RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
Süleyman Karagülle
3158 Okunma
RAD 41-43

***

RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 19

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا نَأْتِي الْأَرْضَ نَنْقُصُهَا مِنْ أَطْرَافِهَا وَاللَّهُ يَحْكُمُ لَا مُعَقِّبَ لِحُكْمِهِ وَهُوَ سَرِيعُ الْحِسَابِ(41) وَقَدْ مَكَرَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلِلَّهِ الْمَكْرُ جَمِيعًا يَعْلَمُ مَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ وَسَيَعْلَمُ الْكُفَّارُ لِمَنْ عُقْبَى الدَّارِ(42) وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَسْتَ مُرْسَلًا قُلْ كَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَمَنْ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ(43)

 

  أَوَلَمْ يَرَوْا (EaVaLaM YaRaV)  “Re’yetmediler mi?”

Kur’an’da; “Elem Tera, Eraeyte, Elem Yerav” kelimeleri geçmektedir.

Biz Kur’an’ı, Kur’an bize şimdi nazil olduğunu kabul ederek yorumluyoruz.

Kur’an’da 20 yerde “Elem Yerav” geçmektedir.

Re’yetmediler mi, görmediler mi?” demektedir.

Bu âyetler en çok asrımıza hitap etmektedir. Zira müsbet ilimle bunlar bugün ortaya çıktı; yani bunları çağımız gördü. Bundan öncekiler görmemişlerdi. Bundan sonrakiler de yeniden görmeyecekler. Bizim görmemizle göreceklerdir.

Bu âyetin mânâsını anlamamız için kâinatın oluşumunu gözden geçirmemiz gerekmektedir. Kâinat tıpkı bir insan gibi yaratılmış ve değişik evreleri geçirerek bugünkü hâle gelmiştir. İki temel kanun kâinatı yönetmektedir. Bilinçli varlıklar onu evrimleştirmektedir. Evrimi sağlayan varlıklar melekler, cinler, ruhlar ve insanlardır. Bunların bilinçli çalışması ile evrim olmaktadır. Gerçi canlıların hepsinde bilinç yoktur ama canlıların oluşturulması bilinçliler tarafından olmuştur. Bu birinci kanun evrim kanunudur.

Diğer taraftan kâinat baştan büyük enerji potansiyeli ile yaratılmıştır. Kâinat her gün çökmekte, bozulmakta, kâinatın yararlı enerjisi tükenmektedir. Bir taraftan uzay büyümekte, diğer taraftan ise madde sıkışmakta, toparlanmaktadır. Arz dediğimiz şey ne uzaya dağılmış soğuk alan, ne de güneşte sıkışmış büyük gaz yığınıdır; daha da sıkışmış hâli, o da karadeliklerdir. Karadelikler güneşten de sıcaktır. O kadar sıcaktır ki oradan ışık da çıkmamaktadır.

Şimdi ne oluyor?

Kâinat büyüyor, ışık etrafa yayılıyor ve kayboluyor. Kâinat soğuyor. Cisimler de birbirini çeke çeke küçülüyor ve kara deliğe dalıyor.

Hâsılı, hayat orta yerdedir. Ama orta yerler ilk dönemlerde oluşmuştur. Artık orta yerler ya ışık olup uzaya uçmaktadır, ya da sıkışıp kara deliğe düşmektedir. Her iki hâliyle yaşama yerleri artık hep azalmaktadır. İlk dönemlerde yaşama yerleri oluşmaktaydı, o zaman kâinatın gelişme dönemiydi. Şimdi ise yaşama yerleri gittikçe azalmaktadır.

أَنَّا نَأْتِي الْأَرْضَ (EanNAv NaETı eLEaRWa)  

“Biz arza ety etmekteyiz.”

Ne’Ti’L-ERDa”yı biz geliriz veya geliyoruz veya geleceğiz diye tercüme ederiz.

Başa “ENNâ” gelmekle isim cümlesi olmuştur.

Bunu Türkçeye tercüme edersek; gelmedeyiz olur.

Bunun mânâsı nedir?

Her geliş farklıdır. Ama devamlı geliş vardır.

Bir de, biz geliyoruz, başkaları gelmiyor anlamında da olmaktadır.  

ARZ” dediğimiz zaman, çekim merkezi demektir. Bu anlamda yıldızlar da arzdır. “Sema” ise çekimi olmayan, aksine genişleyen ve ışığı kendisine çeken değil ama gelmesine izin verdiği yerdir. Sema genişlemektedir. Arz ise noksanlaşmaktadır.

Bir yere gelmek demek, onunla meşgul olmak demektir, sırası gelmek demektir. Sonra sıra sana gelecek deriz. Sıra gelmez de, sıraya bakan insanın bakma sırası gelir. Kişi gelir.

Arza gelmekteyiz. Güneşe, yere gelmekteyiz.  

نَنْقُصُهَا (NaNQuÖuHAv)  

“Onu noksanlaştırıyoruz.”

Arz noksanlaşmaktadır.

Arzın noksanlaşması ne demektir?

Arzı iki şekilde ölçebiliriz.

Biri hacmidir, biri de kitlesidir Bir başka noksan olması demek, işe yarayışlılığı olabilir. Arz hacim olarak küçülmemektedir. Arz kitle olarak da azalmamaktadır. Bugünkü ölçülerimizde bu görülmüyor.

Bununla beraber arzın merkezindeki cisimler parçalanmaktadır, yoğunlukları artmaktadır. Ancak soğuma devam ediyorsa o zaman hacmi azalmaktadır. Hacmin azalması mağma tabakasındaki basıncın azalması demektir. Bunun sonucu kara parçalarının çöküşü anlamına gelir. Böyle bir olay şimdilik tesbit edilememiştir. Yeryüzünün azalması demek bazı gazların uzaya kaçması demektir. Bugünkü ölçülerimizle böyle bir küçülme sözkonusu değildir.

Güneş için böyle bir şey söylenemez. Güneş saçtığı ışık kadar her yıl azalmaktadır. Yüzeyden küçülmektedir. Asgari kütlesi azalmaktadır. Yer de güneş etrafında dönerken sürtünmeye maruz kalmakta ve güneşe yaklaşmaktadır. Güneş ışığı da dışarıya gitmektedir. Bugün denge korunmaktadır. Yarın güneşin kitlesi azalınca arzı çekme kuvveti de azalacaktır. Yer güneşe yaklaşmak zorunda kalacaktır. Güneş gaz olduğu için dışa doğru basıncı var ama saldığı ışıkla da içe doru basınç dengede tutulur.

Demek ki güneşin bize ışık göndermesi çok pahalıya mâl olmaktadır. Çevresinde daha çok gezegenler olursa o zaman yüzey basıncı azalacaktır.

O halde şunu söyleyebiliriz; bugün her şey dengededir. Ama her şeyin dengesi bozulacak tarafa doğru gitmektedir. Bunun en açık delili entropinin büyümesi yani bozulmanın ve çökmenin devam etmesidir.

Kâinat iki temel kanuna dayanmaktadır; evrim ve çökme dengesi.

مِنْ أَطْرَافِهَا (MiN EaORAFıHAv)  

“Etrafından noksanlaşmaktadır.”

Taraf” uç demektir. “Kenar” çevre demektir. Bir doğrunun tarafı iki ucudur. Bir dairenin tarafı çemberin dışıdır. Bir kürenin tarafı küre yüzeyidir. Ne var ki küre yüzeyinin tamamına taraf denmez, bir kutbuna denir. Eğer tümü kastedilecekse o zaman çoğul kullanılır. O halde burada ifade edilen arzın çevresidir, güneşin çevresidir, galaksinin çevresidir.

Klasik müfessirlere göre yerden maksat örnek olarak Bizans’tır. Fetihlerle etraf noksanlaşıyor şeklinde mânâ vermişlerdir. Bu mânâyı bir Mekke sûresine vermek çok zordur.

Asıl düşünmemiz gereken, burada niçin bundan bahsetti? “Adil Düzen”in anlatılması sırasında neden burada bundan bahsetti? Bunun buradaki yeri nedir?

Sûrenin başından beri buraya gelinceye kadar bir evrimden bahsetmektedir. Âlemlerin Rabbi Allah’ın rab sıfatı ile III. bin yıl uygarlığını nasıl yaptırdığını anlatmıştır. Doğa kanunlarının ikincisini de zikrederek bizi doğrudan doğruya kaderle baş başa bırakmaktadır.

Bu hususu daha iyi anlayabilmemiz için buradaki “Va” harfi nereye atıf yapmaktadır; zamir kimlere gitmektedir? Bunu çözmemiz gerekmektedir. Bu atıf “Ve mine’l-ehzabi men yünkiru ba’dahu”ya gidebilir. Bu takdirde bunlar Türkiye’deki “Adil Düzen”e karşı olan mü’minlerdir. Bu ifade ile Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını, yenilmesini, yıkılmasını; bu gelişmelerin ardından yeryüzünde sosyalistlerin her tarafı istila etmesini anlatmaktadır. Gerek Hıristiyanların, gerek Müslümanların, hattâ Budistlerin ve Hinduların gerilemekte olduklarını, satvetlerini kaybettiklerini anlatmaktadır.

Cümle isim cümlesi olduğu için bu noksanlaşmayı geçmişe de teşmil edebiliriz. O zaman bu âyetin mânâsı tamamen içtimaî bir kanunu anlatmaktadır.

Nedir bu kanun?

III. bin yıl Hak uygarlığının doğması için yaşlanmış, dolayısıyla bozulmuş bulunan Müslümanlık ve Hıristiyanlığın ortadan kalkıp gerçek İslâmiyet’in ve gerçek Hıristiyanlığın gelmesi gerekir. Allah bu ortadan kaldırmayı Müslüman ve Hıristiyanlara yaptırmaz; mikroplara yaptırır. Kapitalizm ve sosyalizm mikrobu ile Allah yeryüzünü hurafelerden, dinlere giren yanlışlardan arındırmış, böylece gerçek Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın gelmesine zemin hazırlamıştır.

Bir şeftali bahçesi beş on sene verim verir, sonra yaşlanır ve artık verim vermez olur. O zaman ne yaparlar? Eski ağaçları keserler, köklerini sökerler, sonra orada yeni fidanlar dikerler. İşte bunun gibi; III. bin yıl yaklaşınca Allah yaşlanmış ve işe yaramaz hâle gelmiş yanlış din anlayışlarını söküp atmak için hep mağlubiyetleri getirmiş, 20. yüzyılın başında bu durum en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bugün tepe aşılmış, artık onların fethedecekleri yer kalmamıştır. Yani yeryüzünün tamamı kuşatılmış ve yanlış din anlayışından arındırılmıştır. Henüz tam olarak paraya tapma, silaha tapma dönemleri sona ermemiştir. Para ve silah gücünü ellerinde bulunduranlar yeryüzünün fethine devam etmektedirler.

Kitabı verilenlere hitap ediyor ve diyor ki: Hani siz Kur’an’a inanıyordunuz, İncil’e inanıyordunuz? Nerede sizin zaferiniz? Hani Allah nurunu tamamlayacaktı?

Bugünkü perişan hâliniz sizin “Adil Düzen”i anlamak istemeyişinizdir.

Onun için mü’minlerin yerlerinin etrafı noksanlaşmaktadır.

Sonra ne oldu?

Allah’ın vâdi yerine geldi, İslâm orduları yeryüzünü zaferle fethetmektedirler.

Sonra ne oldu?

Hıristiyan orduları yeryüzünü fethetmeye başladılar.

Bugün yeryüzünde büyük dinlerin fethetmediği bir ülke kalmamıştır. Hıristiyanlık ve Müslümanlığın girmediği yer kalmamıştır. Yeryüzü putperestlikten temizlenmiştir. Ancak insanlık hâlâ kendine gelememiştir. Hâlâ mescitlere, kiliselere, mabetlere ümit dolu kalplerle girememektedir. Hâlâ reyb içindedirler.

Neden?

Çünkü Müslümanların âlimleri ve Hıristiyanların âlimleri henüz insanlığa gerçek Kur’an’ı ve gerçek İncil’i sunamıyorlar. Bâtıl anlayışlar hâlâ devam ediyor.

Basit bir misal vereceğiz.

Kur’an’ın sonunda iki sûre vardır. Bu iki sûre, “falakın Rabbine sığınırım, nâsın Rabbine sığınırım de” diye emreder: Bunu biz büyülere şifa olarak anlamış ve asırlarca böyle okumuş, sonra bedenimize üflemişiz. Nazardan korunmak için dua yapmışız.

Bir defa bu dua değildir. Dua olsaydı Fatiha Sûresi gibi olur, “de/söyle” demezdi.

Bu sûreler tamamen insanların sıkıntılara girdikleri zaman Avrupa Birliği’ne, ABD’ye, solculara, kapitalizme, sosyalizme sığınma yerine, Rablerine sığınacaklarını karşı taraflara söylenmesini emretmektedir. Yani zihniyetleriyle “Adil Düzen”e karşı çıkan mü’minlere, kendilerine Kitab verilenlere söyle; ben falakın ve nâsın Rabbine sığınırım. Yani ben tabiî kanunlara ve sosyal kanunlara sığınırım. Ben bâtıl inançlara, zorbaların silahlarına, zenginlerin paralarına değil; Rabbin denge kanunlarına sığınırım. O kananlara göre davranır ve öylece kendimi tedavi ederim. Muskalarla değil, ilaçlarla sağlığımı korurum. Yani sûreler şirk demek olan sihri ve nazarı reddettiği halde, kitapları ona delil göstermişlerdir.

Gelin Kur’an’ı yeniden kuralları içinde ve müsbet ilmin verileri içinde yeniden anlayalım. Rabbimizden bize doğrusunu öğretmesini ve anlatmasını isteyelim. Biz iyi niyetliysek elbette O bizi hatalardan koruyacaktır.

Bütün samimi inancımla söylüyorum ki, biz Kur’an’ı doğru anlayıp uygulamaya başladığımız zaman bu saldırılar bitecek ve artık biz fethe başlayacağız. İşte o zaman bu âyetleri başka yönüyle okuyacağız. Bu sefer onların toprakları noksanlaşacaktır. Yani sarkaç gibi bir onlar fethedecek, bir siz fethedeceksiniz. Her fetih uygarlıkta yeni bir ilerleme olacaktır.

Doğudakiler fethettiği zaman yeryüzünde hukuk ve adil yönetim gelişecektir.

Batıdakiler fethettiği zaman da teknik ve ekonomi gelişecektir.

Âyetin mânâsını şimdi daha doğru anlamış bulunuyoruz. Kur’an’ın diğer âyetleri ile tam tetabuk içindedir.

وَاللَّهُ يَحْكُمُ (Va elLAHu YaXKuMu)  “Allah hükmeder.”

Evet, gece ile gündüz olması, yaz ile kış olması hep Allah’ın hükümleri ile olmaktadır.

Sömürü sermayesinin büyük zaferi ve bu dünyayı sömürmesi Allah’ın takdiri ve hükmü ile olmuştur. Eğe o sermaye olmasaydı, o tekel kurulmasaydı, insanlık bugün bu seviyelere ulaşabilir miydi? İnsan eskiden bir senede dolaşamadığı yerleri, ulaşamadığı mesafeleri şimdi bir günde alabilir miydi? Yanında imiş gibi dünyanın öbür ucundaki insanlarla telefonla konuşabilir miydi? Elektrikle geceyi gündüz gibi aydınlatabilir miydi? Bilgisayarın başında biz bunları yazabilir miydik?

Dün hüküm Allah’ındı.

Bugün de hüküm O’nun olacaktır.

Burada başka bir müjde daha vardır. O da şudur. Yeryüzünde Allah’ı insanlık temsil etmektedir. Yeryüzünün hilafeti insanlara verilmiştir. Daha önce bu görev İsrail oğullarına verilmişti. Dünyayı onlar uygarlaştırdılar: Kur’an’dan sonra ise bu görev gönüllülerin oluşturduğu mü’minlere verilmiştir.

“Allah hükmetmektedir” demek, Adil Düzen hükmedecektir demektir.

Biz “Adil Düzen”i anlatırken bu tarihî gelişmeyi anlatıyoruz. Nitekim Kur’an İsrail oğullarının büyük galibiyetten sonra tekrar mü’minlerin himayesine gireceklerini bildirmektedir. Bu himaye ve birlik, Hıristiyan ve Müslümanların birliğidir.

لَا مُعَقِّبَ لِحُكْمِهِ (LAv MuGaqQıBa Lı XuKMiHIv)  

“O’nun hükmünü takip edecek yoktur.”

Bu neye böyle oldu, niçin böyle yaptı diyecek kimse yoktur denmiş olur.

Takip etmek” kovalamak demektir, yakalamak demektir. “Ikab” ayağın arka tarafı, ökçe demektir. “Takip etmek” izlemek demektir.

Burada “hüküm” kelimesi getirilmiştir. Getirilmeseydi, Allah’ı takip eden yoktu mânâsı anlaşılırdı. Hükmünü takip eden kimse yoktur. Allah’ı teftiş eden, ne yaptığını irdeleyen kimse yoktur.

Allah bizim beynimizi var etmiş, bize kâinatı anlama melekesini vermiştir.

Birbirimizin işlerini eleştirebiliriz ama Allah’ın işlerini eleştirme yetkisi kimsede yoktur. Doğa kanunlarından yararlanıp bu kadar başarılı işler yapıyoruz. Ama doğa kanunları böyle olmasaydı da şöyle olsaydı daha iyi olurdu deme yetkimiz ve gücümüz yoktur.

Sosyal kanunlar da böyledir. Bugün insanlar İlâhi kanunları yanlış bulup onları düzeltmeye çalışıyorlar. Sonunda belalara uğruyorlar.

Günü, vakti zamanı geldiğinde, hiçbir hükmü eksik olmadan Kur’an’ın hükümlerini insanlık uygulamak zorunda kalacaktır. Geçenlerde 44 kişinin katledilmesiyle sonuçlanan Mardin olayları çok açık olarak göstermiştir ki, idam cezası olmadan sosyal düzen sağlanamaz. Güvenlik paralı askerlerle sağlanamaz. Önce öldüren öldürülmelidir. Sonra da böyle mağdurlara çok ağır diyet ödenmelidir. Öyle ki, diyet ödenen bu aşiret artık oranın hakim aşireti hâline gelmelidir. Ocakta bekçilik, bucakta koruyuculuk, ilde güvenlik nöbetleri tutulmalıdır. Böyle durumlarda havf namazları kılınmalı, mescitte kapı tarafı namaza durulmalı, silahlı olunmalıdır.

Bu olay Mardinlilerin olayı değildir. Suçun işleniş şekli göstermektedir ki bu tamamen dışarıdan tertiplenmiştir. Bunu kim veya kimler yapabilir? Bu husustaki şüpheli topluluklar için kasame yapılmalı ve onlara ağır diyet ödetilmelidir. Kimler itham edilecek?

  1. Gelinin aşireti birinci levse maruz kimselerdir.
  2. Geline daha önce talip olan var da ona verilmemişse, o da ikinci olarak levse tabi olacaktır.
  3. PKK teşkilatı bunu yapmış olabilir. PKK’ya sahip çıkan DTP de bu ithamda yerini alır.
  4. Çağdaş yaşamı destekleme derneği gibi sabıkalı dernekler vardır. Bunlar da itham edilenler arasına alınabilir.
  5. Millî İstihbarat Teşkilatı geçmişte bu işleri yapmıştır.
  6. CIA’nın böyle maceraları vardır.

İşte en az elli kişiden oluşan itham edilen kimseler soruşturmacılar tarafından soruşturmaya alınır. Fail bulunamazsa bunların hepsi ağır diyetleri öderler. Ağır diyet karşılığı 100 araba alınabilir. Demek ki bu ağır diyetin karşılığı en az bir milyon dolardır. Ölenlerin vârislerine her ölü için birer milyon ödenecektir. Katiller bulununca onlar asılacaktır. Ayrıca bu katilleri kullananlara birer milyon dolar ödettirilecektir.

Diğer aşiretlerden alınıyor, bu aşirete veriliyor.

Oradaki dengenin nasıl bu aşiretin lehine bozulacağı çok açık olarak görülür.

Siz Allah’ın hükmünü beğenmeyip sömürü sermayesinin sömürme aracı olarak kullandığı idam cezasını kaldırın bakalım; kaldırın ve neler oluyormuş görün bakalım…

Allah’ın nizamı orada uygulanmayı bekliyor, siz bilirsiniz!

Sömürü sermayesi dünyayı tek/el devlet hâline getirmek istiyor! Devletleri ortadan kaldıracak, tek devlet olarak kendisi dünyayı idare edecek! Silahlanma yasağı konacak! Kimse kendisini savunamayacak! Kendisi ise mafya teşkilatını kurup dinlemeyenleri yok edecektir! Kolay tetikçi bulabilmesi için de pek çok ülkede idam cezasını kaldırtmış; hapishaneleri de otel yapmıştır!

“Adil Düzen” iktidar olduğu zaman, yeryüzünde öldürenlerin tüm diyetlerini sömürü sermayenin mâliklerine ödetecektir. Böylece onların sömürme araçları da meşru yoldan ellerinden alınmalıdır. Bugün yeryüzündeki tüm servetin sahibi Merkez Bankalarıdır. Merkez Bankaları da Amerikan Merkez Bankası’nın birer şubesidir. Bu servet yeni servete intikal edecek ve altın para ile değerlendirilecektir. Nasıl Doğu Alman Markı, Batı Alman Markı ile eşitlendi ve böylece kimsenin hakkı kaybolmadıysa; bunun gibi bütün paralar gerçek paralara dönüşecek ve sömürü sermayesinin paraları da kendisinin olacaktır. Sosyalistlerin yaptığı gibi kimsenin parasına dokunulmayacaktır.

Ama kasamede itham edilir de mahkum olurlarsa, o paradan mağdurlara diyetlerini ödeyeceklerdir. Kimler ödeyecek? İdamın kaldırılmasını tezgahlayanlar, bilhassa bunun reklamını yapan basın patronları kasameye dahil edileceklerdir.

“Görmediler mi ki biz yeri çevresinden eksiltmekteyiz.” dedikten sonra, “Ve Allah hükmediyor.” dedi ve atıf yapmadan “O’nun hükmünü takip edecek yoktur.” dedi. O muterize cümledir. “Biz hükmederiz” demedi, “Allah hükmeder” dedi. Burada mütekellimden gayba geçti. Bunun sebebi nedir?

  1. Burada mütekellim olan bizden kasdın Allah olduğunu ifade etmiştir. Yani bu sözleri söyleyen Hazreti Muhammed değildir, Cenabı Allah’tır. Bizden kasıt Allah’tır. Bunun için Kur’an sık sık böyle iltifatlar yapmaktadır.
  2. Diğer taraftan “biz noksanlaştırıyoruz” demek suretiyle doğa kanunları, sosyal kanunlar ile yaptıklarını anlatmaktadır. Bazen peygamberlerin, bazen de filozofların galip geldiğini ifade etmektedir. Burada ise sosyal kanunlardan ve insanların da isteğine bıraktığı hükümlerden bahsetmektedir. Olması gerekenleri anlatmaktadır. Onun için udul etmiştir. Bunun hukuki mânâsı şudur. Kanunları ancak halkın temsilcisi olan ilim adamları yapar; yani ilim meclisi yapar. Yöneticilerin kanun yapma yetkisi yoktur. Bu kural İslâmiyet’te Hulefa-i Raşidin devrinden sonra uygulanmıştır. Avrupa bunu İslâmiyet’ten öğrendikten sonra, kuvvetler ayrılığı diyerek yarım yamalak uygulamaya başladı.

وَهُوَ سَرِيعُ الْحِسَابِ(41) (VaHuVa SaRIyGu eLXıSAVBı)  

“O hesabı seri olandır.”

Buradaki “Vav” ile “Allah hükmeder”deki Allah’a atıf yapılmaktadır; yani Allah hükmeder ve hesabı süratlidir.

Bugün mahkemeler soruşturma yaparlar. Uzun soruşturma, yıllarca süren soruşturma ve sonunda meseleyi karara bağlarlar. Kur’an bu soruşturmaya “hesab” demektedir. Çünkü bundan sonra her şey muhasebeye geçmiş olacaktır. Borçlar ve alacaklar belli olacaktır. İtirazlar bir nokta üzerinde olacaktır. Bir belge veya belgenin kaydında olacaktır. Kişiler diğer kayıtları göz önüne alarak karar vereceklerdir. Muhasebe hemen sonuçları vermiş olacaktır.

Âhirette de durum böyledir. İnsanların iyiliklerinin ve kötülüklerinin puanlarını yazmaktadırlar. Günah meleği cezayı fazla fazla yazar. Sevap meleği itiraz eder. Hakem melek kararını verir ve karar defterine geçer.

Bizim muhakeme sistemimiz de bu şekilde olmalıdır.

Burada melekler bir fiilin işlenip işlenmediğini tartışmazlar. Çünkü bizim bütün yaptıklarımız dört boyutlu uzayda kayıtlıdır. Asıl tartışılan sevap ve günah derecesidir.

Dünyada da olaylar soruşturmacılar tarafından tesbit edilmektedir.

Yukarıda “Ve aleynâ’l-hisab” denmiş, mütekellim sigası ile hesabın kendisine ait olduğu belirtilmiş; burada ise siga olarak “Ve huve seriu’l-hisab” denmiştir.

Bir kimse bir iş yaparken kendi içtihadı ile amel eder. Sonrasında iş yapana karışmaz. Sonrası mahkemeye aittir. Yahut kâinatın var edicisi Allah’a yani sosyal ve tabiî kanunlara aittir. İşte bu sebepledir ki hesap hem Allah’a aittir, hesabı âhirette görecektir; hem de topluluğa aittir, o da bu dünyada görülecektir, mahkemelerde görülecektir.

***

وَقَدْ مَكَرَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ

(Va QaD MaKaRa elLaÜIyNa MiN QaBLiHiM)  

“Kendilerinden öncekiler de mekretmiştir.”

Buradaki “HiM/onlar” zamiri ile kastedilenler, kendilerine kitap verilenlerin bazıları yani “Adil Düzen”e karşı olan Müslümanlar ve Hıristiyanlardır. Bunlar Allah’a, kitaplarına ve resullere inanmakta, ancak bunlar takiyye yapmaktadırlar.

Takiyye kelimesi Kur’an’da bu anlamda kullanılmamaktadır. “Mekr”dir. Bazı konularda onlardan görünerek ve sabrederek zamanı beklemektir.

Türk milleti Meşrutiyette yapılanlara sabretti; ülkeyi uçuruma götürdükleri halde sesini çıkarmadı. Birinci Cihan Savaşı’nda Meşrutiyetçiler mağlup olup devleti teslim ettikten sonra ortaya çıktı. Birinci Cihan Savaşı’ndaki gayeleri imparatorluğu ortadan kaldırıp toprakları paylaşmak idi. Allah imparatorluğun ortadan kaldırmalarına izin verdi ama Anadolu’nun bölüşülmesine izin vermedi. İmparatorluk yıkılmasaydı Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti ortaya çıkmazdı. Sonra inkılaplar oldu. Halkımız tekrar sustu, sesini çıkarmadı. Ama yirmi yedi sene sonra gerekli direnişi gösterdi. Allah inkılapçılara izin verdi. Çünkü eski bâtıl inanç ve anlayışlar gitmeliydi. Ama Türkiye’nin dinsizleşmesine izin vermedi.

28 Şubat olmasaydı şimdi AK Parti anayasa ekseriyeti ile iktidar olamazdı.

O halde mekri onlar yapıyor; Türk milleti de yapıyor. Türk milletine bu mekri Allah yaptırıyor. Yani İslâm düşmanlarına mekri yaptıran Allah, sonra onu İslâmiyet lehine çeviren de yine Allah’tır.

Kur’an’ın söylediği gibi; Yahudilerle dinsizler birleşip insanlığı dinsizliğe götürmek için 500 yıldır ittifak hâlindedirler. Ama sonunda nereye gelinmiştir. III. Bin Yıl Uygarlığı olan “Adil Düzen”e gelinmiştir.

فَلِلَّهِ الْمَكْرُ جَمِيعًا (Fa LielLAHi eLMaKRu CaMIyGan)  

“Mekrin cemisi Allah’a aittir.”

Buradaki “Fa” hükmün tanımı içindir. Yeryüzündeki bütün mekrler Allah’a aittir. İki tarafın da mekrini O yaptırmaktadır. Onlar mekr yapmasalar, o zaman beri tarafın da mekr yapmasına gerek kalmayacak; böylece değişim ve gelişme olmayacak, yerinde sayılacaktır.

Amerika’da ne oldu?

Sömürü sermayesi kuleleri yıktı. Gayesi neydi? Önce dünyayı ABD’ye düşman etmek, sonra ABD’yi dünyaya düşman etmek. Siyonizmin merkezini ABD’den alıp Avrasya’ya taşımak. Kuleler yıkılmalıydı ki korku ile Yahudiler Amerika’yı terk etsinler. Kuleler yıkılmalıydı ki Amerika Birleşik Devletleri sermayenin göçüne razı olsun. Sonu ne oldu? Barack Hüseyin Obama ortaya çıktı. Yalancının mumu yatsıya kadar yandı.

Anadolu’da dinsiz bir devlet kurmak istediler ki seksen sene sonra Anadolu’yu kolay işgal edelim. Bunun için inkılaplarla Türkleri İslâmiyet’ten vazgeçirmek istediler.

Türkler ne yaptı?

Bu inkılaplarla hem Batı’yı öğrendi, hem de İslâmiyet’ten vazgeçmedi. Anadolu’yu Müslüman olarak saflaştırmak bu mekrlerden başkası olamazdı.

Buradan şunu öğreniyoruz ki, İslâmiyet’te ülke içinde barışta takiyye yoktur, mekr yoktur. Ama savaşta ve zulümde takiyye yapılacak, mekr yapılacak ve sonunda galip gelinecektir. Dolayısıyla Lozan’da Mustafa Kemal’in yaptığı mekrler meşrudur. İstiklâl Savaşı’nda saltanata karşı yaptığı hileler meşrudur.

Osmanlı padişahları mağlup olmuştu. Kimse onlar için savaşıp onları iktidar yapmazdı; yapamazdı. Bu savaşta kazanılanı sonra masa başında vermek demek olurdu. ‘Gayemiz hilafet ve saltanatı kurtarmaktır.’ denirdi. Bu mekr idi.

Benzer şekilde Millî Görüşçüler mağlup olmuş, iktidarı terk etmişlerdi. Yerine AK Parti gelmiştir. Kimse iktidarı Millî Görüşçülere devralmadı. Millî Görüş “Adil Düzen”i bıraktı. Onun için tasfiye oldu. Ama bunu bıraktıran da Allah’tır. Beş yıllık fetret devri gelip geçmeseydi AK Parti şimdi iktidarda olamazdı. Bugün AK Parti de “Adil Düzen”e sahip çıkmıyor. Sahip çıksa, Adil Düzen olarak “Adil Düzen” olmayan bir şey ortaya çıkacaktır. O zaman biz “Adil Düzen” kelimesini bırakmak zorunda kalacaktık. Bugün ise iki parti de “Adil Düzen”den uzak duruyorlar; hakiki “Adil Düzen” kendi ismiyle ortaya çıksın diye.

Hâsılı, her şey Allah ne istiyor ve nasıl istiyorsa öyle oluyor.

Bize düşen nedir, biz ne yapmalıyız? Biz onun üzerinde durmalıyız.

يَعْلَمُ مَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ (YaGLaMu MAv TaKSiBu KulLu NaFSın)  

“Her nefis ne kesb ettiğini bilir.”

Aklımıza şu soru gelmektedir: Madem ki iki takım var; şeytan takımı ve Allah takımı var; ama her iki takımın sahibi bir, O da Allah; o halde neden şeytan takımı sorumlu oluyor?

Buna cevap olarak diyoruz ki: Şeytan takımını tercih eden kendisi bile bile tercih etmiştir. Ama bilmeden tercih etmişse sorumlu değildir.

Bu âyet bu varsayımımızı çok daha iyi açıklamaktadır. Kendilerine Kitab verilenlerden bir kısmı “Adil Düzen”in bazısına inanmamaktadır. Bunların bu inanmamaları veya takiyye yapmaları da Allah’ın takdiri ile olmaktadır.

Örnek verelim: Millî Görüşçüler “Adil Düzen”i terk eder göründüler. Böylece Refahyol iktidarı (RP-DYP koalisyonu) oluştu. Bugün AK Partililer hem Millî Görüşü hem “Adil Düzen”i terk etti. Böylece bu kadar zaman iktidarda kaldı; bundan sonra da kalabilecektir. Bu takdiri İlâhidir. Biz ise “Adil Düzen”i terk etmeyip devam ediyoruz. Adil Düzen Cemaatini oluşturmaya çalışıyoruz.

İzmir’deki Akevler de terk etti.

İstanbul’daki Akevler’de oluşturmaya çalışıyoruz.

Biz yokluklar ve sıkıntılar içinde çalışmalarımıza devam ediyoruz.

Peki, AK Partililerle biz aynı mı olacağız? Saadetlilerle biz aynı mı olacağız?

Evet, aynı olacağız. Çünkü biz bizim içtihadımızla amel ediyoruz, onlar kendi içtihatları ile amel ediyorlar. Allah onlara öyle ilham etti, bize de böyle ilham etti; bize burada görev verdi, onlara orada görev verdi. Sorumluk içtihadımıza göre amel etmemizdedir. Onlar da eğer kendi içtihatlarına göre amel etmedilerse; çıkarları için veya Allah’tan başkasından korktukları için amel ettilerse; o zaman cezalanacaklardır. Bizim için de durum aynıdır.

Yukarıdaki doğal kanunu belirtip “bütün mekrler Allah’a aittir” dedikten sonra, kimlerin cennete kimlerin cehenneme gidecekleri ise mekrlerinden dolayı değil, niyetleri ve içtihatları ile amel edip etmemeleri ile ilgilidir.

Burada iki tamim vardır.

Her nefis, her insan nerde başlar? İlkahla başlayıp mirasın taksimine kadar süren bir kesb vardır. Burada “kesb” dediğimiz zaman yapılan iş değildir. Yapılan işten elde edilen kazançtır. Yahut elde ettiği günah veya sevaptır. Herkes ne yaptığının yanında ne amaçla yaptığı ve içtihatlarına uyup uymadığı ilkesiyle sevap veya günah almaktadır. O halde Necmettin Erbakan bir şeyi yapmışsa, onu ne amaçla yapmıştır? Hak amacıyla mı, zulüm amacıyla mı? Ona göre mücazat veya mükâfat görecektir. Kenan Evren ne amaçla yapmıştır? Ülkenin selameti için mi, yoksa İslâmiyet’e olan kininden mi? Ona göre cennete veya cehenneme gidecektir. Bir defa kendi içtihadı sonucu mu yapmış, yoksa çıkarı veya korkusu nedeniyle mi yapmış, onun hesabını verecektir. Herkes, her nefis hesabını böyle verecektir. R. Tayyip Erdoğan da böyle hesap verecektir. Süleyman Karagülle de böyle hesap verecektir. Muhammed Zübeyr Erol da böyle hesap verecektir. Bu kural nefislere göre değişmeyecektir.

İkinci tamamı ise “Mâ” harfinden gelmektedir. Her ne yaparsa yapsın bilmektedir. Derecesiyle, değeriyle bilmektedir. Ona göre mükafat veya mücazatta bulunacaktır. “Mâ” gelmesi kesbedeceklerinin bilinmemesinden dolayıdır. Yoksa eğer Allah’ın bildiğini kesbedecekse, o zaman insanın iradesinin bir kıymeti kalmaz.

وَسَيَعْلَمُ الْكُفَّارُ (Va SaYaGlaMu elKufFARu)  

“Ve yakında küffar bilecekler.”

Ve” harfi ile atfetmiştir. Matuf ve matufun aleyh aynı mânâda fiildir. Allah biliyor, küffar da biliyor olsaydı, sanki onlar da Allah gibi biliyor anlamı çıkardı. Onun için burada “Se” getirerek yakında kâfirler de bileceklerdir demektedir.

Onların bilişi ile Allah’ın bilişi tamamen farklıdır.

Burada “kâfirûn” gelmemiş de “küffar” gelmiştir. Çünkü bütün kâfirler görüp bileceklerdir. Tehdit edilenler Ehli Kitap değildir; yani takiyye yapan Hıristiyan ve Müslümanlar değildir. İnzar edilenler, onların içindeki, hattâ bizim içimizdeki kâfirlerdir. Bu zaferin çok yaklaştığını ifade eder. Yakında bileceklerdir deniyor.

Biz bu sûreyi bilerek seçmedik. Allah bize bu sûreyi tefsir ettirdi. “Adil Düzen”in oluşu anlatıldı. Kur’an nâzil olduğu zaman bu olayların böyle tahlilini kim yapacaktı? Bu âyetler o zaman Cebrail tarafından Hazreti Muhammed aleyhisselâma bildirildi. Ama bu âyetlerin mânâları kıyamete kadar böyle yenilenecek ve hep taze olacaktır.

لِمَنْ عُقْبَى الدَّارِ(42) (Li MaN GuQBay elDAvRı)

“Dârın ukbası kimindir?”

Kur’an’da “” harfi ile “UKBâ” dört yerde geçmektedir. Dördü de Ra’d Sûresi’nde geçmektedir. İki yerde “Ukbâ” kelimesi vardır, ancak onlar elif harfiyle yazılmıştır. Bu sûrede geçen “ukbâ”nın ikisi “dârın ukbâsı” şeklinde geçmektedir. İkisi de iman edenlerle kâfirler için söylenmektedir. Bu kelimenin izafetle dört defa geçmesi ve dördünün de bu sûrede geçmesi, vaat edilen cennet yurdunun bu sûrede yer alması demektir.

Bu sûre tekrar tekrar okunarak mânâsı üzerinde durulmalıdır. Adn cenneti, ükülü adn olan yurt burada tasvir edilmiştir.

Bu sûrede neler anlatıldı?

a) Sulanan meyvelikler,

b) Adn cennetleri,

c) Boru şebekeleri,

d) Klimalı/seralı daireler.

Böyle yüz daireli apartmanlarda kimlerin oturacağını kâfirler ileride öğreneceklerdir.

İnsanlık dünya sömürü sermayesinin peşine takılmış ve her şeyini unutmuştur. Aile müessesesi sarsılmıştır. İnsanlar sigortalanarak evlerinde değil de huzur evlerinde ölüyorlar. Çocuklar evlerde değil de kreşlerde büyümeye başladılar. Gelinler bırakın kayınpederlerinin yanında yani aynı evde, aynı sitede veya mahallede bile oturmak istemiyorlar. Kadınların ayrı, çocukların ayrı, gençlerin ayrı, yaşlıların ayrı toplulukları oluşmaktadır.

Oysa İslâmiyet’te, İslâm düzeninde insan aile içinde doğar, yaşar ve ölür. Yaşlandığı zaman torunlarının yanında olur. Torunlar onu severler ve ona bağlanırlar. Çünkü çocukların ayrı, kadınların ayrı toplulukları yoktur. Yüz dairelik apartmanda tüm apartman halkı her yaşta ve işte aynı yerdedirler. Büyük anne ve babalar torunları için yaşarlar, torunları da büyük anne ve babalarının vârisi olarak büyürler.

Aynı şekilde herkes işçi olmuş, karnını zor doyurmakta, her gün geçim derdindedir.

Oysa İslâm düzeninde herkes sigortalıdır. Yaşamak için çalışmıyor, çalışmak için yaşıyor. Hayattan zevk aldığı kadar çalışmaktan da zevk almaktadır. İş bulamam diye bir korkusu yoktur. Sokakta yürüdüğü zaman biliyor ki ona kimse dokunamaz. Dokunsa, kanunun eli hemen onu dokunur ve onu yakalar. Ama kendisi de bir suç işlerse kurtulamayacağını kesin olarak bilmektedir.

İşte böyle bir dünyaya onlar da hasrettir; ama bunun dinsizlikle, solculukla veya kapitalizmle olamayacağını kâfirler bileceklerdir. Çünkü yerinden yönetim sistemiyle herkes kendi bucağını kuracaktır. İstediği düzende yaşama şansı tanınacaktır. Merkez asla onlara karışmayacaktır. İşte o zaman Hanya’yı ve Konya’yı öğreneceklerdir.

Sosyalistler buna itiraz ediyor, insanların şartlandırıldığını, dolayısıyla böyle sitelerin kendiliğinden oluşamayacağını ileri sürüyorlar. Şimdi insanlar sosyalizme ve kapitalizme şartlanmış durumda. “Adil Düzen”e karşı şiddetle muhalefet etmektedirler. Biz de asla zor kullanmıyoruz. İktidar olduğumuzda da kullanmayacağız. Biz zaten iktidara gelmeden önce bu cennet apartmanlarını oluşturacağız.

“Adil Düzen Sitesi” ne kadar istenen ve beklenen site olduğunu kâfirler göreceklerdir. Biz şimdi yüzer dairelik apartman yerlerini İstanbul belediyelerinden ve Anadolu belediyelerinden isteyeceğiz. İstanbul’da inşaat şirketi kurup bu sonuca varacağız. Bir ilk örnek siteyi kurduktan sonra, halk tüm evlerini bu site apartmanlarına çevirecektir.

Evet, yakında kâfirler böyle olduğunu göreceklerdir.

***

وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا (Va YaQUvLu elLaÜIyNa KaFaRUv)  

“Ve küfredenler diyor.”

Bu sûrede daha önce “küfredenler diyorlar” denmişti ve orada “bir âyet indirilmeliydi” deniyordu. Birincisinde “Sen sadece nezirsin” denmişti. İkincisinde ise “Allah istediğini idlâl eder” denmişti. Şimdi burada oraya atfederek kâfirler ikinci deyişlerini ifade ediyorlar, “Sen mürsel değilsin” diyorlar. Sûre bu deyişlerle bitmektedir.

Allah’a inanan, insan olan bir kimse düşünmeye başlar:

Beni kim yarattı? Niçin yarattı? Benden ne istiyor? Nereye gideceğim?

Bu soruların cevaplarını aramaya başlar.

Bugün dünyanın her ülkesinde artık büyük kitaplara inanan insanlar vardır. Her dine mensup olan kendi dininin kitaplarını okumaya başlar. Böyle okumaya başlayanların içinde Kur’an’la tanışanlar olur. Onlar Kur’an’dan emir alırlar. Bu kitabı oku ve anlamaya çalış. Bu kitap Allah’tan gelmiştir. Sana gelmiştir. Oku ve ne diyorsa onu yap. Okuyup da bu kitabın Allah’ın kitabı olduğunu anladığın zaman artık O’nun emirlerini yerine getirmeye çalışırsın. Önce bu şekilde inanan insanlarla birleşip bir aşiret kurarsın. Sonra böyle aşiretler birleşip kabile olurlar. Mü’minler bir araya gelince kendilerine bir başkan seçerler. Bu aşiretin imamı olur. Kabile kurulduğu zaman artık resulün halifesi olan bir imam olur.

Bunlar ne isterler?

İstedikleri fazla bir şey değildir.

Kendi sitelerini kursunlar ve “Adil Düzen”i insanlara takdim etsinler.

Biz İzmir’de bu amaçla Akevler sitesini kurduk. Biz kimseden bir şey istemedik. Bir kuruş kredi veya yardım istemedik. Kendi imkanlarımızla “Adil Düzen”i aramızda yaşamak istedik. Önce rüşvet vermediğimiz için senelerce ruhsat vermediler. Bunu sabırla yendik. Sonra bize saldırmaya başladılar. Mallarımızı gasbettiler. 4000 dönümlük tapulu malımızı aldılar. Bize kan kusturdular. Mahkemelerde beraat ediyoruz ama saldırıları devam ediyor. Bu zulüm hâlâ devam etmektedir. Hâlâ 40 milyon dolarlık arazimiz bize verilmiyor.

لَسْتَ مُرْسَلًا (LaSTa MuRSaLan)  

“Sen mürsel değilsin.”

Yeni bir şey söylüyorsun. Kendilerinin anayasalarında yazdığı demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devletinin mekanizmasını getiriyorsun. Bunun nasıl olduğunu göstermek istiyorsun. Ayağa kalkıyorlar. Sana kulak vermiyorlar. Üstüne yürüyorlar. Parti kuruyoruz; kapatıyorlar. Evet, zulüm yalnız Akevler’e değil, Millî Görüşçülere de sıçrıyor. İhtilaller oluyor. Darbeler oluyor. Ama ne oluyor? Adil Düzen, İslâm düzeni yok edilemiyor. Beş senelik fetret devrinden sonra yeniden Millî Göçüş iktidar oluyor.

Daha, daha, daha neler oluyor.

Yine de küfredenlerin bu sözleri devam ediyor:

Adil Düzen bırakılmalıdır... Allah’ın düzeni bırakılmalıdır...

Ne yazık ki bu sözü yalnız kâfirler söylemiyor. Bizi susturmak isteyenler yalnız onlar değildir. Kendilerine Kitab verilenler de, yani Müslüman ve Hıristiyanlar da karşıdır.

Siz cidalinizi ve cihadınızı yaparsınız. Ömrünüzün sonunda herkes size karşı olabilir, hâlâ size inananlar olmayabilir. İşte onlara söylenen de buradaki ifade olacaktır.

Yenibosna’da başladığımız ikinci Adil Düzen Çalışmaları için de yarın aynı durumlar ortaya çıkabilir. Asla yılmadan ve ümitsizliğe kapılmadan çalışmalar bırakılmayacaktır.

Millî Görüşçüler ve İzmir’deki Akevler maalesef bıktılar, yıldılar ve bıraktılar.

Siz asla yılmayacak ve bırakmayacaksınız.

Onlar bıraktılar. Ümitlerini kestiler. Şimdi bana/bize de diyorlar ki; sen de bırak, siz de bırakın! Biz ise Adil Düzen Çalışmalarını bırakmadık. Allah ömür verdi. Devam ediyoruz. Reşat Nuri Erol’la birlikte ısrarla ve sabırla devam ediyoruz. Yeni arkadaşlarımız çalışmalarımıza katıldılar. Onlar öncekilerden daha ileri durumdadırlar.

Bütün mü’minlerin görevi, Arapça ve müsbet ilimleri öğrenip Kur’an’ı bugünkü sorunları çözecek şekilde yorumlamaktır. Bu suretle elde edilen bilgi, Allah’ın bugünkü mü’minlere bildirdikleridir. Bunlardan ittifak hâsıl olan o bucağa; bucaklar arası ittifak o ile yani vilayete; iller arası ittifak ülkeye ve insanlık arası ittifak da tüm insanlığa Allah’ın vahyi olacaktır.

Usul kitaplarında icmaa delil getirirlerken sorulur: Kur’an’dan sonra Cebrail gelmeyecektir; o halde insanlar sorunlarını nasıl çözeceklerdir?

Cevap: İcma ile.

Ehli zikr kabilelerde yani bucaklarda, fakihler şa’blarda yani illerde, rasihler kavimlerde yani devletlerde icma edecekler. Herkes kendi icmaları ile amel edecektir. Bütün devletlerin icmalarında birlik varsa, o da insanlığın icmaı olacaktır. İcmalarda hata ihtimali yoktur. İçtihatlar da ilhama dayanır ama içtihatlarda hata ihtimali vardır.

قُلْ كَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا (QuL KaFAv BilLAHı ŞaHIyDan)  

“Allah şehid (şehadet eden) olarak kifayet eder.”

Bu sûre, “yakında bileceklerdir dârın ukbâsı kimindir” diyerek, henüz dârın ukbâsının gelmediğini bildirmektedir. Bu sûreler 12 adettir. Bu dördüncü sûredir.

Bu sûreler Adil Düzen kuruluş dönemlerini anlatmaktadır. Bugün geldiğimiz devre üçte birdir. Yani bundan sonra üçte iki daha dönemimiz vardır. Birinci dönem 20. yüzyılın son üçte birinde oluştu. İkinci dönem 21. yüzyılın ilk üçte birinde, üçüncü dönem son üçte birinde olacaktır. Asrın sonunda ise artık bütün dünya üzerinde yayılmaya başlayacaktır.

Biz o zamana kadar “Adil Düzen”i ancak tebliğ edilecek seviyelere getireceğiz. İçtihatlarla ne olduğunu ortaya koyacağız. İnsanlar bize inanmayacaklardır.

Onlar bizim içtihatlarımızı kabul edip uygulamadılar.

Biz de tebliğimizi tam yapamadık.

Tekrar sûrelere dönecek olursak:  

Fatiha’dan sonra gelen ilk 8 (sekiz) sûre İslâmiyet’in ne olduğunu anlatmakta, hükümleri ortaya koymaktadır. Bu sûreler Kur’an’ın üçte birini içermektedir.

Ondan sonra gelen 16 (on altı) sûre “Adil Düzen”in geliş şeklini anlatmaktadır.

Ra’d Sûresi dördüncü sûredir. Dörtte bir olarak ortaya konmaktadır. Şimdi Allah bize bunu tefsir ettirdiğine göre; demek ki şimdi dörtte birindeyiz.

Allah bize; “Allah kifayet eder de” diyor. Yani onların bizi dinlememeleri, bize kulak vermemeleri bizi ilgilendirmez. Allah’ın şehadet etmesi yeterlidir.

Seçimlerde halkın “Adil Düzen”e oy vermesi yeterlidir. İktidarda olanlar kulaklarını istedikleri kadar tıkayıp dursunlar. Her şey gününü bekliyor.  

بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ (BaYNIy Ve BayNaKuM)  

“Benimle sizin beynlerinde.”

Ben şimdi bu sûredeki “Ke” harfini kendime alıyorum. Siz de her biriniz “KüM” ifadesini kendinize alır ve ona göre yorumlarsınız. Bir de ben  benimle beraber çalışanları temsil ederek “Ke” harfini alıyorum. Her çalışmanın bir imamı olur. O imamın ille de onların en faziletlisi, hattâ en âlimi olması gerekmez. Öne kim geçerse imam odur.

Bir mühendis olmam, Arapçayı bilmem ve Kur’an’ı  müsbet ilimlerle anlamak için çalışmada öncülük yapmam sebebiyle bu konuda imam olarak görev yaptım.

Ekonomide Ahmet Tahir Satoğlu, dinde Fethullah Gülen, siyasette Necmettin Erbakan benim biat ettiğim kimselerdir. Onlar da ilimde bana tâbi oldular.

20. yüzyılın son üçte biri böyle bitti.

Ne var ki onların cemaatleri bizim bu ilmî çalışmalarımızı değerlendirmiyorlar. 20 000 (yirmi bin) sahifelik tefsirlerimizi ve yorumlarımızı okumuyorlar.

Benim arkadaşlarımın adına söyleyeceğim; ‘Benimle sizin aranızda Allah’ın şahid olması yeter de’ diyor. Adil Düzen Çalışmalarının sizlerin onayına ihtiyacı yoktur. Çünkü o çalışmalar, eksik ve hatalı olsa da, sadece O’nun dediklerini sizlere anlatmaya çalışmaktadır. Sizin de bizim gibi çalışıp Kur’an’ı öğrenmeniz gerekirken; bizim de sizin gibi bu çalışmalarımızı bırakmamızı öneriyorsunuz!

Bizi okumadan bizim hakkımızda hüküm veriyorsunuz.

İslâmî cemaatlerde de bizim aleyhimizde bulunma dışında bir yenilik görülmüyor.

Kendileriyle görüşmek istediğimiz herkes bizden kaçıyor.

Biz ise kimseden kaçmıyoruz. Görüşen herkesle görüşüyoruz.  

وَمَنْ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ(43) (Va MaN GıNDaHUv GıLMu eLKiTABı)  

“Ve kitabın ilmi indinde olan kimselerin şehadeti yeter.”

Sorun kitabın ilmidir. Yani Kur’an’ı anlayacak seviyede çalışma yapanların şehadetidir. İstanbul Yenibosna’da bir grup insan Dr. M. Lütfi Hocaoğlu’nun imamlığında Arapça ve bilgisayar çalışmaları yapmaktadırlar. Onlar benim hakkımda şehadet ediyorlar.

Üsküdar’da ve Ümraniye’de Reşat Nuri Erol’un imamlığında bu tefsirlerin yayına hazırlanmasında ara vermeden çalışmaktadırlar. Onların şehadeti bana yeter.

İzmir’de Akevler çalışmaları devam etmektedir. Ahmet Tahir Satoğlu aktif başkanlık yapmamaktadır, ama desteklemektedir. Süleyman Akdemir de İstanbul’dadır. Harun Özdemir, Hira Karagülle, Hilmi Altın ve Kazım Erten bizim çalışmalarımızı tasdik etmektedirler. Ankara’da Ali Erişen’in imamlığında arkadaşlar çalışmaktadır.

Demek ki, Kitap hakkında kimlerin ilmi varsa bizim doğru yolda olduğumuza şehadet etmektedirler.

Buradaki “MeN” meni umumidir. Bizim yorumlarımızı Arapça bilenler okuyabilirler. Yanlışları düzeltebilirler. Eksiklikleri tamamlayabilirler. Bizim karşımıza Kur’an ilimleri ile meşgul olup da söyledikleriniz tamamen yanlıştır diyen çıkmamıştır. Hataları ve eksikleri zaten biz de görüyoruz.

Gelecekteki çalışmalar nasıl olacaktır?

  1. Bugün yeryüzünde dört büyük din vardır; İslâmiyet, Hıristiyanlık, Budizm ve Hinduizm. Bir de iki şeriat kitabı vardır; Tevrat ve Kur’an. Bu dinler bir arada çalışacaklardır. 20. yüzyılın karanlıkları ancak böyle yenilebilir.  
  2. Bu dinlerin kitaplarında yorum yapılırken müsbet ilimler temel dayanak olacaktır. Müsbet ilimlere uymayan ifadeler ya müteşabihtir denecek, ya da tahrif olmuş denecek ve bu kitaplar müsbet ilimlere göre yorumlanacaktır.  
  3. Bu kitaplar arasında karşılaştırma yapılarak bu kitapların daha iyi anlaşılması sağlanacaktır. Bütün kitaplar Allah’tan geldiğine göre, bunlar arasında sadece zaman ve mekana göre bazı uygulama farklılığı olabilir. Yoksa Allah ve âhiret anlayışı, ahlâk anlayışı, şeriat anlayışı arasında fark olmaz.  
  4. Bu çalışmaların sonunda insanlığın sorunlarını muasır medeniyetin üstünde anlayacaklardır. İnsanlığa yol göstereceklerdir. Gelecek dünyanın çalışması böyle olacaktır.  

Kitabın ilmi indinde olanlar bunlardır. Yukarıdaki dört umdeyi kabul edenler kitabın ilmine vakıf olurlar. Beş dini de hak kabul etmek, müsbet ilimleri de delil kabul etmek, dinler arasında diyaloğu tesis etmek ve günün sorunlarını peygamberlerin usulü ile çözmek.

Kitabın ilmi indinde olanlar bunlardır.

Gelecekte dünya bu dört ilkeye dayanarak çalışacaktır. Bugün de bunun üzerinde çalışmalar vardır. İşte bunların bize şehadeti yeterlidir.

Benimle beraber çalışan arkadaşlarım da kendileri için aynı sözleri söyleyeceklerdir. Ben şehadet ediyorum ki onlar hak yoldadırlar. Siz de birbirinize şahit olun.

İlim sahibi ilmine göre şehadet etmek zorundadır.

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org (0532) 246 68 92

 

 

 

 

 


RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
1-RAD 1-4 AYET
2644 Okunma
2-RAD 5-9 AYET
2210 Okunma
3-RAD 10-14 AYET
2668 Okunma
4-RAD 15-17 AYET
3542 Okunma
5-RAD 18-21 AYET
2446 Okunma
6-RAD 22-25 AYET
2821 Okunma
7-RAD 26-30
2130 Okunma
8-RAD 31-34
2088 Okunma
9-RAD 35-40
2082 Okunma
10-RAD 41-43
3158 Okunma

© 2024 - Akevler