye'den gelen yaklaşık olarak 200 kadar iş adamı ile buralardayız; Arnavutluk'tayız; Balkanlar'daki Türkiye'deyiz...
Bu ülkeden de aramıza katılan, daha doğrusu sürekli olarak buralarda bulunan ve iş yapan, ayrıca civar Balkan ülkelerinden gelen iş adamlarıyla birlikte bu 100'lü iş adamları sayısı daha da artıyor...
Türkiye-Arnavutluk ilişkileri bu sayede -geçmişteki beş yüz yıl olduğu gibi- yeniden arzulanan ve olması gereken seviyeye doğru yükseliyor...
Daha da yükselecek inşaallah...
***
1990'lı yılların hemen başından itibaren bu ülkeye defalarca geldim...
Her yıl giderek yükselerek gerçekleşen gelişmeleri bizzat izledim...
Arnavutluk, o malum ve meşhur baskıcı rejimden kurtulduktan sonra, giderek gelişiyor, kalkınıyor; bu arada şu anda Başbakan olan Sali Berişa'nın her seferinde ve her vesileyle bizzat bendenize de ifade ettiği üzere; Türkiye bu kalkınma ve yeniden yapılanma sürecinde başrolü oynuyor...
Nitekim iki ay önce Başbakanımızın, şimdi de Cumhurbaşkanımızın bu ülkeyi ziyaret etmesi ve görülmemiş bir teveccüh ve sıcaklıkla karşılanması bunun en önemli göstergesidir...
Rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal da, 16 yıl önce, vefatından bir önceki seyahatini bu ülkeye yapmıştı... Bu ülkeye geldiği günden bir gün önce, Arnavutluk başta olmak üzere, Balkanlar'da neler yapılabileceğini İstanbul'da görüşmüştük... Görüşmede Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu (şimdi İKO Genel Sekreteri) ile Prof. Dr. Mustafa Ceriç (şimdi Bosna-Hersek Diyanet İşleri Başkanı) da bulunmuştu...
O görüşmede Sn. Cumhurbaşkanımız Özal’la, genel olarak Balkanlar'da, özel olarak Arnavutluk'ta çok önemli şeyler yapmaya karar vermiştik ama; rahmetlinin ömrü vefa etmedi...
Her şeye rağmen, biraz gecikmeyle de olsa, olması gerekenler oluyor, yapılması gerekenler yapılıyor ve birileri engellemeye çabalasa bile, verilen mücadeleler sayesinde maksat hâsıl oluyor...
Nitekim bizim şu anda yüzlerce iş adamından oluşan geniş katılımlı bu ülke ziyaretimiz de bunun delili değil mi?..
***
Bugün Arnavutluktayız...
Bu geceden itibaren, yarın Karadağ'dayız...
Burasını yani Arnavutluk'u -bir Kosovalı olarak- Baba memleketim; Karadağ'ı da -bir Bosnalı olarak- Sancak bölgesinin bir bölümünü kapsadığı için Annemin memleketi, dolayısıyla "Benim Memleketlerim" sayıyorum...
Ve sizlere, siz değerli okuyucularıma, sizin için "Balkanlar'daki Türkiye"den, benim için doğduğum ve belli bir yaşa kadar yaşadığım, ama sürekli olarak içimde yaşattığım "memleketlerim"den sesleniyorum...
Türkiye bu ülke ile ilgilenmeye başladığı ilk yıllarda, 18 yıl önce, Mehmet Akif Ersoy Koleji'ni açmıştı; bu lise bugüne kadar binlerce mezun verdi...
Dün o eğitim kurumunun bir kardeş kuruluşu EPOKA (çağ) ÜNİVERSİTESİ'ni açtı; açılışı da Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül yaptı...
18 yılda nerden nereye...
TİKA zaten yıllardan beri var...
Bugün de Yunus Emre Kültür Merkezi'nin açılışını yine Cumhurbaşkanımız yapacak...
Birinci Yunus Emre Kültür Merkezi de, diğer memleketim Bosna'da açılmış...
Darısı Kosova başta olmak üzere diğer Balkan ülkelerine...
***
Şu anda ben otelin lobisinde bu satırları yazıyorken, iki ülke cumhurbaşkanları önümden geçtiler...
"TÜRKİYE-ARNAVUTLUK İŞ FORUMU" gerçekleştirilecek...
Millî Gazete adına izliyor ve sizler için izlenimlerimizi yazıyoruz...
Sekiz basın mensubu olarak geziyi yakından izliyoruz...
Sayın Cumhurbaşkanımız ile özel celseler gerçekleştiriyoruz...
Yeni Şafak'tan Abdulkadir Selvi, Türkiye'den Batuhan Yaşar, Zaman'dan Mustafa Ünal, Milliyet'ten Fikret Bila, Vatan'dan Bilal Çetin, Sabah'tan Tarık Yılmaz, Akşam'dan Utku Çakırözer ve Milli Gazete'den bendeniz Reşat Nuri Erol; izlenimlerimizi yazıyoruz, yazmaya devam ediyoruz...
Balkanlar'daki Türkiye'den selam, sevgi ve dualarımızla...
***
Karadağ’dan; Balkanlar’daki Türkiye’den…
Reşat Nuri EROL
14.12.2009
PODGORİTSA/KARADAĞ-
Bugün de Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün başkanlığında; bakanlar, bürokratlar, yüzlerce iş adamı ve sekiz gazetemizin temsilcilerinden oluşan geniş katılımlı kafilemizle Karadağ’dayız…
Karadağ’ın Başkenti Podgoritsa’dayız...
Bize, Türkiye’ye en yakın dostlarımızın yaşadığı Balkanlar’dayız...
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başkanlığında, yüzlerce iş adamından oluşan “minik ekonomi ordumuzla Balkanlar’daki Türkiye”deyiz...
Neden Balkanlar’daki Türkiye?
Evet, “Balkanlar’daki Türkiye”deyiz…
Çünkü bu topraklardaki her bir ülkede dolaştıkça, her yerde ve neredeyse en ücra köşelerinde bile, asırlar boyunca Evlâd-ı Fatihan Osmanlı ecdadımızın mühür gibi nakşettiği eserlerle ve izlerle karşılaşıyorsunuz…
Buralardaki insanların bir kısmı sizi, dünyanın başka hiçbir yerinde göremeyeceğiniz ve görüp de ruhunuzun derinliklerine kadar hissetmeyeceğiniz büyük bir özlemle kucaklıyor…
Siz de aynı sıcaklıkla mukabele edince, karşılıklı olarak aynı samimi kucaklaşma gerçekleşiyor…
Maddî ve manevî olarak kendinizi kendi ülkenizde, Anadolu’nun bugüne kadar keşfedemediğiniz yeni bir bölgesinde gibi hissediyorsunuz…
İşte bu ve benzeri daha nice sebeplerden dolayı “Balkanlar’daki Türkiye”deyiz…
***
Dünyaya gelmeme vesile olan Anamın memleketi Sancak bölgesinin yarısını içine alan ülkede, Karadağ’da; yani buralardaki Balkanlı kardeşlerimin ve hemşerilerimin arasındayım...
Türkiye’den gelen yüzlerce iş adamı ile birlikte, Balkanlar’ın en yeni ülkesi Karadağ’ın iş adamları arasındayız…
Arnavutluk’tan sonra Karadağ’dayız…
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başkanlığında, Türkiye’den gelen 200 kadar iş adamı ile buralardayız…
Beş asırlık Osmanlı döneminin izlerini barındıran “Balkanlar’daki Türkiye”nin bu güzel ve bâkir bölgesindeyiz...
Karadağ denen bu ülke; benim için duygusal yönden “dramatik” kelimesiyle ifade edebileceğim pek çok şey ifade ediyor...
Kendimi bildiğim ilk çocukluk yıllarımdan itibaren; yaz tatilimizi geçirmek, Bekir dedem ile İlyas, Yusuf, Abdullah ve Ahmet dayılarımı ziyaret etmek üzere Kosova’dan geldiğim Sancak bölgesi ve onun baş şehri Yeni Pazar…
“Dramatik” dedim, çünkü şimdi o küçücük Sancak bölgesi son yıllardaki “zalim” gelişmeler sebebiyle tam ortasından bölündü, Sırbistan ile Karadağ arasında paylaşıldı!.. Balkanlar minik minik devletçiklere bölündü…
Bu yetmiyormuşçasına, bu bölgeler de dramatik bir şekilde bu küçücük devletler arasında bölüşüldü!..
Aileler, sülaleler, ekonomik varlıklar, son yıllarda özellikle Bosna ve Kosova’da cereyan eden “vahşi savaşlar” sonucunda bölündükçe bölündü, parçalandıkça parçalandı, küçüldükçe küçüldü…
***
1957 yılında Balkanlar’dan Türkiye’ye gerçekleşen muhaceretimizden beri, 52 yıldır buraları dikkatle izliyorum…
Tek kelimeyle sadece bir şey oluyor; zulüm, zulüm, zulüm…
Şuurlu Balkan kökenliler ve diğer aklı başında insanlar olarak bir araya gelip “Balkanlar’daki son zulüm yüzyılı”nı değerlendirdiğimizde, tek kelimelik bir sonuç ve özlem hülâsası çıkıyor; ADALET, ADALET, ADALET…
Hangi adalet?
Elbette “sahte Batı demokrasileri”nin ve özellikle Balkanlar’da -Mehmet Akif Ersoy’un benzetmesiyle- tek dişi kalmış canavara dönüşen “Batı medeniyetinin barbarlıklarından oluşan sahte adalet” değil…
Aksine, Balkanlar’daki beş asırlık Osmanlı Devleti döneminde gerçekleştirilen ve bugün de özlemle hatırlanan ADALET…
Türkiye’nin öncülüğünde ve önderliğinde, yeni bir yapılanma hamlesi ile yeniden ve yeni baştan, “Balkanlar’daki Türkiye”de yeni ADALET asırları neden olmasın?..
“Balkanlar’daki Türkiye”den selam, sevgi, dua ve ADALET özlemlerimle…
***
Ahmet Hakan takipteymiş!..
Reşat Nuri EROL
15.12.2009
Sağ olsun, var olsun; Ahmet Hakan takipteymiş!..
“Balkanlar’daki Türkiye” diye andığım memleketlerim Arnavutluk ve Karadağ’a, Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün başkanlığında, 200 kadar iş adamı ile yaptığımız üç günlük seyahatten döndüğüm gecenin geç vaktinde, -daha doğrusu sabahın köründe henüz seyahat ve yol yorgunluğumu atamamışken- telefonlar, mesajlar, mailler gelmeye başladı!..
“Hayırdır inşaallah!..” demeye kalmadı, arayanlar bombayı patlattılar!..
Meğer Ahmet Hakan takipteymiş; yazısının başlığına göre:
“Millî Gazete yazarı Gül’ün uçağında”ymış…
O yazar da bendeniz, yani Reşat Nuri Erol’muş…
Aman efendim, ne büyük şeref, ne kadar önemli bir haber…
Bütün Türkiye, bütün Balkanlar, hattâ bütün dünya duysun ve bilsin ki:
“Millî Gazete yazarı Gül’ün uçağında”ymış…
***
Sözde “büyük medya(!)”nın diline dolanmak ne büyük şeref(!) ve aynı zamanda ne büyük musibetmiş!..
Sabahın köründe başlayan telefonlar, gecenin çok geç saatlerinde gelen Sancak kökenli hemşerim eski milletvekili Hüseyin Kansu’nun telefonu ile son buldu!..
Meğer ona da Bosna’daki oğlu haber vermiş…
Nerden nereye?!.
Kırk yıldır siyasetin içindeyim…
Sayın Abdullah Gül ve Sayın Tayyip Erdoğan başta olmak üzere; önemli pek çok siyaset adamı yakın arkadaşımdır…
Bundan dolayı, bugüne kadar isteyip de rica etseydim, kırk defa uçaklarına binebilirdim…
Ancak, -bu vesileyle iyi bilinsin ki,- bugüne kadar siyasilerden kendim için bir şey istemediysem, bu yaştan sonra hiç istemem…
Ahmet Hakan ve benzerlerinin anlayamadığı nokta budur…
Sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlığında, benim “Balkanlar’daki Türkiye” diye tanımladığım “memleketlerim Arnavutluk ve Karadağ”a geniş katılımlı bir seyahat düzenleniyor…
Kafilede bakanlar, bürokratlar, gazeteciler, yazarlar ve iş adamlarından oluşan 200 kişilik geniş bir katılım var…
Bunlar arasında, her iki ülkeyi ve dillerini iyi bilen, orada doğmuş, belli bir yaşa kadar orada yaşamış, bütün yakın akrabaları hâlen oralarda yaşayan KOSOVALI/BOSNALI Reşat Nuri Erol da var…
Bunda anormal olan ne var?!.
Ama Millî Görüşçü ve Millî Gazete yazarı iseniz, vay hâlinize!..
“Millî Gazete yazarı Gül’ün uçağında” başlığıyla haber olursunuz!...
***
Uçakta, Fikret Bila ve Mustafa Ünal başta olmak üzere Yeni Şafak, Türkiye, Zaman, Milliyet, Vatan, Sabah, Akşam gazetelerinin Ankara Temsilcileri vardı…
Arnavutluk ve Karadağ’a düzenlenen gezide, onlar arasında Millî Gazete’den Arnavut ve Boşnak asıllı bir yazar olsa iyi olmaz mı?..
“Gül’ün uçağında” olmaması için tek özrü “Millî Gazete yazarı” olmak mı?!.
Hattâ Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile toplu olarak ilk karşılaştığımızda; “Reşat bey buraları çok iyi bilir, size rehberlik yapar…” deyince; üç gün boyunca aramızda bu “resmî mihmandarlık görevim”in esprilerini yaptık…
Biz sekiz gazeteci-yazar olarak, üç gün boyunca çok iyi anlaşıp kaynaştık ve beraberliğimizden keyif aldık…
Ahmet Hakan’a ne ki?!.
***
Meraklısına not: Ahmet Hakan’ın yazısını okuyunca, önce Genel Yayın Yönetmenim Necdet Kutsal’ı aradım…
Sonra gün boyu Ahmet Hakan’a ulaşmaya çalıştım, ama ulaşamadım…
Son çare olarak kendisine uzunca bir mail yazıp gönderdim ve ilk gün Arnavutluk’tan gönderdiğim haber, resim ve yazımın teknik sebeplerle nasıl ulaşamadığını izah ettim…
Ahmet Hakan meselenin başka bir boyutunu da yazmış ki; beni hiç de ilgilendirmediğinden, o yönüne cevap verme gereği görmüyorum…
Şimdi ben de Ahmet Hakan’ın genel olarak bu yazdıklarıma ve özel olarak mesajımda anlattıklarıma ne diyeceğini merak ediyorum…
Artık ben de aynen Ahmet Hakan gibi takipteyim!..
***
Faiz, işsizlik, açlık ve çözüm
Reşat Nuri EROL
25.12.2009
Çağımızın en büyük sorunu işsizliktir.
İşsizlik problemi açlık musibetine sebebiyet verir.
Aç olan, yoksul olan, işsiz olan insanın yapmayacağı şey yoktur.
Açlıkla ilgili en son tesbit ettiğim söz/atasözü, bana ‘bundan daha ötesi ne olabilir ki?’ dedirtti: Meğer, “Aç olan tanrısı ile savaşır” şeklinde bir atasözü varmış!
Aman Allah’ım!
Bundan ötesini, bundan daha beterini düşünemiyorum…
Aç olan tanrısı ile savaşır/mış…
***
İşsizlik sorununu çözmediğimiz zaman; yapılan tüm çalışmalar, tüm faaliyetler, tüm gayretler, tüm yeniden yapılanmalar, tüm açılımlar boş olur.
İşsizliğin ana kaynağı “faiz”dir, “faizli sistem”dir, “faizli ekonomi”dir.
Faiz halkın emeğini, emek sahiplerinin en önemli ve biricik sermayesini, dolayısıyla insanoğlunun en kutsal değerlerini doğrudan veya dolaylı olarak sömürmektedir.
Faiz işletmeleri üretemez hâle getirmektedir...
Üretemeyen bir ekonomi varlığını sürdüremez…
Üretemeye bir ülke ve devlet var olmaya devam edemez…
Faizli ekonomi devam ettiği müddetçe açılım veya başka herhangi bir şey gerçekleştirilemez, ülke içinde birlik ve beraberlik sağlanamaz, devlet varlığını sürdüremez...
***
Faiz, işsizlik, açlık ile ilgili teşhis ve tesbitler bu derece ve böylesine vahim.
Faiz, işsizlik, açlık bu kadar tehlikeli ve de vahimse; o zaman bir toplumdaki bu ana sorunların elbette çare ve çözümleri üzerinde durulması gerekir.
Çare ve çözüm olarak neler yapılabilir?
BİR:
Her şeyden önce iç borçlar faizsiz hâle getirilecektir.
İKİ:
Dış borçlar da acilen, hiç bekletilmeden, behemehal tasfiye edilecektir.
1) Dış borçlar iç borca çevrilecek ve faizsiz hâle getirilecektir.
2) Faizli borçlar kredileşme borcuna çevrilecektir.
3) Para borcu mal borcuna çevrilecektir.
4) Borç ortaklığa çevrilecektir.
ÜÇ:
Yukarıda anlatılanlar yapıldıktan sonra; her vatandaşa ehliyetine göre “faizsiz kredi” verilecektir.
Cebri icra kalkacaktır. İşçi çalıştıran işveren borçlandırılacak, ücret doğrudan çalışana ödenecektir. Ayrıca işyeri ve mesken kredisi faizsiz verilecektir. İşyeri ve mesken kredileri İstanbul’da da Doğu’da da aynı olunca, Anadolu’muzun doğu bölgelerinde hayat daha ucuz olduğu için halkımız oralara kayacak, oraların nüfusu artacaktır; böylece nüfusun artmasından dolayı oralara da refah gelecektir. O zaman yukarıda sıraladığımız sorunlar son bulacak ve halkımız devletine daha içten bağlanacaktır.
İstenen; istenmesi gereken ve olması gereken de bu değil midir?
***
Bu sorunlardan başka elbette ilmî, siyasî, sosyal ve askerî sorunlar da vardır.
Onların çözümü de bir başka yazının konusudur.
Biz bu köşemizde sadece faiz, işsizlik, açlık ile ilgili ekonomik sorunları ve o sorunlarla ilgili çözüm önerilerimizi yazmış olduk.
Bu çözümler uygulandığı takdirde; iç veya dış düşman güçler ne yaparlarsa yapsınlar, sorunlarını çözmüş güçlü bir ülkenin varlığını sürdürmesini engelleyemezler.
***
Sorunlara çözüm yolunda açılım
Reşat Nuri EROL
29.12.2009
Sorunlar… Sorunlar… Sorunlar…
Hep var olan “sorunlar”dan söz ediliyor…
“Sorunlar” ve nihayet sorunların çözümü için yapılmaya çalışılan “açılım/lar”…
Yalnız bizim, yalnız halkımızın, yalnız Kürtlerin değil, yalnız Türkiye’nin değil; bütün dünyanın sorunları var.
Dolayısıyla bütün dünya, bütün beşeriyet “açılım/lar”a muhtaç.
Sorunların ana kaynağı denince; benim aklıma her şeyden önce “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçiş ile ilgili “ana sorun” geliyor.
Beş bin sene içinde oluşmuş “tarım dönemi hukuku” çağımızdaki çetrefil “sanayi dönemi”ne yeterli olmuyor.
İnsanlığın “sanayi dönemi hukuku”na geçmesi, girmesi ve sorunlarını ona göre çözmesi, bu açılımı gerçekleştirmesi gerekiyor.
İnsanlar geçmişlerinden ve geçmişteki birikimlerinden yararlanmadan geleceklerini düzenleyemezler.
İnsanlığın her şeyden önce, başta Kur’an olmak üzere, diğer kaynaklardan da yararlanarak “sanayi dönemi hukuku”nu oluşturması gerekiyor.
Bu hukuk oluşmadıkça hiçbir açılım başarılı olamaz.
***
Sorunların çözümü ve ‘açılım’ için neler yapılmalı?
1. Önce “yerinden yönetim sistemi” getirilmeli. On civarında aile topluluğu bir ocak veya apartman yönetimini oluşturmalı. Yüze yakın ocak, bir bucak/belde yönetimini oluşturmalı. Yüze yakın bucak bir ili/vilayeti oluşturacak. Ülke yüze yakın ilden oluşacak. Bunlardan her biri kendi işlerinde ve iç yönetimlerinde bağımsız olacak. İsteyen yerini terk edip gidecek, taşınmazlarını devlet cari bedelle satın alacak. Ocaklar birlikte yaşama, bucaklar birlikte çalışma, iller iç güvenlik, ülke dış savunma görevlerini yüklenecek. Her bucak kendi yerinden yönetimini kendisi gerçekleştirecek.
2. Kişilerle kişiler arasında, kurumlarla kurumlar arasında, kurumlarla kişiler arasında çıkan her türlü anlaşmazlıklar eşitlik içinde “hakemler”den oluşmuş bağımsız, yansız, etkin ve saygın mahkemeler tarafından çözülecek. Yargı da dâhil bütün kurum ve kişiler hakemlerin denetiminde olacak. Kamu hukuku bucaklara göre değişecek, özel hukuk ise hukuk ekollerine göre değişecek.
3. Ekonomi ve üretim ile ilgili sorunlar ve çözümler: Üretilen mallar ortak ambarlara konacak ve sahiplerine ‘hamiline’ yazılmış senetler verilecek. Senetler alınacak ve satılacak; tüketiciler senetle ambarlardan malları çekip tüketecek. Ortak nakliye dağıtımı sağlanacak. İsteyenler senetlerini bankalara satarak veya rehin ederek karşılığında toprak, demir, buğday ve altın paraları/senetleri alabilecek. Böylece parayı bankalar çıkaracak ama piyasaya değer karşılığı olarak üretici sürecek. Bankalar faizsiz çalışacak, gelirlerini senetlerini para ile alıp sattıkları işletmelerin cirolarından bir yüzde alarak karşılayacak. Bankalar işletmelerin işletme senetlerini para ile alıp satacak. İşletmeler bütün girdileri işletme seneleri ile alacak, mamullerini işletme seneleri ile satacak. Gümrükler ve vizeler kalkacak...
4. Eğitim, imtihan, ehliyet ve diploma: Devlet vatandaşlardan neyi bilmesi gerektiğini isteyebilir; sonra imtihan ederek vatandaşa ehliyetini/diplomasını verir. Devlet vatandaşlara ‘sen bunu öğrenemeyeceksin’ demeyecek, yasak koymayacak. Vatandaşın istediğini istediği kimseden öğrenme ve eğitimini tamamlama hakkı olacak. Eğitim ve öğrenim masraflarını adaletin temel ilkeleri çerçevesinde kamu karşılayacak.
***
Bu yazdıklarımı okuduktan sonra; ‘sen bize “ADİL DÜZEN” ile “ADİL EKONOMİK DÜZEN” açılımını anlatıyorsun’ dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Evet, aynen öyle!
Erbakan’ın da dediği gibi; tek çare ADİL DÜZEN ve ADİL EKONOMİK DÜZEN.
Sorunların çözümü için başka çare ve çözüm ya da açılım var mı ki?
Bence yok!
‘Kapitalizm, sosyalizm ve liberalizm var’ diyenlere cevabım, gelecek yazıda…
***
Evet, açılım; ama nasıl?
Reşat Nuri EROL
30.12.2009
Bundan önceki yazımda; sorunlara çözüm yolunda açılım yapacaksak, açılım olarak neler yapılması gerektiğini anlattım ve tek çarenin “ADİL DÜZEN/ ADİL EKONOMİK DÜZEN” olduğunu yazdım.
Alternatif olarak ‘kapitalizm, komünizm, sosyalizm, liberalizm’ diyenlere cevabı ise bugünkü bu yazıya bıraktım.
Elbette bu ‘izm/ler’ hepten ve bütünüyle yanlış değiller; içlerinde bazı doğrular barındırıyorlar ve o doğruları sebebiyle bir müddet ayakta kalabiliyorlar.
İşte tam da bundan dolayı, ADİL DÜZEN ve ADİL EKONOMİK DÜZEN, bu izm/lerin doğrularını -ama yanlışlarını değil, sadece doğrularını- içinde barındırıyor.
Ancak, nasıl ‘iki nokta arasındaki doğru tek’ ise; bir bütün olarak tek doğru sistem vardır, o da “ADİL DÜZEN/ ADİL EKONOMİK DÜZEN”dir.
***
Evet, “ADİL DÜZEN”in sosyalizmi, kapitalizmi, liberalizmi ve halk ekonomisi olabilir. Daha doğrusu bu sistemlerin sadece doğrularının uygulandığı sistemler olabilir.
-“ADİL DÜZEN”de liberalizm vardır. Halk, devletten kredi ve destek almaksızın küçük müteşebbisler hâlinde kredi ile kendisi iş yapabilir. “ADİL DÜZEN”de bunu yasaklayan ve buna mâni olan bir şey yoktur. İşte bu “liberalizm”dir.
-“ADİL DÜZEN”de kapitalizm vardır. Sermaye, tekel oluşturmamak ve faizli muamele yapmamak üzere büyük işletmeler kurar ve böylece işler yapabilir. Bu da “kapitalizm”dir.
-“ADİL DÜZEN”de sosyalizm de vardır. Devlet vakıflar veya vakıf kooperatifler kurarak kamu tekeli içinde işler yapabilir. Fazla değil, sadece o kadar. İşte bu da “sosyalizm”dir.
-“ADİL DÜZEN”de halk ekonomisi vardır. Küçük ve orta müteşebbisler, halk ekonomisi sisteminde kooperatifler şeklinde organize olurlar, kamudan aldıkları faizsiz kredi ve genel hizmet desteği ile küçük ve orta işletmelerde kamu destekli liberalizmi yaşayabilir.
‘Eh, madem öyleymiş, bu doğruların toplamını birlikte uygulasak olmaz mı?’ diyenlerinizi duyar gibiyim.
Neden olmasın; olur, hem de bal gibi olur!
Biz de kırk yıldan beri işte bu doğruları…
Yani “ADİL DÜZEN” ile “ADİL EKONOMİK DÜZEN”i anlatıyoruz…
***
“Açılım” adına meseleyi biraz daha açalım:
“ADİL DÜZEN”de bu dört çeşit işletme de mevcuttur.
Bu işletmeler denge içinde birbirleri ile yarıştadır. Bir ekonomik çevrede bunlardan biri hâkim olabilir; böylece o yönetim biçimi liberalizm, kapitalizm, sosyalizm veya halk ekonomisi olur.
Ne var ki, bu dört çeşit işletmeden hiçbiri tamamen yok olmaz, üretici ve tüketicilerin rekabetine göre biri hâkim olur, ama diğerleri de kredi yoluyla korunur.
Her il ayrı bir ekonomik çevredir.
Bir il 300 bin ile bir milyon arasında nüfusa sahiptir.
Doğuda bir il içinde sosyalizm, batıda bir il içinde kapitalizm, isteyen illerde de halk ekonomisi hâkim olabilecektir.
Yani gelecekte sol veya sağ değil, genel olarak “ADİL DÜZEN/ ADİL EKONOMİK DÜZEN” hâkim olacak ve her anlayış “ADİL DÜZEN”e göre oluşacaktır.
***
Hülâsa:
Batı dünyasındaki yoksulluk kapitalizme yani sermaye tekeline götürüyor…
Doğudaki işsizlik, yoksulluk ve anarşi feodalizme götürüyor...
Zulmü alkışlamak sadakat kabul ediliyor; oysa adalete sadakat gerekir...
Zulüm düzeninde devlet ancak zulümle yönetilir; zulüm düzeninde adaletle yönetim olmaz...
“ADİL DÜZEN”e geçilmesi için her şeyden önce halkın adalete inanması gerekir...
Evimize çekilmek değil; “ADİL DÜZEN”i anlamak ve uygulayarak halkımıza anlatmak görevimiz olmalıdır...
Eski günahlara, eski ilgisizliklere, eski bilgisizliklere, eski cehaletlere kefaret gerek...
Barış ve adalet, halkın kendi kimliğine saygılı olmakla gerçekleşir...
Adalet için çaba sarf etmeli ve adaleti hak etmeliyiz…
Evet, “açılım” olmalı ama işte böyle olmalı.
Vesselâm…
***