|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
AĞUSTOS 2009 |
|
|
|
Kredi kartı batakları artarken…
Reşat Nuri EROL
18.08.2009
Günlük gazete okumalarımda, geçen gün (9.8.2009 Pazar) Millî Gazete ekonomi sayfasında okuduğum şu haber dikkat çekiciydi:
Kredi kartı batakları her geçen gün artıyor.
Haberin detayında, kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısının Haziran ayında yaklaşık olarak yüzde 13 arttığı ve sayının 94 bin 563 kişiye çıktığı anlatılıyordu…
Merkez Bankası verilerine göre; 2009 yılının ilk yarısında ferdî kredi ve kredi kartları borçlarını öde(ye)memiş kişilerin sayısı 740 bin 709 kişi olarak belirlenirken; bunun 272 bin 838’i kredi kartı borcunu ödeyememiş kişilerden, 467 bin 871’i de ferdî kredi borcunu ödeyememiş kişilerden oluşmuş…
Bir kişinin tüm yıllar içinde bir kez sayılması durumuna göre, 2004 yılından bu yana ferdî kredi ve kredi kartları borçlarını öde(ye)memiş kişilerin sayısı 1 milyon 541 bin 119 kişi olmuş. Bu kişilerin 471 bin 140’ı ferdî kredi borcunu, 1 milyon 70 bin 267 kişisi de kredi kartları borcunu öde(ye)meyenlerden oluşmuş…
İstatistikî rakamları sayarak maddî sonuçları vermek kolay gibi görünüyor. Ama meselenin bir de manevî ve sosyal sonuçları var.
O sonuçlar iflas, haciz, icra, intihar ve çöken işyerleri ile yıkılan aile ocakları olarak ortaya çıktığında meselenin vahameti ortaya çıkıyor. Evet, daha önce de bu köşede defalarca yazdığım üzere; çöken iş yerleri ve buna bağlı olarak bu “kriz dönemi”nde daha da artan işsizlik, ardından ailesini katlettikten sonra intiharlara varan cinnet halleri ve -toplumumuzun temel direği iken- yıkılan aile ocakları…
***
Türkiye’nin kredi kartları ile tanışması 41 yıl öncesinde başlıyor...
1968 yılında başlayan bu sürecin, kırk yıl sonra ekonomik ve sosyal sonuçları açısından bu boyutlara varabileceği elbette düşünülemezdi. Önce ticarî hayatta başlayan bu değişim, zamanla sosyal hayata da etki etmeye başladı ve son yıllarda yaşanan malum felaketler günlük olağan gelişmeler hâline geldi. 1975 yılından itibaren daha da çeşitlenmeye başlayan faizli kredi kartları gün geçtikçe artan bir ivme ile hayatımıza girmeye başladı.
Yaklaşık on yıllık pasif bir dönem geçiren “kredi kartı piyasası”nda, “üç büyük kredi kartı şirketi”nin aniden ülkemize gelmesi cidden düşündürücüdür. Sonraki yıllarda bunların Türkiye ofisleri bakkal dükkânı gibi artmış, 1999 yılında ise yüksek bir sıçrama yaparak taksitli satışlarla hizmet yelpazesini genişletmiştir. Kredi kartı ilk icat edildiği yıllarda takas sisteminde adeta plastik devrim yaşanmış, kredi değerlendirilmesi yapılarak belirli bir limitte takas serbestisi getirilmiştir.
Eski ticaret şekliyle uğraşanlar bilir, toptancılar mal satarken belirli miktarlara kadar veresiye mal satarlardı. Risk seviyesini kendileri belirleyerek müşterisinin durumuna göre veresiye mal verme yoluna giderlerdi. Eskiden yapılan ticarette yazılı olmayan onur kuralları geçerliydi. Herkes vakti ve vadesi gelince borcunu mutlaka öderdi.
***
Dünyada güya komünizme karşı savaşan “kapitalizm kültürü”nün yaygın ve egemen bir şekilde öne geçip birçok ülkede ağır şartlarda ortaya çıkması, genel durumu değiştirmeye başlamış ve ekonomik dengeleri temelinden sarsmıştır.
Kapitalist tüketim anlayışı dünya ölçeğinde acımasız bir şekilde egemen olurken, artık savaşlar tankla tüfekle değil, ekonomik verilerle yapılmaya başlanmıştır. Birçok güçlü devletin ve sistemin güç kaybetmesinin tek sebebinin “ekonomik” olduğu, bugün su götürmez bir hakikat olarak ortaya çıkmıştır.
“Kredi kartı batakları”ndan yola çıktık, meseleyi “kapitalim kültürü ve kapitalist tüketim anlayışı”na kadar getirdik.
Faizli kredi kartlarının ülkemizdeki ekonomik ve sosyal yapıyı nasıl etkilediği meselesi ise daha da büyün önem arz etmektedir. Öyleyse gelecek yazımızın konusu budur.
***
Faizli kredi kartları ve bankalar
Reşat Nuri EROL
19.08.2009
Kredi kartları ile ilgili önceki yazımın devamında “sonuç” olarak şöyle bir mukadder soruyla karşı karşıya kaldık:
-Ülkemizde kredi kartların yaygınlaşması acaba ekonomik ve sosyal yapıyı nasıl ve ne seviyede etkilemiştir?
İlk başlarda gayet masum ve yararlı gibi görünen bu kredi kartı kullanımı ile ilgili gelişme, zamanla yerini büyük bir ekonomik ve sosyal toplumsal felakete bırakmıştır.
Faizli kredi kartı kullanımı uygulaması ülkemize dışarıdan geldi. O halde önce oralardaki uygulama şekillerine bakalım:
Kredi kartının yurt dışında kullanımı küçük perakendeler şeklinde değil, daha çok orta ölçekli ve yüksek bedelli malların takasında olmaktadır. Perakende malların alımı sırasında ise sabit ücret eklenerek kullanıcı tamamen kredi kartını kullanmaktan uzaklaştırılıyor.
Kredi kartı dış ülkelerde ciddî anlamda daha çok takas sistemlerinde güvenlik mekanizması olarak kullanılıyor.
***
Kırk yıl kadar önce, 1968 yılında ülkemizin kredi kartları ile ilk tanışması sonrasında, 1975 yılına kadar bu konuda bir ürkeklik ve durgunluk dönemi yaşandı. 1975 yılından itibaren kredi kartları daha da çeşitlenmeye, gün geçtikçe artan bir ivme ile hayatımızın her alanına girmeye başladı.
1999 yılından itibaren ise, adeta bir yerlerden start emri veya işareti verilmişçesine Türkiye’deki kredi kartı kullanımında bir patlama yaşanmaya başlandı.
Sonunda ne oldu?
Kredi kartları yüksek oranda temel tüketim mallarından başlayarak bütün tüketim kalemlerinde kullanılır oldu.
Kredi kartlarının kullandırılmasını teşvik eden anlayış, gazetelerde yayınlanmış çok önemli bir haberde şöyle ifade ediliyordu:
Simitçiler dükkân açtı, bankalar tezgâh açtı!
Kredi kartı ile ilgili gazetelerde yayınlanan bu haber manşeti, ülkemizdeki kredi kartı gerçeğini veciz bir şekilde yansıtmaktaydı.
***
Kredi kartlarını veren bankalar genel olarak risk değerlendirmesi yapmadan, özelikle gençleri hedef alarak, üretmeden ve kazanmadan tüketen borçlu bir neslin ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Sağlıklı değerlendirmeleri yapması gereken bankalar, maalesef bu görevlerini yerine getirmediler. Tamamen sözde prim esasına dayanarak gelişigüzel yapılan kredi kartı pazarlaması ülkemizi bu konuda içinden çıkılmaz bir hâle getirmiştir. Yurt dışında banka hesabı açarken zorlanan mudiler, ülkemizde beş dakikada kredi kartı alabilir hâle getirilmiştir.
Kredi kartı kullanımında dünyada ilk dört sıraya yerleşen ülkemiz; -önceki yazımda Merkez Bankası verilerine dayanarak verdiğim rakamlarda da görüleceği üzere,- ödeme güçlüğü bakımından da dünyadaki en üst sıralarda olan ülkeler arasında yer almaktadır.
Limit belirlemede ve kredi kartlarına uygulanacak faizde serbest bırakılan bankalar, ödemesi geciken kartlarda maalesef büyük farkların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bankalar kredi kartlarını mudilere vererek tüketim harcamalarından komisyon elde ederken, firmalara vermiş oldukları pos cihazları ile firmalardan da komisyon almaktadır. Hem karttan, hem de pos cihazlarından aylık veya senelik sabit ücret alınması, bankaların kâr oranlarını daima yükseltmiş ve haksız bir zenginleşme sağlamıştır.
Bankalar yüksek kart faizlerine başvurarak anaparayı fazlasıyla tahsil ederken, her durumda ve devamlı olarak kâr etme konumlarını korumuşlardır.
Bu ekonomik kriz döneminde ülke ekonomisi yerlerde sürünürken, bankaların fahiş kârlar etmesinin ana kaynağı işte burasıdır; faizli kredi kartları!
Bitmedi, devam edeceğim…
***
Kredi kartı ve ‘Sosyal Tufan’
Reşat Nuri EROL
20.08.2009
Halk açısından meseleye bakıldığında, kredi kartlarındaki bu negatif ve faizli bankalar yararına olan denge (daha doğrusu dengesizlik), ülke ekonomisine ters olarak yansımıştır.
Faizli kredi kartları ile gerçekleştirilen taksitli satışlar, ülkemizin pek çok çalışma senesinin devamlı olarak “borç batağı” içinde bırakılmasına, dolayısıyla buna bağlı ve bağımlı olarak ekonomik ve sosyal buhranların yaşanmasına neden olmuştur. Nihai tüketicinin bu kadar sömürülüp yolunması ve buna bağlı olarak sosyal sıkıntıların ortaya çıkmasıyla, sağlıklı bir neslin veya nesillerin ortaya çıkmasının önü kesilmiştir.
Ekonomik krizlerin ortaya çıkmasının ardından, üstüne üstlük gibi bir de “faizli kredi kartı batakları”nın eklenmesi, ekonomik ve sosyal açıdan taşınabilir bir yük değildir. Piyasadaki likidite oranlarının yanlış devlet politikalarıyla yanlış yönlere yönlendirilmesi, ülkemizdeki ekonomik ahlâk seviyesinin her geçen yıl kademe kademe hep daha alt seviyelere inmesine neden olmuştur; böyle gider de önüne geçilmezse, daha da olacaktır…
Başlarda sadece ekonomik gibi görünen bu sorun, zamanla beraberinde bir sürü asayiş ve dolandırıcılık sorunlarını da ortaya çıkarmıştır.
Bu sorunlar böyle giderse ekonomik, siyasi ve sosyal patlamalara sebebiyet verecek, gerekli önlemler bir an öce alınıp önüne geçilmezse, bir gün karşımıza “SOSYAL TUFAN” olarak çıkacaktır.
***
Koca Osmanlı İmparatorluğu nasıl yıkıldı, bilmeye var mı?
Osmanlı yönetiminin son dönemlerindeki borçlandırma operasyonları ile sağlanan yarı sömürgeleştirme ve Osmanlı Devleti’ni yıkma hareketi; günümüz Türkiye Cumhuriyeti döneminde faizli kredi kartlarıyla ekonomik ve sosyal aşındırma ve çöküntü sağlanması şeklinde organize edilmektedir.
Banka sektöründe yerli hâkimiyetinin yabancı hâkimiyetine geçirilmesiyle, ülkemizdeki yarı sömürgeleştirme hareketi tamamlanmıştır.
Görünen köy kılavuz istemez; gidişat böyle giderse bundan sonrasının nereye varacağı bellidir.
Sözde faizsiz çalışan kurumların (artık onların adı da “banka” oldu; katılım bankası!) bile yüksek faiz (hangi ad altında alırlarsa alsınlar) uyguladığı “kredi kartı” politikaları, ülkenin en alt ve orta tabakasının korkulu rüyası hâline gelmiştir.
***
Sonuca ve sadede gelirsek, çözüm yolunda ve başlangıç olarak neler yapılabilir?
Kredi kartlarının yurt dışında düzenli kullanılmasını teşvik eden bankaların, ülkemizdeki hukuki rahatlık yüzünden aşırı kullanımı teşvik etmelerinin önünün bir an önce kesilmesi gerekmektedir.
Kredi kartı limit değerlendirmelerinin kesinlikle bankaların elinden çıkarılıp bağımsız denetçiler tarafından denetlenen bir ortak kuruluşa devredilmesi ve tam otomasyon altında belirlenmesi gerekmektedir.
İşten çıkarılan ve ekonomik durumunu kaybeden birinin durumu kontrol edilip kredi limiti anlık olarak düşürülürse, taksitli satışlar da kontrol edilirse; şimdilik “düzenli ve adil bir kart sistemi”nin ancak tohumlarını atabiliriz.
Hükümete düşen ise “ekonomik ve sosyal bir felakete, ‘SOSYAL TUFAN’a” dönüşmekte olan bu “faizli kredi kartı krizini ve bataklarını” anlık kanunlarla ve palyatif çözümlerle değil, kesinlikle köklü çözümlerle ortadan kaldırmaktır.
Bankalar, asgari ücretliye limitin üzerinde verdikleri her kredinin hesabını vermelidir. Örneğin 700 TL net kazanan birisine 5.000 TL limit verilmesinin önüne geçilmeli; engellemelere rağmen eğer banka bu limitte ısrar ederse, güvence kapsamının sigorta kapsamından çıkartılması dahi düşünülmelidir.
Sonuç olarak “faizli kredi kartları sorunu” sebebiyet verdiği “ekonomik bataklar ve sosyal tufan” açısından çok önemli ve ciddi bir konudur.
Çok acil önlemlerin alınıp bir an önce harekete geçilmesi gerekmektedir.
Aksi halde yarın çok geç kalınmış olacaktır.
***
Bankacılık değil, tefecilik!
Reşat Nuri EROL
21.08.2009
Bu yazıların yazıldığı dönemde; “Faizli Kredi Kartları” ile ilgili olarak çare ve çözüm olabilecek ciddi bir kanun tasarısı henüz ortalarda yoktu.
Kredi kartları konusunda hükümetin tutumuna baktığımızda; “Para harcarken bu duruma düşeceklerini düşüneceklerdi!” şeklinde talihsiz açıklamalar dışında bir ifade yok!
Belki bir yönü ile haklı olabilirler; harcarken düşüneceklerdi!
Peki, bu durumda şu önemli ve mukadder soruların da sorulması gerekmiyor mu?
-Verilen krediyi geri ödeme güçleri sağlıklı bir şekilde değerlendirildi mi?
-Yüksek oranda verilen fahiş faizli kredi limitlerinin varlığı kimin suçu?
-Pazarlamadaki çok yönlü psikolojik baskılar ve özendirmeler neyin nesi?
-Tüketimi özendiren ve emek verip kazanmadan harcamaya yani takside yönlendiren kapitalist bankacılık sistemleri, kaç insanımızın geleceğini ipotek altına aldı, yaşanan cinnet hâlleri yüzünden kaç ailemizin yok olmasına sebep oldu?
Benzeri sorular çoğaltılabilir, ama çoğaltmıyoruz; bu kadarı bile yeter!
Sorduğumuz bu birkaç sorunun cevaplarını kim verecek?
Elbette keyfî olarak kredi kartı kullananlar oldu. Yaş grupları olarak incelenirse, bunların çoğu genç kesimden oluşmakta. Hep öğündüğümüz gençlerimiz, yaygın tüketim ve israf kültürünün içinde türlü özendirmelerin ve israf ekonomisinin baskısı altında yaşarken, yokluklarını kredi kartı ile kapatarak geçici cennetin sonsuz cehennemine hazırlanmışlardır.
***
Kim ne derse desin, bankaların yaptığı halk tabiri ile “tefecilik”ten başka bir şey değildir. Hattâ bazı durumlarda tefeciler bile bankalardan daha insaflı bir tutum izlemektedir. Öyle ki, o pek ünlü bankaların bazı takip avukatları, -kredi kartı verilirken gülücükler dağıtan memur ve memurelerin aksine,- ödemeler gecikince zorluk içine düşen kredi kartı sahiplerine kavgada bile söylenmeyecek ağır hakaretler içeren sözler söylemekte, hattâ olmadık hareketler bile yapabilmektedir. Bankaların “güvenliğiniz için görüşmeleriniz kayıt altına alınıyor” mesajları, bu avukat aramalarında ne yazık ki bulunmamaktadır. Ancak, bu teknolojinin sadece kendilerinde olmadığını artık bankaların da bilmesi gerekmektedir. Ses kaydı alınan kimi banka avukatların tavırları çok yürek burkucudur.
***
Bazıları hâlâ “faizli bankacılık düzeni”nin bireylerden başlayarak ekonomimizle birlikte toplumumuzu kemirip zayıflattığını ve sağlıklı bir ekonomide olmaması gerektiğini ısrarla görmemezlikten gelmektedir. Faizlerin aşırı olarak yükseltilmesi sonrasında anapara ile faiz arasında oluşan uçurum çok vahim bir sonuç oluşturmaktadır. Yıllarca borç ödeyen kart sahipleri bu matematiksel yarıştan her zaman yenik ayrılmak durumunda kalmaktadır.
Türkiye, kredi kartı kullanımında dünyada üst sıralarda olmasının yanında, ödeme güçlüğü içindeki kart sahipleri bakımından da üst sıralardadır. Acemice veya tamamen maksatlı ve kâr amaçlı olarak belirlenen limitlerle verilen bu kredi kartları sayesinde, bankalar tüm kriz dönemlerini bilançolarında rekor kârlar ile kapatmaktadır.
Ayrıca, bir araştırma yapılarak ne kadar “yerli banka” ile ne kadar “yabancı banka” olduğu incelenmeli, bunun ülke yararına olup olmadığı ortaya konmalıdır.
2008 yılı verilerine göre Türkiye’de 37 milyon 335 bin 179 adet kredi kartı kullanılıyormuş. Ancak bu tahmini bir rakamdır, daha fazlası vardır ve giderek artmaktadır...
22 Şubat 2008’de yapılan bir araştırmaya göre; 17 milyondan fazla kişinin 1 milyon 731 bin TL’sine yasal takip başlatılmış, toplam 29 milyon 949 bin TL borcu bulunuyormuş!
Kredi borcunu ödemeyip Merkez Bankası kara listesine giren kişilerin sayısı, 2007 sonu itibariyle 687 bin kişinin üzerine çıkmıştı! Bu sayı şimdi kim bilir nerelere varmıştır.
Bu rakamlar ve bu tefecilik anlayışı, önceki yazılarımda da önemle işaret ettiğim üzere, insanımız ve ülkemiz açısından korkunç bir ekonomik geleceği işaret etmektedir.
***
Sorun sadece ‘kart’ değil ki
Reşat Nuri EROL
22.09.2009
Bugün birçok farklı meslek gurubundaki fırsatçı kişiler, kredi kartlarındaki borçları ödeyerek hiç çalışmadan aynı kredi kartıyla tekrar çekim yapılmasını sağlamakta, kredi kartı faizi musibetinden faydalanarak gelir elde etmekte...
Hükümet/ler ve bankalar soruna çare ve çözüm bulamayınca, vatandaş illaki kendine göre çare ve çözümler üretmekte!..
Gönül isterdi ki, telefon kontörü satan bir işletmenin kendi pratik zekâsıyla -hiçbir yurt dışı ekonomi okulunda okumamış danışmanlardan yoksun olarak- uydurduğu benzer bir sistemi, bankalar veya hükümet/ler kredi kartları sorunlarının çözümü için keşfedebilsin!
Faizli kredi kartı sahiplerinin son umudu olan “taksitlendirme yasası”ndan, Merkez Bankası verilerine göre sadece yüzde 10’luk bir kesim yararlanmış...
Bu çok çarpıcı ve çok üzücü bir durumdur.
Borçlu vatandaşlarımız, çıkan kanuna rağmen para bulup borcunu ödeyemiyorsa; bugünkü ve geçmişteki hükümetlerin durup nerede hata yaptıklarını düşünmeleri gerekir.
Ancak, hükümet/ler çare ve çözümler üzerinde düşüneceklerine, suçu faizli kredi borçlularının üzerine atmakta; ‘borç alırken düşünselerdi’ veya ‘her koyun kendi bacağından asılır’ gibi malum söylemleri üretmektedirler!
***
Tinerciler malumunuz yeni çıkan bir olguydu, işlemiş oldukları suçlar yüzünden toplumun boy hedefi hâline gelmişlerdi ve yaşları küçük olduğundan ciddiye alınmamışlardı. Zaman ilerleyip bu çocuklar büyüdüğünde daha vahim suçlar işlediler. Kredi kartı sorununa yukarıdaki söylemleri üreten sözde akıllılar, ceza ile bu işin önüne geçmeye çalıştılar. Ancak, tinercilerin hayatlarında yaşadıkları zorluklar görmezden gelinerek suç makinesi olmalarına nasıl resmen göz yumulmuşsa; kanımca, “kredi kartı sorunlarının ürettiği mağdur kitle” de aynı şekilde görmezlikten gelindi. Oysa, kredi kartı borçluları ile tinerciler arasında algılama bakımından hiçbir fark yoktur; ikisi de “SOSYAL TUFAN” patlamalarına sebebiyet veriyor. Her intihar eden, ailesini öldüren, işyerini kapatıp yaşamak için hırsızlık ve dolandırıcılık yapan kişinin temel nedeni; kötü ekonomi, adil olmayan gelir dağılımı, çeşitli şekillerde sömürülen bir ülkenin içler acısı zayıflığından başka bir şey değildir. Kapitalizmin kutsal piramidinin alt ve taşıyıcı tabakası hayatta kalma mücadelesi veriyor…
Ülkemiz çok acil olarak “adil bir ekonomi modeli”ne geçmek zorunda. Taşıma sularla değirmenlerin dönmeyeceği belli. Üretim sistemlerine geçerek toplumun tüm kesimlerine yönelik ekonomik programların yeniden yapılanması gerekiyor. Üretmeden tüketmek olmaz. Adil gelir paylaşımı sağlanırsa, ilk sağlam adımlar atılmış olur.
Bankaları hizaya getiren, kredi limitlerini kontrol eden bağımsız, denetlenebilen ve denetleyen kurumların bir an önce kurulması ve aktif hâle getirilmesi gerekmekte. Ülke kaynakları üretim merkezli değerlendirilmeli, önce kendi ihtiyaçlarımız karşılanmalı, fazlası ihraç edilmeli. Bir ülke önce kendi kendine yetebiliyorsa, sonrasında dış ticaretle büyümeye başlar. Türkiye gibi ithalatı ihracatından büyük bir ülke her zaman bağımlı bir ülkedir.
***
Sonuç olarak sadece “kredi kartı sorunu” tek başına ortaya çıkmış bir olgu değildir.
-Ekonominin iyi yapılandırılmaması…
-İşsizlik sorunu ve iş bulma süreçlerindeki aksaklıklar…
-Adil olmayan vergi politikaları, dış ticaret dengesizliği, sosyal güvenlik mekanizmaları…
-Nihayetinde siyaset/yönetim ve hukuk sisteminin eksikleri gibi daha nice sorunlar, sorunlar, sorunlar…
Hükümet/lerin beceriksiz ve geleceği görememelerinden kaynaklanan hatalar silsilesi, kredi kartları yanında pek çok “kanserojen ekonomik ve sosyal yapı”yı ortaya çıkarmıştır.
Sön söz bir kredi kartı yazıma yorum yazan okuyucumdan:
Kredi kartları ülkeyi perişan etti…
Nasılsa kredi kullanırım diye insanımız çalışmayıp yatıyor, ihtiyacı olunca kredi çekip harcıyor...
Ödeme zamanı, işte çözülemeyen nokta!
Kanunlar da kaytarıcıdan yana gözüküyor ama ondan sonra nice kişiler borçtan kurtulamayacak duruma düşüyor...
***
Türkiye-Rusya ilişkileri
ve ‘Enerji Meselesi’
Reşat Nuri EROL
24.08.2009
Millî Gazete’nin dış politika sayfalarında yazdığım yıllarda, Türkler ve Ruslar (Slavlar) üzerine birkaç yazı yazmıştım.
Yazdıklarımın özeti; bu iki ırkın yaşam alanlarındaki bu geniş topraklarda binlerce yıldan beri birlikte oldukları şeklindedir.
Kimi zaman Türkler, kimi zaman Slavlar galip gelir; ama iki ırk kesinlikle birbirlerini topyekün yok etmezdi.
Daha ilginç olan ise; her iki ırk “Türkler” ve “Slavlar” olarak iki ana kola ayrılmadan önce “İskitler” olarak tek ırktır.
Bu kısa girizgâhı yapmamın sebebi var. Sözü uzatacak değilim. Geçmişteki binlerce, hattâ yüzlerce yılı atlayıp kestirmeden günümüze geleceğim. Türkler ve Ruslar (Slavlar) özellikle “enerji” konusunda yine birlikteler, yine buluştular...
Geçmiş yüzyıllarda inişli çıkışlı ilişki yaşayan Türkiye ile Rusya, arada koca Karadeniz olsa bile, iki komşu ülke ve iki bölge gücüdür. İşte bu iki dev güç ve eski akraba kavim arasındaki ilişkiler son yıllarda karşılıklı üst düzey ziyaretlerle yeni bir ivme kazandı.
Türkiye, genel bir perspektiften bakıldığında, Rusya açısından doğal gazda ikinci, petrolde ise birinci büyük pazar olma niteliğini taşıyor. Türkiye açısından ise Rusya, hem ham maddeleri ve enerji kaynakları, hem de dünya gücü olması bakımından değerli bir ülke.
***
Türkler ile Ruslar arasında yaşanan Osmanlı dönemini geçiyor, günümüze geliyor; daha doğrusu yeni dönemdeki ilişkilerimizi Cumhuriyet dönemimizden başlatıyorum.
1917’de Bolşeviklerin Çarlık rejimini devirmesinin ardından, Sovyetler Birliği kuruluyor ve o yıllarda Kurtuluş Savaşı veren Cumhuriyet Türkiye’si ile -dünya güçler dengesi açısından- aynı safta yer alıyor. 1921 yılında iki ülke arasında Dostluk Antlaşması yapılıyor, Sovyetler yeni kurulmakta olan Türkiye’ye para ve silah yardımında bulunuyor...
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki bu sıcak gelişmelerin ardından, son yıllarda karşılıklı üst düzey ziyaretler sayesinde iki ülke arasındaki ilişkiler yeni bir ivme kazandı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve bavul ticaretinin başlamasıyla ticari ilişkiler hızlandı, bu arada iki ülke arasında Sarp Sınır Kapısı açıldı.
***
İki ülke arasında üzerinde asıl duracağım konu “Enerji Meselesi” olacak.
1980’lerde iki taraf arasında ilk doğal gaz anlaşmaları imzalandı, Mavi Akım Projesi ile Türkiye doğal gaz ihtiyacının üçte ikisini Rusya’dan karşılamaya başladı.
Bu arada Türk inşaat firmaları Rusya pazarında ağırlıklarını artırırken, binlerce Rus vatandaşı da birçoğu evlilik yoluyla Türkiye’ye yerleşti.
Bütün bu ekonomik ve sosyal gelişmeler bir yana; iki ülke arasında “Enerji Meselesi” son yıllara daima damgasını vurdu.
Rusya, sık sık ödeme krizi yaşadığı Ukrayna’yı devre dışı bırakarak, Güney Akım Projesi yoluyla Avrupa’ya doğal gaz sevk etmek istiyor.
Avrupa ise Nabucco Projesi ile Rusya’ya olan bağımlılığını azaltma peşinde.
İşte bu genel çerçevede Türkiye ile Rusya’nın -ve bu arada Avrupa’nın- “Enerji Projeleri” sürekli gündemde...
Türkiye enerjide dışa bağımlı olmakla birlikte; bir geçiş ülkesi olarak bu projelerde “Enerji Terminali” konumunda. Bundan dolayı enerjide Türkiye’nin konumu bir hayli değer kazanıyor...
“Enerji Meselesi” günümüzde ve geleceğin dünyasında özel önem arz ediyor.
Enerji meselesi ve ülkemizin enerjide dışa bağımlılığı açısından bakıldığında, Türkiye-Rusya ilişkileri özel bir önem arz ediyor.
Bu durumda konu biraz daha üzerinde durulmayı hak ediyor.
Devam edeceğim…
***
Türkiye, Katar ve ‘Enerji Meselesi’
Reşat Nuri EROL
25.08.2009
Türkiye, Rusya ve Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkilerde en önemli meselenin “Enerji Meselesi” olduğunu geçen yazıda özetledim.
Ancak, Türkiye merkezli “enerji halkası” duracak gibi değil, giderek daha da gelişiyor, genişliyor ve Katar’a kadar uzanıyor…
Merkezi Katar’da bulunan “El Cezire” televizyonunun uluslararası yayın yapan Arapça ve İngilizce kanalında son günlerde dönen bir reklam Katar’ın enerji projeleriyle ilgili…
Reklamda dünyanın en büyük üçüncü doğalgaz rezervine sahip olan Katar’ın dünya enerji piyasasında oynamayı planladığı yeni rolün altı çiziliyor.
Aslında bu şu anlama geliyor: Üzerinde oturduğu zengin rezervleriyle Katar artık uluslararası piyasalarda da aktif bir rol üstlenmek istiyor, yani Batı piyasalarına açılmak istiyor...
İşte, “Enerji Meselesi”ne bu pencereden bakıldığında, geçenlerde gerçekleştirilen Katar Emiri Şeyh Al Thani’nin Türkiye ziyareti tesadüf değil.
Üstelik Türkiye’ye sunduğu ve Ankara’dan jet onay alan “Enerji Ortaklığı Projesi” de Katar’ın stratejisiyle büyük bir uyum içerisinde.
Katar Türkiye’den ne istiyor?
Doğalgaz rezervlerini çekilecek bir boru hattıyla önce Türkiye’ye, sonra ulaştırabileceği diğer ülkelere taşımak istiyor.
***
Türkiye, başta Rusya ve İran, hattâ Cezayir gibi ülkelerden gaz tedarik edebiliyor. Yani Katar’ın gazına ihtiyacı yok.
Evet, Türkiye 70 milyonu aşan nüfusuyla dev bir tüketici pazar, ancak bunca tedarikçi ülke varken Türkiye’ye gaz satmak için yatırım yapmak pek mantıklı gibi değil.
Ancak, Katar’ın hedef pazarı Türkiye değil. Katar, Şeyh’in de Türkiye ziyaretinde belirttiği gibi, Türkiye’nin son yıllarda attığı enerji adımlarını yakından izliyor ve Türkiye’nin Ortadoğu ve Avrasya’da artık bir enerji merkezi hâline geldiğini biliyor.
Son aylarda “Enerji Meselesi” ile ilgili olarak Türkiye merkezli önemli gelişmeler gerçekleşti. Özellikle taraf ülkeler arasında altına imza atılan “Nabucco Projesi”yle Türkiye enerji nakil hatlarının buluştuğu en önemli, hattâ nerdeyse tek ülke hâline geldi. İşte bu yüzden Katar, elindeki doğalgazı Türkiye gibi enerji nakil ülkesi üzerindeki hatları kullanarak uzun vadede Batı piyasalarına satmayı tasarlıyor.
***
Bu sadece Katar için değil, aslına bakılırsa Türkiye için büyük bir gelişme. Çünkü ilk kez boru hattı ya da enerji konusunda Türkiye’nin çevre ülkelerinden bahsetmiyoruz.
Dikkat edilirse ilk defa Türkiye komşu ülkelere giderek “şöyle bir enerji nakil hattı kuralım” demiyor.
Bu kez uzaktaki bir ülke Türkiye’ye geliyor ve Türkiye topraklarına boru hattı çekmek istediğini belirtiyor.
Bu gelişme şu anlama geliyor: Uzun bir süredir Mavi Akım, BTC ve ardından Nabucco’yla “Enerji Terminali” hâline gelmeye çalışıyordu.
Geçenlerde Rusya Başbakanı Putin Türkiye’yi ziyaret ettiğinde “Güney Akım” gündeme geldi. Bu durumda Türkiye artık bölge ve çevre ülkelerin nezdinde de “Enerji Merkezi” ülke hâline gelmekte. Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin “Enerji Meselesi”nde konumunu güçlendirdiğini gösteriyor.
Artık şöyle düşünmek gerekiyor: “Enerji Meselesi” penceresinden bakıldığında; giderek artan ziyaretler, gelişmeler ve imzalanan enerji anlaşmaları öyle gösteriyor ki, yakın gelecekte enerji konusunda Türkiye’nin kapısını çalacak olası diğer ülkeler için de önemli bir işaret fişeği niteliği taşıyor...
“Enerji Meselesi”nde Türkiye-Rusya, Türkiye-Avrupa ve Türkiye-Katar arasındaki ilişkileri ele aldık. ABD de bu meselede önemli bir yerlerde duruyor...
Gelecek yazı, geleceğin dünyasında “Enerji Meselesi”nin ne olacağı üzerine olacak.
***
Gelecekte ‘Enerji Meselesi’ nasıl olacak?
Reşat Nuri EROL
28.08.2009
Son zamanlarda “Enerji Meselesi” her gündeme geldiğinde, ona bağlı olarak “enerji bağımlılığı meselesi” de gündeme geliyor.
Ülkemiz ve pek çok dünya ülkesi, enerji konusunda enerji üreten ülkelere bağımlı; bu bağımlılıktan kurtulmanın çarelerini arıyor.
Mesela, Avrupa enerji bağımlılığı konusunda ne yapıyor?
Avrupa, doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak için “Nabucco Boru Hattı Projesi”ni devreye sokmaya çalışıyor...
Rusya da boş durmuyor; Avrupa’nın bu hamlesine “Güney Akım Boru Hattı Projesi” ile karşılık veriyor...
“Enerji Meselesi”nde bu gelişmeler olurken; Türkiye’nin hem “Nabucco Boru Hattı” hem de “Güney Akım Boru Hattı” projelerinde yer alması, yani birbirlerinin rakibi ve alternatifi gibi görünen her iki projeye de katılması ise ilginç bir durum arz ediyor...
***
“Enerji Meselesi”nde zamanla farklı gelişmelerin gerçekleşeceği düşünülebilir: Isınmada doğalgaz kullanımı devam edecek, ancak petrol yerine “yeni enerji kaynakları”nın kullanılması amacıyla teknolojik gelişmeler desteklenecek ve ekonomik alt yapı hazırlanacak. Petrol daha uzun yıllar varlığını sürdürecek, daha doğrusu tükeninceye kadar yine enerji kaynağı olmaya devam edecek. Bu arada “yeni enerji kaynakları” da devreye girecek…
Türkiye coğrafi ve stratejik konumu bakımından bütün bu “Enerji Meselesi” hesaplarının tam da orta noktasındadır ve menfaatleri yanında sorumlulukları vardır...
Rusya (eski SSCB) ve ABD, her konuda olduğu gibi “Enerji Meselesi”nde de dünya üzerindeki hükümranlıklarını bırakmıyor, petrol ve diğer enerjilere hâkimiyetlerini sürdürmek istiyorlar.
Bu mücadelenin sonunda ne olur?
Geçmişte olduğu gibi, gelecekte de ikisi anlaşmış olarak dünyanın bugünkü düzenini sürdürürler mi? Bu soruların cevabı sadece kendi hâkimiyetleri için değil, gelecekteki “dünya düzeni” için de önem arz ediyor.
***
Sömürü sermayesi beş asırdan beri dünyayı “tek sermaye devleti”ne götürme planlamasını yapmış ve adım adım insanlığı birleştirip uygarlaştırmıştır. Ne var ki her gelişme sonunda kendisini ortadan kaldırır, dünya yeni bir merhaleye gelir.
Teknolojik gelişmeler tekel sermayeye olan ihtiyacı ortada kaldırmıştır. En büyük keşif olan “kâğıt para” hakimiyeti ekonomiden almış ve siyasete devretmiş, en önemlisi tekeli önlemiştir. Artık her devlet kendisi para basabilir, her kent para basabilir, yani ekonomik güce sahip olabilir. Bu da sermaye tekelini ortadan kaldırır. Siyasi tekelin sağlanması ise hiçbir zaman mümkün olmaz.
Demokrasinin gelişmesi sonucu siyasi tekel kendiliğinden ortadan kalkmaktadır. Artık ne Rusya, ne de ABD, sömürü sermayesinin emrinde bir tekel oluşturamayacaktır. Geleceğin dünyasındaki süper güçler, insanlığa verecekleri hizmetlerle süper güç olacaklardır.
III. Bin Yıl Uygarlığı “çatışma, savaş ve sömürü uygarlığı” değil, “dostluk, barış ve hizmet uygarlığı” olacaktır. Enerji kaynakları artık bir süper güç veya güçler tarafından değil, insanlığın kuracağı “Enerji Vakfı” tarafından işletilecektir.
Enerji üretenler ürünlerini rafine ettikten sonra vakfın enerji şebekelerine pompalayacaklar, satıcılar da oradan alıp tüketicilere satacaklardır. Üretici ve tüketici halk, nakleden ise vakıf olacaktır. Bu arada rafine edilmiş petrolün ve diğer enerjilerin serbest rekabeti oluşturulabilir.
Hâsılı, enerji dağıtımı bedavadır. Şöyle ki, üretici ürününü verirken dağıtım masrafı ile verir. Verdiğinden daha az miktarda belge alır. Üretilen tüm petrol harman yapılır. Şebekeye teslim edenler senet alır. Petrol senedinin borsası oluşur. Serbest piyasa korunur. Arz ve talebe göre fiyat dengesi oluşur. Tekel merkezleri fiyat oyunlarını yapamazlar.
Alternatif enerjiler de böyle oluşur...
Sonuç ve özet olarak: Enerji üretimi ve tüketimi serbest olacaktır.
Üreticiler ürünlerini şebekeye pompalatınca belge alırlar.
Belgeyi satarak bedellerini elde ederler.
Belgeyi satın alanlar enerjiyi çekip kullanırlar.
Bu arada belgelerin serbest dolaşımı oluşur.
***
Enerji meselesi ve bor madeni
Reşat Nuri EROL
29.08.2009
Konu “Enerji Meselesi” olur da, şehir efsanesi gibi hep rivayet edildiği üzere “Türkiye’nin petrol denizi üzerinde bulunduğu” söylemi hatırlanmasa olur mu?
Olmaz!
Romanya’da var, Rusya’da var, Azerbaycan’da var, İran’da var, Irak’ta var, diğer Arap ülkelerinde var ama, Türkiye’de “petrol” yok!
Bu nasıl olabilir?
[Bu yazının yazıldığı gün, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, mayınlı arazinin de içinde yer aldığı Türkiye-Suriye sınırındaki alanda, toplam 556,3 milyon varillik petrol rezervi bulunduğunu bildirdi...]
Bu soru, bu “petrol sorusu” hep soruldu; bundan sonra da sorulacaktır…
Petrol tükeninceye veya dönemi bitinceye kadar sorulacaktır…
Sonuç olarak Türkiye’de “petrol” var, ama yok!
Peki, “petrol” yok(!) da başka bir şey var mı?
Var!
Alternatif olarak “bor madeni” var; hem de çok çok var!
Son bulunan bor rezervleri sayesinde, Türkiye’de bütün dünyaya beş bin yıl yetecek kadar “bor madeni” var.
Dünya bor madeni rezervinin yüzde 70’i Türkiye’de…
***
Türkiye’de petrole alternatif olabilecek bu kadar bol miktarda bor madeni var da; biz onu ne kadar biliyor ve ne kadar değerlendiriyoruz? Soruyu biraz daha genişleterek şöyle soralım: Bor nedir, nerelerde bulunur, ne şekilde kullanılır, ne kadar önemlidir ve Türkiye bu madeni ne kadar iyi bir şekilde değerlendirebilmektedir?
Bu ve benzeri sorular çerçevesinde bor madenini daha yakından tanıyalım.
Bor sert bir yapıya sahip, dayanıklı ve siyahımsı kahverengindeki bir madendir, doğada saf halde bulunmaz. Oksijenle birleşmiş olarak borikasit, boraks, kolemanit ve kernit gibi tuzlar halinde bulunmaktadır. Tuz haliyle bulunması nedeniyle de topraktan çıkarıldığında beyaz görülür.
Türkiye’de Balıkesir, Bursa, Kütahya ve Eskişehir’de çıkarılmaktadır.
Dünyada ise ABD, Rusya, Çin, Kazakistan, Arjantin, Bolivya, Peru ve Şili ülkelerinde bulunmaktadır. Görüldüğü üzere dünyada 9 ülkede bor madeni bulunmakta, ancak Türkiye yüzde 70’lik oran ile diğer ülkelerin tamamından daha fazla bor madeni yataklarına sahip olmaktadır.
Bor madeninin kullanıldığı çok sayıda alan vardır.
Bordan, tarım alanında bitkilere besin maddesi üretiminde, dayanıklı bina yapımında, temizlik sektöründe, ahşabın korunmasında, ısıya dayanıklı giysi üretiminde, araçlar için antifriz üretiminde, atık temizleme alanında, fotoğrafçılıkta, patlayıcı madde üretiminde, pek çok elektronik cihazda, roket yakıtı üretiminde ve kanser tedavilerinde yararlanılmaktadır.
***
“Bor madeni”nin en ilgi çekici kullanım alanı, bor ile üretilen “hücre yakıtları”dır. Hücre yakıtları, bor madeni katkısı ile üretilen yakıtlardır. Bu yakıtın ulaşım araçlarında kullanılması sayesinde petrole olan bağımlılığın azaltılması ve çevre kirliliğinin önüne geçilmesi düşünülmektedir. Bu alanda çalışmalar sürmektedir. Türkiye için bu projenin bir başka önemli yanı, bu proje sayesinde Türkiye’deki bor madenin değerinin artacağı ve Türkiye’nin bundan büyük kazanç sağlayacağı düşüncesidir.
Bor madeni 250 kadar kullanım alanı ile ekonomik açıdan çok önemli bir madendir. Bundan dolayı Türkiye’nin bor madeni konusunda düşünüp proje hazırlarken yoğunlaşacağı alan, bu kadar geniş kullanım alanına sahip olan bu madenin nasıl en iyi şekilde değerlendirilebileceği olmalıdır.
Velhasıl, bor madeni, deterjandan uzay mekiğine ve petrole alternatif olabilecek yakıt olmaya kadar, pek çok alanda kullanılabilen ve sık sık Türkiye’nin gündemini meşgul eden madendir.
Üzerine zaman zaman birçok tartışma yapılmıştır, bundan sonra da yapılacaktır.
Ancak, yine de “bor madeni” hakkında çok az şey bilinir ve bugüne kadar özellikle ülkemizde bor için yapılanlar son derece yetersizdir.
***
Enerji meselesi ve bor madeni (2)
Reşat Nuri EROL
31.08.2009
Önceki yazıda, dünya bor madeni rezervinin yüzde 70’i Türkiye’de dedik…
Peki, Türkiye bu zengin bor kaynaklarını istenilen düzeyde değerlendirmekte midir?
Türkiye’de bulunan bor madenleri 1978 yılında çıkartılan 2172 sayılı kanun kapsamında Eti Bank tasarrufuna bırakılmış. Bu tarihten itibaren de bor madeni alanındaki çalışmalar önceki yıllara göre artış göstermiş ve Eti Holding AŞ, Dünya Bor Piyasası’ndaki ikinci şirket hâline gelmiş. Birinci ise bir Amerikan şirketi olan US Borax’tır.
Ancak Eti Holding’in bor rezervi yönünden bu kadar avantajlı olmasına rağmen, bor piyasasında üstünlük gösteremediği ve mevcut pazardaki payının sadece yüzde 10 civarında olduğu öne sürülmekte. Eti Holding ise pazar payının daha yüksek olduğunu belirtirken, ihracat gelirlerinin her geçen yıl daha da arttığını iddia etmekte… (1978’de 83 milyon dolar olan bor ihracat gelirleri, sonraki yıllarda artarak 2002 yılında 186 milyon dolar, 2003 yılında 207 milyon doları, 2004 yılında 252 milyon doları olarak gerçekleşmiş.)
Oysa 2004 yılında Eti Holding ton olarak dünya bor üretiminin yüzde 33’ünü karşılarken, US Borax ise yüzde 27’sini karşılamış, ancak aynı yıl US Borax 626 milyon dolar kazanırken, Eti Holding ise sadece 252 milyon dolar gelir elde etmiş...
Bu oranlar mevcut rezervler göz önüne alındığında oldukça düşündürücü.
***
Eti Holding’in pazar payının bu kadar düşük olmasının sebepleri nelerdir?
Öncelikle Türkiye’de bor alanında yıllar yılı yeterli yatırımlar yapılmamış, bor madeninin işlenmesi ve bu şekilde satılması sağlanamamış. Pazarlama alanında yeterli girişimlerde bulunulamamış ve pazar payı arttırılamamış. Geçmiş yıllarda Türkiye bor madeni konusunda sağlıklı bir politika geliştirememiş...
Eti Holding’in bir numaralı rakibi olan US Borax asla ham bor satışı yapmamakta, bor madenini işleyip bu işlenmiş ürünleri satışa sunmakta. Oysa Eti Holding piyasaya ham bor satışı yapmakta ve bu satış politikası ile 20’ye yakın ülkede bor sanayi tesislerinin kurulmasına zemin hazırlamakta. Satılan ham borları özellikle Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya satın almakta. Yani Türkiye bor konusunda sanayileşmiş ülkelere ham madde sağlayan bir ülke konumunda. Sattığımız bor madeni bu ülkelerde işlenildikten sonra pazara sunulmakta ve Eti Holding’in ürettiği ürünlere rakip olmakta...
Ülkemizdeki madenlerin diğer ülkelere ham olarak satılması, katma değer sağlama potansiyelleri çok yüksek olan bu kaynakların israf edilmekte olduğu anlamına gelmektedir. Bu kaynakların işlenerek mamul hâle getirilmesi; istihdam, katma değer elde edilmesi, ülke ve kamu yararı açısından hayati önem taşır. Toprak altındaki rezervin büyüklüğü bir anlam ifade etmez. Önemli olan bunu çıkarmak, işlemek ve değerlendirmektir. Mesela, ABD’deki bor rezervinin az olması, bu ülkenin bor piyasasındaki ağırlığını etkilememektedir.
Bütün bunların üstüne üstlük Eti Holding’in, bugün Türk sanayicisine yeteri kadar bor madeni satmadığı veya satsa bile dünya piyasalarına sattığı fiyatın iki misline sattığı iddia edilmekte… Eti Holding ise bu iddiayı yalanlamakta ve yurt içi bor madeni satış fiyatlarının yurt dışına oranla daha uygun olduğunu belirtmekte…
***
Sonuç olarak görülmektedir ki, birçok kullanım alanı yanında, alternatif enerji kaynağı olan Türkiye bor madeni yeterince iyi şekilde değerlendirememekte...
Madenlerimiz bizim öz kaynaklarımızdır ve çağdaş teknoloji kullanılarak ülke için en iyi şekilde kullanılmaları gerekmektedir.
Bor madeninin işlenerek satılabilmesi için gereken teknoloji elde edilip iyi bir pazarlama politikası geliştirilebilir ve bu politika düzgün bir şekilde uygulanabilirse, bor Türkiye için oldukça önemli bir gelir kaynağı olacaktır.
Bunun gerçekleşmesi dua ve dileklerimizle…
***