|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri Erol resaterol@akevler.org |
ŞUBAT 2009 |
|
|
|
Davos, Ekonomi, Erdoğan ve Türkiye
Reşat Nuri EROL
03.02.2009
Tarım ekonomisinde esas olan halkın kendi ürettiklerini kendilerinin tüketmesidir. Bu ekonomi şekli ilkel ekonomidir. Sanayi ekonomisinde esas olan ise herkesin ürettiğini satması, elde ettiği satın alma gücü ile kendi ihtiyaçlarını gidermesidir.
Sanayileşme dönemi Haçlı Seferlerinden sonra bundan 500 sene önce Avrupa’nın Rönesans merhalesine girmesi ile başlamıştır. Sanayileşme dönemi başladığı andan itibaren ticareti çok iyi bilen İsrail oğulları yavaş yavaş dünya üzerinde hâkimiyeti elde etmişlerdir. Son olarak buldukları karşılıksız para ile tüm dünyaya hâkim olacak güç elde ettiler. Verdikleri boş kâğıt karşılığı aldıkları faizle çok büyük silah gücü ve ilmî güç elde ettiler. II. bin yıl uygarlığını bir tekel uygarlığı olarak ele aldılar, uygulamaya geçtiler ve zamanla zirveye kadar ulaştılar. Dünyaya hükmeden tekel sömürü sermayesi böyle oluştu.
Tekel sömürü sermayesinin emrindeki Amerika Birleşik Devletleri’nin orduları dünyanın her yerinde konuşlandırılıyor, kurban ülkeler istila edilerek dünyaya gözdağı veriliyordu. Son uygulama için Türkiye hedef alınmıştı. Önce Irak işgal edilecek bahanesiyle Türkiye ile anlaşma yapılmış, tüm Türkiye askeri birliklerle işgal edilecekti.
Sonra Türkiye İran’a saldıracak, Ortadoğu’nun en güçlü iki İslâm devletini birbirine vurdurarak sorun kolayca halledilecekti.
O dönemde Meclis’te bulunan şuurlu milletvekilleri sayesinde 1 Mart Tezkeresi geçmedi.
Türkiye istiladan kurtuldu.
Bu şuurlu milletvekillerinin hepsi bir sonraki seçimde AKP’den elendiler ama tezkere geçmemişti. Onlar böyle bir bedel ödediler.
Tezkerenin geçmemesi üzerine Alman Dışişleri Bakanı Türkiye’ye geldi ve destek verdi. Fransızlar Almanları destekledi. Rusya bunların yanında yer aldı. Çin de onlara katıldı.
Böylece beşyüz senelik yükselme dönemi sona erdi.
Dünya korkusundan o zamana kadar her yerde onları desteklerdi.
Ama Türkiye karşı çıkınca bir şey olmadı.
Türkiye’nin bu cesareti dünyaya hamle yaptırdı ve tekel sömürü sermayesinin taşeronu ABD süper güç olmaktan çıktı.
*
Davos’ta ne oldu?
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan beklenmedik bir şey yaptı, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e Davos’ta rest çekti.
Daily Telegraph gazetesinin konu ile ilgili başlığı şöyle: “Türk lider, İsrail Cumhurbaşkanı ile yaptığı tartışmadan hışımla çıktı.”
Haberde şu ifadeler var: “İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, ülkesinin son bir ayda Gazze’ye yaptığı saldırıyı hararetle savunmuş ve sesini yükseltip parmağını sallayarak, Erdoğan’a ‘her gece İstanbul’a füze atılsa ne yapacağını’ sormuştu. Yanıt vermeye çalışan Erdoğan’ın sözü kesildi. O da ‘Konuşmama izin vermediğiniz için bir daha Davos’a geleceğimi sanmıyorum’ diyerek kalktı ve konferans salonundan çıkıp gitti.”
Bir Batı gazetesinin durumu bu şekilde özetlemesi önemli...
Bir de Kur’an’a bakalım:
“Hani, “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız” diye de sizden kesin söz almıştık. Sonra bunu böylece kabul etmiştiniz. Kendiniz de buna hâlâ şahitlik etmektesiniz.
Ama siz, birbirinizi öldüren, içinizden bir kesime karşı kötülük ve zulümde yardımlaşarak; size haram olduğu halde onları yurtlarından çıkaran, size esir olarak geldiklerinde ise, fidye verip kendilerini kurtaran kimselersiniz.
Yoksa siz Kitabın (Tevrat’ın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar. De ki: “Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.”
Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.”
Bakara Sûresi’ndeki bu üç âyeti açıklamaya gerek var mı, her şey açık değil mi?
***
Davos, kocaman bir hiç!
Reşat Nuri EROL
05.02.2009
Günlerce Davos konuştuk, gidişata bakılırsa daha da konuşmaya devam edeceğiz...
Her yıl Ocak ayı sonunda gerçekleşen ve dünyanın önde gelen siyasetçileri, iş dünyasından temsilcileri, akademisyenleri, medya mensuplarını ve sivil toplum kuruluşları temsilcilerini ağırlayan Davos toplantıları bu kez 40 yılın en önemli toplantıları olarak anıldı. Çünkü bu toplantılar kapitalizmin yani küresel mali krizin dünya sistemini sarstığı bir dönemde yapıldı. Zaten bu yüzden toplantının ana teması, Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle ‘Küresel Kriz Sonrasının Dünyasını Biçimlendirmek’ olarak belirleniyor. Toplantılarda ağırlıklı olarak 2008’in son aylarında ortaya çıkan küresel finans krizi ve bununla bağlantılı konuların ele alınacağı belirtilmişti. Ekonomik, jeopolitik, teknoloji, toplum ve iş dünyası ana başlıkları altında 200 civarında toplantı düzenlendi.
Yani;
Onlara göre dünyanın geleceği Davos’ta masaya yatırıldı…
Peki, bu kadar ses getiren toplantıların sonucu ne oldu?
Davos, kocaman bir hiç!
***
Davos toplantısının sona ermesi ile ilgili küçük haberin başlığı dikkatimi çekti:
Davos, kafaları karıştırarak bitti.
Haberin özü ve özeti, küresel krizin tartışıldığı Dünya Ekonomik Forumu (WEF), küresel ekonomik sistemin yeniden inşası çağrısıyla sona erdi.
Evet, ‘küresel ekonomik sistemi yeniden inşa etmek’ ama nasıl?
Dünya Ekonomik Forumu Başkanı Klaus Schwab, zirvede, bankacılık, ekonomik düzenleme ve hükümetlerin birlikteliği için “küresel yeniden tasarım girişimi” çağrısı yapmış. Profesör Schwab, Davos’ta hemen hemen herkesin kapitalizmin tamir edilemez biçimde parçalandığı, ayar gerektirdiği konusunda hemfikir olduğunu belirtmiş.
Bir başka katılımcı da, ne yapılması gerektiğinin bilinmediğini, sadece bir şeylere ihtiyaç duyulduğunu ve buna hızla ihtiyaç duyulduğunu söylemiş. 5 gün süren zirve süresince 2 binden fazla iş dünyası temsilcisi ve politik lider, bazılarınca “kapitalizm krizi” olarak adlandırılan krizi tartışmış. Ancak tartışmaların büyük çoğunluğu sorunların çözümlerine yönelik değil, sadece sorunların tarifine yönelik geçmiş.
Yani;
Tarif, tesbit, teşhis var ama,
Çare, çözüm, tedavi ararsan, yok!
Davos’un kendine bile faydası yok;
DAVOS, KOCAMAN BİR HİÇ!
***
Davos’ta kimse ama hiç kimse, küresel ekonominin derin ve uzun bir durgunluğa gittiği tahmininin aksini ispata çalışmadı.
Davos’taki toplantıya katılan üst düzey bir para piyasası yöneticisi, “Eğer dünyanın bu yılsonunda ya da 2010 yılında köşeyi döneceğine inanıyorsanız, size köşeyi dönemeyeceğimizi söyleyebilirim, köşeyi göremiyoruz, hatta köşenin nerede olduğunu bile bilmiyoruz.” demiş.
İşte, başta başbakanımız olmak üzere, bizimkiler bu Davos’a katıldı!
Her yıl da katılmaya -her ne hikmetse- özel bir özen gösteriyorlar/dı.
Başbakan, mâlum tartışmada laf arasında ne deyiverdi?
“Bir daha Davos’a gelmem!..”
“Benim için Davos bitmiştir!..”
Allah söyletti!
Yahu;
Kendisine bile faydası olmayan vahşi kapitalizmin bu ‘bitik’ ve sözde ‘Dünya Ekonomik Forumu’na her sene bakan ve danışmanlarını toplayıp ne diye katılırsın?!.
Senin hiç işin gücün yok mu?!.
Ülkenin bir an bile başından uzaklaşılmaması gereken nice sorunları yok mu?!.
O sorunlara ‘yerli ve millî çare ve çözümler üreten’ yerli ve millî çözüm üreticileri yok mu; yok mu, yok mu?!.
***
Siz nasıl unutursunuz, nasıl?!.
Reşat Nuri EROL
06.02.2009
Sizin kendi plan ve projeleriniz yoksa;
-Başkalarının plan ve projelerine teslim olursunuz…
Sizin kendi teorik ve pratik uygulamalarınız yoksa;
-Başkalarının teorik ve pratik uygulamalarını uygularsınız…
Sizin kendi AR-GE ve araştırma çalışmalarınız yoksa;
-Başkalarının çalışmalarını kötü bir şekilde taklit eder veya uzaktan sadece gıpta ederek izlersiniz…
Sizin kendi ilmî, ekonomik, sanayi, teknoloji, bilişim, siyasi, sosyal araştırma ve çalışmalarınız yoksa;
-Başkalarının ilim, ekonomi, sanayi, teknoloji, bilişim, siyasi, sosyal araştırma ve çalışmalarına muhtaç olursunuz…
Sizin kendi ‘kriz çare ve çözümleriniz’ yoksa;
-Aslında sizinle pek de alâkası olmayan onların yani ‘kapitalizmin krizlerinde’ debelenir durursunuz…
*
Sizin kendi Millî Görüşünüz ve Adil Düzeniniz yoksa;
-Başkalarının görüş ve düzenlerine (hem de Millî Görüş gömleğinizi çıkararak ve kırk yıllık Adil Düzen çalışmalarını tamamen görmezlikten gelerek) teslim olursunuz…
Sizin kendi G-8’iniz yoksa ve Erbakan’ın D-8’ini de inkâr edercesine sahiplenmezseniz;
-Onların G-8’ine sadece uzaktan bakarsınız…
Sizin kendi IMF ve Dünya Bankası seviyesinde ekonomik kurumunuz yoksa;
-Başkalarının IMF ve Dünya Bankalarına muhtaç olursunuz…
Sizin kendi dolar veya avro seviyesinde uluslararası ölçekte değerli paranız yoksa;
-Onların dolar ve dövizlerine teslim olursunuz…
Sizin kendi BM ve NATO’nuz yoksa;
-Başkalarının BM ve NATO’suna esaret seviyesinde üye olursunuz…
*
Sizin ‘Önce Ahlâk ve Maneviyat’ idealiniz yoksa;
-Başkalarının yani Batı’nın zinayı kutsallaştıran kanunlarını aynen alırsınız!..
Sizin ‘Ağır Sanayi Hamlesi’ projeniz yoksa;
-Altı yıllık iktidarınızda ülke veya dünya çapında tek bir sanayi tesisiniz bile kurulup açılmaz…
Sizin ‘Millî Görüş ve Adil Düzene göre İNSANLIK ANAYASASI’ çalışmanız yoksa;
-İçinize aldığınız eski tüfek solculardan devşirme sözde anayasacılarla anayasa taslakları hazırlamaya çalışır ama onu da beceremezsiniz…
Sizin kendi ‘faizsiz kredileşme’ ve ‘faizsiz ekonomi’ modelleriniz ile birlikte ‘Alternatif Faizsiz Banka / Selem ve Kredileşme’ benzeri onlarca kitaplarınız yoksa;
-Başkalarının ve özellikle Batı dünyasının ‘faizli’ kredi ve borçlanma model ve kurumlarının esiri olursunuz…
Sizin kendi KİT’lerinizin misyonunu anlama, ilk kuruldukları andan itibaren ülkenin sanayileşmesine katkısını kavrama ve günümüzde çağdaş teknolojiyi ülkeye getirmek için taklit edilmesi gerektiği bilgi ve yeteneğiniz yoksa;
-Mevcut KİT’leri ‘birilerine’ adeta peşkeş çekercesine (‘özerkleştirme’ değil) ‘özelleştirme’ adı altında satarsınız…
*
Sizin kendi Davos yani ‘Dünya Ekonomik Forumu’ (WEF) veya Bilderberg benzeri toplantı yerleriniz yoksa;
-Siz ya bizzat kendiniz veya bakan ve danışmanlarınızla onların Davos’larında duvara toslar veya Bilderberg’lerinde halkımızı hiçbir zaman bilgilendirmediğiniz açık veya ‘gizli’ toplantılara katılırsınız!..
Siz Davos’ta ‘Kral Çıplak’ veya ‘Kral Katil’ demeye getirirsiniz ama; kendi Millî Görüş gömleğinizi çıkardığınızı, Adil Düzen gömleğini ise hiç giymediğinizi, ayrıca BOP eş başkanı olarak Irak’taki bir milyon kardeşimizin katledilmesine ‘eş’lik ettiğinizi, İsrail ile yapılan tüm anlaşmaları sonlandırmak bir yana, Konya’da eğitim yapan İsrail uçaklarının hâlâ eğitimlerine izin vermekle, Gazze’ye bomba yağdıran uçaklara katkıda bulunmakta olduğunuzu siz nasıl unutursunuz; nasıl, nasıl?!.
***
Büyük Oyun, Türkiye ve ABD
Reşat Nuri EROL
07.02.2009
Davos’ta ekonomik, jeopolitik, teknoloji, toplum ve iş dünyası ana başlıkları altında 200 civarında toplantı düzenlendi. Yani dünyanın geleceği Davos’ta masaya yatırıldı; bu arada elbette Türkiye’nin geleceği de...
200 toplantıdan bizi yakından ilgilendiren 2’sinin konu başlıkları önemli:
1. Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’nın ele alınacağı “Büyük Oyun Yeniden” toplantısı...
2. Ve malum “Gazze Ortadoğu Barışı İçin Model” konulu toplantı...
Toplantının biri gelip geçti, olanlar oldu. İkincisi üzerinde durulmadı.
Bugün ikincisi üzerinde durmak istiyorum, çünkü sadece ismi bile üzerinde durulmayı hak ediyor.
Bu isim, “Büyük Oyun Yeniden” ismi ve konusu, tesadüfen mi yoksa bilinçli bir seçim olarak mı seçilmiş?
Üzerinde durmaya değer.
O zaman inceleyelim bakalım…
***
Davos toplantılarının tek konusu sadece ekonomi ve ekonomik kriz değildi. Dünya çok garip bir şekilde Soğuk Savaş sonrası bir taraftan ekonomik, siyasi ve sosyal bir yeniden şekillenmeye giderken, diğer taraftan küresel mali kriz sonrası kendine yeni bir ekonomik perspektif çizmeye çalışıyor. Yani siyasi ve ekonomik krizler, hattâ toplumsal ve psikolojik krizler ve bunların doğuracağı sonuçlar tam da bu zamanlarla kesişiyor.
Ekonomik krizin çıkartıldığı ABD, özellikle Ortadoğu’da gerilemeye başlayınca, tüm enerjisini Orta Asya’ya verme kararı almış gibi görünüyor.
Buna paralel olarak Obama Ortadoğu’nun kalbini yeniden çalmaya çalışırken, Afganistan ve Pakistan’a ağırlık verme yönelişleri var.
Bütün bu gelişmeler, AB’nin oluşumunu tamamlamaya çalıştığı, Türkiye’nin bölgesel güç olarak ortaya çıktığı, İran’ın yumuşak gücünün Ortadoğu’nun kılcal damarlarına yayılmaya çalıştığı, Rusya’nın geri döndüğü ya da Çin’in kanatlandığı bir döneme denk geliyor.
Bu durum uluslararası sistem ve düzende yeni gelişmelerin işareti...
“Türkiye bu ‘Büyük Oyun’un içinde mi?” sorusu sorulabilir.
“Büyük Oyun” 19 ve 20’inci yüzyıllarda, Rus Çarlığı ile İngiliz İmparatorluğu arasında geçen, Orta Asya’da üstünlük sağlama çekişmesine verilen addı. Şimdi bu oyun ve mücadele, yani Orta Asya’da alan kapma mücadelesi yeniden dirileceğe benziyor. Bu mücadele Obama’nın “Afganistan ve Pakistan’a yoğunlaşalım” önerisiyle artık daha çabuk yaklaşırken, 19. yüzyıldaki aktörler günümüzde değişmişe benziyor. O dönemde Rusya’nın karşısında duran İngiltere’nin yerini bugün ABD alırken, Rusya’nın yerini yine Rusya’nın mı alacağı, yoksa Çin’in mi ön plana çıkacağı soru işareti. Elbette bu yeni oyunda oyuncu sayısı da artabilir. Zira 19. ve 20. yy’da “Büyük Oyun”un oyuncularından birisi de şüphesiz Osmanlı İmparatorluğu’ydu. Üstelik o mücadelede Japonya da Çin de bulunuyordu.
Ünlü stratejist George Friedman’ın “Türkiye süper güç olacak” şeklindeki iddiası belki de bu perspektiften okunabilir.
Ancak elbette bunun için Türkiye’nin enerjisini kısır çekişmelerle içinde kaybetmemek şartıyla en az 40-50 yıla ihtiyacı var; CIA raporuna göre ise en iyi tahminle 15 yıla...
***
“Büyük Oyun”da yer alacak olan Türkiye bu durumdaysa, ABD ne durumda?
George Soros, dünya mâli sisteminin çöktüğünü ve ekonomiyi kurtarmak için ABD ve diğer ülkelerin milyarlarca dolar harcamalarının bir işe yaramayacağını öne sürdü. Soros’un iddiasına göre acil önlemler alınmazsa ABD bankacılık sistemi borçların altında yok olacak... Ayrıca Avrupa para birimi euro da varlığını sonlandıracak...
Soros, ABD’nin yeni devlet başkanı Obama’yı da uyardı ve sorunların onun hayal ettiğinin çok ötesinde olduğunu belirtti. Soros’un tahminlerine göre durum 1929 yılındaki dünya ekonomik krizinden daha kötü olabilir. O, borçların daha da artacağını ve bankacılık sistemlerinin çökeceğini, bunun sonucunda ise ekonominin depresyona gireceğini öne sürdü.
Ne dersiniz, ABD bu hâliyle “Büyük Oyun”da ne kadar yer alabilecek?
***
Seçim rüşveti!
Reşat Nuri EROL
09.02.2009
Bundan önceki yerel seçimlerde İstanbul’un fakir bir beldesinde belediye başkan adayı idim. Beldenin 7 mahallesindeki yaklaşık 7 bin evi eşimle tek tek dolaştığım için belde sakinlerinin yoksulluklarını yakından görmüştüm. Seçim çalışmalarına başladığımda ilk dikkatimi çeken şey, her gün kamyonlarla halka dağıtılan ekmekler olmuştu; evet, sadece kuru ekmek dağıtılıyordu... Meseleyi araştırdım ve ekmeğin yanında yemek veya yemek malzemesi de olması gerektiğini tesbit ettim ve haftalarca halka bunu anlattım. Belediye Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu kaynaklarını kullanarak fakir belde sakinlerine her gün sadece kuru ekmek dağıtıyor, bunu belediyenin bir hizmeti gibi sunuyordu! Peki, yemek veya yemeklik malzeme neredeydi?!.
Seçime bir-iki hafta kalınca, geceleri sokaklarda seçmenlerin evlerine kolilerle gıda dağıtan kamyon ve TIR’lar dolaşmaya başladı. Kuru ekmeğin yanında verilmesi gereken yemek veya o yemeklerin malzemeleri seçime iki hafta kala ortaya çıkmış, ‘DEVLET YARDIMI’ seçmene belediyenin yardımıymış gibi ‘SEÇİM RÜŞVETİ’ olarak dağıtılıyordu…
Mevcut belediye başkanı diğer irili ufaklı belediyelerin adaylarını da seçimin son haftasında para gücüyle devre dışı bırakmıştı!
Başkan böyle bir ‘seçim oyunu’ tezgâhlamıştı ve gariban halkın çoğunun oyunu alarak yeniden seçilmişti.
AKP’li aday zengin bir iş adamıydı, o da sadece gıda dağıtarak bu oyuna engel olmaya çalıştı ama başarılı olamadı.
Ben ise ‘sadece yoksul halkı kalkındırmak için o yöreyi üretim üssü yapacak ve balık tutmayı öğretecek projelerimi anlatmış’ ve bu ‘kirli seçim yarışında’ üçüncü olabilmiştim.
Sömürü sermayesinin anlayış ve uygulamasını anımsatan seçim taktiği belliydi:
Yoksul halkı bir ekmeğe bile muhtaç olacak şekilde aç bırak, oy verme zamanı biraz yemek malzemesi (kömür) takviyesi yap ve seçimi kazan!
***
Bu yazıyı yazdığım gün, Mehmed Şevket Eygi de meseleye ‘OYLARIN SATIN ALINMASI’ başlığı altında temas etti: ‘Oyların parayla, eşya vererek veya başka menfaatler temin ederek satın alınması Türk demokrasisinin bilinen bir ayıbıdır. Bilmeyenlere şaşılır. Bu, hiç de yeni bir şey değildir. Elli yılı geçen bir zaman içinde siyasî partiler, iktidarlar: 1. Çiftçinin buğdayını devlete pahalıya aldırarak oy toplamışlardır. 2. Şeker pancarına fazla fiyat vererek oy toplamışlardır. 3. Çayda, fındıkta da böyle yapmışlardır. Partiler, iktidarlar, bol keseden vaatte bulunan vekiller bu paraları ceplerinden mi ödemişlerdir? Hayır hayır... Devletin bütçesinden vermişlerdir...’
Eygi yazısını şöyle bitirmiş: ‘Bir ülke iyi idare ediliyor mu, bu nasıl anlaşılır? Bunun birçok ölçüsü vardır. Uluslararası temizlik ve şeffaflık (saydamlık) anketlerine ve raporlarına bakarsınız. Ülkenin notu, 10 üzerinden en az 7 ise durum iyidir. Not 5’in altındaysa o ülke iyi idare edilme konusunda imtihanı kaybetmiş demektir. 2008 yılı itibarıyla Türkiye'nin temizlik ve şeffaflık notu nedir? 4’tür efendiler…’
***
Bütün bunları neden yazdım?
Bugünkü gazetelerde ve medya sitelerinde “SEÇİM RÜŞVETİ” başlıklı bir haber var. Ayrıntılar biliniyor. Kısaca özetleyeyim.
Yüksek Seçim Kurulu (YSK), Tunceli Valiliği’nin Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu kaynaklarını kullanarak fakir yurttaşlara beyaz eşya ve mobilya dağıtmasını “seçim rüşveti” olarak nitelendirdi.
YSK, oybirliğiyle aldığı kararda, bu şekilde yardım dağıtılmasının Anayasa’ya aykırılık oluşturduğunu ve yardımın seçmen oyunu etkilemeye yönelik olduğunu vurguladı.
YSK, hafta içinde Tunceli Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunulmasını da kararlaştırdı. Kararda, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu yürütücüsü vakıflar ile birlikte belediyeler de dağıttıkları yardımlar nedeniyle uyarıldı.
Kararda, özellikle kömür ve gıda yardımları nedeniyle eleştirilen belediyeler de seçmen oyunu etkileyebilecek girişimlerde bulunmamaları gerektiği konusunda uyarıldı...
Vâh benim gariban halkım vâh, vâh benim gariban seçmenim vâh!..
***
Kriz, krizler ve yapılması gerekenler
Reşat Nuri EROL
11.02.2009
Kriz var mı yok mu, kriz geldi mi gelmedi mi, kriz teğet mi geçecek delip de mi geçecek?.. Böyle diye diye günler geçiyor... Normal zamanlarda alınması gereken kriz tedbirleri alınmıyor, alınamıyor. Üstüne üstlük bir de seçim havası var, krize tedbir almak ne mümkün? Bu durumda Türkiye’nin asıl büyük krizi seçimden sonra…
Kriz ABD’de başladı. ABD’de seçim bitti.
Şimdi krize çare üretme zamanı.
Başkan Obama yeni ekibi ile göreve başladı. O da Bush gibi ‘kurtarma paketleri’ ile çözüm arıyor, 1 trilyon dolarlık yeni bir kurtarma paketi daha yolda…
Ancak, kendilerinden bir kuruluşun, Global Equity Outlook’un, 1970’den beri dünyanın karşılaştığı krizler üzerinde yaptığı araştırmaya göre, mevcut küresel krizin dip noktasına gelmesine, daha 12 ila 18 ay zaman var.
Kriz, daha da derinleşecek. Dip nokta görülmeden önce de, hisse senetleri fiyatlarında artış olmayacak.
Kriz bundan sonra, gelişmekte olan ülkelerde, gelişmiş ülkelerden daha ciddi hissedilecek. Yani, dünyanın krizi ile birlikte Türkiye’nin krizi de büyüyecek.
Citibank’ın yaptığı araştırmaya göre, sadece ABD’de, büyük şirketlerin bu yıl 518 milyar dolar ve gelecek yıl da buna ek olarak 473 milyar dolarlık finansman ihtiyaçları var. Ayrıca, finans sektörünün bu yılki ihtiyacı 1 trilyon 351 milyar dolar ve gelecek yıl için de ilave olarak 1 trilyon 206 milyar dolar olacak. Kısacası, yerel seçimlerden sonra, Türkiye’nin “ekonomik krizi” ve buna bağlı olarak da “siyasi krizi” başlayacak...
Yerel seçimlerde kullanacağınız her oy bundan dolayı çok çok önemli.
Yerel seçimlerden hemen sonra “erken seçim” gündeme gelebilir.
***
Demek ki kriz açısından bakılınca, içte ve dışta, Türkiye’de ve dünyada durum hiç de parlak değil.
Zor günler bizi bekliyor.
Dünyada kriz olsa da olmasa da bizim zaten kendi krizlerimiz vardı; AKP iktidara geldiğinde bu krizler vardı, hâlen de var olmaya devam ediyorlar.
Dört tane komalık krizimiz var, acilen tedavi edilmelidir:
1. Türkiye’de 15 milyona varan işsiz vardır, bunlara iş bulmalıyız.
Bunun için çalışana/işçiye faizsiz ve icrasız “emek kredisi” vermeliyiz. İşçiler işverenlerin yanında çalışacaklar, işverenler borçlanacaklar, sonra üretilenler satıldıkça borçlarını kapatacaklar. Bu dediğimiz altı seneden beri yapıldı mı yapılmadı mı, işsizlik sona erdi mi ermedi mi?
2. Türkiye’de aile başına düşen 100 000 dolar dış borç vardır.
Dış borcu iç borca, faizli borcu kredileşme borcuna, para borcunu mal borcuna, borcu iştirak borcuna çeviriniz. Ülkeyi boş yere sömürü sermayesinin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve diğer küresel sömürü argümanlarının kölesi olmaktan kurtarınız. Bu dediğimiz yapıldı mı, yapılmadı mı?
3. Yargımız tarafsız değil, bağımsız değil, etkin değil, saygın değil.
Hakemler sistemine geçerek yargıyı tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın hâle getiriniz. Getirildi mi?
4. Medyamız millî değil.
Dış sermayenin tekelinde ve güdümünde olan basını millî basın hâline getiriniz. Basın kooperatifleri kurunuz, yazarlar yönetici okuyucular da üye olsun dedik. Altı yıldır mevcut iktidar ne yaptı?
Bunların hiçbiri yapılmadı.
***
Ülkemiz çok partili sisteme geçmiştir ama hâlâ tevhidi tedrisat var, YÖK var, yasaklar var... Tevhidi tedrisatı tevhidi ehliyete çevirin ve tedrisatı serbest bırakınız...
Bugünlerde oda seçimleri var ama ülkemizde hâlâ tek odalar sistemi vardır, yanlıştır. Ticaret ve sanayi odaları başta olmak üzere bütün odaları meslekî dayanışma ortaklıklarına çeviriniz ve çoğaltınız.
Bizim bütün bu ve benzeri çözüm önerilerimize kulak verilmemiştir.
Şartlar müsait hâle geldiği halde ekonomik siyasi ve sosyal hastalıklar devam ediyor, komalık durum devam ediyor...
Peki, nereye kadar?
Hastalıklar her an kangrene dönüşebilir.
İmkânlar değerlendirilmezse o imkânlar sonra yük olur.
Artık söylenenlere kulak veriniz.
***
IMF’ye rest!
Reşat Nuri EROL
12.02.2009
IMF (Uluslararası Para Fonu) Birinci Başkan Yardımcısı John Lipsky, bu ayın hemen başlarında, ‘Türkiye ile anlaşma yolunda çok önemli ilerlemeler kaydedildiğini’ söylüyordu. Davos toplantılarına katılan Lipsky, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ilerlemeler çerçevesinde yakın zamanda olumlu bir sonuca ulaşacaklarını vurguluyor, bu arada ‘yağlama-yıkama’ yapmayı da ihmal etmiyordu:
Türkiye ekonomisinin önceki yıllarda gelişme kaydettiğini ifade eden Lipsky, Türkiye’nin fonun (IMF’nin) etkin bir üyesi olduğunu, bu nedenle de fondaki pozisyonunun güçlendiğini söylüyordu.
Lipsky, Davos’ta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ile IMF programı konusunda görüşmeler yapmış ve bu görüşmelerin ardından taraflara 10 günlük bir ara verildiğini bildirmişti.
IMF’deki en yetkili ağızlardan biri böyle derken, şu anda ve dolayısıyla altı yıldır görevde olan bizim yetkililerimiz ne diyor ve ne yapıyorlar?..
***
Başbakan Erdoğan, IMF ile anlaşma ve anlaşmayı imzalama konusunda altı yıldan beri il defa farklı bir şey söyledi ve dedi ki: ‘Menfaatimize olmazsa imzalamayız!’
Burada ufak bir soru soralım: -Peki, IMF ile altı yıldır yapılan anlaşma ve uygulamalar ‘menfaatimize uygun muydu’ ki hep imzaladınız?!.
Ve İstanbul’daki toplantıda Başbakan Erdoğan sözlerine şöyle devam etti: ‘IMF ile anlaşırsak anlaşırız... Anlaşmadığımız takdirde 8 milyar dolar borcumuzu öder, yolumuza kendi kaynaklarımızla yine devam ederiz. Onlar bize yeter…’
Birkaç soru sorulası şu söylenenlere dikkat eder misiniz:
-Bugün ‘borcumuzu öderiz’ diyorsunuz!
Peki, bugüne kadar neden ödemediniz?!.
‘Yolumuza kendi kaynaklarımızla devam ederiz, onlar bize yeter.’
-Böyle yapılması gerektiğini altı yıldır biz de hep söylüyor ve bu köşede yazıyoruz. Kendi kaynaklarımız bize yeter.
Ne diye borç alıyoruz?
Siz ise bu konuda ilk defa akıllıca bir laf ettiniz.
Etmesine ettiniz de, yıllardır ne diye bugün söylediklerinizin hep tersini yaptınız?!.
Sözlerinin devamında IMF’nin üye ülkelerin sıkıntılarını gidermek için var olduğunu kaydeden Başbakan Erdoğan şunları söylemiş:
‘Bu kuruluş (IMF) beni çok daha sıkıntıya sokacak bir şekilde bir sözleşme getiriyorsa, biz bunu imzalamayız. Bundan sonra yaklaşımımız budur. Ama benim bu duruşumdan rahatsız olanlar var. Türkiye sıradan bir ülke değildir. Sadece siyasi değil ekonomi olarak da...’
Ha şunları bileydiniz...
Türkiye sıradan bir ülke değil. Ama altı yıldır bunları ne diye bilmediniz veya bilemediniz ki?!.
Sakın bu söyledikleriniz seçmene yönelik söylenen ‘seçim sözleri’ olmasın...
Seçimden sonra da aynı şeyleri ‘SÖYLEMEYE’ ve hepsinden daha önemlisi, ‘SÖYLEDİKLERİNİZİ YAPMAYA’ devam edecek misiniz?..
***
Geçen yılın Kasım ayından bu yana IMF ile anlaşma tartışılıyor.
İşadamları ve bürokrasi bu borçlanmanın kaçınılmaz olduğu görüşünde.
Ama her nedense bu sefer bir türlü anlaşma sağlanmıyor.
Bir rivayete göre IMF emeklilerden vergi alınmasını istemiş, hükümet de razı olmamış.
Bilemediğimiz daha başka sebepler de vardır.
Kimi ekonomi yorumcularına göre, temel olarak IMF’nin yüzde 4, hattâ daha düşük bir büyüme oranına göre düzenlenmiş bir bütçeyi onaylamadığı sanılıyor.
Kaldı ki, IMF’nin emeklilerden vergi istemesini de kamuoyuna servis edenin hükümetin kendisi olduğu sanılıyor; ‘zordaki emekliyi koruduk’ diyecekler.
Tabii seçimlere kadar.
Bize kalırsa aslında hükümet seçimlere kadar mâli disiplin uygulamak istemiyor...
Peki, IMF’ye ümüğümüzü sıktırmasak olmaz mı?
Elbette olabilir.
Baksanıza, onlardan biri, Dünya Bankası eski Başkan Yardımcısı Nobel ödüllü Joseph Stiglitz ne diyor:
“IMF’nin uygun olmayan bir reçetesi uygulanacaksa, hiç olmasın daha iyi.”
Ha gayret!
IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayalım, rest çekelim ama dediğimizi yapalım.
***
Korkunç tehlike, çevre kirliliği
Reşat Nuri EROL
13.02.2009
Su kirlenmektedir... Hava kirlenmektedir... Toprak kirlenmektedir...
Bunlar çevre kirlilikleridir.
Ekonomi kirlenmektedir… Siyaset kirlenmektedir… Sosyal hayat kirlenmektedir…
Bunların hepsinin çözümü vardır.
Gerekli tedbirleri aldığınızda bu kirlilikler zamanla temizliğe dönüşür.
Çevre kirliliğinin dördüncüsü vardır ki onu temizlemek mümkün değildir.
Bunu şöyle ifade edelim. Kimyada öyle moleküller vardır ki ışığı sağa kırarlar, öyle moleküller de vardır ki ışığı sola kırarlar. Bir cins molekülden sağa kırılanla sola kırılan moleküller aynı kimyasal özellik gösterirler. Canlılar sol molekülü üretmedikleri için insandan evvel yalnız sağ molekülleri kullanıyorlardı. İnsanlar suni olarak karma moleküller üretmeğe başladıktan sonra canlıların bünyesine bunlar da girmeğe başladı.
İşte canlı kirliliği bünyelerinde sol molekülleri de bulundurmadır. Canlılar birbirlerinin besini oldukları için bir canlı kirlenince onun kirliliği bütün canlılara intikal eder.
Avlanır, besin olur ve intikal eder. Çürür, toprağa karışır, topraktaki molekülleri sonra köklerinden bitkiler alır ve onlar da kirlenir. Bütün canılar birbirlerinden beslendikleri için tüm canlılar kirlenmeğe başlar.
İşte bu kirlenmenin tedavisi yoktur. Kirlenen canlılarda oluşan yapı hormonlu besinleri oluşturmaktadır. İnsanlarda hastalıklar ve kanserler oluşturmaktadır.
Tehlike o kadar büyük ve korkunçtur ki, bir-iki veya üç nesil sonra tüm canlılar kirlenecek ve canlılık yok olacaktır.
***
Bu korkunç tehlikeye insanlık nasıl çare bulabilir?
Bunun için tek çare vardır.
Henüz kirlenmemiş bölgeleri sıkı bir şekilde korumamız gerekir.
1. Kirlenmemiş ve korunan temiz çevreye dışarıdan besin sokulmamalıdır. İnsanlar sadece orada üretilenleri yemeli, orada üretilenleri giymelidirler. Hayvan yemi de girmemeli, kesinlikle gübre, özellikle suni gübre girmemelidir. Organik ilaçlar girmemelidir. Suni ilaçlar kullanılmamalıdır. Hâsılı tüm organik girdiler yerli üretimden temin edilmelidir.
2. Ölen cenazeler orada gömülmemeli, hattâ her türlü insan artıkları bile oradan alınıp dışarı çıkarılmalıdır.
3. Oraya hiçbir yabancı hayvan, bitki veya tohum sokulmamalıdır. Orada yaşayanlar kesinlikle kendi doğal oluşumları içinde geçinmelidir.
4. Orada doğaya müdahale edilmemeli, doğa şartları içinde doğal besin ve giyecek üretilmelidir. İhracat yapan ama ithalat yapmayan bir çevre olmalıdır.
Buranın doğal ürünleri başka yerlerin doğal ürünleri ile takas edilebilir.
***
Kirli yerleri nasıl temizleyebiliriz?
Kirli yerleri temizlemek için oradaki tüm canlıları yakarız. Kül ve dumandan başka bir şey bırakmayız. Bu da yetmez. Bitkilerin beslendikleri humuslu toprakları en az 200 derece sıcaklığa çıkarıp ısıtırız. Bunun için çok büyük enerjiye ihtiyacımız olacaktır. Böylece korunmuş çevre dışında canlı değil, canlının kemikleri ve derileri, her türlü atıkları yok edildikten sonra, bozulmamış sol molekül almamış canlıları getiririz.
Böylece oradaki çevre kirliliğini sona erdirmiş oluruz.
Türkiye’de, mesela Artvin’in Camili köyleri gibi yörelerde henüz kirlenmemiş ve temiz kalmış yerler vardır. Ama her geçen gün maalesef oralar da kirlenmektedir. O yörenin insanları binlerce yılda oluşan oralardaki değerleri dışarıya pazarlayarak yardım aldılar, sonra elde ettiklerini de oralarda değil başka yerlerde kullandılar.
Buralardaki benzeri olmayan bâkir ve temiz tabiî çevrede maalesef çevre cinayetleri işlenmektedir.
Konu önemli, inşaallah devam edeceğim…
***
Korkunç tehlike, çevre kirliliği (2)
Reşat Nuri EROL
14.02.2009
Su, hava, toprak kirlenmekte...
Bunlar çevre kirlilikleridir.
Ekonomi, siyaset, sosyal hayat kirlenmekte…
Bunların hepsinin çözümü vardır.
Ancak ‘çevre kirliliğinin dördüncüsü vardır ki onu temizlemek mümkün değildir’ dedik ve onu izah ettik.
Türkiye’de, mesela Artvin’in Camili köyleri gibi henüz kirlenmemiş temiz ve bâkir yerleri vardır. Ama her geçen gün maalesef oralar da kirlenmektedir. Buralardaki eşsiz bâkir çevre kirlenmekte, maalesef çevre cinayetleri işlenmektedir.
Bu bâkir ve temiz yerlerdeki çevre cinayetleri nasıl işlenmektedir?
1. Halk ormanları ve çevredeki ekonomik değerleri bundan önceki yüzlerce yıl yaptığı gibi değerlendiremediği için, kullandığı besinini ve elbisesini dışarıdan almaktadır. Hâlbuki bundan elli sene öncesine kadar buralardaki köylere dışarıdan yiyecek girmez, hattâ giyecek bile girmezdi. Kendileri üretir kendileri yer, kendileri dokur kendileri giyerlerdi.
2. Halk sadece ve sadece kendi ürettiklerini tüketirdi. Yeni tarım politikalarıyla halka fındık ektirmeye başladılar. Fındığın ilacı ve gübresi oraları kirletmektedir. Ayrıca yiyeceklerin dışarıdan gelmesiyle diğer kirlilikler sürmekte ve yaygınlaşmaktadır.
3. Bölgenin kendi doğa arıları vardı. Doğal seleksiyon sonucunda en üstün Kafkas Arı Irkını oluşturuyordu. Dışarıdan suni kovanlar getirildi. İlaçlama getirildi. Böylece arı ırkı bozuluyor. Artık oranın doğa şartları ile mücadele edebilen arılar kalmamıştır.
4. Bu eşsiz güzellikteki yörenin doğal su akıntıları vardır. Arklı değirmen suları ile küçük elektrik santralleri kuracaklarına, elverişli olmayan büyük baraj ve santraller kuruluyor. Bunların işletilmesi için buraya teknik eleman geliyor. Bunların besinleri dışarıdan geliyor. İlaçları dışarıdan geliyor...
Sonuç olarak binlerce yıldır korunmuş olan bu eşsiz bölge katlediliyor.
***
Bu konular tarafımızdan Tarım Bakanlığı’na iletilmiş, Tarım Bakanlığı’na çevrenin mevcut hâliyle varlığını sürdürmesi ve korunması için projeler sunulmuştur. Oradaki bürokratlar orman köylülerine baskı yaparak ‘biz bu projeleri istemiyoruz’ dedirttiler!..
Maalesef doğa tahribine ve çevre katliamına devam edilmektedir.
Geçen Pazar günü o bölgeden insanların İstanbul’daki toplantılarına katıldık, acı acı konuşulanları ve olanları ümitsizce izledik...
Önerdiklerimizin sahtesini kurmuşlar, o eşsiz tabiatı tahrip etmeye ve belki de tamamen yok etmeye devam ediyorlar…
Bu durumda şu sonuca vardık:
Mevcut bürokrasi, iktidarla ve anlayışla bir şey yapmak mümkün değildir.
Söylediklerimizi veya projelerimizi hemen dejenere edip ülke aleyhinde kullanıyorlar.
Kurtuluş sadece ve sadece “Adil Düzen ve Adil Ekonomik Düzen” ile mümkün olacaktır. Bu durumda sadece bunları yazmak, araştırmalarımıza devam etmek ve ilgilileri uyarmak dışında yapacağımız şimdilik bir şey yoktur.
***
Kirlilik, çevre kirliliği sadece bu güzel ve eşsiz ülkemizi değil, özellikle ‘vahşi kapitalizm’ uygulaması başladığından beri bütün dünyayı ahtapot gibi sarmış durumda…
Kapitalizmin temel prensibi olan ‘bırakınız yapsınlar’ anlayışı, küresel sömürü sermayesinin acımasız ve sınırsız uygulamaları, dünyamızı bugünkü hâle getirdi…
Kriz, krizler, küresel ekonomik krizler ve ekonomik hayattaki her türlü adeta cinayete varan katliam seviyesindeki kirlilikler de aldı başını gidiyor…
Kalan temiz ve doğal çevreler korunabilir mi?..
Kirlenen çevreler yeniden temizlenebilir mi?..
Çevre dostu ekonomi ve sanayiler olabilir mi?..
Bu soruların olumlu cevapları olmalı...
***
IMF veya ‘Bu Ekonomi, Aptal!’
Reşat Nuri EROL
15.02.2009
Kimi zaman günlük olayların ve aktüalitenin cazibesine ve akışına fazlaca kapılıyoruz.
Oysa biraz daha dikkatli ve soğukkanlı olmak gerekiyor.
Arada durup geçmişte, hattâ yakın geçmişte Türkiye ve dünya ekonomisi ile ilgili tutulan notlara ve yapılan değerlendirmelere bakmak gerekiyor.
Bugünkü normal okuma ve araştırmalarımın sonucunu iki kelimeyle özetleyebilirim:
KRİZ ve IMF...
Neticede gerekli notları aldıktan sonra, yorgunluk sebebiyle çalışmalarıma ara verdim; ama bir yere kafam takılmıştı.
Tekrar başladığımda oraya yöneldim.
Başlık şöyleydi: It’s the Economy, Stupid!
Türkçesi: Bu Ekonomi, Aptal!
*
Yazılanlar iki yıl öncesine ait ama dikkat çekici:
Türkiye iktisadına dair yanlış olan, Türkiye’nin bir iktisat politikasının olmamasıdır. Türkiye’de uygulanan iktisat siyaseti, IMF’nin iktisat siyasetidir. Türkiye’de uygulanan IMF iktisat siyaseti IMF için doğru, Türkiye için ise yanlıştır. Uygulanmakta olan dalgalı kur siyaseti Türk iktisatçıların ortaya attıkları, Türkiye hükümetine tavsiye ettikleri bir siyaset değildir...
Değerlendirmenin devamı şöyle:
Dalgalı kur siyasetini Türkiye’de uygulattıran güç, IMF’dir. Türkiye’de uygulanan iktisat siyaseti, Türkiye hükümetinin kendi iktisatçılarınca, politika oluşturan birimlerinde oluşturulmuş bir siyaset değildir. Türkiye hükümetleri, Türk iktisatçıları istihdam etmiyor. Bunun yerine, Türkiye’de uygulanan iktisat siyaseti, Amerika Birleşik Devletleri başkenti olan Washington, D.C.’deki IMF memurları tarafından tasarlanıyor, oluşturuluyor ve Türkiye hükümetinin önüne konuyor. Türkiye hükümeti ise programı uyguluyor. Uygulanan IMF politikası Türkiye’yi batırıyor. 2001 Krizi, böyle oldu. IMF’nin amacı, Türkiye’nin daha çok borçlandırılması ve Türkiye’nin yabancı yatırımcılara daha çok faiz ödemesidir. 25 milyon rençberin, 5 milyon işçinin, 20 milyon işsizin refah durumu IMF’yi hiç ilgilendirmez. IMF’nin işi para babalarının para kazanmasını sağlamaktır...
*
Değerlendirmenin sadece üçte biri böyle...
Tesbitler önemli, gerekirse tekrar o değerlendirmelere döneceğim.
Şimdi bu değerlendirmenin ışığında günlük gelişmelere dönelim.
Bugün aktaracağım gelişme IMF görüşmeleri ile ilgili:
‘IMF görüşmelerinde ciddi ilerleme var!’
Bunu söyleyen, TÜSİAD’a yeniden başkan seçilen Arzuhan Doğan Yalçındağ.
Başbakan Tayyip Erdoğan ile yaptıkları görüşmede, IMF konusunun gündeme geldiğini belirterek, “Gördük ki ciddi bir ilerleme var” demiş…
İki gündür Ankara’da bulunduklarını kaydederek, dün de Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren başkanlığındaki Ekonomi Koordinasyon Kurulu toplantısı yaptıklarını ve birçok konuyu değerlendirme imkânı bulduklarını söyleyen Yalçındağ, Ankara’da ayrıca Sanayi ve Ticaret Bakanımız ve Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ı ziyaret ettik demiş.
Devamı şöyle:
“Şimdi ise sayın Başbakan’a geldik. Yine aynı şekilde, büyük ölçüde ekonomiydi gündemimiz. Neler yapılmalı? Siz sormadan söyleyeyim, IMF’yi soracaksınız. IMF konusunu da konuştuk. Gördük ki ciddi bir ilerleme var. Dolayısıyla buydu, ziyaretimiz bunları kapsadı.”
Yalçındağ, ‘Başbakan, IMF ile anlaşılamayan hususlarda bilgi verdi mi?’ sorusuna, “Evet, aydınlatıcı bir toplantıydı. Burada hepsini paylaşamam ama karşılıklı birbirimiz anlamamız açısından çok faydalı oldu” yanıtını vermiş. Bir gazetecinin, bu konudaki kaygıların giderilip giderilmediği sorusuna ise Yalçındağ şu cevabı vermiş:
“Size söylediğinden daha fazla bir şey söyleyemeyeceğim!”
Başbakan ve bakanları da söylemiyor!
***
Size aktarmak istediğim daha başka gelişmeler var ama yerim bitti.
Bugünlük bu kadarla iktifa edelim ve sonuç olarak diyelim ki:
Ne dersiniz, yazının başlığındaki gibi ‘Bu Ekonomi, Aptal!’ mı gerçekten ve buna bağlı olarak biz ‘APTAL’ yerine mi konuyoruz?!.
***
Çevre kirliliği ve kriz ekonomisi
Reşat Nuri EROL
17.02.2009
Kriz veya krizler var. Kriz teğet geçer, gelip geçer, delip de geçer, yıkıp da geçer ama bir de kalıcı olan ve geçmesi mümkün olmayan şeyler var. Geçmişte zaman zaman yazdıklarım yanında, son olarak yazdığım ‘Korkunç Tehlike, Çevre Kirliliği’ yazılarımda da ifade ettiğim üzere, bunların en önemlisi, hattâ belki de başta geleni ‘çevre kirliliği’dir.
Dünyanın dört bir tarafı vahşice kirlendi, hâlâ kirlenmeye devam ediyor…
Küresel kirlenme ve çevre katliamları korkunç boyutlarda…
Daha da önemlisi, dünya tehlikenin farkında değil!
***
Küresel ısınma ve kirlilikle mücadele politikası konusunda dünyanın kaderini etkileyecek olan toplantı Aralık 2009’da Kopenhag’da yapılacak ve özellikle ABD açısından belirleyici nitelikte olacak.
Elbette ekonomi ve çevre sorunlarıyla karşı karşıya kalan sadece ABD değil, artık bütün dünya krizde ve sıkıntıda...
Bu arada biz Türkiye olarak Avrasya coğrafyasında yer alıyoruz ve yüzyıllardan beri yüzümüzü Batı’ya döndürmüşüz, AB ve ABD başta olmak üzere Batı dünyasının peşine düşmüşüz; ama son zamanlarda Batı’nın bizzat kendisi büyük sıkıntıda, kendi ekonomik ve sosyal sorunlarıyla boğuşuyor...
Avrupa Birliği, 8 yıllık George Bush yönetiminde ABD’nin doldurmak istemediği veya dolduramadığı birçok boşluğu doldurmaya çalıştı ama dünyanın muhtaç olduğu küresel liderliği gösteremedi. ABD ve Çin’le karşılaştırıldığında dünya ekonomisindeki ağırlığı da azaldı, gidişata bakılırsa azalmaya devam edecek...
Avrupa Birliği (AB), ABD’de başlayan resesyonu ithal etti, ancak mücadelede yeterince kararlılık gösteremedi. Birliğe yeni katılan Bulgaristan ve Romanya, kesilen Rus doğalgazının yanı sıra ekonomideki ani yavaşlamanın etkisini derinden hissediyor. Diğer yeni AB üyeleri de zamanla 2000’li yılların ekonomik mucize rüyalarından uyanmaya başladılar. Batı’dan gelen yatırımların kurumasıyla yüzde 10’luk büyüme hızları sıfıra dayandı.
***
Krizlerin yaşandığı ve ekonominin yavaşladığı dönemlerde genellikle çevre politikalarından bahsedilmez.
Aksine, tüketimi artırmak ve dolayısıyla ekonomiyi canlandırmak için piyasaya para enjekte edilir, kurtarma fonları genellikle faizleri düşürür ve sadece temel ürünlerin tüketimini tetiklemez. Gerisi malum ‘kriz ekonomisi’dir.
Başkan Obama başkan olduktan sonra ABD ekonomisini canlandırmak için bazı çalışmalar başlattı ve şimdilik bir trilyon dolara yakın ilk paketi çıkarttı.
Obama bu arada çevre kirliliği konusunda da bazı çalışmalar başlatacakmış: ABD otomotiv devlerinin kurtarılma taleplerine çevre dostu üretimin şart koşulması gibi!
Bugüne kadar Avrupa Birliği ülkelerinin teşvik fonları ve emisyon sınırlarıyla yapmaya çalıştığını Obama liderliğindeki ABD bu ölüm kalım yaklaşımıyla sonuçlandıracak/mış!
Üretimi kurtarmaya gidecek fonlar çevreci olacak/mış!
Yeni teknolojiler çevre dostu olmaları kaydıyla desteklenecek/miş!
Çevre kirliliği kaygıları ancak son zamanlardaki birkaç deniz koruma alanıyla sınırlı kalmış Bush yönetimine göre, bunlar ABD için 180 derecelik bir dönüşü ifade ediyor.
Bush öncesinde çevre teknolojilerinin beşiği olan ABD, yeniden AR-GE çabalarını çevreye odaklayacak/mış...
Avrupa Birliği, Bush döneminde çevre teknolojilerinde ele geçirdiği liderliğini yeniden ABD’ye kaptırabilir.
Kimi çevreler AB’nin yasal düzenlemeler açısından büyük farkla ABD’nin önünde olduğunu vurguluyor.
Doğru olabilir ama AB’nin Aralık 2008’de geçirdiği enerji ve iklim paketini iki yıla yakın bir sürede geçirdiği ve henüz uygulamaya geçirmediği düşünülürse, Amerika bu farkı Obama’nın ilk dört yılında kapatabilir.
Çevreci teknolojilerin sahibi hangi ülke olursa olsun, Kyoto sonrasını ele alacak çevreci çözüm teknolojisinin ucuz transferini sağlamak zorunda.
Çevreci teknolojiyi geliştiren ülkenin elinde kalacak kâr çok gözükmeyebilir ama milyonlarca yılda oluşmuş dünyamızı ‘korkunç tehlike çevre kirliliği’nden kurtarmanın başka yolu da yok.
***
‘Aptal Ekonomi’de neler oldu?
Reşat Nuri EROL
18.02.2009
“IMF veya Bu Ekonomi, Aptal!” başlıklı yazım epey etkili olmuş; olumlu tepkiler geldi, ‘hissiyatımızı dile getirdin’ telefonları ve mesajları aldım. Hepsine teşekkürler…
Yazıyı yazdığım gün, IMF ile ilgili güncel gelişmeleri de içine katarak değerlendirmeler yapmış, köşemdeki yerin müsaadesi nisbetinde konu üzerinde durmuştum. Yazımın yayımlandığı gün Millî Gazete’nin aynı sayfasında konu ile ilgili iki haber vardı.
Birincisi:
Kriz, hükümetin politikalarının sonucu meydana geldi…
Dünyanın krizi IMF politikalarından…
Bunları söyleyen kim?
Benim de daha önce yapılması gerektiğini yazdığım “KRİZ MİTİNGİ” hazırlıkları için bir araya gelen Başkanlar Kurulu’nda Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu söylemiş…
İkincisi:
IMF, krizde sosyal patlamaları artıracak dayatmalarda bulunuyor…
Bu haber başlığı ve içeriğindeki ifadeler de Emekli Bir-Sen Genel Başkanı İsrafil Odabaş’a ait.
Her iki haberden de anlaşılacağı üzere, ülkedeki en geniş iki emekçi kitle olan işçiler ve emekliler uygulanmakta olan IMF merkezli ‘Aptal Ekonomi’den son derece rahatsız.
***
‘Bu Ekonomi, Aptal!’ başlığı altında yazılanların ötesinde, bu konuda derlediğim notlarım o kadar çok ki; günlerce sürecek sayfalar dolusu yazı dizisi bile olur.
Hattâ bu notlara her gün yenileri ekleniyor.
Nitekim aynı gün karşı köşede muhterem Mete Gündoğan’ın “Hangisini tercih edersiniz?” yazısı yayımlandı. Gündoğan, özetle iki sistem üzerinde durmuş, “Bâtıl Sistem” ve “Adil Sistem”i anlatmış.
Batı’dan IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla ithal edilen “Bâtıl” ya da “Aptal Sistem” ve onun alternatifi olan “Hak, Akıllı, Adil Sistem” veya Erbakan Hocamızın yıllardır anlattığı ve bütün dünyaya duyurduğu “Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen”…
‘Bu Ekonomi, Aptal!’ notlarımıza dönelim ve bugünkü bölümde ‘Neler oldu?’ konusu üzerinde duralım.
‘Neler olacak?’ konusu ise bir sonraki yazımın konusu, inşaallah…
***
Türkiye’de neler oldu?
2005 yılında Türkiye’ye 40 milyar dolar yabancı para girdi.
40 milyar Türkiye için olağanüstü. Paranın önemli bir oranı ‘sıcak para’ olarak adlandırılan paradır. Parayı sıcak para yapan şey, paranın dışından Türkiye’ye girmesi ve Hazine kâğıtlarına yatırılmasıdır. Para sahibinin amacı, hazine kâğıtlarından faiz geliri elde etmektir. Geliri belirleyen FAİZdir. Ancak para dönem başında Türkiye’ye getirildiğinden ve dönem sonunda Türkiye dışına aktarılacağından, paranın getirildiği ve paranın aktarıldığı günkü iki ayrı kur para sahibinin eline geçen geliri belirler...
Türkiye hep dış açık verdi.
Açık, bu tür para ile karşılandı. Ekonomik işler iyiydi. Ancak iyi olan şeylerin iyi olarak devam edebilmesi için Türkiye’ye para girişinin devam etmesi gerekmekteydi. Giren parada bir azalma işlerin kötüye gitmesine neden olacaktı. Bu biliniyordu. İktisatçıların ve siyasetçilerin bunu bilmesi gerekir.
Türkiye bir propaganda memleketidir.
Türkiye’de gerçek olan her şey halktan saklanabilir, sahte olan bir şeyin gerçek olduğuna inandırılabilir.
Türkiye’de uygulanan bu politika, IMF politikasıdır.
Belirtilmesi gereken, ezilen kitleden yana olduğu havasıyla hükümette olan partinin politikayı tereddütsüz benimsemesi ve uygulamasıdır.
Halktan gizlenen ise şudur:
Türkiye’de sıcak para olduğu sürece para krizi riski vardır.
Halka söylenen ise şudur:
Doğru politika izliyoruz, işler iyidir!
İzlenen politika sıcak para politikası, kur ve faiz politikanın araçları…
2006 Mayıs’ında sıcak paranın küçük bir kısmı Türkiye’den çıktı.
Bunun iki nedeni vardı.
Bir: İçerideki paranın elde ettiği gelir doyma noktasındadır.
İki: Amerikan ve Japon merkez bankalarının faiz oranlarını yeteri kadar yükseltmesi olayı. Türkiye’de kur yükselmesinden sonra alınan önlem, FAİZlerin yukarı çekilmesi oldu. Yani, sıcak para siyasetine devam…
Diğer yandan döviz kuru aynı seviyede tutulmaya çalışıldı.
Amaç, sıcak para sahiplerinin Türkiye’de para kazanmasının sağlanması.
Türkiye’de FAİZ oranı dünyanın en yükseği; yüzde 15, yüzde 20!..
***
Beyin yıkama ve çöküş; ‘Bu Ekonomi, Aptal!’
Reşat Nuri EROL
21.02.2009
Önceki yazımızda, IMF veya ‘Bu Ekonomi, Aptal!’ dedik…
Sonra, ‘Bu Ekonomi, Aptal!’ın devamını yani ekonomide neler olduğunu yazdık…
Bugün, birileri tarafından başından beri Batı’dan ithal edilen ve yedi yıldır gömleksizler tarafından maalesef sürdürülen bu aptal, bu ahmak “Bâtı/l Ekonomik Sistemi”nin uygulanması sebebiyle ülkemizde neler olduğuna ve neler olacağına bakalım…
***
Türkiye’de iktisat bilgisi üretmek ve iktisat siyaseti oluşturmanın önündeki en ciddi ve en önemli engel; seçkinlerin, aydınların, idarecilerin beyinlerinin yıkanmış olması durumudur. Beyin yıkama, bir iktidar tekniği olarak Türkiye’de etkin kullanıldı.
Bugün Türkiye’de herkes, ‘iktisadın zorunlulukları’ndan söz ediyor. İktisadın zorunluluklarından söz etmek, propaganda dünyasında yaşamak demektir. Sosyal alanda ‘zorunluluk’lardan söz etmek akıl hastalığı sayılmalıdır ve öyledir.
Batı’da iktisadın ortaya çıkışında Hıristiyanlık doktrininin söylemi kullanıldı. Söylem, açık olarak dinidir ve Türkiye’de uygulandı. Görünmez el, kaçınılmazlık kavramları gibi birçok kavram Hıristiyanlıktan ithal edilen kavramlardır. Söylem dinidir. Dünya lordlarının ve oligarklarının dayattıkları iktisat siyasetinin dini söylem kullanması uyumlu, gerekli ve anlamlı olmalıdır. Önümüzde yeni bir para krizi var. (Dikkat; bu notlar iki yıl önce yazılmış.)
Gelecek olan kriz, son yaşanan 2001 krizinden daha derin ve yaygın olacaktır.
Kriz olacaktır, çünkü Türkiye’de 40 milyar dolar sıcak paranın Türkiye dışına çıkma zamanı geldi. Bunun böyle olacağı, az çok iktisat okumuş, beyni propaganda makinelerine maruz kalmamış herkes tarafından bilinmektedir ve beklenmektedir. Yalnızca bu sıcak paradan para kazananlar ve onların köleleri, memurları propaganda yapmaya devam ediyorlar...
***
Bugün Türkiye’de tehlikeli olan, iktisatla ilgili bilgi ve politika oluşturma alanının propaganda altında olmasıdır.
Almaşıklığın imkânsızlığı olarak sunulan duruma kitle, daha önemlisi seçkinler inandırıldılar.
Buradan çıkış, bilgiye dair bir devrimle mümkündür.
Propaganda, gerçek amacın gizlenmesi ve kamuoyunun duymak istediği yalanlarla uyutulması tekniğidir. Çoğu kere sistem olarak ortaya çıkar.
Yani, bir değişik tekniklerin bir arada uyumlu çalışmasıyla.
İçinde mutlaka kurgu vardır.
Propaganda sistemi, Türkiye’de, oligarklar tarafından kuruldu, hükümetler tarafından normal bir devlet kurumu olarak etkin şekilde kullanıldı.
Millî olmayan “medya”nın kamuoyu oluşturmaya yönelik inşası ve “üniversite sistemi”nin Eylülist darbe ile dönüştürülmesi, bunun için oldu.
Kullanılan sistemin iki unsuru şudur:
I: Türklerin yaptıkları yanlıştır, Türkler ne yapacaklarını bilmezler.
II: Batı’daki her şey doğru ve güzeldir, yapılması gereken Batılıları dinlemektir.
Böylece, Türkler bilmeyen, aptal, Batı’lıları dinleyen köle konumuna rıza ile getirildiler. Türklerin yaptığı, uzun süredir, sorgulamadan, tartışmadan, ne olduğunu bilmedikleri modele uymaya çalışmaktır.
Batılı söylüyor, Türk yapıyor.
İnanarak yapıyor.
Türkiye iktisadının çıkışı, Batı yörüngesinden çıkışla mümkündür.
İlk hareket, bu olmalıdır.
Dünya sistemi içinde Türkiye’nin çıkış yapması imkânsızdır.
Mevcut gidiş yolunda Türkiye için çıkış imkânsızdır.
Ve gidişatın sonunda olacak olan Türkiye iktisadının nihai çöküşüdür...
Tesbit ve teşhis bu; tedavi ve çözüme de sadece işaret edilmiş ama mekanizma yok!
‘Bu Ekonomi, Aptal!’ı son bir yazı ile bitireceğim, inşaallah...
***
‘It’s the Economy, Stupid!’ın sonu ve sonucu
Reşat Nuri EROL
22.02.2009
IMF tarafından hazırlanan ve Türkiye’de uygulanan iktisat siyasetinden kazançlı çıkan Türkler de vardır. Hazine’ye borç veren Türkler, ithalat yapan Türkler…
Bunlar IMF ekonomi siyasetinden para kazanmaktadırlar. Bir de IMF politikaları ile iktidar olan Türkler vardır. Başka bazı küçük gruplar da IMF politikasından nemalanırlar. Türklerin büyük bir çoğunluğu ise uygulanan IMF ekonomi politikaları sonucunda gelir kaybına uğramaktadırlar.
Ancak, Türkler başlarına gelenin ne olduğu konusunda propagandanın yarattığı yanılsama altındadırlar. Uygulanan IMF ekonomi siyasetinden refah kaybedenlerin bir araya gelememesi, parti kuramaması politik bir durumdur.
Üniversitesi yok edilmiş, aydını olmayan, media’sı kontrol altındaki toplum köledir.
Türkiye’nin oligarşisi 1960’lı ve 1970’li yıllarda yaşanan sosyal olaylardan ders çıkarmış görünüyor. Eylülist darbeden bu yana Türkiye’de her şey oligarşinin istediği doğrultuda gerçekleşiyor, hâkimiyet tamdır.
Türkiye, böylece çok iyi, etkin ve kolay yönetiliyor.
Başarıyorlar...
***
“It’s the Economy, Stupid! / Bu Ekonomi, Aptal!”
Bu başlık altındaki notlar burada bitti!
IMF ağırlıklı iki değerlendirme ile bu bahsi kapatalım.
Birincisi, Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’tan. Kendisiyle yapılan uzunca bir röportajda, “IMF’ye gelecek olursak?..” sorusuna verdiği cevap aynen şöyle:
“Evet, buradan sizin aracılığınızla seslenmek istiyorum: Biz 2000 yılının başından itibaren uygulanmakta olan 17. IMF protokolünün Türkiye’nin siyasi ve ekonomik tarihinde yeni bir dönem başlattığını sekiz senedir söylüyoruz. Sayın Başbakan diyor ki “IMF bizim istediğimizi yapmazsa biz IMF ile anlaşmayız!” Evet, reel politik budur. Doğrudur. IMF ile anlaşmayın, sizi küresel ve yerel egemenler IMF’nin kucağına atıyorlar. ‘Ümüğümüzü sıkıyorlar’ diyorsunuz. Doğrudur, milletin ümüğünü sıkmak istiyorlar. Milletin ümüğünü sıktırmayın!.. Size çok net söylüyorum; ‘Ya IMF programlarına devam ya da koltuktan olmak’ seçenekleri ile karşı karşıya bırakmaya çalışacaklar. Sakın bu tuzağa düşmeyin. IMF programları hem bu millete karşı kurulmuş olan bir tuzaktır, hem de bu hükümetin sonunu hazırlayan bir tuzaktır. IMF programına devam ederse bu hükümet biter, bu da siyaseten bizim işimize geliyor gibi gözükebilir; ancak, bizim için asıl olan milletin menfaatleridir. Onun için tekrar tekrar çağrıda bulunuyorum: Sayın Başbakan, IMF tuzağına sakın ha düşmeyiniz!.. Sakın ha!..”
***
Bir de hükümetten bir örnek verelim.
İlgili haberin başlığı şöyle: AB ve IMF, Türk çiftçisi üretmesin istiyor!
Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, kendisiyle yapılan röportajda, “AB ve IMF, çiftçiye üretim desteği vermemizi istemiyor” demiş ve şöyle devam etmiş: AB bütçesinin yüzde 60-70'i tarımdır. O da 50 milyar avro civarındadır. AB ‘Niye çiftçiye para veriyorsun?’ demiyor. Şunu söylüyor; diyor ki, “Vereceğiniz desteğin üretim ile bir ilişkisi olmasın, yani üretimi arttırıcı bir destek verme” diyor, o şekilde verme. Mesela nedir üretimi artırıcı destek? Sen tarlaya gübreyi çok verirsen verimin artar, üretimin artar. Diyor ki; “Gübre desteği verme. Üretim ile ilişkili desteğin oranı, toplam desteğin yüzde 10’unu geçemez. Adama açıktan para ver.” Hani bizde vardı ya, doğrudan gelir desteği, tarla parası. İşte o tarla parası Avrupalı’nın, AB’nin ve IMF’nin önerisi. “Sen” diyor “Üretimi artırma, sen çok verimlikle uğraşma, senin çiftçin fakirse ona para ver, gitsin kendine buzdolabı alsın” diyor. “Sen istediğin kadar çiftçiye açıktan para ver” diyor...
Yani; AB, ABD ve IMF hepimizi resmen “aptal ve ahmak” yerine koyuyor...
Ne demişler?
“It’s the Economy, Stupid! / Bu Ekonomi, Aptal!”
***
Faiz politikalarında neler olacak?
Reşat Nuri EROL
23.02.2009
Türkiye faizde dünya lideriydi…
Son faiz indirimi ile dünya üçüncülüğüne düştü!..
Ve ‘faizsiz ekonomi’ olduğunu iyi bilen AKP altı yıldır iktidarda!..
‘Alternatif Faizsiz Banka ve Kredileşme’ olduğunu bilen AKP hâlâ iktidarda!..
Faiz ile ilgili gelişmelerdeki detayları hatırlayalım. Merkez Bankası, son 1,5 puanlık indirimle birlikte, son dört ayda faizde 5,25 puan indirim yapmış oldu. Faiz düzeyinde uzun zamandan beri dünya lideri olan Türkiye, son faiz indirim hamleleriyle bu liderliğini İzlanda ve Mısır’a kaptırdı, dünya üçüncülüğüne geriledi. Merkez Bankası Para Politikası Kurulu yaptığı son 1,5 puanlık indirimiyle gecelik faiz oranı yüzde 11,5’e çekildi. Böylece Ekim ayından bu yana yapılan toplam indirim 5,25 puana ulaşmış oldu. Küresel kriz sebebiyle dünyada ilk iflas eden ülke İzlanda’nın Ekim ayında faiz oranını yüzde 12’den yüzde 18’e çıkarmasıyla Türkiye dünya ikinciliğine inmişti. Merkez Bankası’nın son faiz indirimiyle Türkiye’de geçerli gecelik faiz, Brezilya’nın yüzde 12,75’lik oranının da altına inmiş oldu. Son duruma göre gecelik faizlerin düzeyinde Türkiye’yi yüzde 10,5’le Mısır ve Güney Afrika, yüzde 9,5’le Macaristan, yüzde 5,5’le Hindistan, yüzde 5,31’le Çin izliyor...
ABD ve Japonya faizleri sıfırlarken, bizden bu kadar!
Demek ki, istenince yine de bir şeyler yapılabiliyormuş.
Yapılmasına yapılıyor da, acaba bundan sonra ne/ler olacak?
***
TCMB Para Politikası Kurulu’nun bundan sonra neler yapacağına bakmak ve neler olacağını bilmek için, -maalesef- güya ‘hükümetten bağımsız’ ama aslında pek çok yönüyle ‘dışa bağımlı’ olan Merkez Bankası’nın para ve faiz politikaları ile ilgili olarak dış yorumlara bakmamız gerekiyor.
Faizlerin 150 baz puan indirmesini değerlendiren Goldman Sachs, TCMB’nin enflasyon tahminlerine yönelik aşağı yönlü riskleri görmeye devam ettiğini ve önden yüklemeli faiz indirimlerine devam edeceği sinyali verdiğini; faiz indirimlerine Mart’ta 100 ve Nisan’da 50 baz puan ile devam etmesini ve yıl ortasına kadar faizi yüzde 10 seviyesine çekmesini bekliyor...
Batı’dan bir ‘görüş’ daha verelim.
JP Morgan, bir senaryo çiziyor ve bu senaryo çerçevesinde TCMB’nin faiz indirimlerine Mart ayında 100 ve Nisan ayında 50 baz puan ile devam etmesini ve politika faizini yüzde 10 seviyesine çekmesini beklediğini vurguluyor.
JP Morgan, yüzde 10 faiz seviyesinden sonra TCMB’nin faiz indirimlerine ara vereceğini ve yapılmış indirimlerin etkilerini izleyeceğini, 2009’un geri kalanında başka faiz indirimi olmayacağını tahmin ediyor. JP Morgan, bu arada iki hatırlatmada bulunmuş.
Birincisi: 2010 yılında ise enflasyonda yükseliş yaşanması hâlinde faiz artırımına gidilmesinin mümkün olduğunu belirtmeyi ihmal etmemiş.
İkincisi: Bu ortamda IMF programına ihtiyacın daha yüksek olduğunu vurgulamış!
Batılılar böyle diyorsa, Batı’ya bağlı ve bağımlı AKP yani hükümet ve TCMB de ‘faiz politikaları’ konusunda öyle yapacaktır demektir.
***
Faiz indirimi medyaya düştükten sonra, haber şu başlıklarla duyuruldu:
Merkez’den bir sürpriz daha… / Türkiye, faizde dünyada 3. sıraya indi… / Merkez’den 1,50’lik faiz indirimi geldi… / Merkez yine şaşırttı, faiz yüzde 11,5’e indi…
Millî olmayan medya, haber başlıklarında bile faiz meselesine böyle bakıyor...
Millî Görüşe dayalı bizim ‘faiz politikaları’ ile ilgili anlayışımız ise biliniyor:
Faizsiz ekonomi veya hiç olmazsa sıfır faiz, yani faizsiz Adil Ekonomik Düzen…
Bir gün ‘faizsiz ekonomi’ mutlaka olacak, çünkü başka çare ve çözüm yok, yok, yok.
Hayırlısıyla, son faiz indirimini de bu yolda atılan bir adım olarak değerlendiriyoruz.
***
Aydın Doğan’ı kurtarma komplosu:
Hallederiz efendim!
Reşat Nuri EROL
24.02.2009
Haberin başlığı şöyle: Ankara’yı sallayan müthiş komplo teorisi!
Haberdeki soru şöyle: Doğan Yayın Holding’e kesilen 862 milyon liralık vergi cezasıyla başlayan sürecin altında müthiş bir “koparma/kurtarma” operasyonu olduğu iddiası, Ankara’yı karıştırmış durumda; 862 Milyonluk Ceza, Doğan’ın Adamlarının Doğan’ı Koparma (Kurtarma) Oyunu mu?
Bir de ilginç ayrıntı: İhbar mektubu Doğan grubundan! Maliye’nin, Doğan Yayın Holding’e kestiği 862 milyon TL’lik cezadaki sürecin, Doğan Grubu’nun içinden gelen bir ihbar mektubu sonucu başladığı öğrenildi...
Doğan Grubu’na tebliğ edilen vergi cezasının, Maliye Bakanlığı Gelirler Kontrolörleri tarafından 9 aylık inceleme sonucunda kesildiği ve incelemenin de grubun içinden gelen ihbar mektupları ile başladığı ortaya çıktı. Maliye Bakanlığı Kontrolörleri, yaptıkları incelemeleri sırasında, ‘muhasebe hilesi, yanıltıcı belge ve örtülü sermaye transferi’ suçlarının işlendiğini belgeleriyle saptadığı ve bu belgeleri de tutanakla grup yöneticilerine imzalattığı belirlendi. Kontrolörler, hisse satışı ile yaptıkları incelemelerde, hisse satışı konusunda muhasebe hilesi yapıldığını tespit etti. Yine incelemelerde yanıltıcı belge kullanıldığı, ayrıca örtülü sermaye transferi yapıldığı belirlendi. Denetim elemanları şirketlerin defterlerinde de ‘usulsüzlüklerle’ ilgili önemli bilgi ve belgelere ulaştı. Kontrolörler, işi sağlama almak için, defterlerdeki tespit edilen tüm usulsüzlüklerle ilgili ‘tutanak’ hazırlayarak bu tutanakları da şirket sorumlularına imzalattı. Ayrıca raporun yazım aşamasında, şirket temsilcilerinin tespit edilen usulsüzlükler konusunda ‘ifadesi’ alındı ve ifadeler de raporda aynen yer aldı. Raporun iddia edildiği gibi ‘yorumla’ değil tespit edilen belgelerle ‘yazıldığı’ bildirildi. Doğan Yayın Holding’e kesilen 862 milyon TL’lik cezanın vergi aslına geçmiş yıllar dikkate alınarak faiz işletilecek. Uzmanlar, rakamın 1 milyar TL’yi geçeceğini tahmin ediyor…
Cafesiyaset’in Maliye çevrelerinden ve ‘rakamlardan anlayan’ siyasilerden derlediği bilgilere göre, söz konusu ceza ile başlayan süreç, müthiş gelişmelere gebe olacak gibi görünüyormuş. Ankara’da konuyla ilgili yorum yapan uzmanların ortak görüşü, Doğan Yayın Holding’e kesilen cezadan Maliye Bakanı Unakıtan’ın mutlaka bilgi sahibi olduğu yönünde... Böyle büyük bir gruba, bu miktarda ceza kesilmesiyle ilgili Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a da mutlaka bilgi verilmesi gerektiği de uzmanların ortak görüşü. Ancak Başbakan’ın detaylı olarak bilgilendirilmemiş olması da olasılık dâhilinde.
Şimdi gelelim, Ankara’yı sallamaya başlayan müthiş KOMPLO teorisine: Söz konusu astronomik ceza, Doğan’a yakın bazı isimlerin de işin içinde olduğu bir tezgâh olarak nitelendiriliyor. Doğan’ın gazetelerinden birinde mâli konularda yazılar yazan bir isim ile onunla birlikte hareket eden eski bir SPK Başkanı’nın kesilecek cezadan çok önceden haberdar oldukları iddia ediliyor. Söz konusu isimler, Maliye üst yöneticilerinden bazılarıyla da oldukça yakın ilişkiler içerisinde bulunuyor. Maliye incelemesi doğal sürecinde ilerlerken, son aşamada işin içine bazı hariçten hesaplar karışıyor. Doğan’ın hisse devriyle ilgili bazı hatalı uygulamaları tespit ediliyor. Ancak, bu hisse satışında KDV ödenmeyeceği yönündeki KDV Yasası’ndaki açık hükme ve yoruma dayalı vergilendirme yapılamayacağına ilişkin uygulamalara karşın, bu gerekçelerle Doğan’a ceza kesiliyor. Yani yapılan inceleme ve uygulama doğru seyrederken, sonuçta kesilen ceza yani uygulamada açık veriliyor. İsminin açıklanmasını istemeyen Maliye uzmanları, daha önce de Doğan Holding’in POAŞ’ta karşı karşıya kaldığı ceza olayında devreye girerek Doğan’ı büyük bir badireden kurtaran söz konusu yazarın, bir kez daha Doğan’ın karşısına kurtarıcı olarak çıkmayı planladığına işaret ediyorlar. Uzmanlar, POAŞ olayında verdiği hizmet karşılığında, Aydın Doğan’dan tam 10 Milyon Dolar danışmanlık ücreti alan yazarın, “Bunu da hallederiz efendim. Danıştay’dan çeviririz. Merak etmeyin!” diyerek yeniden sahneye çıkacağını iddia ediyorlar.
***
Aydın Doğan, AKP’li belediyeler ve üzülenler…
Reşat Nuri EROL
Aydın Doğan’ı kurtarma komplosunu dün yazdım.
Bugünkü Aydın Doğan konusuna, Ahmet Hakan’ın yazdıklarıyla başlayalım:
Cuma günü Aydın Bey aradı... / Dedi ki: / “Fehmi Koru beni aramış... Eresin Otel’de fasıl yapacaklarmış... Sen de davetliymişsin... Beraber gidelim mi?” / Cevap verdim: “Tabii Aydın Bey... Gideriz...”
Bu girişten sonra, burada özetleyeceğim detayları anlatıyor:
“Bakalım bizim eski mahallenin aylık popüler eğlencesi nasıl bir hal almış” diye düşündüm ve akşamı beklemeye başladım... / Manzarayı görünce az kalsın küçük dilimi yutacaktım... / Nasıl yutmayayım?.. / Tophane’deki hayli mütevazı bir kıraathanede başlattığı “düşük profilli” fasıl eğlencesi gitmiş... / Yerine beş yıldızlı otelde, hiçbir masraftan kaçılmamış, yemekli, hattâ isteyene ALKOL ikram edilen, ünlü sanatçıların da teşrif ettikleri dört başı mamur ve şatafatlı bir eğlence gelmiş... / İşin şekli değişmiş: / Şık masalarda yemek... İsteyene ŞARAP... / Aydın Doğan gecenin hem “onur konuğu”, hem de “ilgi odağı” idi... / Aydın Bey gayet mutlu ve mesut görünüyordu...
Ahmet Hakan, ‘Geceden notlar’ bölümünde 13 madde yazmış, benim sadece 5 tanesi dikkatimi çekti: BİR: Gecede “Maliye”, “Vergi”, “Haksızlık”, “Doğan Yayın Holding” gibi sözcüklerin hiçbiri geçmedi... İKİ: Gecenin keyfini en fazla çıkaran ismi Aydın Doğan oldu... ALTI: Benim oturduğum masada Nazlı Ilıcak ve Aydın Doğan ŞARAP içmeyi tercih etti... Diğer masalardaki alkol durumu saptanamadı... SEKİZ: Gecenin en sempatik ismi Beyoğlu BELEDİYE Başkanı (AKP) Ahmet Misbah Demircan idi... Demircan, bir sonraki “fasıl gecesi”nin sponsorluğuna talip oldu... DOKUZ: Gecenin sponsoru Fatih BELEDİYE Başkanı (AKP) Mustafa Demir, seçim kampanyasının etkisindeydi...
***
ALKOLLÜ, ŞARAPLI, AKP’li Fatih BELEDİYE Başkanı’nın sponsorluğundaki fasıl gecesinde kimler vardı? Ahmet Hakan üşenmemiş, hepsini tek tek yazmış. İlginç isimler var. Merak edenler o yazıyı okuyabilir. Fehmi Koru (Taha Kıvanç), “Bir faslın ardından…” başlıklı yazısında, ‘herkes gelse 50’yi ancak bulan bir kitle...’ diyor.
Ahmet Hakan’ın yazısıyla aynı gün, bir haber sitesinde (cafesiyaset) Ahmet Gemici’nin, Doğan Grubu ve AKP’li Belediyeler ile ilgili uzun bir yorumu vardı.
‘Doğan Grubu ile sıkı fıkı belediyeler’ başlıklı detaylı yorumun özü şöyle:
DOĞAN GRUBU, hükümete yüklendikçe, AKP’li BELEDİYELERDEN daha çok iş alıyor. SİGORTADAN MATBAAYA, AKARYAKITTAN DANIŞMANLIK HİZMETLERİNE kadar her türlü hizmet DOĞAN GRUBU’ndan alınıyor...
***
Aynı gün Fehmi Koru da Yeni Şafak’taki köşesinde, “Üzüldüm” başlıklı bir yazı yazmış ve özetle demiş ki: “Rakiplerinin düştüğü kötü durumdan, çektikleri ızdıraptan keyif duyanlar vardır. Biz onlardan değiliz... / Doğan Medya Grubu’nun (DMG) Maliye Bakanlığı müfettişleri tarafından incelenen işlemleri yüzünden ‘vergi kaçakçılığı’ iddiasıyla cezalandırılmasına sevinmemizi herhalde bekleyenler vardır; hayır sevinmedik. Yargıçca da uygun bulunduğu takdirde 1 milyar TL’yi rahatlıkla aşabilecek müthiş ceza, DMG’yi ‘ülkenin en büyük medya grubu’ olmaktan çıkarabilecektir... / Emin olmanızı istediğim şey şu: DMG’nin başına gelenlere asla ve asla sevinmiyorum...”
Evet, Fehmi Koru sevinmemiş, hattâ yazısının başlığından ve detayından da anlaşılacağı üzere, üzülmüş… Taha Kıvanç (Fehmi Koru), “Bir faslın ardından…” başlıklı yazısını şöyle sonlandırmış: “Kendisini uğurlarken, “Bir dahakini bizim orada yapalım” demiş Aydın (Doğan) Bey; “Oh be yahu, sırtımdaki ağırlıkları bir geceliğine unuttum” dedikten sonra... / Ben şimdiden bildireyim dedim, olursa duyarsınız nasıl olsa...”
Aydın Doğan…
AKP’li belediyeler…
POAŞ’a kesilen cezanın affedilmesi?!.
Yeni 1 milyarlık ceza?!.
Üzülenler…
Ve sonuç:
Bence, siz dünkü “Aydın Doğan’ı kurtarma komplosu: Hallederiz efendim!” yazımı okumadıysanız, okuyuverin efendim!..
***
IMF sömürü düzeni ve AKP
Reşat Nuri EROL
26.02.2009
Saadet Partisi’nde gerçekten de ‘fark var’ ve bu fark giderek her kesimden fark ediliyor. Bugün ele alacağım IMF meselesine Saadet penceresinden bakıldığında nasıl göründüğünü, millî olmayan medyadan biri, Fatih Çekirge’nin tesbiti ile gireceğim. Çekirge diyor ki: Önceki hafta Cüneyt Ülsever çok ilginç bir yorum yaptı... Özetle dedi ki: Numan Kurtulmuş Saadet Partisi’nin başına geçtikten sonra Başbakan Erdoğan’ın kimyası bozuldu... Çekirge devam ediyor: Merak ettim... Önceki gün Numan Kurtulmuş’la uzun bir yemek yedim... Gerçekten de Erdoğan’ın kimyasını bozacak bir kişi mi? Böyle bir derinlik ya da vizyon var mı? Her şeyi sordum. O da büyük bir açık yüreklilikle her şeyi anlattı...
Oy bölme meselesi, sınıf yaratma, Harun-Karun, yardım konusu, AB meselesi ve IMF’yi konuşmuşlar. Gerçekten de, ana meselelere bakışta, AKP dâhil diğer bütün partiler ile Saadet Partisi arasında ‘FARK VAR’ dedirtecek görüşleri, Bizzat SP Genel Başkanı söylemiş. Ben buraya Numan Kurtulmuş’un sadece IMF için dediklerini alacağım:
“Başbakan şimdi bizden çekindiği için IMF ile anlaşmıyor. Çünkü zaten ülkeyi ve ekonomisini yıllarca IMF ile yönettiler. Şimdi anlaşma imzalarsa gelecek eleştiriyi biliyor. Seçimden sonra imzalayacak...”
İşte IMF meselesinin özü ve özeti bu kadar! Ben de Numan Kurtulmuş’la aynı kanaatteyim. Seçimden sonra imzalayacaklar...
IMF sömürü düzeni meselesinin detaylarına gelinirse, aşağıda anlatayım.
***
İnsanlık beş bin yıldır tarım dönemi uygarlığını yaşıyor. Tarım döneminde toprak sahibi askerlerle din adamları aristokrat sınıf oluştururlar. Halk çalışır ve yaşar, aristokratlar da yönetir. Bu dönemde toprak sahibi olmayan göçebe kavimler halktan da aşağı bir sınıf oluştururlar ve bunlar ticaretle geçinirler. İşte bu dönemde çobancılıkla geçinen İsrail oğulları ekonomik bakımdan en aşağı sınıf oluşturmakta idiler.
Haçlı Seferleri ile Avrupa’da kasaba ve kentler oluştu, buralarda ticaret önem ve değer kazanmaya başladı. Böylece İsrail oğulları ticareti iyi bilenler olarak yavaş yavaş halk sınıfını geçmekle kalmayarak aristokratik sınıfa girmeye çalıştılar. Beşyüz senelik Avrupa tarihi, tüccar İsrail oğulları ile asker ve kiliseden oluşmuş Avrupa aristokrasisi arasındaki mücadele ile geçmiş, günümüzde İsrail oğulları tüm ekonomiyi ellerine geçirmiştir. Siyonistleştikleri dönemde keşfettikleri karşılıksız kâğıt para ile tüm dünyada yalnız ekonomiyi değil; aynı zamanda siyaseti/yönetimi, ilmi ve dini de hâkimiyetleri altına almış, dünyayı dinsizleştirmeyi yani ateizmi ana siyaset kabul etmişlerdir.
IMF ise işte bu sömürgeci Siyonist gücün dünyayı tek paraya götürme tuzağıdır.
Millî Görüş Lideri Erbakan Hoca, kırk yıldır dünyaya bunu anlatıyor…
***
Siyonistleşen küresel sömürü sermayesi veya bu gücü yöneten 200 ailelik İsrail oğulları, bu hükümranlık oyununu gerçekleştirmek için neler yapıyorlar?
Dünyaya karşılığı olmayan boyalı kâğıdı (doları) kredi veya borç olarak vermekte, bu yolla devletlerin merkez bankalarına hakim olmaktadır. Ülkelerin ulusal paralarını küresel sömürü tekel sermayesine ait olan ABD Merkez Bankası’na (FED) endeksleyip entegre ederek dünyaya ve dünya ekonomisine hakim kılmaktadır. Ulusal paralar dolara kote edilmekte, karşılıksız paranın sahibi olarak dünya hâkimiyetini sürdürmeyi istemektedir.
Borçlandırılmış devletler o küresel sömürü sermayesinin dediğinden başka bir iş yapmamaktadır. Bunu borç vererek sağlamaktadır. Boyalı kâğıtla elde ettiği güç ile bağımsız hareket etmek isteyen ulusal bankaların devletlerinin başına bombalar yağdıracağı tehdidinde bulunmakta, IMF’den ayrılmayı siyaseten de imkânsız hâle getirmektedir.
AKP ve Başbakan, altı yıldır ülkemizi işte bu IMF sömürü düzeninde yönetti. Şimdi de güya ‘ümüğümüzü sıktırmam’ veya ‘imzalamam’ diyor ama kim inanır?!.
***
IMF sömürü düzeni sona eriyor…
Reşat Nuri EROL
27.02.2009
IMF sömürü düzeninin nasıl kurulduğunu, dünyayı nasıl sömürdüğünü, AKP iktidarı ile altı yıldır işbirliği yaparak ülkemizin ümüğünün nasıl sıkıldığını, dün anlattım.
Ne var ki, Türkiye’deki AKP iktidarı ile birlikte dünyadaki tekel sömürü sermayesinin ve onunla birlikte IMF sömürü düzenin gücü sona ermektedir...
Sömürü sermayesinin aleyhine olan gelişmeleri kısaca hatırlayalım:
- Sömürü sermayesinin Ukrayna’da, Gürcistan’da, Kırgızistan’da uyguladığı spekülatör Soros formülü tutmamış, dünya siyasetine hakim olamamıştır. Türkiye’de giriştiği benzer Danıştay saldırısı denemesi de tam bir fiyasko olmuş, başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
- Sermayenin Kuzey Kore, Afganistan, Irak denemeleri sonuç vermemiş; özellikle Türkiye’de geçmeyen tezkere (1 Mart Tezkeresi) ile bu hareketinde izole edilmiş, silah gücü ile Türkiye’ye bir şey yapamamış, böylece ABD süper güç olmaktan çıkmıştır.
- ABD’de Başkan Clinton’un Beyaz Saray’da Müslümanlara verdiği iftar yemeği ile başlayan süreçte sömürü sermayesi yenilmiş, son seçimde de ABD’nin başına Müslüman çocuğu bir zenci başkan olmuştur. Böylece ABD de sömürü sermayesinin girdabı dışına çıkmaya, özellikle halk uyanmaya başlamıştır.
- Dünyada gelişen haberleşme, iletişim, ulaşım ve her türlü teknolojiler sayesinde devletler hâkimiyet altına alınsalar bile, o ülkelerin halkı alınamamakta ve insanlık sömürü sermayesine karşı açtığı savaşta adım adım kurtuluşa doğru ilerlemektedir...
***
Türkiye tezkereyi geçirmeyerek sömürü sermayesine çektiği rest ve vurduğu darbenin ardından, şimdi de IMF ile ilişkisini tamamen keserek ikinci hamleyi yapma durumundadır.
AKP iktidarından yani Millî Görüş gömleğini çıkaranlardan böyle bir şeyi beklemek hayalcilik olur. Ama bu iktidarın da sonu gelecektir; nitekim gelmeye başlamıştır…
‘FARK VAR, SAADET VAR’ diyen Millî Görüş’ün partisi Saadet Partisi iktidara geldiğinde, ülkemizdeki IMF sömürü düzeni sona erecektir…
İşte o zaman apaçık görülecektir ki, küresel sömürü sermayesi ve onun taşeronu ABD Türkiye’ye bir şey yapmayacak, yapamayacaktır.
Bu bağımsız davranış sonunda Türkiye krizden bir ay içinde çıkabilecektir.
Bu gelişme bütün dünyaya örnek olacak, tüm dünya ülkeleri zamanla ulusal ekonomilere sahip olacak, ulusal ve uluslararası ekonomiler istikrara kavuşacaktır.
Türkiye’nin öncülük edeceği bu gelişmeden sonra, Yahudiler de faizli sistemden vazgeçerek uluslararası ticarette serbest rekabet içinde güç sahibi olmaya devam edeceklerdir. Ticareti onlar iyi biliyorlar. Sömürmemek ve tekel oluşturmamak şartıyla, bu bilgi ve becerilerinden yararlanmaya insanlık elbette devam edecek ve İsrail oğulları yine varlıklarını sürdüreceklerdir. Ancak, ABD’deki 200 Yahudi ailenin sömürü düzeni sona erecektir…
***
Seçim arifesinde IMF ile hükümet arasındaki görüşmeler tıkandı gibi görünüyor.
Hükümet güya ümüğümüzü sıktırmayacak, IMF ile anlaşmaya imza atmayacak!
Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Seçim günleri bittikten, seçim atmosferi sona erdikten sonra, yani seçimden sonra hükümet IMF anlaşmasını imzalayacak…
AKP iktidarı, -yukarıda anlattığım üzere- bütün dünyada gücünü yitirmekte olan küresel sömürü sermayesinin en önemli kurumlarından olan IMF ile seçimden sonra anlaşmaya imza atacak; ama bu imza onun sonunun başlangıcı olacak.
Malum olduğu üzere, AKP altı yıldır ‘iktidar’ ama ‘muktedir’ değil.
Zulüm düzeni devam ediyor. Türkiye’nin temel sorunlarının tamamı çözümsüz duruyor, çare ve çözüm bekliyor…
AKP altı yıldır ülkeyi IMF sömürü ve zulüm düzeni ile yönetti.
Hâlbuki zulüm ile abad olunmaz, olunamaz.
Zulüm ile abad olmak isteyenlerin hem dünyası, hem de ebedi hayatları berbat olur.
Unutulmasın, tekrar hatırlansın; “Adil Ekonomik Düzen” var…
***
Borçlar, darbeler ve 28 Şubat
Reşat Nuri EROL
28.02.2009
İstanbul Grubu aylık toplantılarımızın sonuncusunu geçen Çarşamba günü Kartal’da, Kartal Belediye Başkanı Arif Dağlar’ın ev sahipliğinde yaptık. Katılım yine geniş ve güzeldi.
Refah Partisi başta olmak üzere, eski Millî Görüş partilerinin İstanbul yöneticileri “İstanbul Grubu” adı altında ayda bir de olsa bir araya geliyor, hasret gideriyor ve o ayın önemli gelişmelerini değerlendirip istişare ediyor…
Şubat ayındayız...
Bundan dolayı toplantıda ana gündem 28 Şubat oldu. Bendeniz dahil dört arkadaşımızdan 28 Şubat hakkında değerlendirme yapmamız istendi. Biz de öyle yaptık, 28 Şubat ile ilgili görüşlerimizi beyan ettik. İlk konuşmacı söz aldı, konuşmaya başladı, önemli değerlendirmeler yaptı. Ben hemen o arkadaşımdan sonra konuşacağımdan, bir taraftan onu dinliyor, diğer taraftan meseleye nereden başlayıp bitireceğimi ve en anlaşılır şekilde nasıl bağlayacağımı düşünüyordum…
28 Şubat meselenin elbette çok yönlü pek çok detayları var. Biz de zamanın müsaadesi nisbetinde o detaylar üzerinde durduk. Ben o akşam konuştuklarımın sadece bir bölümünü ve bir yönünü yazacağım.
***
Önce, sırasıyla 1960, 1971 darbelerini düşündüm ve arkadaşlara özetledim…
12 Eylül 1980 ihtilâli olduğunda Millî Selâmet Partisi İzmir Merkez İlçe Başkanı görevinde bulunuyordum ve çok etkilenmiştim. Nitekim bu ihtilâl sonrasındaki çok yönlü olumsuz gelişmelerden dolayı bir yıl sonra ülke dışına çıkmak zorunda kalmış ve tam yedi yıl ülkemden uzak yaşamıştım…
28 Şubat 1997 müdahalesi ise; Refah Partisi olarak, Erbakan Hocamızın önderliğinde İstanbul ve Türkiye çapında “Adil Düzen” projesi olarak yürüttüğümüz çalışmalara darbe vurmuştu…
Evet, yaşımız itibariyle çocukluk ve ilk gençlik çağımıza denk gelen ilk iki darbe…
Sonra, güya demokrasi ve çok partili sistemle yönetildiği söylenen bir ülkede, MSP ve RP yöneticisi olarak İzmir ve İstanbul parti teşkilatlarında bizzat yaşanmış iki darbe daha!..
Her iki müdahale de bu iki partimizin, MSP ve RP’nin sonunu getirdi!
12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri biz Millî Görüşçüleri doğrudan vurmuştu...
***
Bütün bu müdahalelerin, bu darbelerin bir de evveliyatı vardı.
Koca Osmanlı İmparatorluğu da, batırılmak üzere bir taraftan ‘BORÇ’ batağına sürüklenirken, diğer taraftan altı asırlık çınarı çökerten en önemli argümanlardan biri özellikle İttihat ve Terakki ile gerçekleştirilen ‘DARBELER’ olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu ‘BORÇ’ batağına sürüklendikten sonra, ‘DARBELER’ ile yıkılabildiyse, Türkiye Cumhuriyeti de aynı yöntemle çökertilip yıkılamaz mıydı? İsviçre’de, 1897 yılındaki Yahudi Kongresi’nde alınan karar uygulanamaz mıydı?
Evet, uygulanabilir ve Osmanlı İmparatorluğu yıkılabilirdi… Nitekim yıkıldı!
Aynı şekilde, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en başarılı hükümeti olan Refahyol Hükümeti böyle yıkıldı, en başarılı Başbakan Erbakan iktidardan böyle düşürüldü…
Demek ki, ibret alınmaz ve gereği yapılmazsa, oluyor ve tarih tekerrür ediyormuş! Şimdilik devlet yıkılmasa bile, ülke tarihimizin en başarılı hükümeti yıkılabiliyormuş.
28 Şubat sonrasında ülkenin yaşadığı travmayı bilmem hatırlatmama gerek var mı?
Evet, bu darbeler sonucunda devletimiz yıkılmadı ama zayıflatıldı; devletimiz yıkılmadı ama her seferinde biz Millî Görüşçülerin de içinde bulunduğu hükümetler yıkıldı, partilerimiz kapatıldı. 28 Şubat’ın bu seneki sene-i devriyesinde, 28 Şubat öncesi ve sonrasındaki dönemlerde yaşananları bu vesileyle bir kere daha hatırlama, bu arada tarihin yeniden tekerrür etmemesi için gerekli tedbirleri alma zamanıdır. Vesselâm…
TAZİYE: İstanbul Grubu Üyemiz Kerim Aytekin’in Muhterem Babası Fahri Aytekin, Tahsin Dindar’ın Muhtereme Validesi Elmas Dindar’ın vefatını teessürle öğrendim. Merhumlara Allah’tan rahmet, kardeşlerime sabırlar dilerim...
***