|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
EKİM 2009 |
|
|
|
Ekonominin rakamlarla iflas itirafı
Reşat Nuri EROL
01.10.2009
Türkiye’nin “orta vadeli ekonomik programı” açıklandı.
Geçen gün (29.09.2009) “Hükümetin programı ve yapılması gerekenler” başlıklı yazımda bu konuyu bazı yönleri ile ele almıştım.
Bugün programın başka taraflarını irdelemeye ve ülke ekonomisinin ne durumda olduğunu anlamaya devam edelim…
Ekonomiden Sorumlu Sn. Bakan Ali Babacan tarafından açıklanan “orta vadeli ekonomi programı” aynı zamanda hükümetin ekonomiye bakış açısını da yansıtması bakımından önemli. Programda hedefler belirlenmiş ve bunlar rakamlarla ifade edilmiş...
Sadece rakamlardan ibaret olan bir program ne kadar anlamlıdır?
Bugüne kadar, yani yedi yıldan beri böyle nice rakamlı programlar gördük... Halkımız açısından ise sonuç ortada; ülke ekonomisinin durumu ayan beyan meydanda... Bu arada “halkımızın ana sorunları” çare ve çözüm beklemeye devam ediyor…
***
Rakamları konuşturacaksak, birkaç rakam da biz verelim:
Ekonomik daralmanın yüzde 6’yı geçeğini bizzat yine Sn. Bakan ifade etti!
Bütçe açığı zirve yaptı:
-Temmuz ayında bütçe açığı yüzde 100 artmış!
-Ağustos ayındaki bütçe açığı daha da yükselerek yüzde 125 artmış!
Yaz ayları böyle geçtikten sonra, kış aylarında daha neler olacağını göreceğiz…
Bütün bu olumsuz gelişmelerin sonucunda;
İŞSİZLİK şaha kalkmış; yeri geldiğinde varlığıyla öğünmekten geri kalmadığımız genç nüfusumuz aş-iş-eş derdiyle müptela, ailelerimiz perişan…
DIŞ BORÇLAR faizleriyle birlikte yuvarlanan kartopu misali giderek büyümeye ve dolayısıyla sadece hükümetlerin değil, ülkemizin bekasını tehdit etmeye devam ediyor…
BÜTÇE AÇIĞI dedik. Cumhuriyet tarihinde böyle bir bütçe açığı yok. Rakamlara ve gidişata bakılırsa, açık yılsonunda korkutucu seviyelere ulaşacak ve 50 milyar doları geçecek gibi görünüyor… 2009 yılını ilk sekiz ayında ortaya çıkan ve 31,3 milyar dolar olan açık, yüzde 780 gibi çok yüksek bir artış miktarını ortaya koyuyor… Hâlbuki geçen yıl, bu yılın bütçesi yapılırken açık sadece 10 milyar dolar olarak hesaplanıyordu… Ne oldu da evdeki hesap, yani hükümetteki planlama, çarşıya uymadı?..
Hani geçen yıla kadar ekonomi iyiye gidiyordu; nerede o iyi ekonomi?
Sonunda ne oldu; sadece ve sadece faizciler yani faizli bankalar kazandı!
2009 yılında ekonomi daha da kötüye gidiyor…
Böyle giderse 2010 yılı daha kötü olur, daha da kötüye gider…
Ama bütün bunlar olurken fahiş faizciler hep daha fazla, daha çok, daha fahiş kazanmaya devam ediyor!..
Birileri (yani faizli bankalar) kazanırken, başka birileri (yani halkımız) hep kaybediyor, kaybediyor, kaybediyor…
***
Hükümetin açıkladığı ve 2010-2012 yıllarını kapsayan “orta vadeli ekonomik program”, neresinden bakılırsa bakılsın, ayakları yere basmayan, denk bütçe olma özelliğinden fersah fersah uzaklarda ve Türkiye’nin içine düşürüldüğü acınası durumu rakamlarla itiraf edip iflas edildiğinin adeta resmî belgesi.
Tek kelimeyle fiyasko!
Bir tarafta devletin borçları, diğer tarafta giderek artan özel sektörün borçları…
İç pazar ithal mallara teslim, ihracat ise felaket derecede ithal girdilere bağımlı…
Bütçe açığı yıl sonuna kadar değil 50 milyar doları, 60 milyar doları bile geçecek!..
Çalışan nüfusumuzun, genç nüfusumuzun neredeyse yarısı işsiz, işsiz, işsiz…
İthalatımız artarken ihracatımız durmadan azalacak, azalacak, azalacak…
Devletin ve özel sektörün borçları ise daha da artacak, artacak, artacak…
Böyle bir ülke ekonomisi ve böylesi programlarla daha nereye kadar?!.
***
Dengeli ve sağlıklı ekonomi
Reşat Nuri EROL
03.10.2009
Bir ülke kendi yağıyla kavrulabiliyorsa, kendi ekonomisiyle ayakta durabiliyorsa; “savaş” veya “kriz” zamanlarını kolay aşabilir, uzun zaman savaş veya krizlere karşı dayanabilir. Buna mukabil böyle bir ülke, dünya ekonomisine yeterince entegre olmadığından ekonomi bakımından diğer devletlerin ekonomileri karşısında zayıf olur.
Bir ülke için bunun tam tersi bir durumu da düşünebilirsiniz…
Sonuç olarak bu meselenin “dengeli ve sağlıklı” bir durumu vardır.
Bir ülke, bir devlet, gerektiğinde düşmanlarıyla uzun zaman savaşabilmek için uygun seviyede “kapalı ekonomiyi” benimsemelidir.
Ancak, bir ülke, bir devlet diğer ülkeler karşısında güçlü ekonomiye sahip olmak için de aynı zamanda “dışa açık ekonomiye” sahip olmalıdır.
*
Bütünlenmiş dengeli ekonomi için “ADİL DÜZEN”in bulduğu çare nedir?
Potansiyel olarak savaş veya kriz zamanlarında “kapalı ekonomi”ye geçebilecek şekilde hazırlıklı olmalıyız. Ama savaş olmadığı barış zamanında daima “dışa açık ekonomi”yi uygulayıp yaşamalıyız.
Bu dengeyi nasıl gerçekleştireceğiz?
Ülke olarak onda bir seviyelerinde “kapalı ekonomi” faizsiz kredi ile desteklenmelidir.
Mesela, bir dozer fabrikası, senede beş-on adet veya daha fazla tank imal etmeli, devletimiz yani ordumuz bunları satın almalıdır.
Neden?
Çünkü savaş durumunda kendi tankımızı kendimiz yapmalıyız. Bu tank örneğini bütün ana askerî silahlara teşmil edebilirsiniz. Ama daha ucuza mal oluyorsa, dozer dışarıdan ithal edilmelidir.
“Adil Düzen”de temel ilke şudur:
Gerektiğinde derhal “kapalı ekonomi”ye geçebilen;
Ama normal şartlarda “açık ekonomi” ile yaşayan bir ülke olmalıyız.
Bu temel denge ve sağlıklı ekonomi ilkesinin gerçekleştirilebilmesi için;
-Devlet üreticilere her yıl “sipariş vererek” belli miktarlarla mal satın alır.
Fabrikalar normal barış zamanlarında yüzde doksana varan oranlarda “piyasa malları” üretirler. Savaş veya büyük kriz zamanlarında ise dışarıya muhtaç olmayacak şekilde, yüzde doksana varan oranda ülke ekonomisini ayakta tutacak “kriz malları” üretirler.
-Devlet üreticilere peşin sipariş için “selem senedi” verir.
Onlar senetleri götürüp bankaya rehin bırakırlar. Aldıkları nakit kredilerle başka işler yaparlar. Bu değerlerle ürettikleri malları zararla da olsa satarlar. Böylece dünya piyasalarıyla rekabet ederek varlıklarını sürdürmüş olurlar. Günümüzdeki bir uygulamaya benzetirsek; çokça verilen faizsiz kredi kartları ile üreticiler sübvanse edilmiş olur.
-Vakıf işletmeler kurulur.
Kâr eden işletmeler zarar eden işletmelere ortak edilir. Birinin zararı diğerinin kârı ile kapatılmış olur.
-Vergi muafiyeti getirilir; elektrik ve su gibi alt yapılardan karşılıksız yararlandırılır.
*
İşte bu ve benzeri tedbirlerle, hazineye yük olmadan, “kriz dönemlerinde” üretebileceğimiz malların “normal zamanlarda” da üretimine devam ederiz.
Yani; “savaş zamanı”nı “barış zamanı” ile finanse ederiz, “kriz dönemi”ni “normal dönem”deki birikimlerimiz sayesinde atlatırız.
Ama bunların hiçbirisini mikroda müdahale ederek yapmayız.
Sadece “faizsiz kredi” ve “vergi muafiyeti” ile sağlarız. Faizsiz krediler istisnasız isteyen herkese verilir. Vergi muafiyetleri ayırım yapılmaksızın herkese tanınır.
Bu uygulamalar sayesinde ekonomiye mikroda müdahale olmamış olur.
Bir ülkede dengeli ve sağlıklı ekonomi böyle gerçekleştirilir.
***
Faizli düzen muhafazakârları
Reşat Nuri EROL
04.10.2009
Bugün kendilerine “muhafazakâr” diyen grubun, özellikle de bir şekilde zengin olanların, Kur’an ve sünnette var olan yaşam biçimini hatırlamaları gerekir.
Gerekmesine gerekir ama nasıl hatırlayacaklar?
Şüphesiz zengin olmak ve zengin yaşamak günah değildir.
Yanlışlık zengin yaşamda değildir.
Yanlışlık; faizsiz, zinasız, açlık ve korkunun olmadığı “adil bir düzen”in gelmesi için çalışmayıp, “faizli zalim düzen” içinde zengin olduktan sonra, bu düzen içinde zenginliğini korumanın yollarını aramak ve servetini artırmak çabasıdır.
Faizli düzen içinde zengin olmak ve zenginliğini korumanın yolu, bu “faizli zalim düzen”e uyum sağlamaktan geçer. Bu da beraberinde geçmişteki değerlerden uzaklaşmayı ve stresi (gerginliği) getirir. Gerginlik çevreye karşı agresif davranışlara sebep olur. Hattâ kronik öfke nöbetlerine sebebiyet verebilir. Zenginliğine dokunacak kimselere karşı kin ve öç alma duygusunu getirir. Muarızlarına karşı kötü sözleri kullanmak gayet doğal hâle gelir.
Faizli zalim düzen içinde affetmek istenen sonuçları doğurmayacağı için zamanla af duygusu kaybolmaya başlar. Hattâ hırs o boyutlara gelir ki, fakire vermek şöyle dursun, kişi fakire indirim bile yapmamaya başlar.
Faizli zalim düzen içinde zenginliği korumak için rakiplerle de uğraşılması gerekmektedir. Onlar aleyhinde konuşmalar ve kınamalar başlar. Piyasadan çekilmelerine sebep olmak için onlar aleyhinde oyunlar oynamak da artık meşru hâle gelmiştir.
***
Faizli zalim düzende kazanılan üst düzey konumu korumanın yolu, topluluk içinde üst seviyede olduğunu göstermekten geçer.
Bunun için en pahalı marka kıyafetler giyilmeli ve en lüks arabalar alınmalıdır. Aksi halde topluluk içinde ezik konuma düşeceklerinden ve itibar kaybedeceklerinden korkarlar. Sıradan ve markasız kıyafetler giyemeyen bu muhafazakâr kast için artık yeni markalar üretilmelidir. Eski anti-İslâmî markalar ise piyasaya hemen uyum sağlar, İslâmî ürünlerini(!) çıkarır ve bunlar daha çok rağbet görürler. Çok ünlü Paris markalarının artık İslâmî ürünlerini(!) giymek bu yeni İslâmî kast içinde vazgeçilmez normdur ve aşağısını giymek rahatsız edici bir durum hâline gelmiştir. Hattâ aynı kıyafeti artık iki defa giymek bile züldür.
Faizli zalim düzende sadece “kıyafetler ve araba modelleri” değildir değişen; artık “çevre” de değişmelidir.
Eski oturdukları, sıradan insanların oturduğu mahallelerde oturamazlar. Ayrı, görkemli, korumalı, yüzme havuzlu vs. sitelerde veya gökdelenlerde oturulmalıdır. O sıradan insanlarla özellikle Ramazan ayında reklam kokan durumlar dışında aynı sofrada yemek yemek de kolay değildir. Ne de olsa arada artık seviye farkı vardır.
Faizli zalim düzende oluşan bu yeni, yenilikçi ve de muhafazakâr kast içinde artık övülmek, sadece övülmek hoşa gitmektedir; eleştiriler, uyarılar ve hatırlatmalar ise rahatsız edicidir. Hele eleştiriyi yapanlar alt kasttansa bu daha da rahatsız edicidir.
***
Faizli zalim düzende oluşan bu yeni, yenilikçi, girişimci ve de muhafazakâr kastın artık yeni işletmeler açmak için ya da işini büyütmek için kredi ihtiyacı da doğmuştur. Bu kredileri faizli bankalardan alacak değiller ya! “Faiz” haram olduğu için adı “katılım payı” olarak değiştirilmeli ve ihtiyaç hâlinde faizsiz(!) katılım paylı krediler alınmalıdır.
Faizli zalim düzene adaptasyon için ne kadar da güzel bir mekanizmadır bu.
“Faiz” haram, ama adını “katılım payı” yaparsan helal oluyormuş! Aslında adını değiştirmeye de gerek yoktu ki, çünkü Kur’an’daki adı da zaten “faiz” değil, “riba”dır!
Bitmedi, devamı var…
***
Faizli düzen muhafazakârları - 2
Reşat Nuri EROL
08.10.2009
Önceleri tatil nedir bilmeyen, parasızlıktan mahallelerinden çıkamayan bu muhafazakâr insanlar için İslâmiyet’e uygun(!) lüks tatil siteleri ve 5 yıldızlı oteller mevcuttur.
Artık Allah’tan korkan, israf etmekten(!) ve günah işlemekten son derece çekinen(!) bu yeni, yenilikçi ve de gayet “muhafazakâr kast” için haremlik-selamlık uygulamasında gayet dikkatli olan israf merkezleri vardır.
[Sahi, Allah israf edenleri sever miydi, sevmez miydi? Yahu, dünyalık keyfimiz yerindeyken, şimdi Kur’an’ın bu âyetini hatırlamanın ve hatırlatmanın ne gereği vardı ki!]
Hac veya umre ibadeti de yeni-yenilikçi muhafazakârlarca normal ve sıradan insanlar gibi yapılamaz.
Peki, ya nasıl yapılır?
Ya Kâbe manzaralı Hilton’da kalınmalı, ya da Zemzem Tower’da Umre ve Hac için devre mülk alınmalıdır. Huşu içinde ve son derece görkemli sadelikler(!) arasında Hac ibadeti gerçekleştirilmelidir. Mümkünse Hac her sene eda edilmeli, umre ise senede birkaç kere yapılmalıdır. Daha takvalı olmak içinse evin her köşesine 24 saat canlı olarak Kâbe’yi ve namazları yayınlayan kocaman ekranlar yerleştirilmeli, bu sayede gelen misafirlerine takvalarının derecesi gösterilmelidir.
***
Erkek muhafazakârlar arasındaki sohbetlerde Kur’an, sünnet, sevap, Allah rızası gibi kelimeler artık çok az duyulmaya başlanmış; ihale, yeni model arabalar, satışa yeni çıkan site içi lüks evler, kimin daha çok para kazandığı konuları duyulmaya başlamıştır…
Hanım muhafazakârlar arasında da nereden hangi evin alınacağı, hangi arabayı kocasının kendisine almayı planladığı, çocuğunu hangi kolejde nasıl okuttuğu, kimin çocuğunun daha iyi İngilizce bildiği, bunun için yurtdışına ne zaman okumaya gönderileceği, hangi marka ve model başörtülerinin nerelerde bulunduğu, marka giysilerin nerelerde satıldığı, diyet ve zayıflama merkezlerinin yerleri ve hangisinin iyi olduğu… vs konuları yaygın olarak sohbetlerde işitilmeye başlamıştır…
Artık onlar yeni, hem de yepyeni bir kasttır; hem de gayet mütedeyyin ve de “muhafazakâr” bir kast!
“Sosyete” denen diğer kasttan farklıdırlar, ama fark artık yalnızca namaz kılmaları, başörtüleri, oruç tutmaları, hacca gitmeleridir.
[Sahi, son zamanlarda “sosyete” denen öbür kastta da benzer şeyler, Kâbe’ye gitmeler moda olmaya başladı! Ne olacak şimdi?!.]
Faizli zalim düzene uyum gösterme ve bu düzen içinde mutlu olmanın yollarını arama bakımından aralarında ciddi bir fark görülmemektedir. Artık Allah’ın Kur’an’da verdiği onlarca, yüzlerce, binlerce emir ve ahkâm âyetleri, yukarıda saydığımız dört taneye (namaz, oruç, başörtüsü ve hac/umre) düşürülmüştür. Kur’an’ın kıraati evde, arabada, işyerinde ve her yerde sürekli yapılmaktadır ancak içinde yazılanların anlamı da artık önemini kaybetmiştir. Önemli olan sadece tecvitli okuma sırasındaki o güzel tınıdır.
Ve bunlara benzer daha nice yenilikler ve birçok değişimler…
***
Sonuç olarak:
- Yaşasın, “faizli zalim düzen” içinde namaz kılabilmek...
- Yaşasın, insanlar zulüm içinde iken, bir tanesi bile asgari ücretli bir işçinin aylık maaşı kadar olan başörtüleri takmak...
- Yaşasın, açlık çeken insanlar kölelikten daha az kaliteli bir yaşamı kazanmak için kendilerinden iş isterken, internette dört çeker cip seçmek için gezinmek...
- Yaşa ey “faizli zalim düzen” hem de çok yaşa!.. Sen bize ne güzel dünyalık imkânlar sağladın... Sen olmasaydın biz nasıl bu kadar takvalı, mütedeyyin ve de “muhafazakâr” olabilirdik ki?!. Nasıl?!.
***
Saadet anlayışı ve AKP zihniyeti
Reşat Nuri EROL
09.10.2009
Millî Görüş Hareketi bu yıl 40. yılını kutluyor…
Kırk yıldır Millî Görüş partilerinde yapabileceğim görevler alıyorum…
MSP İzmir Gençlik Kolu Başkanlığı ve yine MSP İzmir Merkez İlçe Başkanlığı ile başlayan resmî görev, RP İstanbul İl Başkan Yardımcılığı ile devam etti…
Saadet Partisi’nde istişare ve danışma meclisleri ile ekonomi birimlerinde görev alıyor, elimden geldiğince hizmet etmeye çalışıyorum…
Refah Partisi döneminde, Necmettin Erbakan ve Süleyman Karagülle hocalarımızın önderliğinde, özellikle “Adil Düzen ve Adil Ekonomik Düzen Projeleri” üretildi; bendeniz kırk yıldır bu projeyi üreten ekibin içinde hizmet etmeye gayret ediyorum…
Dikkatli okuyucularım farkındadır; bu köşede ele aldığım konuları (günlük ve geçici politikalara fazla takılıp bulaşmadan) genel olarak Millî Görüş anlayışı ve özel olarak da “ADİL DÜZEN” ile “ADİL EKONOMİK DÜZEN” açısından ele alıyor, “kalıcı çözümler” üretmeye çalışıyorum…
***
Saadet Partisi de, Millî Görüş Hareketi’nin son partisi olarak “millî siyaset” ve “millî ekonomi” alanlarındaki faaliyet, çalışma ve hizmetlerinin sürdürüyor…
SP İstanbul İl Teşkilatı, kongresini yaptı ve Erol Erdoğan’ın başkanlığında yeniden yapılandı. Bendeniz de istişare kurulu ile danışma kurulunda hizmet ediyorum.
Sözü asıl Saadet Partisi İstanbul İl Başkanlığı Ekonomik Konular Birimi çalışmalarına getirmek istiyorum.
Bu birim, yeniden yapılanma ve yeni çalışmalar organize etme çerçevesinde, bir taraftan Ekrem Arıkan arkadaşımızın başkanlığında, bendenizin de katılımı ile şimdilik periyodik haftalık toplantılarını yaparken, diğer taraftan önemli çalışma ve organizasyonları hazırlama faaliyetlerini sürdürüyor…
Bütün bu çalışmalar elbette bir taraftan Saadet Partisi Genel Merkezi ve Ekonomi Çalışmaları Başkanı Dr. Ertan Yülek ile insicamlı bir şekilde sürdürülürken, diğer taraftan özellikle Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM) ve onun Genel Sekreteri Prof. Dr. Arif Ersoy başta olmak üzere, diğer ESAM çalışanları ile koordineli bir şekilde yürütülüyor…
Aslında bu özetlediklerimle, “Saadet Partisi’nin siyaset anlayışını” hatırlatıyorum…
***
Hatırlayacaksınız; bundan önceki AKP Hükümeti’nin, gözüne kestirip satabileceği her şeyi “Babalar gibi satarım!” deyip satan bir Maliye Bakanı vardı!
Merkezî hükümette satacak pek bir şey kalmayınca, o bakanın görevi sona erdi, misyonunu tamamladı!
Şimdi İstanbul’daki değerlerimiz, varlıklarımız, birikimlerimiz satış için gündemde!
KİT’ler (Kamu İktisadi Teşekkülleri) satıldı!..
Şimdi de BİT’ler (Belediye İktisadi Teşekkülleri) satılacakmış…
Öncelikle İGDAŞ ve İDO gibi dev teşekküller satılmak isteniyor!..
Sonra sıra İETT, İSKİ ve İstanbul halkının diğer teşekküllerine gelecek!..
Millî Görüş öncesindeki partiler; İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu kuruluşlarda, bu BİT’lerinde sadece “suiistimal ve yolsuzluk” yapıyordu…
AKP Hükümeti ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, İstanbul’daki halkımızın bu kuruluşları için daha “pratik ve kalıcı bir çözüm” bulmuş; bunları toptan satmak için hazırlık yapıyormuş, yani “toptan satacak”mış!..
İşte bu da Millî Görüş gömleğini çıkaran “AKP’lilerin siyaset zihniyeti”dir…
***
Biz, bu kuruluşlarımız satılmasın, “özelleştirilmesin” diye haykırıyoruz…
Mutlaka bir şey yapılmak isteniyorsa, “ÖZERKLEŞTİRİLSİN” diyoruz…
Malumunuz, bu köşede pek çok “özerkleştirme yazısı” yazıldı;
ilgililer ve yetkililer çare ve çözüm olarak o yazılara baksınlar…
İstanbul halkının BİT’lerini zinhar sömürü sermayesine peşkeş çekmesinler.
***
“No stand-by, IMF bye bye!”
Reşat Nuri EROL
10.10.2009
İstanbul’da yapılan IMF-Dünya Bankası Zirvesi sona erdi.
Şimdi sakin ve salim kafayla değerlendirme yapmak zamanıdır.
Ben, her şeyden önce toplantı öncesi yapılan ve kendimce en etkili gördüğüm yazılı ve görsel bir etkinlikten söz edeceğim.
Saadet Partisi İstanbul İl Gençlik Kolları, partilerinin İstanbul Topkapı’daki meşhur il merkezi binasına, IMF’ye karşı olduklarını beyan eden dev bir pankart astılar; görmek isteyenler için pankart hâlâ orada.
Üzerinde Saadet Partisi’nin amblemi ile “Gençlik / Saadet Partisi” ibaresi bulunan dev pankarta yazılan şu:
NO STAND-BY, IMF BYE BYE!
IMF’ye karşı İstiklal Caddesi başta olmak üzere, İstanbul’un değişik yerlerinde yapılan maskeli, vurdulu, kırdılı, cam-çerçeve indirici, molotof kokteylleri ile yakıcı vahşi protestolar gibi değil; Saadet gençliğine yakışır bir şekilde protestolar sergilendi.
Protestonun “görsel” kısmı böyleydi ve o dev pankart orada asılı olduğu sürece devam edecek…
Millî Görüş Gençliği’nin, Millî Görüş gömleklerini çıkarıp IMF ve Dünya Bankası paralelinde ekonomi politikaları yürütenlere karşı yürüttükleri protestonun bir de “yazılı” olanı yani “beyanat” şeklinde olanı vardı ve onun da başlığı şöyleydi:
Açık beyanımızdır: IMF’yi İSTEMİYORUZ!
***
Üç yılda bir Amerika dışında yapılan “IMF Yıllık Toplantıları”nın, 1955 yılından sonra bu yıl tekrar İstanbul’da gerçekleştirilmesi ile birlikte, Türkiye ikinci kez küresel sömürü sermayesinin bu iki kuruluşuna, yani sadece IMF’ye değil, aynı zamanda Dünya Bankası’na da ev sahipliği yapan tek ülke oldu.
IMF ile ilki 1958 yılında olmak üzere bugüne kadar 19 kez anlaşma yaptık...
Son yarım yüzyılın büyük bölümünde ekonomimiz, borç aldığımız ve sürekli olarak borç batağına sürüklendiğimiz bu kuruluş tarafından gözetim altında tutuldu...
Bugün gelinen noktada tarım ve sanayi gibi ana üretim sektörleri can çekişirken, işsizlik artarken, “bankacılık” gibi sömürüye hizmet sektörleri hızla büyümüştür...
Böylece Türkiye, “üretmeyen” ama hep “tüketen” ve “yüksek faizlerle” sürekli borçlandırılarak tüketimin teşvik edildiği pazar bir ülke hâline getirilmiştir...
IMF’nin 2000 yılından beri Ankara’da “Temsilcilik Ofisi” bulunmaktadır ve bu ofis yedi yıllık AKP iktidarı döneminde gayet verimli bir şekilde çalışmaktadır...
***
Ofis deyip geçmeyin.
Ümüğümüzü elli yıldan beri sıkan “küresel tekel sömürü sermayesi”nin bu kuruluşu, işte bu ofis sayesinde, Ankara’daki Türk makamlarıyla Washington arasında irtibat sağlayarak IMF politikalarını ülkemizin sömürülüp soğana çevrilmesi için koordine etmektedir... İşin bir de garip bir yönü var:
IMF Direktörler Kurulu’nda ülkemizin temsili dahi “Belçika İcra Direktörü” tarafından yürütülmektedir!..
Artık zirvede olan ve çökmeye başlayan Batı uygarlığının gelişmiş ülkeleri, son yıllarda yaşanan küresel ekonomik krizden derinden etkilendiler, batağa sürüklendiler, eski güçlerini kaybettiler, kapitalizmin ana kurumları tek tek iflas ediyor...
ABD ve AB ülkeleri, karşılıksız kredi tıkanıklıklarını açmak, şirketleri kurtarmak, talep oluşturarak üretimi canlandırmak için piyasalara trilyonlarca dolar pompaladılar...
Küresel kapitalizmin ana ülkeleri bütün bu problemleri yaşarken bile, IMF’den ‘faizli kredi’ kullanmadılar, aksine gelişmekte olan ülkelere faizli kredi verilmek üzere IMF’ye para aktarmayı sömürgeci çıkarlarına uygun buldular; sömürü çarkı böyle işlemeye devam etti…
İşte bu gibi sebeplerle; “IMF’yi İSTEMİYORUZ!..”
“NO STAND-BY, IMF BYE BYE!”
Bitmedi…
“No stand-by, IMF bye bye!” demeye devam edeceğiz…
***
“No stand-by, IMF bye bye!” - 2
Reşat Nuri EROL
11.10.2009
Artık bütün dünya biliyor ki; IMF kalkındırmaz, sadece süründürür!..
Uzun yıllar tecrübe edilerek görülmüştür ki; IMF, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri sömürüsü için “sürdürülebilir borçlandırma ve sömürü fonu”dur.
Bugüne kadar IMF ile ekonomik programa devam edip de belini doğrultabilmiş ülke yoktur. Aksine, son zamanlarda bazı Güney Amerika ülkelerinde görüldüğü üzere, IMF güdümünden kurtulup kendi kaynaklarını değerlendiren ve kendi başının çaresine bakabilen ülkeler, ekonomik istikrar ve kalkınmaya kavuşmuştur.
Türkiye bugüne kadar IMF ile 19 anlaşma yaptı da ne oldu?!.
Başbakanımız bile bunu bilip itiraf edercesine, “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayacağız!” demesine rağmen; İstanbul’da IMF ve Dünya Bankası ile Hükümet arasında sürdürülen faaliyetler neyin nesi?!.
***
Bütün bu faaliyet, organizasyon, planlama ve yeniden yapılanmalar, “küresel finans sömürüsü”nün yeniden oluşturulması ve iflas eden vahşi kapitalizm için yapılıyor...
“Küresel sömürü sermayesi”nin, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların güdümüyle, Ortadoğu başta olmak üzere tüm dünya ülkelerinin siyasal ve ekonomik yapıları kan ve gözyaşı ile yeniden şekillendirilirken, paralelde “küresel finans mimarisi”nin sömürüye dayalı olarak yeniden oluşturulması hedeflenmektedir.
Yedi yıllık iktidar partisi tarafından yapılan açıklamalarda görülmüştür ki; Türkiye’nin önce bölgesel, daha sonra küresel finans merkezi yapılması planlanmaktadır.
Bu plan elbette ülkemizde değil, malum yerlerde hazırlanmıştır. Millî menfaatlerimize, uluslararası hak, adalet ve refaha hizmet edecek bir merkez olmak, -geçmiş tarihimizde zaten var olduğu gibi- bize elbette onur ve şeref verir.
Ancak küresel tekel sermayenin sömürü planlarına hizmet edecek bir rolün Türkiye için biçilmesi kabul edilemez.
İstanbul’da yapılan IMF-Dünya Bankası Zirvesi ile ilgili bu toplantılar hangi plana, hangi hedeflere, hangi yeni sömürü çarklarına hizmet edecektir?!.
6 Ekim, “İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşu”nu andığımız günlerde, “ekonomik özgürlüğümüzü teslim ettiğimiz IMF ve Dünya Bankası toplantıları”nın İstanbul’da yapılıyor olması, ibretle değerlendirilmelidir...
İşte bu ve benzeri gerekçelerle; “Millî Görüş”ün, “Adil Düzen Ekonomisi”nin biricik temsilcisi Saadet Partisi, Türkiye üzerinde IMF yönlendirmeleri olduğu sürece “ekonomik özgürlüğün”, hattâ gerçek anlamda “siyasal bağımsızlığın” dahi olamayacağını açıkça ifade etmektedir.
Saadet Gençliği, “yazılı” ve “görsel” etkinliklerde ne diyordu?
“IMF’yi İSTEMİYORUZ!..”
“NO STAND-BY, IMF BYE BYE!”
***
“IMF’Yİ BIRAK, ÜRETMEYE BAK!”
Çözüm için millî değerlerimizi esas alan, öz kaynaklarımızın harekete geçirildiği, “faizsiz kredileşme sistemi”ne dayanan kalkınma modeli oluşturulmalıdır.
Bunun için Genel Başkanımız Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’un hükümete uyarılarında belirttiği gibi; Türkiye’de istihdamı özendirecek, üretimin önündeki engelleri kaldıracak, tezgâhı dağıtmayacak tedbirlerin acilen alınması şarttır.
Bu bağlamda istihdam artıran kuruluşlardan vergi alınmaması, sosyal güvenlik primi cezalarının affedilmesi, elektriğe zam yapmanın aksine bu tür temel maliyet girdilerinin azaltılması gibi somut öneriler de getirilmiştir…
“NO STAND-BY, IMF BYE BYE!”
***
“No stand-by, IMF bye bye!” - 3
Reşat Nuri EROL
13.10.2009
IMF-Dünya Bankası İstanbul Zirvesi ardından, yapılması gereken “değerlendirme notları” daha çok önem arz ediyor.
Deşifre edilmesi ve üzerinde durup değerlendirilmesi gereken “anahtar kavramlar ve konular” var.
Bunlar üzerinde durulmalı, tedbirler alınmalı.
Tedbirler alınmalı; aksi halde “vahşi kapitalizmin ve küresel sömürü sermayesinin bu iki kuruluşu”ndan, altmış yıldan beri yediğimiz kazıkların bileşkesi olabilecek yeni ve yıkıcı darbelere maruz kalabiliriz.
Uyanık olmaz ve uyarılması gerekenleri vaktinde uyarmazsak, birileri “Ümüğümüzü sıktırmayız!” dese de, ümüğümüz öyle bir sıkılır ki; bu sıkma sonuncusu olur ve bir daha ebediyen kendimize gelemeyiz!..
Biz yapabileceğimizi, yani tarihî uyarılarımızı yapalım; gerisi, şimdilik ilgili ve yetkililerin insiyatifine kalmış…
IMF ile yapılan anlaşmanın (gizli veya açık) ana şartlarından biri ve en önemlisi nedir, biliyor musunuz? Gelirler İdaresi’nin özerkleşmesi!!!
Yani;
Osmanlı’daki Duyun-u Umumiye musibetinin çağdaş versiyonu...
Bu ne demek? -Türkiye, topladığı vergi gelirlerinin nasıl ne şekilde kullanılacağı ile ilgili egemenlik haklarını IMF’ye devretmesi demek!
Yani;
Koca Osmanlı İmparatorluğu’na diz çöktürüp çökerten ve en sonunda yıkılışa sebebiyet veren Duyun-u Umumiye’nin post modern adı işte budur!
***
IMF-Dünya Bankası İstanbul Zirvesi ile ilgili “anahtar kavram ve konular”ın değerlendirilmesine gelelim ve üzerinde büyük bir dikkatle duralım.
Neymiş?
-“Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin dünya siyasi ve ekonomik yapısıyla entegrasyonu, küreselleşme, “ticari ve finansal açıklık” getirilmesi…” imiş.
Yani;
Sürdürülebilir borçlandırma kapanına sıkıştırılmış, stratejik yönlendirmelerle tüketimi körüklenen ve üretimi baltalanan, zenginlikleri ve kaynakları sömürülen veya işbirlikçiler eliyle peşkeş çekilen, pazar olarak kullanılan, sömürüye açıklık durumu…
Neymiş? -“Küresel kriz ve toparlanma stratejileri ve dünya finans mimarisinin yeniden oluşturulması…” imiş.
Yani;
Yaşanan, ya da planlı olarak yaşattırılan “küresel kriz”le dünya finans mimarisindeki geçiş dönemi, Batılı ülkelerden kaynakça zengin Doğuya sermaye akışı, bâkir kalmış coğrafyaları ucuza kapatma, bu geçiş döneminde finansal yapılanmayı yeniden düzenleme ve vahşi kapitalizm, daha doğrusu küresel sermaye adına sömürüye devam…
Neymiş?
-“Uluslararası finans kuruluşlarında reform yapmak…” imiş.
Yani;
IMF ve Dünya Bankası’nı masum gösterme, mevcut sistemlerini revize etme, sömürüye aracı bu kurumları reformlarla tekrar maskelemek ve böylece küresel sömürü sermayesine hizmete devam etmek üzere varlıklarının etkin bir şekilde devamını sağlamak…
Daha da önemlisi ve ana hedef neymiş?
-ANA HEDEF:
IMF-DB İstanbul Zirvesi Kararları aracılığıyla; önce BÖLGESEL, sonra KÜRESEL FİNANS MERKEZİ İSTANBUL!..
Yani;
Türkiye’deki şartların küresel sömürü sermayesi lehine tesisi sonrasında, Batı ile Doğu arasında hem tarihî hem coğrafî özellikleri ile her türlü stratejik öneme sahip olan dünyanın doğal merkezi İSTANBUL’un küresel sermayenin küresel sömürü planlarına hizmet edecek bir role büründürülmesi...
***
İşte, bunlar ve benzeri daha nice sebeplerden dolayı, üç günden beri ne diyoruz?
“IMF’yi İSTEMİYORUZ!..”
“NO STAND-BY, IMF BYE BYE!”
***
Doğru “teşhis” ve “tedavi”
Reşat Nuri EROL
14.10.2009
Mahir Kaynak, “IMF-Dünya Bankası İstanbul Zirvesi”ni kastederek, “Ekonomi zirvesi” başlıklı bir yazı yazdı. Yazısının başlangıcı şöyle: IMF ve Dünya Bankası’nın ortaklaşa düzenlediği toplantı İstanbul’da yapılıyor ve ekonomik krize çare aranıyor. Bir hastalığın tedavi edilebilmesinin ilk şartı doğru teşhistir. Acaba teşhis doğru mudur?
Yazar doğru söylüyor; her şeyde olduğu gibi ekonomide de “tedavi” için her şeyden önce “doğru teşhis” şart.
Sonrasında, kendisinin de yazının sonunda ifade ettiği üzere, örneklerle meseleyi izah ediyor ve diyor ki; böyle sıkıcı bir makale yazdığım için okurlardan özür dilerim…
Öyleyse, yazının sıkıcı kısmını geçelim ve bence sıkıcı olmayıp önemli olan kısmına gelelim. Bu çok karmaşık bir süreçtir ve bir makalede açıklanması imkânsızdır, bunun akademik olarak incelenmesi gerekir. Ancak şunu söyleyebiliriz:
Ekonominin bugünkü işleyişi geçmiştekinden farklıdır ve yeni bir teorik yaklaşım gereklidir.
Ekonomik kriz liberal ekonomik düzenin işleyişinden kaynaklanıyor. Herhangi bir müdahale olmadığı halde ekonomi hastalanıyor. Bunun tedavisi ise devletler tarafından yapılmaya çalışılıyor.
Devlet müdahalesi sadece bir kriz çıktığı zaman mı gerçekleşmelidir, yoksa krizlerin önlenmesi için sürekli bir denetim mi gereklidir? Böyle ise bu durum liberal ekonomi ilkeleriyle uyumlu mudur?
Belki de asıl değişim ekonomi anlayışında olacaktır. Yani ekonomik büyüklükler bireysel davranışlar tarafından belirlenmeyecek ve tam tersi olacaktır. Yani bir güç, belki de devlet, ekonomik büyüklükleri belirleyecek, sistemi düzenleyecek ve bireysel davranışlar çizilen bu sınırlar içinde gerçekleşecektir. Bu belirleyenle belirlenenin yer değiştirmesi anlamına gelir.
***
Hatırlayalım: 1929 krizi üretim fazlalığı ve tüketim fazlalığından ileri gelmiştir.
Bugünkü kriz ise tüketim fazlalığı ve üretim azlığından ileri gelmektedir.
-O gün sanayiciye kredi verilerek kriz aşıldı.
-Şimdi ne/ler yapılacak, nasıl olacak da kriz aşılacak?..
Ekonomik krizden kurtulmanın yolu; üretildiği kadar tüketmek, ne eksik ne de fazla ürün üretmektedir. Artan emek ise yatırımlarda harcanmalıdır. Bunu sağlamanın tek yolu vardır; o da çalışanlara resmi ücretleri kadar “çalışma kredisi” vermektir.
İnşaatta sektöründe resmî ücretle çalışılır.
Üretim sektöründe ise serbest ücretle, daha fazla ücretle çalışılır.
Bu uygulama “yatırım” ile “üretim” arasında olması gereken “denge”yi kurar.
***
İlkel ekonomilerde herkes ürettiği kadar tüketirdi...
Sonraları kişiler ürettiklerini sattılar, ihtiyaçlarını piyasadan sağlamaya başladılar.
Bugünkü insanlar emeklerini satıyorlar, ücret alıyorlar; sonra ücret olarak elde ettikleri paralarla ihtiyaçları olan şeyleri (mal, eşya, hizmet vs.) satın alıyorlar...
Ekonomin bir numaralı sorunu, “yatırım” ile “üretim” arasında “denge”yi kurmaktır.
-Refah zamanlarında az emekle insanlar günlük ve yıllık ihtiyaçlarını giderirler.
-Kriz zamanlarında ise insanlar emekleri ile elde ettikleri gelirlerinin çoğunu günlük ve yıllık ihtiyaçlarını gidermek için harcarlar.
Devlet müdahalesi olmaksızın bu “denge”nin serbest ekonomide gerçekleşmesi ekonominin en önemli problemidir. Eskiden bu “altın ve gümüş para”da halkın tasarruf miktarı ile dengeleniyordu. Bugün ise “karşılıksız kâğıt para” basıldığı için halkın tasarrufu bu dengeyi sağlayamıyor.
Bizim ekonomi ile ilgili kısa ve öz “teşhis”imiz, “doğru teşhis”imiz böyle.
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”e göre “tedavi ve çözüm” ise bundan sonraki yazıda…
***
Ekonomik çözümler…
Reşat Nuri EROL
15.10.2009
Ekonomide sorun, problem, kriz varsa; her şeyden önce “doğru teşhis” çok önemlidir, “tedavi” ondan sonra gelir.
Bir önceki yazımızda özetle bunu anlattık.
Bu “doğru tesbit ve teşhisler”den sonra; özellikle “Adil Ekonomik Düzen”de sorunlara nasıl “tedavi, çare ve çözümler” bulunmuştur?
Başta ekonomik kriz olmak üzere, çözüm açısından işte bu sorunun cevabı önemlidir.
“Adil Ekonomik Düzen”de bütün çalışanların resmî ücretleri vardır.
Bu ücret bilgiye, tecrübeye, kabiliyete ve işin ağırlığına dayanılarak belirlenir.
Emek sahiplerinin üye oldukları meslekî dayanışma ortaklıkları resmî ücreti belirlerler.
Devlet her çalışana bir “çalışma/emek kredisi” açar. Bu kredi resmî ücret kadardır.
Devlet ayrıca işverenlere de “faizsiz krediler” açar. İşverenler bu kredilerini ancak işçi bulduklarında kullanırlar. İşçilerin ücretleri ödendiği gibi; işverenlere ayrıca “ham madde kredileri” veya “malzeme kredileri” de verilir.
Dolayısıyla bütün bu kredileri alabilmenin yolu, işletmelerin işçi bulmalarına bağlıdır.
***
Üretim işletmeleri o yılın içinde işçilerine istedikleri ücreti verirler. Devlet krediyi resmî ücretle verir. Ama işletmeler işçilere fazla veya eksik ücret verebilirler ve ürettikleri malları buna göre fiyatlandırıp satarlar.
Üretim sektörlerinde devlet ödediği maaşları yani kredileri, üretilen mallar satıldığında faizsiz olarak tahsil eder. Üretilen mallar satılmadan üreticilere müdahale etmez. Üreticilerin üretilen mallarını da ellerinden almaz.
İnşaat sektöründe ise çalışanlara resmî ücretten ücretleri ödenir. Malzemelerin değeri de resmî fiyattan ödenir. İnşaat resmî ücret ve fiyatlarla biter. Kamu müteahhitleri de bu maliyet değeri ile alıp satılığa arz ederler. Müteahhitler de yaptıklarından dolayı müteahhit paylarını alırlar. Krediler, üretilen inşaatlar satılıncaya kadar kapalı kalır.
Halk eğer “resmî ücretler”in üstünde özellikle üretim sektöründe bir iş bulursa, orada çalışır. İnşaat sektörü durur. Ama halk resmî ücretle üretimde iş bulamazsa, o zaman resmî ücretle çalışmaya razı olup inşaata gider ve orada çalışır.
Böylece “yatırım dengesi” kurulur.
Eğer yıllık tüketim malları az ise fiyatları pahalı olur, üreticiler işçilere daha fazla ücret verir, halk inşaatlara gitmez, yıllık tüketim mallarının üretimine gider.
Eğer o mallar değerinden fazla ise fiyatları düşüktür. Dolaysıyla işverenler buralarda işçileri resmî ücretin altında çalıştırırlar. Halk da resmî ücretin altında çalışacaklarına, gidip inşaatta resmî ücretle çalışırlar. Müteahhitler resmî ücretle işçi bulurlarsa malzeme kredisini de alırlar ve inşaat yaparlar. Aksi halde inşaat yapmazlar.
İşte bu yolla “yatırım” ile “üretim” arasında “denge” oluşmuş olur.
“Denge” artan emeğe sabit ücret verip inşaatta çalıştırmakla sağlanır.
***
İnsanlık, Kur’an’ın öğrettiği bu sistemi kabul etmediği taktirde, “ekonomik ve sosyal krizler”den hiçbir zaman kurtulamayacaktır.
İnşaat on yıl sonraki ihtiyaçlara tekabül ettiği için arz ve talep kanunlarına tâbi tutulamaz, sosyalizmde olduğu gibi maliyetlere arz edilir.
Tüketim mallarının fiyat ve ücretlerinde arz ve talep kanunları geçerli olacağı için kapitalizmin kuralları geçerli olur.
Kur’an, yani İslâmiyet; işte bu şekilde kapitalizm ve sosyalizmin olumlu yönlerini alarak, olumsuz yönlerini ise dışlayarak, ekonomik ve sosyal sorunları çözer, ekonomik ve sosyal dengeyi gerçekleştirir.
***
“Açılım” değil, “açlık” sorunu
Reşat Nuri EROL
16.10.2009
Millî Gazete geçen gün (11.10.2009) “Millet ekmeğe muhtaç” manşeti ile çıktı. Sözün sahibi Saadet Partisi Lideri Prof. Dr. Numan Kurtulmuş doğru söyledi.
Gerçekten de millet ekmeğe muhtaç.
Halkın asıl derdi “aş, iş, ekmek ve açlık”; her gün ismi (Kürt/ demokrasi/ anayasa vs. diye) değişen bilmem ne “açılımı” değil.
Bunu görmek için fildişi kulelerde inip halkın içinde olmak yeter.
Halkın ne olduğu belirsiz“açılım sorunu”ndan önce “açlık/ekmek sorunu” var.
***
Eskiden “devlet” deyince, güvenliği sağlayan ve düşmanlardan ülkeyi koruyan devlet anlaşılıyordu. O zamanki dönem “tarım dönemi”ydi, insanlar topraktan geçiniyordu. Topraksız kalmak aç kalmak, ekmeksiz kalmak demekti. Bugün ise toprak sahibi olmak demek karnını doyurmak demek değildir, topraksız olmak demek aç kalmak demek değildir. Bugünkü devletin görevi sadece toprağı korumak değildir.
Bugün devletler eğer “herkese aş/ekmek” sağlıyorlarsa, “herekse iş” sağlıyorlarsa, o zaman o ülkenin halkı o devlete sadık olur. Bunların sağlanması başta gelir ama; ekmeği olan halk, karnı doyan halk, yani aşı ve işi olan halk daha fazlasını ister. Önce “güvenlik” ister, sonra “adalet” ister, hakkının hukukunun korunmasını ister.
Halk mutlaka kendisini güven içinde hissetmek ister. Devletin ikinci derecedeki vazifesi “güvenlik”tir; ardından “adalet”tir. Karnı doyan, güvenliğe ulaşan, adaleti bulan halk bunlarla da doymaz. Bu sefer de gelişmek ister, eğitim ister, ilerlemek ister, yarışmak ister. Devletin dördüncü vazifesi de eğitim ve öğretim imkânlarını hazırlamaktır.
***
“Açılım” dediğiniz zaman, halkın işte bu sorunlarını çözmeniz gerekir.
Her şeyden önce “aidatsız genel sosyal güvenlik” sağlanmalıdır. Herkes sigortalı olmalıdır, “herkesin aş/açlık/ekmek sorunu” çözülmelidir.
Devlet “faizli krediler”le içte ve dışta borçlanacağına, ekonomisini “sömürü sistemi”ne dayalı “zalim düzen”e göre yapılandıracağına; anayasada belirtildiği üzere gerçekten “sosyal devlet” olsun da önce “sosyal güvenlik sorunu”nu sadece aidat yatıranlar için değil, herkes için çözsün. Eski devletlerde, eski devlet anlayışında ülkeyi savunmak en başta geliyordu. Bugün “herkese aş ve herkese sosyal güvenlik sorunu” her ülkedeki halkın en başta gelen sorunudur.
Devlet “faizsiz çalışma kredisi” vererek “işsizlik sorunu”nu çözmelidir. Eğitimden ve ordudan önce, “işsizlik sorunu” çözülmelidir.
İşsizlik sorunu çözülmez de üretim olmazsa, ne ordu ne de okul olabilir. Üretim yapamayan devletler bir müddet sonra yıkılırlar. İnsanlık tarihi üretimi başaramayan kavimlerin mezarlıklarıyla doludur.
Devlet üçüncü olarak silahlı kuvvetler sorununu çözmelidir. Kendisini düşmanlardan koruyamayan devlet varlığını sürdüremez.
Ne var ki güçlü ordunun millî ordu olması için “adil yargı sistemi” olmalıdır. Ordu bağımsız yargı kararlarını infaz eden bir güç şeklinde yapılanmalıdır. İstediği zaman savaşan değil, yargı kararı ile karar verilen savaşları yapan kuvvet olmalıdır. Ordunun eşkıyadan farkı budur.
İşte, devlet bütün bunları yaptıktan sonra, halkın eğitimi ile ilgili müesseseleri kurmalıdır.
Devlet kendisi iş yapmaz. İşleri halk yapar. Devlet sadece kredileri dağıtır, alt yapıyı yapar, hakemlik yapar.
***
-Devlet başta “herkese iş” temin etmelidir.
-Herkes iş bulup çalışınca ülkede “üretim” olur.
-Üretim olunca “herkese aş/ekmek” bulmak da kolaylaşır.
-Sonra devletin gelirleri artar, orduları bulundurmak kolaylaşır.
-Eğitim başta olmak üzere, diğer bütün genel hizmetler de bu sayede yapılır.
***
Esnafa ilgisizlik,
siyasi umursamazlık…
Reşat Nuri EROL
20.10.2009
Mahallelerimizin babacan bakkallarını marketler;
Marketlerimizi her türlü irili ufaklı süpermarketler;
Süpermarketlerimizi ise daha büyük hipermarketler yok etti...
Büyük alışveriş merkezleri ise hepsini birden ortadan kaldırmakta…
Hattâ…
Küresel kapitalist sömürü sermayesinin tekelci zihniyeti yüzünden, şimdi de birçok alışveriş merkezi de can çekişmeye başladı bile...
Peki;
- Bu ekonomi politikalarıyla nereye kadar?!.
- Bunun sonucunda ülke ekonomisi nereye varacak?..
- Esnafımız başta olmak üzere, halkımızın durumu ve sonu ne olacak?..
***
Hükümetlerin ekonomi yönetiminden en çok etkilenen, elbette halkın bizzat kendisi…
Halkın büyük kesimini teşkil eden ise mütevazı sermayelerle işlettiği ticarethanelerde ve ona kattığı alın teriyle ekmek parasını kazanan esnafımız...
Esnafımız, hükümetlerin yürütmekte olduğu “faizci kapitalist ekonomi politikaları” neticesinde, büyük şirketlerin sermaye güçleri altında ezilerek maalesef yok olma noktasına getirildi.
Hükümet seçim zamanı oy isterken kapısını çaldığı halkını ve esnafını seçimden sonra ancak vergi kaynağı olarak hatırlamakta…
Refahtan pay almaya gelince ise rantiyecilerle, sadece rantiyecilerle, her zaman yerli ve yabancı rantiyecilerle paylaşmakta…
Nihayetinde ve sonuç olarak; siyaset, sadece büyük sermaye sahiplerinin, holding ve medya patronlarının güdümüne girmekte…
***
Maddî kaynakların ve refahın daha dengeli ve de adaletli bir şekilde paylaşıldığı bir ülkede, iş kuracak vatandaşa ve esnafımıza birçok konuda destek olunması gerekir.
Bizim ülkemizde bizim hükümetlerimiz ise milletin kaynaklarını “özelleştirme” adı altında yerli ve yabancı yandaşlarına peşkeş çekmekte; bilgisizlik, beceriksizlik, ufuksuzluk ve özellikle “ADİL EKONOMİK DÜZEN”e inançsızlık sonucu oluşan “bütçe açıkları”nı kapamak ve “borç faizleri”ni ödemek için “esnaf”ı gelir kaynağı olarak görmekte; başka zamanlarda değil ama sadece o zaman “esnaf”ı hatırlamakta!!!
Sayın Başbakan, “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız!” diyerek, aslında IMF’nin ümük sıkmaktan başka bir şey yapmadığını “itiraf etmiş”tir.
Ama -yedi yıldır yaptığı gibi- yine gidip küresel sömürü sermayesinin “faizli sömürü fonu”ndan medet umacak…
Sonra bu borcun yükünü de;
“Fahiş faizlerle” yine ağır yükler taşımaktan yorulmuş halkımıza,
“Haksız vergilerle” her zamanki gibi yine esnafımıza yükleyecektir…
***
Bu durumda, sorulası şu mukadder soruları sormalıyız:
-İç ve dış borçlarımız bu politikalarla 500 milyar dolara dayanmadı mı?!.
-Şimdi de IMF’den 50 milyar dolar daha almayı görüşmüyorlar mı?!.
-Özelleştirmeyle geçmiş birikimlerimiz peşkeş edilmedi mi?!.
-Şimdi de geleceğimiz borçlanmayla satılmıyor mu?!.
***
Bu gripte bir domuzluk var
Reşat Nuri EROL
23.10.2009
Domuz gribi ve aşısı konusunda olanları, yazılanları, konuşulanları ve halkın konuya bakışını incelediğinizde; konuyla ilgili çare ve çözümler konusunda bilgisizlik ve güvensizliğin olduğu görülmekte.
İnsanlar domuz gribinin ne olduğunu doğru ve dürüst anlayamamakta, çare ve çözümün ne olduğunu bilmemekte; Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere, ilgili kurum ve kuruluşların açıklamalarına güvenmemekte. Bu arada domuz gribi ile ilgili kaygılar artmakta.
Sadece domuz gribi ile ilgili değil, aynı zamanda grip aşısı konusunda da güvensizlik ve tedirginlikler var.
Gribin gerçekte nasıl bir sorun oluşturduğu, gribin sorun oluşturmaması için neyin gerekli olduğu veya aşının gerekli olup olmadığı, aşının yan etkilerinin neler olduğu, işin içinde başka bir iş olup olmadığı gibi birçok konuda halk tedirgin.
Halk bilgisiz ve örgütsüz; konuyla ilgili örgütlere “tekel örgütler” oldukları için güvenmemekte, kendisinin güvendiği kimseleri ise karar mekanizmalarında görememekte.
Sorun burada da gelip demokrasi, inanç/ahlâk, ekonomik model ve siyasi modele dayanmakta. Aynı konuda onlarca uzman birbirine tamamen zıt görüşler ortaya atmakta. Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere, konuyla ilgili yetkili kurum ve kuruluşlarda, bu farklı görüşlerden hiç temsilci ya yok, ya da çok az kişi var ve sesleri çıkmıyor. Yani tedirginliğin pek çok ciddî nedenleri var.
***
Türkiye son birkaç yıl içinde -önceki yıllardan çok farklı bir şekilde- böceklerden kırım kongo kene virüsü, uçanlardan kuş gribi, yürüyenlerden domuz gribi tehdidi ile karşı karşıya kalmakta.
Şimdiye kadar böcek (kene), kuş, domuz gribi geldi…
Halkımız bu durumda yarın hangi grip tehdidinin geleceği endişesine düşmüştür.
Tehdidin çözümünde yetkili ve örgütlü ilk muhataplar kimlerdir?
Hükümet (Sağlık Bakanlığı) ve Türkiye Tabipler Birliği, özel sağlık ve sigorta kuruluşlarıdır. Çözüm de ilk olarak o çevrelerden beklenmekte. Konuyu incelediğinizde, Hükümetin, dolayısıyla Sağlık Bakanlığı’nın, Türkiye Tabipler Birliği’nin, özel sağlık ve sigorta kuruluşlarının yeterli çözüm üretmedikleri görülecektir. Sebep, kapitalizmin etkilerinin bireysel karar süreçleri yanında kurumsal karar süreçlerini de aşırı etkilemesi ve tekelci yapılanmaların diğer sorunlarda olduğu gibi sağlık sorunlarında da sorunların kaynağı olmaya devam etmesidir.
***
Şimdi meselenin püf noktasına gelebiliriz, bam teline dokunabiliriz.
Halkın sağlığı bozuldukça, hasta sayısı ve hastalıklar arttıkça, geliri artan bir sektör düşünün…
-Bir sağlık sektörü düşünün ki, hasta sayısı arttıkça gelirleri ve rantı artsın da artsın...
-Bir hastane işletmesi düşünün, sağlık sorunları arttıkça işletme gelirleri artsın...
-Bir ilaç fabrikası ve sektörünü düşünün, hasta sayısı arttıkça gelirleri artsın...
-Bir sigorta şirketi düşünün, hasta sayısı arttıkça sigorta gelirleri yükselsin...
Ve bütün bunlar olurken, halkın sermaye tekeline malzeme olmaya itildiğini düşünün.
Sağlık Bakanlığı’nın, Türkiye Tabipler Birliği’nin tekelci mantıkla oluştuğunu ve yetersiz kaldığını düşünün...
Hastanelerin ya devletin tekelinde ve rekabetsiz, özerk olmayan bir yapıda kurumlaşmakta olduğunu, ya da sağlık sorunları arttıkça geliri artan sermaye hastanelerinin tekel sermayeye mahkûm olduğunu düşünün...
Sigortanın ya devlet tekelinde ya da sermaye tekellerinde olduğunu düşünün...
Sonu aynı yere çıkan ya devlet tekelinde oluşmuş ve köhneleşmiş çözümsüz hastaneler, ya da hasta sayısı ve hastalıklar arttıkça zenginleşen özel sektör olduğunu düşünün…
Ve bütün bunların sonucunda “sömürülen halkı” düşünün...
Ne dersiniz, sizce de “bu işte veya bu gripte bir domuzluk” yok mu?!.
***
Bu gripte bir domuzluk var - 2
Reşat Nuri EROL
24.10.2009
Bu tekelci, sömürücü sermayeye dayalı yapılanmada sürünen (kene), yürüyen (domuz gribi), uçan (kuş gribi) ayaklı-ayaksız, kanatlı-kanatsız ne kadar hayvan, insan, hattâ bitki varsa, zamanla onların virüslerinin yayılmaması ve sağlığı, çevreyi tehdit etmemesi mümkün mü?
Öyle olmasa, sonra ne ile ayakta kalacak ilaç fabrikaları, sigorta şirketleri, sağlık sektörü? Bütün bunlara ek olarak, Dünya Sağlık Örgütü’nün tekelci ve sömürü sermayesi yönlendirmesine dayalı yapısı da sorgulanmalıdır...
Günümüz dünyasında devletler ölçeğinde sermaye birikimine sahip özel ilaç firmaları oluşmuştur. Her şeyden önce bu firmaların da tekel sömürü sermayesi mantığından kurtarılması gerekmektedir. Yapıları gibi işleyiş mantıkları da sorgulanmalıdır.
Hasta sayısı ve hastalığın oranının artması ile daha da tekelleşen bir ilaç sanayiinin, insanları daha da hasta yapmamasına herhangi bir engel var mı ki?!.
İlaç sanayiinin dünya insanlarını sömürmemesi için ülkeler içindeki çoğulcu, katılımcı, dayanışmacı, ahlâki örgütlenmelerin benzerlerinin insanlık çapında da oluşturulması gerekmektedir. Aksi takdirde, ya insanların bulduğu ilaçlar önce yasaklanır, hattâ bulan cezalandırılır, ya da unutturulur ve sonunda da herkese yetersiz, hattâ sakıncalı hâle getirilip insanlığa sunulur. Hiç biri olmazsa, özel virüs üretilir ve sonra da hazırlanmış aşılar insanlara enjekte edilir. İnsanlar en hafifinden kobay olurlar.
Bütün bu yanlışların hiçbirisinin olmayacağını düşünelim.
Yanlış örgütlenmedeki hatadan dolayı insanların sürekli tedirginlik içinde yaşamasına ne denecektir?
Ya da oluşabilecek yanlışların sorumlusu kim olacaktır?
Daha doğrusu, sorunun doğrudan muhatabı insanların mağduriyetleri nasıl giderilecektir?
Hesabı kim ve nereye ödeyecektir?
Ülkeleri, malları, halkı ezme ve sömürme adına, insanları savaştıran, hattâ kendi vatandaşlarını bile savaşa sokan sömürücü anlayışın hiç eziyet çekmeden ilaçla bunu yapmayacağının garantisini kim vermektedir?
Ya da dünya çapında mafyalaşmış, sömürü ağını kurmuş, devletleri bile korkutan, baskı altına alan sömürü sermayesinin bir kurumu, bir memuru ya da bir görevliyi aşıya razı etmesini engelleyen hangi mekanizma var?
Domuz gribi ve aşısı konusundaki sorunun çözümünü iki açıdan ele almak mümkündür.
Acil olarak yapılması gerekenler ve uzun vadede yapılması gerekenler.
Acil olarak yapılması gereken ilk konu, “Sağlık Sorunları Çözüm Kurulu”nun oluşturulmasıdır. Bu kurul geçici olarak “Sağlık Üst Kurulu” gibi de düşünülebilir. Bu kurul yirmi kişiden oluşmalıdır. Yarısını Türkiye’deki üniversite bilim adamları, diğer yarısını da bilimsel alanda çoğulcu yapıda örgütlenmiş dayanışma grupları/ortaklıkları belirlerler. Yerel yönetimlerde de kurullar vardır. Kurul üyelerini siyasi partiler oyları oranında seçmelidirler. Oy aranı yüzde 5’in üstünde olan siyasi partilerin kendileri, oy oranları yüzde 5’in altında olan siyasi partiler de aralarında anlaşarak bu kurula oyları oranında üye gönderirler. Bu kurulda oluşan ortak kararlar “Sağlık Üst Kurulu”nun konusudur. Bu ortak kararların işlerlik kazanmasını sağlamak ve denetlemek bu kurulun görevidir.
Bu sağlık kurulları, konu acil olduğu için geçici olarak siyasi partilerin seçeceği üyelerden oluşacaktır. Daha sonra ilgili alanda örgütlenmiş dayanışma ortaklıkları tarafından oluşturulacaktır. Yeni ve kalıcı kurullar oluştuğunda, bu kurul sadece sekreterya görevlerini üstlenecektir. Kurul, anlaştığı konularda kurul adına ortak çalışma yapar. Anlaşamadığı konularda her bilimsel dayanışma ortaklığı, ahlâki dayanışma ortaklığı, ekonomik dayanışma ortaklığı, siyasi dayanışma ortaklığı ayrı ayrı kendi görüşlerini ortaya koyar. Duyuruyu da kendileri ayrı ayrı yapar. Böylece halk ortak çözüme ulaşılmamış konularda serbest tercihini kullanır.
Domuz gribindeki sorunlar da bu şekilde çözüme kavuşturulur.
***
Ekonomik oyunlar…
Reşat Nuri EROL
30.10.2009
Ekonomi ile ilgili bir Sn. Bakan konuşuyor…
-Türkiye ve İstanbul yatırım ve finans merkezi oluyor/muş...
-Nice ülkelerden zenginler gelip bizi zengin edecekler/miş…
Rusya’dan, Çin’den, Hint’ten, Ortadoğu/Arap ülkelerinden ve daha nice ülkelerden firmalar ve zenginler Türkiye’de yatırım yapacak, araba vs. üretecek, ülkemiz gelişecek/miş...
Bir zaman önce morgıç (mortgage) dolar kredisi furyası başlatılıyor, Türkiye’de mesken inşaatı patlaması yaşanıyordu...
Köylümüz tarlasını, şehirlimiz atölyesini bırakıyor, inşaata işçi oluyordu...
Kazandığı TL ile ucuz dolar alıyor ve onunla da ucuz ucuz Çin mallarını alıp tüketiyor, güya gül gibi yaşayıp gidiyordu!..
Hep böyle olsaydı, hepten böyle devam etseydi, sonunda ne olacaktı?
-On sene sonra Türkiye’de ekilecek tarla kalmayacaktı…
-On sene sonra artık atölyelerde çalışan motor kalmayacaktı...
Allah korudu; ABD’de “ekonomik kriz” çıktı da -şimdilik- o tehlike atlatıldı.
***
Sn. ekonomi ile ilgili Bakan şimdi de yeni bir tehlikenin sinyalini vermiş:
Türkiye’ye gelecek büyük sermaye fabrikalar kuracak, Türk halkı orada çalışacak ve tarlalar çalılıklara dönüşecek, Türk sanayii unutulup gidecektir...
Başka türlü Türkiye’yi fethedemediler.
Şimdi böyle bir oyunla fethedecekler, işgal edecekler.
Böylece Türkiye’yi Cumhuriyetimizin bilmem kaçıncı yılında bitirecekler.
Bugün köylerimiz bomboş...
Tarımımız çökmüş durumda…
Atölyelerimiz kaçak işçi çalıştırıyor...
Kendi çalışanlarımız, kendi emekçimiz işsiz…
İstanbul ekonomisi ancak kaçak işçi çalıştırarak, üretebildiğini bir şekilde ucuza mâl ederek ihracat yapabiliyor ve şimdilik Çin ve benzerlerine karşı ayakta kalabiliyor...
Kendi işçimiz, kendi emek gücümüz ise ucuza çalışmıyor, çalışamıyor...
Maliyetler yüksek olduğu için üreticimiz ürettiğini satamıyor, ihraç edemiyor...
Yani; daha dış sermaye ülkemizdeki fabrikalarını kurmadan önce de, ülkenin tarımı ve sanayii çökmüş ve yok olmuş durumda veya yok olmayla karşı karşıya...
***
Biz bunları yazarken felaket tellallığı vefa çığırtkanlığı yapmıyoruz. Biz bu tesbitleri yaparken, sadece var olan gerçekleri tesbit ediyoruz.
Mademki yabancı sermaye geliyor, Türkiye’de yatırım yapıyor; buyursun, gelsin yapsın. Buna biz engel olmayalım. Zaten istesek de mani olamayız, çünkü çağımız dünyasında o birtakım dolambaçlı yollar bulur ve yine bir şekilde gelir.
Nitekim -şimdilik- burada yazamayacağım öyle şeyler duyuyorum ki…
Bunları yazmam için biraz daha sabretmem gerekiyor. Siz de benim gibi sabredin.
***
Şimdiye kadar onların planında Türkiye’yi yıkmak vardı.
Bundan dolayı Türkiye’de yatırımlar yapmıyorlardı.
Şimdi Türkiye’yi yıkamayacaklarını anladılar.
Türkiye’yi ve Türkleri yıkamadık; “bari esir edelim” diyorlar...
Yani, Türkiye’de yatırım yapılmasını önleyemediler.
Çünkü Türkiye dünyanın merkezinde, dolayısıyla yatırım merkezi.
Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısı her şeye rağmen öylesine güçlü ki; biz içerden, onlar dışardan yıkmaya çabalıyor, ekonomik oyunlar oynuyor ama bir türlü yıkılmıyor...
Bu durumda Türk tarımının ve Türk sanayiinin yıkılmaması için oynanan ekonomik, siyasi ve sosyal oyunlara karşı bazı tedbirlerin alınması gerekiyor...
***
Örnek olarak “O” yeter
Reşat Nuri EROL
‘Faizli zalim düzen muhafazakârları’ diyerek, bu başlık altında yaşanan değişimi anlatmaya çalıştım.
Bugün kendilerine “muhafazakâr” diyen bu grubun, Kur’an ve sünnette var olan yaşam biçimini de hatırlamaları gerektiğini hatırlattım.
Bugün, olması gereken yaşam biçimine ve o hayata dair bir tek örnek vereceğim.
Bilmek, anlamak ve uygulamak isteyenler için örnek olarak sadece “O” yeter.
***
O daima düşünceliydi...
O’nun susması konuşmasından uzun sürerdi. Lüzumsuz yere konuşmaz, konuştuğunda ne fazla ne eksik söz kullanırdı.
Dünya işleri için kızmazdı.
Kendi şahsı için asla öfkelenmez ve öç almazdı.
Kötü söz söylemezdi.
Affediciliği tabii idi.
İntikam almazdı. Düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi.
Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmezdi. Çok konuşmazdı. Boş şeylerle uğraşmazdı.
O umanı umutsuzluğa düşürmezdi.
Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.
Hiç kimseyi ne yüzüne karşı ne de arkasından kınar ve ayıplardı.
Kimsenin kusurunu araştırmazdı.
Kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi.
Yanında en son konuşanı ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi.
Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler, bir şeye hayret ederlerse o da onlara uyarak hayret ederdi.
Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi.
O her zaman ağırbaşlıydı.
Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı. Kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı.
Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü. Ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahatça yürürdü.
O, kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi.
Her zaman hüzünlü ve mütebbessim bir haletle dururdu.
Adet üzere sarf edilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı.
Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı.
O fakirlerle birlikte yer, öyle ki onlardan ayırt edilemezdi. Önüne ne konulursa yerdi.
O sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı.
O konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı.
O, sabahları evinden çıkarken şöyle söylerdi: ‘İlahî, doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım.’
O sıradan değildi ama sıradan insanlar gibi yaşardı.
***
O, Hazreti Peygamberdi.
O, Hazreti Muhammed aleyhisselâmdı.
O, KUR’AN’ı hayat olarak yaşadı ve SÜNNET olarak bize miras bıraktı.
***