***
RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 15
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَلَوْ أَنَّ قُرْآنًا سُيِّرَتْ بِهِ الْجِبَالُ أَوْ قُطِّعَتْ بِهِ الْأَرْضُ أَوْ كُلِّمَ بِهِ الْمَوْتَى بَلْ لِلَّهِ الْأَمْرُ جَمِيعًا أَفَلَمْ يَيْئَسْ الَّذِينَ آمَنُوا أَنْ لَوْ يَشَاءُ اللَّهُ لَهَدَى النَّاسَ جَمِيعًا وَلَا يَزَالُ الَّذِينَ كَفَرُوا تُصِيبُهُمْ بِمَا صَنَعُوا قَارِعَةٌ أَوْ تَحُلُّ قَرِيبًا مِنْ دَارِهِمْ حَتَّى يَأْتِيَ وَعْدُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ الْمِيعَادَ(31)
وَ (Va) “Va”
“Va” harfi kaç mânâya gelir? Kelimeyi kelimeye atfeder. O zaman o kelimenin irabı diğer kelimenin irabı olur. Yani cümlede yeni görev yüklenir. Fail ise fail olur. Mef’ul ise mef’ul, sıfat ise sıfat olur. Bazan cümleyi kelimeye atfeder. O zaman o cümlenin mahallen irabı olmuş olur. Kelimeye, cümleye atıf ancak masdar veya sıla cümlesi olursa caizdir. O zaman o cümle kelime durumundadır.
Cümlenin cümleye atfı ise şu sebeplerle olur.
- İki cümle arasında birlik yoktur, ama ayrılık da yoktur. Aralarında ilişki varsa, başka mânâ ifade ediliyorsa atfedilir. Ve, Fe, Sümme, Ev değişik özelliklerini gösterirler. Eğer cümleler arasında tam bir uyum varsa atıf harfi kalkar. Birde hiç ilişki yoksa yine kalkar. Bu atıflarda fiil cümlesi fiile, isim cümlesi isme atfolur. Mazi maziye, muzari muzariye atfolur. Soru cümlesi soru cümlesine atfolur. Yani iltifat olmaz. Müfret ceme, cem müfrede atfolabilir. Muhatap gaibe atfolabilir. Müsbet menfiye atfolabilir.
- Eğer cümleler isim, fiil, mazi, muzari gibi farklı cümlelerse, o zaman bu cümle daha önceki cümle içinde bir kelimenin hâli olabilir, bu hâl cümlesi olur. Hâl kelime için söylenir. Eğer hal fiil için ise buna hâl değil de zarf denir. “Darabe Zeyden kaimen” dersen, Zeyd’i ayakta iken dövdü olur. Ayakta iken dediğinizde ya döven ya dövülen ayaktadır “Darabe Zeyden şediden” derseniz, burada şedid zarftır. “Darabe Zeyden ve huve yedhaku” denince, cümle hâl olur. “Darabe Zeydu ve elnâsu yenzuru eddarbe” derseniz, burada cümle zarftır.
Zarf cümleler de ya istinafiye olurlar, mukadder bir soruya cevap olurlar. Ya da muterize olurlar. Ek bilgi verirler. Yani muhatabın aklına gelmemiş olsa da ara izaha ihtiyaç hasıl olur. Ya da cümleyi beyaniye olur. Kapalı olan bir hususu açmak için olur. Buradaki cümle bundan önceki cümleye atfedilmiştir.
Olayları hatırlayalım.
Bu sûre başta bunlar kitabın âyetleridir şeklinde başlamıştı. “Rabbinden gelen hak” denmiş ve bu hak olan âyetlerin insanlara ulaşması için gruplamalar meydana getirmiştir.
Allah’la sözleşme yapan âlimler. Onları maddeten destekleyen mü’minler. Onların kurduğu ortaklıklara, derneklere, partilere katılanlar. Bunları anlatmış, sonunda “hüsne’d-dâr” ve “ukbe’d-dâr” ile bağlamış bulunmaktadır. Muarızlar âyet inzâl olunmasını istemişledir. Onlara yukarıda cevap vermişler. Onlara, Allah dilediğini idlâl eder, dilediğini kendisine döneni hidayete götürür demiştir.
İşte orada eksik kalan bir konu var.
Neden böyle yapıyor? Neden herkese aynı muamele yapılmıyor?
Bunu açıklamaktadır.
Şart cümlesiyle başlayarak bu cümlenin atıf veya hâl cümleleri olmadığı, istinaf cümlesi olduğunu ifade etmiş oluyor.
لَوْ (LaV) “Eğer”
Arapçada mazi ile muzari, geçmiş ile geleceği anlatmadan çok, istimrarı veya ispatı anlatmak için getirilir. Mazide olay bir defa olur. Etkisi devam eder veya etmez ama oluş bir defadır. Muzaride ise sebep sonuç ilişkisi süreklidir.
“Çeşmeyi açtı” derseniz, bir defa açarsınız, ondan sonra su varsa hep akıyor demektir. “Suyu akıttı” derseniz, şimdi akmıyor demek olur. “Çeşmeyi açtı ve su akıyor” derseniz, su şimdi de akıyor anlamını taşır. Yahut “su akıverdi” deriz.
Şart sigası iki tanedir. Biri mazi için kullanılır. Geçmişte böyle olsaydı denir. Yani olmayan bir şey olsaydı şeklinde kullanılır. Ama çeşme açılmış idiyse su akıyor da diyebiliriz.
Bazen olmuş mu olmamış mı, bilinmez. O zaman da “LeV” kullanılabilir. “İN” ise gelecek sigası için kullanılır. Mazi veya muzari istimrar olup olmamasına göre mazi veya muzari olur. Şart cümlelerinde mazi veya muzari olması siga ile değil de ayrı harfler kullanılarak yapılır.
Burada Kur’an’la dağlar seyretmiyor. Ama diyelim ki öyle bir Kur’an indirseydik ki onunla dağlar yürüseydi. Okuduğunuzda hemen hasta iyi olsaydı. Allah böyle bir anahtarı elbette bize verebilirdi. Ama böyle olmadı. Öyle olsaydı Kur’an’ı ele geçiren kendisi tanrı gibi hareket edecekti. Büyücüler gibi olacaktı, nebiler veya âlimler.
Yukarıda Kur’an’dan bahsetti.
Burada Kur’an’dan bahsetti.
Kitap daha çok mânâyı içerir. Kur’an ise sözleri içerir.
Kur’an’ın sözlerinde iksir olsaydı deniyor. İnsanlar büyü sözleri beklerler. Okuyarak hastayı iyileştirenler işte bunlardır. Muska yazanlar bunlardır. Oysa, ne okumak, ne de yazmak hiçbir güce sahip değildir.
Şimdi bu cümle “Ve yekulu ellezîne keferu”daki cümleye atfedilmiş olabilir. O zaman bu söz kâfirlerin sözü olabilir. Biz böyle Kur’an istiyoruz demiş olabilir. Yahut bu söz Allah’ın sözü olabilir. Kur’an onların sözlerini naklederken de beliğ Arapça ile nakleder. Onların bozuk cümleleri olarak Kur’an’da yer vermez.
أَنَّ (EnNa) “Gerçekten”
“EnNe” harfi tahkik olduğu gibi aynı zamanda masdar harfi gibidir. İsim cümlesini kelime yapmış olur. İsim cümlesini şart cümlesi yapar. “Lev katele” olur. “Lev Ahmedu” olmaz. “Lev Enne Ahmede” olur.
قُرْآنًا (QuREAvNan) “Bir Kur’an”
Kur’an burada nekre gelmiştir. Kur’an sıfatı müşebbehedir. Okunan şey mânâsınadır. Okuma mânâsına da gelebilir. Masdardır. Türkçede yemek gibidir. Hem yemek fiilini ifade eder, hem de yenen şeyi ifade eder. Dillerde böyle kelimeler çoktur. Masdar olarak aldığımızda öyle bir okunuşla okunmalıdır ki onunla dağlar yürümelidir.
Genel olarak burada okuyan da önem kazanır. Sihirbazlar bir şey okurlar, onunla hastayı iyi ederler veya asayı yürütürler. Ama onları siz okusanız bir şey olmaz. Genel olarak halkın size inanması için sihirbazlığa ihtiyaç vardır. Müritler şeyhleri uçururlar. Baştan söyleyenler bunların yalan olduğunu bilirler. Ancak bu söyledikleriyle kendi etrafında insanları toplayabilmektedirler. Dolayısıyla cemaat oluşmaya başladı mı onların başkanları hemen insanüstü bir varlık olur. Eğer bu dinî cemaatse, kerametleri ortaya çıkar. Eğer bu siyasi liderse, anormal üstün güce sahip olur, herkesi alt eder. Eğer bu ekonomik bir patronsa, sonsuz serveti vardır ve yalnız onda vardır.
İşte bütün bunlar şirktir, ilkel inanışlardır.
Hiç kimsenin peygamberlerden üstün bir kerameti yoktur.
Mevlana camiye gitmiş, ayakkabısının birini ayağına giymeyi unutmuş, ertesi gün 40 tek ayakkabı getirmişler. Güya kırk kişi olmuş, kırk camide kılmış.
Hikâyenin elbette tutar tarafı yoktur. Önce o kadar büyük zat ise unutmuş değil de, kerametini göstertmesi için bırakmış diyebilirler.
Bu bir kişinin her yerde bulunma olayıdır, tanrılık iddiasıdır.
Diktatörlerin de hiçbir gücü yoktur, çevresi onu güçlü gösterir. Hiçbir zenginin sonsuz serveti yoktur, her gün iflas tehlikesi ile karşı karşıyadır.
Şimdi burada Kur’an ile mucize göstermesini istiyor, büyü yapmasını istiyorlar. Allah da diyor ki: Biz böyle bir şey yapsaydık o zaman denge bozulmuş olurdu.
Allah böyle yapmış.
Niye böyle yapmış?
Beynimizdeki varsayımlarla çeliştiği için tenkit edebiliyoruz. Oysa beynimizdeki o varsayımları koyan da Allah’tır. Biz Allah’ın niye bunu böyle yaptığını tartışamayız. O zaman bizim O’ndan daha akıllı olmamız gerekir. Oysa bize aklımızı veren O’dur, O’ndan daha akıllı nasıl olabiliriz? Demek ki en iyisi böyle imiş ki böyle yapmış. Çünkü en iyisinin ne olduğunu söyleyen de O’dur. Yani Allah bize diyor ki: Ben öyle ol dedim ve ona göre en iyisini yaptım. Deve kesmek sevap, insan kesmek büyük günahtır. Niye? Çünkü O böyle demiş de ondan.
Mutezileye göre, Allah dese de demese de iyi vardır, kötü vardır.
Eş’ari der ki, Allah’ın demesine gerek yok, O’nun her yaptığı iyidir.
Matüridi der ki, Allah bazılarına bu iyidir demiştir, bazılarına da bu kötüdür demiştir. İyi dedikleri iyi olmuştur, kötü dedikleri kötü olmuştur. Bize de bir taraftan akıl vermiş, aklınız O’nun niye iyi dediklerini bilebilmektedir, niye kötü dediklerini de bilebilmektedir. Bunları bilecek şekilde var etmiştir. Bir kısmını da gönderdiği kitap ve peygamberler bilebilmektedir.
Demek ki Matüridi mezhebi haklı olarak şunu diyor. Allah yarattıklarının bir kısmına iyi dedi iyi oldu, yarattıklarının bazısına kötü dedi, o da kötü oldu. Bize akıl verdi, neyin iyi veya neyin kötü olduğu kesin olmadan zanni olarak bilinebilmektedir. Peygamberler gelip akla müşavirlik yaptılar, daha çabuk iyi veya kötü olduğunu bilme yollarını öğrettiler. Bunun dışında insana kesin bilgi verilmedi. Çünkü dünya imtihan dünyasıdır. Çocukları imtihan ederken kesin cevapları da verirseniz imtihan olmaz.
سُيِّرَتْ (SuyYiRaT) “Yürütülseydi.”
“Meşy” ayakları atarak yürümektir, yaya yürümektir. Oysa “Seyr” hareket etmedir, adım atmadan yürümedir. Dolayısıyla araba ile gitmek de seyrdir, meşy/yürüme değildir. Seyahat ise akmak demektir. Suyun toprak üzerindeki akmasına seyr denmez, seyahat denir.
Burada kastedilen dağların seyri, dağların yer değiştirmesidir.
Mesela, Erciyes Dağı Kayseri’nin doğusunda iken batısına geçmiş olması dağların seyridir. Yeryüzünde insanlar imar yapmaktadırlar. Ama dağları yürütme gücüne ulaşmış değiller. Öyle imkanları olsa karaların ve denizlerin yerleri değişebilirdi. İnsanlar en büyük varlık olarak dağları görürler. Yeryüzünde gerçekten de bu böyledir. Asya kıtası bir dağdır. Kur’an’ı okuyacak, bu Kur’an’ı değil başka bir Kur’an’ı okuyacak, onunla dağlar yürüyecektir. Onun için Kur’an nekredir.
الْجِبَالُ (elCıBaLu) “Cebeller”
“Cebel/Cibal” dağlar demektir. “Ceme/deve” kelimesi ile akrabadır. İnişli çıkışlı yer anlamındadır. “Revasiye” sıra dağlardır. “A’lam” sivri dağlardır. “Cebel” ise hepsinin ismdir.
“Dağ yürüseydi” değil de, “dağlar yürütülseydi” deniyor, yani dağlar yerlerinden yürüseydi denmiş oluyor. Yoksa dağlar sahabın mevri gibi mürür etmektedir. Dünya döndüğü için dağlar seyrediyor. Ayrıca mağma tabakasının üstünde de birlikte yüzmektedirler. Burada dağların yerlerini değiştirmesi anlamındadır.
Allah insanlara böyle bir güç vermemiştir. Üfleyecekler, ondan sonra uçacaklar veya uçuracaklar. Böyle bâtıl inançları vardır. Kur’an’ı da o bâtıl inançları içinde değerlendirmektedirler. Oysa Allah Kur’an’ı insanların dağları yürütmesi için değil, beyinlerindeki bâtıl inançları yürütmeleri için göndermiştir. Yani Kur’an doğaya değil, insanın beynine inzâl olunmuştur. İnsanın beynine etki eder, yoksa dağlara etki etmez. Onlar bunu baştan reddettiler. İnsan ile Allah sözleşme yaptı. Bu Kur’an onlara indirilmiştir.
أَوْ قُطِّعَتْ بِهِ الْأَرْضُ (EV KutTıGaT BiHi eLEaRWu)
“Yahut yer onunla kat’ edilseydi.”
Yani iki parça olmalıydı.
İnsanlar yeri ve gökleri düşündükçe İlahi bir gücü hatırlarlar. Çevredeki küçük işler onlar için önemli değildir, onları kendileri de yapmaktadırlar.
Dağların yürümesi ve yerin kıtalara ayrılması.
Mesela, biz Türkler Anadolu’muzu dünyadan ayırıp şöyle uzaya gitsek de orada güven içinde yaşasak diye düşünebiliriz. İşte Kuran bize böyle şeyler yaptırabilmelidir diyorlar. İnsanın gücünü yetiremediği dağlar ve yeryüzüdür. Dağlar yürütülseydi, yahut arz parçalansaydı diyorlar. Bu ikisi birbirine yakın şeylerdir. Bunları söylemektedirler. Bununla beraber karalar denizlerle de kıtalara ayrılabilmektedir. Daha küçük mucizenin sonra gelmesi gerekirdi. Hiç olmazsa bunu yapsaydı. Mesela yer yarılsaydı. Kur’an’ın küçük de olsa bir gücü olsaydı demektedirler.
Bir taş düştüğü zaman ses çıkar. Kulak bunu duyar. Ben de hasta iken inlersem bir ses çıkarırım, kulağım bunu da duyar. Ama bir insana ‘yaşın kaç’ diye sorup o “otuz’ dediği zaman, bunu kulağın duymaz, bunu beynin duyar. Sesi kulağın duyar ama mânâsını beynin duyar. Burada insanları en çok istediği ölülerle konuşmadır. İnsan ölülerle konuşamamaktadır. Yani dünyayı görmekte ama geçmiş ve geleceği görmemektedir.
İnsanlar bir sürü keramet benzeri hikayeler uydurmuşlardır. Geçmişte ölen insanların mezarlarına gidip istimdat etmek bu kabil bâtıl inanışlardır. Anıtkabir’i ziyaret edenlerle Eyüp’ü ziyaret edenler arasında fiiliyatta fark yoktur. Anıtkabir’i ziyaret edenler Eyüp’ü ziyaret edenlerden daha akıldışı iş yapmaktadırlar. Eyüp’ü ziyaret edenler; bu Allah’ın kuludur, bana belki aracı olur diye düşünmektedir. Ama Anıtkabir’i ziyaret edenler Allah’a dua etmiyorlar, onun evliya olduğunu söylemiyorlar. O halde bu ziyaretin ne manâsı vardır?
İşte bu sihir anlayışının, dikta anlayışının ifadesidir.
İnsanlar Allah’a tapmasınlar diye zorla mezarlara taptırıyorlar. Bu Mustafa Kemal’e saygı değil, saygısızlıktır, onun rasyonelliğini mezara gömme demektir.
Mezarı ziyaret edeceklerine; “Gençliğe Hitabe”yi okusunlar, “Büyük Nutuk”u okusunlar. Çıkan kanunları tetkik etsinler.
Akevler bu tür bâtıl inançlara şiddetle karşıdır. Onun için kimseye yaranamamaktadır.
Bu söylediklerimiz kesin olacak, insanlar şirkten kurtulacaktır. İnsanlar resimler ve heykeller üzerinde değil, sözler ve yapılanlar üzerinde duracaklardır. İnsanlık ölülere tapmaktan kurtulacaktır.
أَوْ كُلِّمَ بِهِ الْمَوْتَى (EaV KulLiMa BiHIy eL MaVTav)
“Yahut onunla ölü konuşturulsaydı.”
İnsanoğlu öyle yaratılmıştır ki, sebepsiz sonuç kabul etmiyor, kendiliğinden bir şey olabileceğine inanmıyor. Bu sebep-sonuç ilişkisi sayesinde biz bir şeyler yapabiliyoruz, bir şeyler bilebiliyoruz. Yani Kâinatı Allah böyle yaratmıştır. Bizim beynimizi de ona göre şartlandırmıştır.
İkinci bir şey daha vardır ki, ölümü yok olmak olarak kabul etmiyor. Herkes ölenlerle irtibat kurmak istemektedir. Rüya ile de olsa onlarla görüşme arzusundadır.
Allah insanın beynini mekanı algılayan olarak yaratmıştır. Bu mekan da değişmektedir. Bu değişmeler kurallı olmaktadır. Sebep-sonuç ilişkisi de buradan doğmaktadır. Ne var ki mekanı zaman içinde görememektedir. Eskisi kaybolup yenisi gelmektedir. Ne geçmişini ne geleceğini şimdi görmemektedir. Adeta zamana kelepçelenmiş olup zamanın dışına çıkamamaktadır. Ölülerle haberleşme onun en büyük arzusudur. Allah insana bu imkanı vermemiştir. Bunun için ne hikâyeler uydurulmuştur. Bunları uyduranlara öre Hazreti Muhammed miraca gider, orada peygamberlerle sohbet eder. Bunların hiçbirisi Kur’an’da yoktur.
Biz bu gerçekleri söylüyoruz diye klasik mü’minler veya Müslümanlar bize cephe almaktadırlar. Bir şeyi ben veya onlar yanlış bilebiliriz. Birbirimize saldırmamıza gerek yoktur. Siz sizin bildiğiniz gibi olun, biz bizim bildiğimiz gibi olalım. Allah’ın cenneti geniştir, hepimize yer var, oraya siz de biz de çok rahat sığarız. Öylesine geniştir ki, istersek hiç birbirimizle karşılaşmayabiliriz. Çekişmemize gerek yoktur.
Ben bunları söylerken sizi kâfir ilân etmiyorum. Siz mü’minsiniz ve cennete gideceksiniz. Sadece bana göre inandıklarınız yanlıştır. Belki de benimki yanlıştır. Onun için ben size saldırmıyorum. Siz de öyle yapın.
Demek ki dünyada bazı şeyleri değiştirmeye gücümüz yetmez. Mesela, suyu ısıtalım ama kaynamasın. Bu olmaz. Bazı şeyler olabilir ama bizim gücümüz yetmez. O kadar gücümüz olmadığı için yapamayız.
Bunların içinde en önemlisi, Kur’an’la da olsa ölülerle konuşamayız. Çünkü “LeV”den sonra gelmiştir. Konuştum diyenler; onlara öyle geliyor veya yalan söylüyorlar.
بَلْ لِلَّهِ الْأَمْرُ جَمِيعًا
(BaL LillAHi eLEAMRu CaMIYGan)
“Evet, emr cemian Allah’ındır.”
Emr bütünüyle Allah’ındır. Bu dünya var edilmiştir. Bu dünyanın eğitme özelliği vardır. Yani, insanın âhirette yaşayabilmesi, oraya intibak etmesi için bu dönemleri geçirmelidir. Allah Rabbi’l-âlemindir. Uzayı evrimleştirecek şekilde var etmektedir. Çocukluktan sonra genç olunmaktadır. Ne gerekiyorsa o yapılmaktadır.
Bazı sorular vardır ki onların cevabı yoktur.
Kelamcılar diyorlar ki: Allah’ın her şeye gücü yeter ama bir ikinci tanrıyı var etmeye gücü yetmez. Yani ben yalnız bir tanrı yaratayım da bana arkadaş olsun diyemez.
Bunun gibi öyle soru vardır ki, ona Allah bile cevap vermez. Ne diye Allah vardır? O kendi kendisini var edemediği gibi kendi varlığının hikmetini de bilemez. Başka bir deyişle, böyle bir soru bizim aklımıza geliyor. Böyle bir soru yoktur.
Yani, biz ancak O’nun varlığını ve yaptıklarını biliriz, yoksa O’nun yaptıklarını bizim mantığımızla izah edemeyiz. Ettiğimiz sadece bizim için doğrudur.
Allah bizi bu dünyaya getirdi. Ne için getirdi? İmtihan etmek için. Ne oluyorsa onun gereği oluyor. Bunu niçin yaptı? Bizi kendi emeğimizle yüceltmek için. Buna ne gerek vardı? Ben ne dersem, sen o niye diye soracaksın. Sonu gelmez. Nasıl ilimde varsayımlar için ispat istenmezse, sorular silsilesinden bir yerde cevap istenmez.
Yukarıdaki cümle “Ve yekulun”a atıf ise onlar böyle derler. Öyle değil böyledir mânâsı çıkar. Bütün emr Allah’ındır. Eğer cümle işaret cümlesi ise o zaman bu cümle cümle-i mu’terizedir. O zaman bu cümle de Kur’an’ın sıfatıdır. Kur’an nekredir. Sıfat olur.
“LeV”in cevabı “Le” ile gelir. “Fa” ile gelirse cevap mahzuftur demektir. “Keyfe numinu” gelmiş olur. Yani Kur’an’ın bu gücü olmazsa biz nasıl inanalım?
أَفَلَمْ يَيْئَسْ (Ea Fa LaM YayEaSu) “Me’yüs olmazlar mıydı?”
“Fa” harfi ile atfetmektedir. Buradaki “LeV” cümlesinin cevabı mahzuftur. Ayrıca, burada mahzuf olan başka bir şey vardır. Onların ‘biz nasıl inanalım’ sualine cevap vardır.
Bu dünya imtihan dünyasıdır. İnsanların kendi iradesi ile cenneti kazanmalarına imkan vermiştir. Biz cenneti alnımızın teri ile kazanmış olacağız. O sebeple ekrem-i mahlukat olacağız. Bu cevaplar burada mahzuftur. “Fa” harfi ile ve soru hâlinde bu açıklama ifade edilmektedir. Hazf olduğunu “Fa” harfinin atfı ile anlarız. “Fa” harf-i tafsiliyedir. Mahzuf olan cümleye atıftır. Birisi size “Ahmet geldi mi” derse, siz de “Hasan da geldi” derseniz, “Ahmet geldi” cümlesini hazfetmiş olursunuz.
Kur’an’da böylece birçok hazf cümleleri vardır. Bunlar bizi düşündürmekte ve gerekli şekilde doldurmamıza imkan vermektedir. Bir kimse gelmiş, ben size Allah’ın şeriat hükümlerini söylüyorum diyor. Ona, ‘Sen kimsin, senin Allah’ın emrini getirdiğini biz nasıl bilelim?’ diyorlar. Biz ona uygun cevabı veriyoruz.
“Ye’s” ümit kesme demektir. “Yeise” “yebise” kelimesi ile akraba olarak mânâlandırılabilir. Kurudu demektir. Bir yaranın kuruması yani akıntının kesilip kabuk atması da yebisedir. Yeise, kadının hayızdan kesilmesi anlamına gelir. Bir şeyden ümidi kesmek yeise ile ifade edilir. Doğurmamak, üretmemek demektir. İman edenler o zaman meyus olurlardı. Yani iman edenlerin işi kalmazdı, cihadın manâsı kalmazdı.
Bir futbol sahası düşünün, orada oynama serbesttir. İsteyen istediği takıma katılır. Herkes A takımına katılsa B takımında kimse kalmazsa, A takımı kim ile oynayacaktı? Allah kimine o takıma, kimine bu takıma gitme aklını vermiş de bu dünyanın düzeni kurulmuştur.
Burada bizim aklımızın ermediği bir şey olmaktadır. Allah kimini küfre kimini hidayete götürmekle zulmetmiyor mu? Kur’an, kimse zerre miktarınca haksızlığa uğratılmaz, Allah asla zulmetmez diyor. Peki, nasıl olacak bu? İşte bunun nasıl olacağını isteyen istediği gibi yorumlar, düşünür. Bu arada bazı ana kurallara da uymamız gerekir.
- İyilerle kötüleri yaratan, onlara o işi yaptıran Allah’tır. Burada zulmetmez, kimseyi kötülük yapmaya zorlamaz, insanlar kendi istekleri ile kötülük yaparlar.
- Herkes iyilik yapmaya zorlansaydı, o zaman da kendi istekleri ile iyi olanlara haksızlık etmiş olurdu. İyi olma isteğini değersiz bırakırdı. O halde kendi istekleri ile iyi olanları da mükafatlandırması gerekir.
- Bu iki oluşu dengelemek için insanda cüzi irade var etmesi gerekir. Yani isteyenin iyilik isteyenin kötülük yapabilmesi gerekir. Bunu sağlamak için de Kur’an ile dağların yürümemesi gerekir. Çünkü o takdirde kâfirlerin küfretme iradeleri kalmaz.
- Bir taraftan da kâfirler cephesinin olması gerekir. Bu çelişkili iş nasıl yapılmaktadır? Kur’an’da bu şeytan kıssası ile açıklanmıştır.
Allah insan beyninde böylesine insanın çözmediği sorunlar bırakmaktadır. Yani insan aklı her sorunu çözemez, her şeyi bilemez.
Allah’ın bizden istediği nedir?
Tam doğru olanı değil de daha doğru olanı yapmamızdır. Biz amel-i salih yaparız. Allah’ın zulmetmeyeceğine inanırız ama onu nasıl yapacağını da ona bırakırız. Çünkü Allah bize her şeyi öğretmiştir. İmanın temeli budur. Biz bize düşeni yaparız. En iyi zannettiğimizi yaparız. Allah’ın haksızlık yapmayacağına inanırız. Allah’ın bu işi nasıl yapacağı hususunda aklımız ermezse sapıtmayız. Çünkü sapkınlık tarafında bir ilgimiz yoktur.
الَّذِينَ آمَنُوا (elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“İman etmiş olan kimseler.”
“Yey’es”in failidir. İman etmiş olan kimseler meyus olurlardı. Kendi iradeleri ile cennetin üst makamlarını elde etme imkanlarını kaybederlerdi.
Bu dünyayı iyi anlamamız gerekir. Bu dünyaya gelir gideriz. Biz kendimiz âhiretteki azığımızı toparlamak için gelmişiz, âhiretteki yerimizi hazırlamak için gelmişiz. Bunu başarmamız için Allah bize birtakım görevler vermiştir. Şunları şunları yap diyor. Malınla ve canınla kötülükle mücadele et diyor.
İçtihat yap, iyi olarak gördüğünü amel et. O kötü olsa da sen içtihadınla, tarafsız çabanla doğru gördüğün için seni cennete götüreceğim diyor. Yapmazsan cehenneme gidersin diyor. İçtihat yapmazsan, hakkı araştırmazsan veya araştırdığın halde bulduğun hak ile amel etmezsen cehenneme gideceksin diyor. Bu senin için gerekli bir şey. Bu dindir.
Diğer taraftan Allah öyle emirler veriyor ki dünya düzeni oluşuyor, denge kuruluyor. İnsanlık bu sayede yaşıyor ve sosyal yönden evrimleşiyor.
Evrim ne demektir?
Evrim demek, daha fazla insanın yaşayabileceği bir ortamın ortaya çıkması demektir. İnsanlık tarihte evrimler geçirmiştir.
Toplayıcılık, avcılık, çobanlık, tarımcılık, pazar mübadelesi, tüccar mübadelesi, işçilik ve ortaklık. Her birinde nüfusu birkaç kat olmuştur. Ortaklık dönemine geçtiği zaman nüfusu 10 milyar olacaktır. Ondan önce 5 milyar, ondan önce 2 yarım milyar.
Böyle gerisin geriye giderdiniz.
III. bin yıl uygarlığı ortaklık uygarlığı olacaktır. Bunların hepsi kara uygarlığıdır. Bundan sonra gelecek uygarlık deniz uygarlığı, ondan sonra gelecek uygarlık gezegenler uygarlığı, ondan sonra da uzay uygarlığı olacaktır. Uzaya yayılabilmemiz için ışık hızından fazla yol almamız gerekir. Şimdilik ışık hızının bile çok uzağındayız.
İşte evrim budur.
Bize düşen ortaklık döneminin gereklerini yapmaktır, peygambersiz ilk Kur’an uygarlığını kurmaktır. İnsanlık ışınlamanın üstüne çıktıkları zaman dahi Kur’an onlara yetecektir. Her evrimde Kur’an’ı yeniden yorumlayacaklar ve daha iyi anlayacaklar.
1950’ler yaklaşırken bütün insanlık artık bir daha şeriat düzeni, İslâm düzeni, hak düzeni, adalet düzeni gelmeyecektir diyordu. Gelecek ile ilgili ümitlerini kesmişlerdi.
İnsanlar gruplara ayrılmıştır.
- Dünyayı dinsizleştirdiğine inanan sömürü sermayesi artık sevinç içinde idi. Sosyalizm dünyayı zorla dinsiz yapmıştı. Kapitalizm de zenginlik içinde yoksullar dinsizleşiyordu. Zenginler çoktan dinsiz olmuştu. Onlara son darbe için birkaç on yıl beklemek yeterli idi.
- Bu arada İstiklâl Savaşı’nı kazanan askerler ve aydınlar da şaşkınlık içinde idiler. İnsanlığın dinsileşmeye gittiğini, bunun böyle nasıl gideceğini merak ediyor. Siyasetlerini bekle gör olarak ayarlıyorlardı. Bir taraftan sömürü tekel sermayesinin baskısıyla inkılaplar yapıyor ve halkı dinsizleştiriyor, diğer taraftan ileride din tekrar geri gelirse diye gerekli tedbirleri alıyordu. Yani Türkiye insanlığın alacağı karara göre dindar veya dinsiz olma imkanını elde tutuyordu.
- İnanmış insanlar ise ümitlerini kesmiş, kıyameti bekliyorlardı. Bir daha İslâmiyet’in gelmeyeceğinden meyus olmuşlar, kıyameti bekliyorlardı. Güya Hazreti Peygamber demiş ki: 1300’den önce gelmez 1400’ü geçmez, diyorlardı. Bu söz de hadislerin nasıl uydurulduğuna dair açık delildir.
- Bu arada ümidini kesmeyenler de vardı. “Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk’ın,/ Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.” diyen büyük şair (Mehmet Akif Ersoy) ümidini kesmemişti. İki zat ise hiç ümidini yitirmedi. Bediüzzaman, Risale-i Nurları ile geleceğe ümitle bakıyordu. 300 yıl diyordu ama daha yakın oldu. İkinci muhterem zat da Süleyman Tunahan idi. İşte bu zat da insanlara Kur’an okutmakla, Arapça öğretmekle meşguldü. Çünkü er geç İslâmiyet’e geri dönülecekti. Köylerde köy hocaları bu inançla kaçak Kur’an Kursları kurdular ve İslâmî ilimleri okutmaya devam ettiler. Onlar şunu düşündüler. Biz bize düşeni yapalım da sonrasını Allah bilir.
İşte 1950’lere böyle geldik.
Biz Akevler Ekolü olarak bu iki cemaatin gidişlerine uyduk, biat ettik.
Demokrat Parti’den ümitlenmek istiyorduk ama olmuyordu. 60 ihtilali bizi uyandırdı. Bizzat yönetime talip olmaya başladık.
Allah’a inananlar iki gruba ayrıldı.
Birileri, artık İslâm düzeni gelmez, yönetim İslâmî olmaz, ilim İslâmî olmaz, ekonomi İslâmî olmaz. Faizsiz sistem kurulamaz. Sadece dine izin versinler yeter. Bu ekolü Demirel temsil ediyordu. Masonlar bunların arkasında idi.
İslâm düzeni ilim, din, ekonomi ve siyaset olarak hepsi birden İslâm olmalıdır diyenler, İzmir Ekolü’nü oluşturdular. Bu hususta çalışan Remzi Güres, Dursun Aksoy, Raif Cilasun, İsmail Tanrıbuyruğu, Ahmet Tahir Satoğlu ve Süleyman Karagülle vardı. İsmail Alkan bu çalışmaları destekliyordu. Ali Rıza Güven, Nuri Sevil, Ahmet Tatari yoluyla Masonlar da kontrolleri altında tutuyordu.
1960’lardan itibaren iki büyük olay oldu. Fethullah Gülen İzmir’e geldi ve Risale-i Nur öğrencilerini bu anlayışa davet etti. Erbakan Akevler’le anlaştı ve “Adil Düzen”i ortaya çıkardı. İşte bugünkü dünya böyle oluştu. Dünya değişti. İnsanlar hâlâ “Adil Düzen”e inanmıyor ama “Adil Düzen”in zaferini de kimse inkar edemiyor. AK Parti yöneticileri ümitsizlik içinde Demirel-Özal çizgisine kaydılar. Ama 26 Mart seçimlerinde halk gerekli ihtarı yaptı. Bu arada Obama da geldi, o da uyandırdı. Erbakan yeniden devreye girdi.
أَنْ (EaN) “Ey”
Buradaki “EN” tefsiriyedir. Ey mânâsındadır.
Yani mü’minler meyus olmazlar mı dedi.
Kur’an böyle herkese son derece açık delil olmak üzere gelseydi, onunla dağlar yürütülseydi, yer parçalansaydı yahut ölü konuşturulsaydı; onlar yine inanmayacak, onların mü’min olacaklarından ümitlerini keserek davetten ümitlerini keseceklerdir. Allah dileseydi bütün insanlara hidayet ederdi. Dilememiş ki hidayete ermemişler. O halde bizim onları uyarmaya ve boş yere vakit kaybetmeye ne gerek var diye düşünürlerdi. Yani Allah’ın kime hidayet ettiğini, kimi dalâlette bıraktığını biz Adil Düzen Çalışanlarına bildirmemiştir. Bizi daima ümitli bırakmıştır. Tebliğimizi yaparsak onlar imana gelir diye düşünür ve öyle sanırız. Onun için Kur’an’ı öyle çok açık delil yapmamıştır.
Kur’an’ın başka bir özelliği de burada bildirilmiştir. Kur’an âyettir. Mucizedir. Ama herkese değil, sadece muttakiye âyettir. Kâfirlerin ise küfür ve nifaklarını artırmaktadır.
Öyle ifadeler vardır ki, onu inkâr etmek isteyenlere de deliller ortaya koyar. Bazı yazılış hataları, bazı cümle hataları ilk bakışta Arapçanın bilinmemesinden doğar.
Bir örnek verelim.
“İnNe”den sonra “müminine ve nasara ve sabiine” denmesi gerekirken “sabiune” denmektedir. Böylece gramer hatası yapmıştır. Oysa başka yerde “sabiine” denmiştir. Yani gramer hatasını yapmamıştır. Oysa Kur’an burada bize bir şey öğretmektedir. Bir kelimenin mahalline de atfedilebilir. Mü’minler aslında mübtedadır, merfudur. “İnNe”den dolayı mensubdur. Her ikisi de nahiv bakımından caizdir demektir. Meani bakımından değişik mânâları vardır. Kur’an’ın bu özelliği muhkem müteşabih tasnifini belirtmektedir.
لَوْ يَشَاءُ اللَّهُ (Lav YaŞAyEu elLAHu)
“Allah’ın meşieti olsaydı.”
Bizim görevimiz karşı tarafın kabul edip etmemesine bakmaksızın tebliğdir. Kur’an tüm insanlara mânâsı ile ulaştırılmalıdır. Yeryüzünde konuşulan bin çift dil vardır.
Çift diyorum. Diller çifttir. Örnek olarak Azeri Türkçesi ile Türkiye Türkçesini tek dil olarak da alabilirsiniz, ayrı dil olarak da alabilirsiniz. Kazakça ile Kırgızca hakkında da böyle söyleyebilirsiniz. Amerikan İngilizcesi ile İngiltere İngilizcesi hem tek dildir hem iki dildir.
Hâsılı, dillerin sayısı bin ile iki bin arasındadır.
Bizim onar hanelik/dairelik bin tane veya iki bin tane kat yapmamız gerekir. Her katta bir dil konuşulur. O dillerin konuşulduğu ülkelerden insanlar getiririz. Hem o dil ile Arapça öğretilir, hem de Kur’an ilimleri o ilkel dillere de aktarılır. Kur’an’ı herkes halk diliyle öğrenmiş olur. Bu bizim görevimizdir. Ama bununla bütün insanların hidayete geleceği anlamı çıkmaz. Allah ne zaman meşiet ederse o takdirde imkan sözkonusudur.
Türkiye’de Millî Görüşçülerin ve Nur şakirtlerinin yaptıkları en büyük hata buradadır. Bunlar nasılsa imana gelmezler. Bizim onlara tebliğ etmemiz gerekmez. Biz kendimiz yetişelim. Ondan sonra onlar ya iman ederler, ya da biz onları o hallerine bırakırız. Oysa tebliğ yapmamız gerekir. Allah’ın meşietinin ne olacağı, Allah’ın bilmesi bile bizim idrakimizin dışındadır. Burada “şâe” deseydi, Allah ezelde meşiet etmiş ve onu da bilmiş olurdu. Ama muzari sigasını kullanmıştır. Allah meşiet ederse denmiştir. Yani meşieti ezeli değildir. Sonradan meşiet etmektedir. Bu da O’nun daha evvel ne meşiet ettiğini bilmemesi demektir. Yoksa meşieti olmazdı.
Burada Allah’a bilmezlik gibi bir şey isnad edilmektedir. Bundan Allah’ın münezzeh olduğu da açıktır. Biz zaman içinde düşünüyoruz. Dolayısıyla çelişki ortaya çıkıyor.
İki aykırı doğru düşünün, bunlar uzayda kesişmezler. Ama eğer bunların bir düzlemde gölgeleri düşerse bunlar kesişirler. İki ayrı nokta aynı yerde duruyormuş gibi gelir. Oysa bir yerde iki ayrı nokta olmaz.
İşte Allah’ın meşieti ile ilmi uzayda aykırı iki doğrudur, kesişmezler. Ama zaman içindeki gölgeleri kesişirler. Biz Allah’ın ilmi ile iradesini bizim zaman çizgisi içinde düşündüğümüzden çelişki meydana gelmektedir.
لَهَدَى (La HaDav) “Elbette hidayet eder.”
Hidayet etmenin iki manâsı vardır. Biri göstermek, biri de götürmek. Allah Kur’an’ı bütün insanlara göstermek için gönderdi. Henüz bizi bütün insanlara ulaştırmış değildir. Öyle bir zaman gelecektir ki her doğan çocuk Kur’an ile karşılaşacaktır. Onun mealini kendi dilinde duyacak ve anlayacaktır. Ayrıca onlara hidayet edecektir. Yani doğru yola götürecektir. Bizim görevimiz tebliğ, yani ulaştırma olacaktır.
Bizim bir “Kur’an Vakfı” kurup böyle cemaatçe çalışıp ulaştırmayı teklif ettiğim arkadaşlar; benim/bizim böyle vakfım/vakfımız vardır, herkes ayrı çalışsın demişlerdir.
Mü’minler meyus olmasın, ümitsiz hâle düşüp tebliğden vazgeçmesin diye biz Kur’an’ın icazını kapalı yaptık demektedir, Kur’an.
النَّاسَ جَمِيعًا (elNAvSa CaMIGan) “Bütün nâsa birlikte.”
“El-Nâs”daki harf-i tarif istiğrak içindir. Çünkü “cemian” kelimesi cinse gelmez.
Allah insanların hepsine hidayeti eşit şekilde ulaştırmamıştır. Benim babam hoca olmasaydı, bana özel olarak Kur’an’ı öğretmeseydi, ben şimdi bunları size yazamazdım. Bir de Kur’an’ın adını duymamış milyarlarca insan vardır. Herkese eşit şekilde ulaştırmış değildir. Ulaşanlar da eşit şekilde benimsemezler. Dolayısıyla gösterme bakımından da götürme bakımından da insanları eşit şanslara sahip kılmamıştır.
Buradan şu anlam çıkmaz. Allah kimilerine iltimas etmiş, öbürlerine haksızlık etmiştir. Belki Kur’an’a göre amel edip yüksek derecelere çıkma bakımından insanları bu dünyada da eşit kılmamıştır. Kimini Musa, kimini Firavun yapmış, kimini ümmi bırakmış, kimini âlim yapmıştır. Ancak âhirette uzun yıllar vardır. İsteyenler çalışıp orada eksiklerini telafi ederler. Allah bu dünyada insanlara eşit imkanlar vermemiştir. Ne var ki mü’minlere görev vermiş, tebliğ görevi vermiştir. Kur’an’ı bütün insanlara ulaştıracaklardır.
İktidar olmadan önce ne kadar çok görevleriniz olduğunu görüyorsunuz.
Biz geçmiş ömrümüzde bu aklı ve imkanı baştan bulamadık. Siz ise bu fırsatı kaçırmayın. Bizim gibi seksen yaşınıza geldiğiniz zaman, ‘ne kadar az yol aldık’ diye geçmişinize haset duymayın. Kur’an ne diyorsa yapmaya vakit kaybetmeden devam ediniz.
Yukarıda açıkladığımız mânâ ile şimdi verdiğimiz mânâ farklıdır. Allah orda öyle mânâ verdirdi, burada böyle mânâ verdirdi. Çünkü Kur’an sadece ekrandır. Perdeye nasıl her zaman farklı görüntüler çıkarsa, Kur’an’ı yorumladığınız zaman farklı mânâlar anlarsınız. Bunlar çatışmalı da olabilir. Bu sebeple siz Kur’an’la devamlı hemhal olacakısınız. O zaman ne görüntü varsa ekranda ona göre amel edeceksiniz.
وَلَا يَزَالُ الَّذِينَ كَفَرُوا
(Va Lav YaZAvLu elLAÜIyNA KaFaRUv)
“Ve küfretmiş olan kimseler zeval etmezler.”
Küfredenler, bir âyet indirilmeliydi diyorlar. Sonra Kur’an onlara cevaben, dağların yürütüldüğü Kur’an indirilseydi iman edenler meyus olurdu. Kâfirler de yine küfürlerine devam ederlerdi denmektedir. Mü’minler tebliğden vazgeçerlerdi. Onlar bütün bunlara rağmen yine de mü’min olmazlardı. Tebliğe devam edilmesi gerekir.
- Tebliğe devam edildiğinde kâfirlerin küfür ve inatları daha açık bir şekilde ortaya çıkar. Çünkü bir delil ne kadar güçlü olursa olsun etkisi azdır. Sonra o unutulur gider. Devamlı olarak tebliğe devam edilirse onlar da düşünmeye başlayabilir. Gerçekleri görürler ama yine iman etmezler, küfürleri bütünüyle ortaya çıkar.
- Biz tebliğe devam ettikçe, biz onların küfürlerine karşı delil üretirken kendimize daha çok delil bulmuş oluruz. Kendimizin kalbi daha çok tatmin olur. Şeytan bize yaklaşamaz. Onların inatları bizim imanımızı artırır.
- Bu arada biz onlara cevaplar verirken, tebliğ ederken, bizim tarafa geçmiş, müslüman olmuş ama daha kalblerine iman yerleşmemiş olan kimselerin kalblerine imanlarının yerleşmesini sağlar. Yani bizimle olmakla beraber, henüz “Adil Düzen”i öğrenmemiş kimseler bu sayede “Adil Düzen”i duymuş olurlar.
- Topluluk içinde ne kâfir ne de mü’min olanlar vardır. Onlar tarafsız olarak bizim maçımızı seyrediyorlar. Onlara böylece tebliğimizi ulaştırmış olmaktayız. Hâsılı tebliğ devam etmezse, o zaman din/düzen ölü din/düzen hâline gelir. İnsanlar bu sadece babalarının dinidir/düzenidir diye tapmaya başlarlar. İslâmiyet’in her gün canlı olması için muhalifinin olması ve tebliğin devam etmesi gerekir.
Yoksa kâfirler iman edecekleri için değil.
Bununla beraber Allah’ın kim için hidayet, kim için dalâlet takdir ettiğini de bize bildirmemiş olduğu için biz onlara inandıracağız diye tebliğimize devam edeceğiz.
تُصِيبُهُمْ بِمَا صَنَعُوا قَارِعَةٌ
(TuÖIyBuHuM BiMAv ÖaNaGUv QARıGaTun)
“Sun’ ettiklerinden dolayı onlara karıa isabet edecektir.”
“İsabet etmek” demek, atılan okun hedefine ulaşması demektir. Hata ise atılan okun hedefinden sapması demektir. “Sun’ edilme” de bir şeyi imal etmek, yapmak demektir.
Fiil hasılası olsun olmasın bir iş yapılmalıdır. Amel ise birlikte bir iş yapma, bir şeyi üretme demektir. Sun’ ise ürünü meydana getirmektir.
Küfretmiş olanlar küfürlerinde rahat durmazlar. Mü’minleri izaç edecek senaryo ve uygulamalar yaparlar. Bu yaptıklarından dolayı onlara karıa isabet eder deniyor.
“Karı’” kelimesi üzerinde durmamız gerekir. İki şey oluyor. Yaptıklarından dolayı hemen karıa isabet eder yahut karıa dârlarından kariben hulul eder. Allah’ın vadi gelesiye kadar karıa kapalı kalır. İsabet etmiş görünmez.
Bu iki durumu açıklığa kavuşturursak.
“İsabet etmek” birden çarpmaktır. Yani başkalarına zarar vermek üzere hareket ederler ama ters teper, kuyuya kendileri düşerler.
Batılılar CHP’yi iktidardan indirip DP’yi getirdiler. CHP’yi de ayakta tuttular ki DP’ye her dediklerini yaptırsınlar. DP’ye kredi verdiler. Türkiye’yi borçlandırdılar. Kendilerine ileride kullanmak üzere altyapı yapmasını istediler. Yolları yaptıracaklar, sonra da borcunu ödeyemedin diye ülkeyi işgal edeceklerdir.
DP ülkeyi kalkındırmaya ve sanayileştirmeye başladı.
1954 yılına gelindiğinde krediyi kestiler. DP, CHP’nin biriktirdiği altınları sattı ve sanayileşmeye devam etti. 1957’lere gelindiğinde o da bitti. DP’nin Maliye Bakanı Hasan Polatkan dünyada ilk defa karşılıksız para bastı. Bu sayede kalkınma devam etti.
Batı bunu durdurmak için askerleri kışkırttı ve 1960 ihtilalini yaptırdı.
Sonra ne oldu?
İktidara gelen askerler kendilerini destekleyen 5000 subayı ve 50 generali emekli ettiler. İşte bu isyan etmiş askerlere isabet eden karıadır.
Benzer şekilde İkinci Cihan Savaşı’nın sonunda Rum ve Ermeniler saldırıya geçip Türkleri soykırımına uğratmak istediler. İhanetleri ters tepti, kendileri soykırıma uğradılar. İşte bu da karıanın isabetidir, onların bu topraklar üzerindeki köklerinin kurumasıdır.
أَوْ تَحُلُّ (EaV TaXulLu) “Yahut hulul eder.”
İsabet etme karşısında “hulul”u koymaktadır. İsabette çarptığı yeri parçalar, birden sona erdirir. Oysa hululda ulaşılan yerde asla bir tahribat meydana getirmez. İçeriye girer, karışır. Zamanla bünyeyi bozar. Günü gelince o bünye helak olur.
Osmanlıların Batılılaşması böyledir. Yavaş yavaş hulul etmiş, sonunda imparatorluk yıkılmıştır. Parçalama veya karışma ve yapısını bozma.
قَرِيبًا (QaRIyBan) “Yakın olarak.”
Yani düşman görünerek gelmez, dost olarak gelir, iyi şeymiş gibi gelir. Acı vermez, tat verir. Sonra felakete, sıkıntıya sebep olur.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin yaptığı inkılaplar isabet şeklinde olmuştur. Demokrat Parti’nin yaptığı şeyler ise hulul şeklinde olmuştur. Türkiye’yi borçlandırmak, Türk silah sanayiini çökertmek, anlaşmalarla İslâm ülkelerine karşı cephe almak. CHP de İslâm âleminden uzaklaşmıştı ama Batılılarla bir olup Müslümanlara saldırıya geçmemiştir. Oysa Demokrat Parti bir taraftan camileri yaparken, ezanı Türkçe okuturken, öbür taraftan Arap ülkelerine, İslâm ülkelerine karşı cephe alıyordu. Düşmanlık yapıyordu.
Sosyal olaylar doğal olaylar gibi ikili şekilde cereyan edecektir. Ya çarpıp birden yenisi gelecek, hiç olmazsa eskisi gidecektir, yahut toplulukta yavaş yavaş soykırım oluşacaktır.
مِنْ دَارِهِمْ (MiM DAvRiHiM) “Darlarının yakınında.”
“Kariben”in sıfatıdır. Ya uzaktan gelen bomba çarpar ve parçalar, ya da yurtlarının yakınlarından hulul edilir, sızar. Yakından vurma mümkün olmaz. Hulul deriden, çevreden olur. Sınırlardan olur. Eğer buradaki zamir düşmanlarına ait olacaksa, o zaman düşmanlar memleketlerinden hulul eder demektir.
Hulul çok önemli bir olaydır.
İlkahta da hulul vardır.
Bu iki ayrı uygarlığın sentezi ile elde edilir.
İki uygarlık eşitlik içinde bir araya gelirler, uzlaşarak yeni uygarlık doğar.
Buna ilkah diyoruz.
Belirli hamlelerin sentezi ile meydana gelir. Batı uygarlığı ile İslâm uygarlığını bilimin rehberliği altında sentezleyip yeni uygarlık oluşturmak. Bu ne kadar iyi bir şey ise, başka uygarlıklardan sızmalarla bünyeyi bozmak da o kadar kötüdür. Çünkü o zaman DNA uyuşmazlığı olur, kan uyuşmazlığı olur ve zamanı gelince yine karıa meydan gelir. Erkek ile dişinin birleşmesi yeni canlılık meydana getirir. Uygun olmayan sistem ölüme götürür.
Osmanlı İmparatorluğu Batı’nın hululuna uğramış ve uygarlığı sentez edememiştir. Bugünkü Cumhuriyet devleti veya AKP de dahil olmak üzere hükümetler için de durum aynıdır.
“Adil Düzen” ise uygarlıkları karıştırmamaktadır, ilkah etmektedir. Eski uygarlığı yenileştirmeye çalışmamaktadır. Yeni uygarlık oluşturmaktadır.
Yeni uygarlığın nasıl oluşacağı yukarıda anlatılmıştır.
Bu safhalar ilmî çalışma, örnek uygulama, halkı ortaklığa katma safhalarıdır. Buna karşı çıkanların uğrayacakları şey ikidir. Ya hulul ile silinip gidecekler, yahut içten bozulup çökeceklerdir. Bugünkü dünyanın ve Türkiye’nin sıkıntısı budur.
“Adil Düzen” gelince, bunlar traşlanıp gideceklerdir.
28 Şubat’tan sonra Türkiye büyük ıstıraplara uğramış, hulul olmuştur. Bugünkü Ergenekon da isabettir. Her iki halde de sonunda “Adil Düzen”e karşı gelenler silinip gideceklerdir.
Karıa, saç dökülmesi demektir, çıplaklaşma demektir. Her şeyin ortaya çıkması veya o pisliklerin atılması demektir. Bu iki şekilde olurmuş; ya birden, yahut hulul ile.
حَتَّى يَأْتِيَ وَعْدُ اللَّهِ
(XatTAy YaETiYa VaGDaHUv elLAvHu)
“Hattâ Allah’ın vadi gelinceye kadar hulul devam eder.”
Topluluk gaflet eder. Yakınlık içinde zehirlenmeye devam eder. Günü gelince de karıa vuku bulur. Bu vaad nedir? Bu elbette Allah’ın Adil Düzen Çalışanlarına vaat ettiği vaattir. Cennat-ı adndır. Birinci vaat gerçekleşmiş, anayasa ekseriyeti ile iktidar olunmuştur. Ne var ki yeteri derecede hazırlıklı olmadığımız için bu kadar olabildik.
إِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ الْمِيعَادَ(31)
(EinNa elLAHa LA YuPLiFu eLMIyGADa)
“Allah miadından hulfetmez.”
Kur’an bize nurunu tamamlayacaktır diye vaat etmiştir. Bundan hulf etmeyecektir.
Erbakan’ın çok açık şekilde anlattığı şeye kulak verin.
Tarihte iki uygarlık gelip geçmiş.
Peygamberlerin Hakkı üstün tutan uygarlıkları…
Filozofların kuvveti üstün tutan uygarlıkları...
Kur’an vadediyor, Hakkı üstün tutan uygarlık galip gelecektir.
Biz 1980’lerde bu ayırımı yaptık.
Aradan otuz seneye yakın bir zaman geçti, ne oldu?
- Sovyetler yıkıldı, tarih oldu. Komünizm veya sosyalizm kuvvetleri işe yaramadı.
- ABD’de Obama iktidar oldu. Tekel sermayenin gücü işe yaramadı.
- Ülkemizde renksizler saklanıp ortadan kayboldular.
- Millî Görüş kaçkınları anayasa ekseriyeti ile iktidar oldular.
Şimdi kim çıkıp diyebilir ki, Allah’ın dediği değil onların dedikleri oldu.
Hiç tereddüt etmeden diyorum ki, elbette “Adil Düzen” iktidar olacaktır.
- Siyasette, yerinden yönetimli çoklu sistem gelecektir.
- Ekonomide, faizsiz halk ekonomisi doğacak, herkesin aşı ve işi olacaktır.
- Dinde, insanların bâtıl da olsa serbestçe ibadet ettiği ve devlet içinde görevleri ve hakları olan laik bir sistem, barış sistemi, İslâm sistemi gelecektir.
- İlimde, tedrisatın serbest olduğu, isteyenin istediği şeyleri öğrenebildiği ve öğretebildiği ama diplomanın ortak imtihanlarla verildiği bir düzen gelecektir.
İşte Kur’an’ın vaat ettiği “Adil Düzen” budur.
92
***
RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 16
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَلَقَدْ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَأَمْلَيْتُ لِلَّذِينَ كَفَرُوا ثُمَّ أَخَذْتُهُمْ فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ(32) أَفَمَنْ هُوَ قَائِمٌ عَلَى كُلِّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَجَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ قُلْ سَمُّوهُمْ أَمْ تُنَبِّئُونَهُ بِمَا لَا يَعْلَمُ فِي الْأَرْضِ أَمْ بِظَاهِرٍ مِنْ الْقَوْلِ بَلْ زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُوا مَكْرُهُمْ وَصُدُّوا عَنْ السَّبِيلِ وَمَنْ يُضْلِلْ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ(33) لَهُمْ عَذَابٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَشَقُّ وَمَا لَهُمْ مِنْ اللَّهِ مِنْ وَاقٍ(34)
وَلَقَدْ Va LaQaD ve
Bundan önce sûrede “LeKaD” geçmediği için neye atfolduğunu bulmamız için bir fiili maziyi aramamız gerekir. “Kezalike Erselnake”ye atıftır. Seni bir ümmet içinde gönderdik, onlar Rahman’a küfrediyorlardı, denmişti. Sonra mucize taleplerine cevap verilmiştir. Onlara dağları yürüten Kur’an gönderilseydi bile inanmayacaklardı. Şimdi de, “Senden önce gelen resuller istihza olundu” diyerek, sana yapılan istihzanın da normal olduğu belirtilmiştir.
Burada bize yeni mânâlar verdirmeye sevk eden “LeKaD” kelimesi olmuştur. “KaD” kelimesi fiil-i mazi üzerine geldiğinde o sonucu devam ediyor demektir.
“Cae Ahmedu” desem, Ahmet gelmiştir.
Ama şimdi burada mıdır, değil midir, bir şey söylenemez.
“Kad Cae Ahmedu” deyince:
a) Ahmet mutlaka geldi. Gelmediği olmamıştır. “Le” ile gelince bu mânâ teeyyüt eder.
b) “Kad Cae Ahmedu” demek; geldi, buradadır, gitmemiştir demektir.
c) “Kad Cae Ahmedu” Ahmet şimdi geldi demek olur.
d) Fiil-i muzari de bazen mazi mânâsına gelmektedir. Yani mazide muzariyi teyit etmektedir. Muzaride ise muzariliği teyit etmektedir. O olması ihtimalini azaltmaktadır.
اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ (uSTuHZiEa Bi RuSuLin)
“Resuller istihza olundular.”
“İhtihza” titreşmek demektir. İftial bâbı kendi kendine titremek demektir. “Hezze” ise silkmek demektir. Yani dalları meyvelerinden düşürmek için sallamak, titreştirmek anlamındadır. “İstihza etmek” demek, sallama, neyi var neyi yoksa dökmesini istemek demektir. “Masharaya almak” da alay etmektir. “İstihza etmek” de alay etmektir. Masharada kişiyi basite alırsın, yaptıkları ile değil de kendisiyle alay edersin. Oysa istihzada kişileri küçültmek, yaptıklarını değersiz görmek, işi gülünç yapmaktır.
Nebilerin özelliği, çok saygın kişiler olmalarıdır.
Kimse Erbakan’ı küçük göremez, aklına ve bilgisine karşı söz söyleyemez.
Ama insanlar onların söylediklerini ve yaptıklarını mânâsız görürler. Çünkü onlar o gün insanların doğru kabul ettiklerine karşı çıkar, yanlış olduğunu ileri sürerler. Kimse sizden bilgili veya akıllı olduğunu iddia ederek karşınıza çıkamaz, senin buna aklın ermez diyemez. Ama herkes yaptıklarına karşı çıkar. Söylediklerini akıl dışı kabul eder. İşte istihza budur.
مِنْ قَبْلِكَ (MiN QaBLiKa) “Senden önce”
“Bi Rusulin” nekre ve çoğul gelmiştir. Başında da “LeKaD” gelmiştir.
Bir grup resulle istihza ederler. Bunlar hem nekre olarak zikredildi, hem de “LeKaD”dan sonra geldi. Yani istihzaları hâlâ devam etmektedir. Bazı resullere yapılan istihzalar hep devam etmiştir, günümüzde de devam etmektedir.
Çağımızda bu âyet o kadar açık bir şekilde görülmüştür ki, Kur’an sanki bu âyeti bugün söylüyor.
Dünyada dinsiz insanlar, ahlâksız insanlar her zaman vardır. Ama dinsizlerin takdis edildiği ve şerefli insan sayıldığı asır yirminci asır olmuştur.
Birisi kapıcı da olsa, asgari ücretle devlet memuru olurdu. O büyürdü, artık onun namaz kılması ayıp olurdu. Çünkü artık halktan bir adam değildi.
Devlet memurları halkla görüşmezler, sadece zenginlerle ve tüccarlarla ilişki kurarlardı. Halk devlet memurlarına ancak o zengin esnaf aracılığıyla ulaşırdı. Ancak bunların da artık namaz kılmamaları ve hanımlarının başlarını açmaları gerekiyordu. Bir kimse biraz para kazanmışsa, o artık büyümüş demektir. Onun namaz kılması ayıp sayılıyordu.
Hâsılı, uygar olmak demek, dinsiz olmak anlamına geliyordu. Bunun için ibadetleri yapmayacak, kendisi ve eşi başını açacak, dekolte giyinecek, balolara ve danslara katılacak, içki içecek, kumar oynayacaktı. İbadetler ve doğruluklar çiftçi ve işçiye mahsus bir iş idi.
İşte, siz ne kadar zengin olursanız olun, ne kadar üst makamlara gelirseniz gelin; paryasınız, çünkü siz dindarsınız. Size zavallı gözle bakarlar. Aklı var, fikri var, işi var, parası var, ama adam değil gözüyle bakarlardı.
Bu bakış bugün de bitmemiştir.
Orgeneraller hâlâ açıkça namaz kılamıyor, hanımları başlarını örtemiyor. Evet, ordu dine karşı değildir ama bu erler için böyledir. Çavuş oldu mu durum değişir.
İşte Kur’an bize bunu bildirmektedir. Bu bir anlayıştır.
Bundan ilk taviz veren Kenan Evren olmuştur. Bu ilkel düşünceden ordunun kurtulması için büyük çaba sarf edilmektedir. Hüseyin Kıvrıkoğlu zamanında hakka doğru adım atıldı. Başbuğ açıkça bu mantıktan ordumuzu kurtarmak için faaliyete geçmiştir.
Millî Görüş, Adil Düzen ve Akevler ordu için hâlâ paryadır.
فَأَمْلَيْتُ (Fa EaMLaYTu) “İmla ettim.”
Yolculuk yaparken insanlar arada dinlenirler. Buna “mola” denir. Bir gün yürüdükten sonra konaklayıp geçtiler. İşte bu konaklama yerine “menzil” denir. İki konak arasındaki uzaklık da menzildir. Otuz kilometre civarındadır. Günde altı saat yürünür. Saatte bir de mola verilir. Bu mesafe “mil” adını alır. Sonraları bu kısalmış ve iki kilometreye inmiştir.
“İmla etmek” demek, mola vermek anlamındadır. “Mola” kelimesine akraba bir kelime daha vardır, o da “mühlet” kelimesidir. “İmla” kelimesi, boş olan çuvalı doldurma demektir. “İmla ettim” demek, doldurdum, zamanı doldurdum anlamına da gelir.
لِلَّذِينَ كَفَرُوا (LilLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimseler için zamanı doldurdum.”
Yani günü gelmeden müdahale etmedim demektir.
İstihza edenlerin hâlini anlatmaktadır.
Burada çok önemli bir noktaya işaret etmek gerekir. İnanmış olanları küçük görme anlayışı topluluklara dayatılmıştır. Onlarla cihad yapanlar mü’minlerdir. Bunlar azdır.
Bugün küfredenlerin sosyal baskısı ile onlar tarafında olanlar vardır. Bunlar onların tarafında hareket etmiş de olabilir. Onlar kâfir değildirler. Kâfir olanlar, bir gün sosyal baskı kalktığı halde hâlâ eski anlayışına devam ederlerse işte onlardır.
Toplulukta iki kutup vardır. Mü’minler kutbu ve kâfirler kutbu. Bu iki kutup yüzde onlar civarındadır. İnsanların yüzde seksenden fazlası olan halk, kim güçlü ise ona uyar. Onlar küfür güçlü ise onları alkışlar, iman güçlü ise iman tarafı olurlar. Ordu ulusun ordusudur. Devletin ana prensipleri dışına çıkmaz. Bu sebeple bugün o da onların yanında yer alıyor. Biz hakim olduğumuzda o zaman ordu da bizim yanımızda yer alacaktır.
O halde sorun sosyal sorundur.
Bugün iktidara küfür hakimdir. Herkes onların şerrinden korkmaktadır. Bizim ekseriyet olmamız bir şey ifade etmez. Tek çıkar yol vardır, “Adil Düzen”i getirmek. Anayasamızda yer alan ve değişmez maddeler olarak tedvin edilen “Adil Düzen”i getirmektir. Yani demokratik, laik, liberal ve sosyal hukuk devletini kurmaktır.
a) Demokrasi demek, yerinden yönetimli çoklu sistem demektir. Ekseriyet değil, nisbi sistem, yani içtihat sistemi, yani şeriat sistemi demektir.
b) Laiklik demek, insanların barış içinde olması demektir. Hakemlerin kararlarına uyması demektir. Birbirlerini zorlamamaları demektir. Davet serbest, tebliğ serbesttir ama zorlama yoktur. Bu düzen barış düzenidir, İslâm düzenidir.
c) Liberal demek, tekelleşmemiş serbest piyasa ekonomisi, faizsiz ekonomi demektir.
d) Sosyallik demek, herkesin aş ve iş bulduğu primsiz sigorta sistemi demektir.
Hukuk devleti demek, hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargının üstünlüğü demektir. Müdahaleci sistemin olmayışı demektir.
Biz bu sistemleri kurmadıkça, yani tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı sistemini kurmadıkça, kâfirler baskılarına devam edeceklerdir. Memurumuz korkacak, halkımız korkacak, esnafımız korkacak, öğretmenimiz korkacaktır. Bu korkaklık psikolojisiyle ne anarşiyi ne de başka sorunları çözemeyiz. Doğudaki halkımız eğer PKK’nın yanında yer alıyorsa, bu yaptıkları onların şerrinden uzak kalmak içindir. Adil yargı bu şerri yok eder. Memur da basının baskısından değil, hakemlerin kararından çekinmelidir. Siviller basına hakim oluyorlarsa, askerler de o zaman gerçek yerlerini alırlar.
ثُمَّ أَخَذْتُهُمْ (ÇümMa EaPaÜTuHuM) “Sonra onları ahz ettim.”
Yani istihza ettiler. Onları hemen yakalamadım, susturmadım. “Fa” harfi ile onlara mola verdim, mühlet verdim. İstihzalarını en yüksek seviyeye çıkardılar. Mola zamanı bitince onları hemen yakalamadım. Molanın arkasından yine bir zaman bıraktım.
İşte bu zaman o zamandır.
Aslında onların istihza dönemi 1950’ye kadardır. Ondan sonra istihza etme gücünü kaybettiler. Çünkü İsmet İnönü iktidarı halka devretti. Ama devralanlar istihzaya devam ettiler. Mola verildi. Türkiye’nin elli senesi bu çatışmalarla geçti. 2002 seçimleri ile bu mola sona erdi. Ama hâlâ onlar ayaktadırlar...
Şimdi “SumMa” ile belirtilen zaman geçmektedir.
Biz ne zaman “Adil Düzen”i ortaya koyarsak, bir uygulamasını gösterirsek, o zaman bekleme dönemi sona erecek ve onlar ahz edilecektir. Kim ahz edecektir? Allah ahz edecektir, mü’minler değil. Burası önemlidir.
“Sonra onları ben ahz ettim” diyor.
Bugünkü Ergenekon davasını düşünün. Bunda bizim herhangi bir müdahalemiz var mıdır? Ama bize saldıranlar, bize karşı ihtilal/darbe hazırlayanlar muhakeme olmaktadırlar.
Olay nasıl gelişti?
Sömürü sermayesi dünyayı dinsizleştirmek için gizli istihbarat örgütleri kurdu, mafyalar kurdu. Devleti ve orduyu da baskı altına alarak kullandı. Türkiye 1950’den 2000’e kadar böyle yönetildi. Sömürü sermayesi ile ordu bir olur ve halkımızı dinsizleştirme gayreti içinde olurlar.
Allah sömürü sermayesine bir hata yaptırdı, Türk ordusunu tasfiye kararı aldırdı. Yapılan plana göre, ordu küçültülecek, etkisiz hâle getirilecek, Genel Kurmay Başkanlığı Konya’ya nakledilecek ve Millî Savunma Bakanı’nın emrine girecek…
Mesut Yılmaz bu işi yapmakla görevlendirildi. Tansu Çiller’e da onur payı verilecek.
Tansu Çiller ülkemize ihanet etmedi, ordu ile beraber oldu.
İşte ondan sonra ordu AK Parti’nin yanında yer aldı. Çiller’i tasfiye ettiler. Beceriksizliğinden dolayı Mesut Yılmaz’ı ittiler.
Ne var ki ordunun bu halkına dönme ve Batı ile savaşı göze alma kararına ordudan bazı subaylar razı gelmediler. Ordu ikiye bölündü. Evren, Kıvrıkoğlu, Özkök, Büyükanıt ve Başbuğ bir çizgiyi oluşturdular. Başarılı olamayan diğer bazıları işte bu gidişatı durdurmak istediler. Şimdi bu grup muhakeme ediliyor. Bizim tarafımızda olmadıkları için değil, ordunun içinde ikilik çıkardıkları için ne olacaktır?
“Adil Düzen” gelecek ve bu çekişme bitecektir.
Yapılacak iş “Adil Düzen”i getirip af çıkarmaktır.
Aksi halde bu çatışma devam ederse ordu bölünür, iç savaş başlar, devletimiz yıkılır.
Kur’an’daki bu “SümMe” işte budur.
Meclisten, hükümetten, üniversiteden ve ordudan beklenen budur.
“Adil Düzen” gelmelidir ve tüm geçmişte olanlar affedilmelidir. Çünkü bugün Ergenekon davasında muhakeme edilenler, kendi akılları ve içtihatları doğrultusunda bu ülkenin iyiliği için davranmışlardır. Fiilleri suçtur ama niyetleri suç değildir.
“Adil Düzen” gelmeden de bugün yapılanlarla bir sonuca varılamaz.
فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ(32) (Fa KaYFa KAvNa GıQAvBı)
“Ikabım nasıl oldu?”
Kovalamam nasıl oldu?
Yani her zaman sonuç aldım.
İslâm düzeni geldi, yeryüzü nura gark oldu.
Şimdi de aynı şey olacak, “Adil Düzen” gelecek, yeryüzü nura gark olacaktır.
“Nasıl oldu?” sorusu ile okuyup öğrenin demektedir. Bizi tarihi araştırmalar yapmaya yönlendiriyor. Tarihte hep bu yeni dönemler geçmiş, sonunda Allah’ın hizbi galip gelmiştir. Allah onları hezimete uğrattı ve yok oldular.
Onlar neye inanıyorlardı, Allah’tan başka neye tapıyorlardı?
a) Paraya tapıyorlardı. Dolar onları kurtaracak zannediyorlardı. Ekonomik güçleri ile dünyaya ilelebet hükmedebileceklerini düşünüyorlardı.
b) Silaha yani kuvvete tapıyorlardı. Bombaların, atom bombaları silahlarının onları kurtaracağını zannediyorlardı.
c) Basına güveniyorlardı, medyaya güveniyorlardı. Onlarla tüm insanları kandırıp istediklerini yaptıracaklarını zannediyorlardı.
d) Mafyaya tapıyorlardı. Gizli örgütlerle işlerini hallediyorlardı. Legal-illegal örgütlerle tanrılıklarını sürdüreceklerini zannediyorlardı.
Oysa bunların hepsi yıkılmış ve ortadan kalkmıştır. Karşılıksız paranın yerini reel değerler, karşılığı olan senetler, karşılığı olan para çıkmıştır. Tahrip edici silahlar ancak yargı kararları ile kullanılır olmuştur. Basın özgürlüğünün yerini yazar özgürlüğü almıştır. Gizli istihbaratın yerine fiili bilgilendirme sistemi gelmiştir.
أَفَ (Ea Fa) “Mi?”
Buradaki “hemze” inkâr hemzesidir. Yani her nefse kaim olan ve Allah’ın halifesi olan bir teşkilatın yönetimi ile parayı, silahı, yalanı ve sinsiliği tanrı kabul eden kimse, bunlarla bir olur mu? Soru sorarak, üzerinde düşündürüp inkâr edemeyecekleri soruyu sormaktadır.
“Fa” harfi ile yukarıda anlatılanları tafsil etmektedir.
Burada atfedilen mahzuf olan cümledir. Ikabın nasıl olduğunun cevabı olan cümleye atfedilmektedir. IKabım nasıl oldu? sorusuna böyle böyle oldu diyorsun. Şimdi size bu cevaba dayanarak yeni sual tevcih edilmektedir.
مَنْ هُوَ قَائِمٌ (Man HuVa QAvEıMun)
“Kaim olan kimse”
Buradaki “MeN” ilk olarak Allah kabul edilmektedir. Ancak “ellezî” değil de “men” gelmiş olmasından dolayı Allah’tan başkasına göndermek istemişler, meleklerdir demişlerdir.
Biz ise “Adil Düzen”in hizmetlileridir diyoruz.
“Adil Düzen”de kamu görevlerini görenler vardır, aynen bugünün devlet memurlarının yerini almışlardır, bunlara “Genel Hizmetliler” denir. Genel Hizmetliler halkın üzerinde kaimdirler, yani onların kayyumudurlar. Kamu görevlerini de bunlar yaparlar. Ne var ki kamu hizmeti her zaman uygulandığı halde, kamu görevi sadece gerektiği zaman yapılır. Sağlık her zaman gereklidir ama karantina özel durumlardır.
Kur’an burada bürokratlarla genel hizmetlileri karşılaştırmaktadır.
Bürokratlar ile genel hizmetliler arasında ne fark vardır?
- Hizmetlilerin hizmetleri sigortalıdır. Yanlış yaparlarsa, onları atayan dayanışma ortaklığı yanlışlıktan doğan mağduriyeti tazmin eder.
- Hizmetlileri halk kendisi seçer, maaşı kamuca ödenir.
- Hizmetli çoktur, halk kimi isterse onu kendisine hizmetli olarak seçer.
- Hizmetliler halkın işlerini gören kayyumdurlar. Onlar hakim değil hadimdirler.
“Adil Düzen” işte budur.
Bugünkü düzen de bugünkü bürokrasidir.
Bürokrasi yönetici sınıfı oluşturur, kendilerini halkın üstünde görürler. Bürokrata itiraz ettiğinde, ‘sen devlete karşı geliyorsun’ der. Bürokratın dokunulmazlığı vardır. Bürokratlar dayanışma içinde devleti korur, yani kendilerin korur, halkı ezerler. Savcı ile avukat aynı statüde değildir. Böylesine daha nice çarpık durumlar vardır.
“Adil Düzen”de ise böyle bir imtiyazlı sınıf yoktur.
عَلَى كُلِّ نَفْسٍ (GaLAy KulLi NaFSın)
“Her nefis üzerine.”
Yani her nefsin içlerinde demektir. Ala külli ümurin li’n-nefs demektir.
Kişi her türlü faaliyeti yaparken, 25 Genel Hizmetli bunların destekçisidir.
Bunlar yani bu 25 Genel Hizmetli kimlerdir ve hizmetleri nelerdir?
- Evrak, demirbaş kayıtları, zimmet ve envanter kayıtları.
- İlmî, dinî, meslekî ve siyasî güvenceli danışmalık.
- Uyarma, internet, ambar ve kasa hizmetleri.
- Basın, yayın, ulaşım ve haberleşme hizmetleri.
- Planlama, sağlık, bakım ve güvenlik hizmetleri.
- Sözleşme, kontrol, soruşturma ve hakemlik hizmetleri.
Ve başkanlık işleri hizmetleri ile de kamu kaimdir.
بِمَا كَسَبَتْ Bi MAv KaSaBaT “
Buradaki “Bi” Fî mânâsındadır. Sebebiyet mânâsında da olabilir. Yaptıklarından dolayı kayıt altına alınmakta, hukuki korumada yapmadıkları da kaydedilmektedir.
Burada “Fî” kullanmayıp “Bi” kullanmış olmasının sebebi, nelerin kayda alınacağı bellidir. Fî olsaydı keyfi kayıtla olurdu. Mâ olsaydı her şeyin kaydı gerekirdi.
وَجَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ (Va CaGAvLUv Li elLAvHi ŞuRaKAaEa)
Allah’a şerik ca’lettiler.”
Buradaki zamir nereye gidiyor? Mahzuf olan cümledeki fail veya mef’ule gidiyor.
“Ve” ile atfedildiğine göre başka yaptıklarıdır.
Genel Hizmetliler bürokratlar gibi midir?
Hayır, değildir.
Onlar bürokratları devlete şerik yaptılar.
Topluluk başka, yönetim başkadır. Topluluğu meclis temsil eder. Onlar yasama yaparlar. Nebiler Allah’tan haber alırlar. Resul ve melekler ise alınan kararları uygularlar.
Bugün sözde kuvvetler ayrılığı vardır. Oysa kanunları bürokratlar yapmakta, meclisler tasdik etmektedir. Çünkü hükümetten gelen kanunlardan başka kanunlar görüşülmüyor. Hükmet ile devleti karıştırmaktadırlar. Bunu bilerek yapmaktadırlar.
İşte şirk budur.
Kuvvetler ayrılığına riayet edilmezse, devlette şirk ortaya çıkar. Kuvvetlerden biri diğerine hakim olursa, bu şirktir. İlim, din, siyaset ve ekonomiden biri devlete hakimse, yani diğerlerini emri altına alıyorsa, o şirktir.
Onlar başka bir şey daha yaptılar. Mahzuf cümle vardır. Bürokratları halkın üstüne getirdiler. Yetmedi. Bürokratlar siyasetin emrine verdiler ve siyaset ilim, din ve iktisadı emri altına aldı.
- Dinin hakim olduğu yönetime “teokrasi”,
- Ekonominin hakim olduğu sisteme “kapitalizm”,
- Siyasetin hakim olduğu sisteme “sosyalizm” denmektedir.
- Siyaset ile sermayenin birleşip dini emirlerine aldığı sisteme de “karma ekonomi” denmektedir.
Demek ki mahzuf olan cümle bürokratların hakimiyetidir. Başka zamanlarda başkaları olacağı için adlarını zikretmemiştir.
قُلْ (QuL) “Kavlet”
Bir ümmet içinde irsal ettiğimiz sen, söyle. Adil Düzen Çalışanına söylüyor; sen söyle.
Kimlere söyle? Şüreka ca’ledenlere söyle.
Siyaseti veya dini veya sermayeyi devlete hakim kılanlara söyle.
سَمُّوهُمْ (SemMUvHuM) “Onları adlandırınız.”
Burada muhatap olanlar bellidir. Bürokratları üstün sınıf yapanlar ve siyaseti yahut sermayeyi yahut ikisini birden diğer müesseselere hakim kılan kimseler. Onları adlandırınız.
“Tesmiye etmek” demek, isim koymak demektir. Yani görevlerini belirtiniz. Kimin ne yapacağını açıkça söyleyiniz ve bu ayırıma riayet edilsin.
İlim, din, iktisat ve siyaset kuruluşları ayrı ayrı görev yükleniyorlar.
Nedir görevleri?
Yargı kuvvet değildir. Yargı hakemlerden oluşur ve sadece karar verir, onun icra gücü yoktur. Bunlar halkı kandırıp güya uygar bir devlet oluşturuyorlar. Demokrasiyi ekseriyet sistemiyle, laikliği dini kamunun dışına itmekle, ekonomiyi tekelleştirmekle, sosyalliği paralı sigorta sistemiyle yok etmişlerdir. İnsanları her şeyin sahtesiyle aldatmaktadırlar.
Evet, söyleyin, söyleyin; şeriklerin görev ve yetkileri nelerdir? Onlara Allah mı verdi? Mustafa Kemal’i Allah mı yarattı, yoksa kendi kendine mi varoldu? Allah var ettiyse, onlar nasıl olur da O’nun şeriki olur?!.
أَمْ (EM) “Hangisi” veya “Yoksa”
“Em”i “E” sorusundan sonra hangisinin geldiğini sormak için söylersin.
“E Ahmedu Cae Em Hasanu? / Ahmet mi geldi, Hasan mı geldi?” demiş olursun. Bazen Ahmet’in gelmesini beklerken Hasan’ın mı geldiğini sormak için “Em Cae Hasanu?” dersin; “Yoksa Hasan mı geldi?” Yani Ahmet geleceğine Hasan mı geldi demiş olursun.
Burada Ahmet mahsuptur. Eğer soru harfi getirmeden “EM” getirirsen bu anlamdadır. Adlandıranın kimler olduğunu Tanrı’nın ortağı olarak ileri sürdüğünüz zatın tanrı mı yoksa mahluk mu olduğunu belirtin dedikten sonra, yoksa Allah’ın yeryüzünde bilmediğini O’na mı bildiriyorsunuz? Yoksa kavlin zahirini mi O’na bildiriyorsunuz?
تُنَبِّئُونَهُ (TüNabBıEUvNaHUv) “O’na tenbi’ mi yapıyorsunuz?”
Buradaki “Hu” zamiri Allah’a gitmektedir.
Yani O’nu temsil eden topluluğa gitmektedir.
Kendilerini ilerici ve akıllı sanan bu zavallılar, topluluğa ders verirler. Siz anlamazsınız, çünkü siz geri zekalısınız derler. Siz bâtıl inançlara inanacak kadar ilkelsiniz derler. Biz ise çok iyi biliyoruz, size akıl veriyoruz. Demokrasi olmaz. Sizin aklınız ermez. Biz silah zoru ile size iyilik yapacağız diyorlar. Onlar kendilerini Tanrı’dan daha akıllı kabul ediyorlar.
İslâm anlayışında demokrasi vardır. Biz halka yani insana tebliğ ederiz, insanlara anlatırız. Ama sonra onu serbest bırakırız. Ona şunu yap veya bunu yap demeyiz. O bildiğini, istediğini yapar. Yaptıklarının hesabını bize vermez. Bir kısmının hesabını onu ve bizi yaratan Allah’a verir. Yani doğal ve sosyal kanunlar ona gereken cezayı verir. Sigara içerse zehirlenip ölür. Biz sigaranın zararlı olduğunu anlatırız ama onun sigara içmesine mâni olmayız. Biz ona adam öldürme deriz ama adam öldürmesine mâni olmayız. Öldürünce hakemlerden oluşan mahkeme onun ölümüne karar verir.
Şimdi kendilerini üstün gören başka zavallılar da vardır. Allah’ın şeriatını beğenmiyorlar, topluluğun yaptığı kanunları beğenmiyorlar da şeriklerin heva ve heveslerini zorla getiriyorlar. Şimdi Cumhuriyet Hükümeti’ni düşünün. Allah’ın şeriatını beğenmedikleri için Ahkâm-ı Şer’iyye lağvedilmişti. Yerine ne konacaktı? Türk halkının istedikleri gelecekti. O da yoktu. Ne yaptılar? Avrupa kanunlarını tercüme ettiler. ‘Bunun için gerekirse başlar gider’ denmiştir. Bunun hukuk düzeninde yeri yoktur. Askeri düzende ise siyaset gereği gerekenler yapılır.
Neden böyle oldu?
- Osmanlılarda uygulanan hukuk İslâm fıkhı değildi. Uygulana hukuk aslından ve İslâmiyet’ten çok çok uzaklaşılmıştı.
- Batı hukuku daha ileri hukuktu, çünkü onlar günün sorunlarını akılla da olsa çözmeye çalışıyorlardı. Akıl da şer’î delildi.
- Bizim bir hukukumuz yoktu. Zorunlu olarak daha ileri hukuk olan Batı hukukunu aldık. İşte bunlar askeri mazeretlerdir.
- Böylece öğrendik ki, Osmanlı hukuku İslâm hukuku değilmiş.
Şimdi biz İslâm hukukunu ortaya koyuyoruz.
Hâlâ o günkü zaruret içinde olan bir hukuku değiştirmeye yanaşmıyorlar. Hâlâ onların kanunlarını tercüme ederek işleri yürütüyorlar. Şimdi Allah bunlara diyor ki, siz Avrupalıları Tanrı’ya şerik koştunuz. Allah’ın şeriatı yerine Avrupalıların şeriatını aldınız. Bununla ne yapmak istiyorsunuz? Yoksa siz Allah’tan daha âlim misiniz? Yoksa şerikleriniz daha âlim midir de O’na bazı bilmediklerini haber veriyorsunuz?
بِمَا لَا يَعْلَمُ فِي الْأَرْضِ (Bi MAv LA YaGLaMu Fıy eLEaRWı)
“Arzda bilmediklerini mi O’na bildiriyorsunuz?”
Birinci anlamı şudur. Allah göktedir. Kâinatı yaratmıştır. Ay, güneş ve yıldızlar, yağmurlar, ışıklar hep düzgün olarak işliyor. O sayede yeryüzü de canlıların yaşayacağı şekle geldi. Sizi var etti. Şimdi yaşıyorsunuz. Ama yeryüzünde olan sosyal olaylardan, savaştan, barıştan, haktan, hukuktan O’nun haberi yok, O bilmiyor! Şimdi tutup Ahkâm-ı Şer’iyeyi lağvedip de O’na daha iyi şeyler mi öğretmeye ve anlatmaya çalışıyorsunuz?
Şurasını iyice belirtmemiz gerekir. Allah insanlara iki yolla ilim verdi, yani bu dünyada nasıl yaşayacağımızı öğretti.
- Bunlardan birincisi, peygamberler gönderdi. Peygamberler insanlara öğretmenlik yaptılar, insanlığı bugünkü uygarlık seviyesine ulaştırdılar. Bugün artık peygamberler göndermiyor, yeni kitaplar göndermiyor. Kitapların yerine Son Kitap Kur’an gelmiştir. O kıyamete kadar gerekli olan ve zamanla değişmez hükümleri içermektedir.
- Ama insan evrim yapan varlıktır. Her bin yılda bir ileri uygarlığa geçer. Birçok hükümler yeni uygarlığa göre değişir. Dün yapılanlar bugün için yeterli olmaz. Onun için de Allah tarih boyunca filozofları görevlendirdi. Müsbet ilim çalışmaları ile insanlık yüksek ilme ve teknolojiye sahip oldu. Peygamberlerin yerini de ulema aldı. Allah’a öğretmenlik yapmak değil, Allah’tan öğrenmemiz gerekmektedir. Böylece III. Bin Yıl Uygarlığının sorunlarını çözebiliriz.
أَمْ بِظَاهِرٍ مِنْ الْقَوْلِ (EaM Bi JAvHiRin MiNaLQaVLı)
“Yoksa kavlin zahirini mi inba ediyorsunuz?”
“E Cae Ahmedu Em Hasanu” diyebiliriz. “Em Cae Ahmedu Em Hasanu” da diyebiliriz. Birincisinde, birinden birinin geldiğini biliyoruz. Hangisinin geldiğini soruyoruz. İkincisinde ise başka üçüncü şahsı beklerken, onun yerine Hasan mı geldi veya Ahmet mi geldi diyoruz. Burada da Allah’a inba etmeleri gerekirken, tam tersine kendilerinin öğrenmesi gerekirken, Allah’a bilmediğini öğretmeye kalkışıyorlar? Yoksa kavlin zahirini mi öğretiyorlar? Bu ifade de tarihi gerçeği çok açık bir şekilde ifade ediyor.
Hukuk tarihini öğrenmeye çalışalım.
a) Yazılı hukuk Milattan Önce 3000 yıllarında Hazreti Nuh Peygamber tarafından tedvin edilmiştir.
b) Sonra Hazreti Musa aleyhisselâm insanlığa Tevrat’ı öğretti. Elimizde bulunan ilk yazılı hukuk bu hukuktur.
c) Sonra Kıbrıslı Zenon Stua ekolünü kurdu ve Tevrat’ı laikleştirerek Romalılara öğretti. İşte Roma Hukuku budur. Sonra bu hukuk Hıristiyanlıkla gelişerek Jüstinyen hukuku oldu.
d) Kur’an gelinceye kadar peygamberler hukuku öğrettiler. Kur’an insanlara hukuku değil hukukun nasıl yapılacağını öğretti. Bu serbest sözleşme sistemidir. Yani halk sözleşmelerle kendi hukukunu kendisi oluşturur. Devlet sözleşme yapmaz, yani kanun yapmaz, halkın yaptığı sözleşmeleri güvence altına alır.
Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılar Viyana’ya kadar gidince, Batı serbest sözleşme sistemini benimsedi, Kur’an’ın hukuk sistemini kabul etti. Böylece insanlık çok basit şeyleri öğrendi. Bugün bunun cihadını yapıyorsunuz. Bizden örendiklerinizi bize satıyorsunuz. Kavlin zahirini, zaten herkes tarafından bilineni sanki siz keşfetmişsiniz gibi Allah’a öğretiyorsunuz. Güya biz sizden daha geri imişiz gibi zorla demokrasi ve laiklik dersini vermeye kalkışıyorsunuz. Asıl hepimizin Allah’tan demokrasi ve laiklik dersini almamız gerekir. Kur’an’dan sonra peygamber gelmiyor, yeni kitap inmiyor. Onun yerini insanların kendi sözleşmeleri yer alıyor. Yani laik hukuk, akıl hukuku, içtihat hukuku doğuyor.
بَلْ (BaL) “Evet”
“BeL” kelimesi daha önce söylenenleri bir tarafa bırakarak doğrusunu anlatmadır.
Bir adam size gelir, sizi evine davet eder, size emek verir. Maksadı evden uzak tutmaktır. Bir şeyler yapacaklardır, orada bulunman istenmiyor. Siz ise bunu sezerseniz, ona siz bir şey yapacaksınız dediğinizde “bel lekum keydukum” dersiniz. Yani davetinden gerçek maksat başkadır dersiniz.
Bunun gibi burada da; evet, siz işte güya demokrasi, laiklik, liberallik, sosyallik gibi kavlin zahirini anlatarak insanları kandırmak istiyorsunuz. Bütün bunların hepsinin bir hedefi vardır. İnsanları tuzağa düşürüp yeryüzünde tekel yönetimi kurmak.
زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُوا (ZuyYiNa Li elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfredenler tezyin edildi.”
İmla edilen kâfirler ile mekr yapan kâfirler ayrı kimselerdir. İmla edilen kâfirler ayrı kimselerdir. Onlar yerli kâfirlerdir. Yani tekel sermayenin kullandığı kâfirlerdir. Sömürü tekel sermayesi ise başka kâfirlerdir. Dolayısıyla Kur’an ikisini ayrı ayrı zikretmiştir.
“Tezyin olundu” denmiştir. Peygamberler halkı inandırarak doğru yola getirirler. Filozoflar ise halkı kandırarak istedikleri yola götürürler. Onların hoşuna gider. Halkı kandırdıklarından memnundurlar.
Sömürü sermeyesi nasıl kandırmaktadır?
- Karşılıksız para ile kandırmaktadır. İnsanları kendisine taptırmaktadır.
- Ekseriyet sistemi ile kandırmaktadır. Oysa ekseriyet kandırmacadır. Kendisinin parası ile desteklediği kimseleri iktidar etmekte, onunla kandırmaktadır. Halk da ben seçiyorum, beni onlar idare ediyor diye seçmektedir. İki partiyi o koyuyor ve halka dilediğini seç diyor. Sonra o sayede sömürüyor.
- Faiz serbestliği, zina serbestliği, dinsizlik, tanrısız müsbet ilim safhaları ile dünyayı kandırmaktadır.
- Muasır medeniyet yani “çağdaşlık” veya “çağdaşlaşma” deyip insanlara her türlü saçmalıkları yutturmak. İdam yok, hapishanede eziyet yok gibi uydurmalarıla dünyayı terörizme boğmaktadır.
Bunları düzenleyen sömürü sermayesi aynı zamanda sevinmekte, ben böylece dünyayı yönetiyorum demektedir.
مَكْرُهُمْ (MaKRuHuM) “Mekrleri”
Bugünkü Batı uygarlığı baştan sonuna kadar hile ve yalandan ibarettir. İnsanları kandırıp işkenceye sokmaktır. Batı Almanya “Federal Almanya” idi, Doğu Almanya “Demokratik Almanya” idi! Her ikisini de sömürü sermayesi adlandırmıştır. Beş yüz yıldır işte bu şekilde mekr içinde planlama yapmaktadır.
İlkin Protestanlığı icat ederek Katolik kilisesini yıktı. Protestanlıkta gaye iyisini getirmek değil, mevcut olanı yıkmaktı. Yoksa bir tek Protestanlık ortaya çıkardı. Öyle yapmadı, her ulusun kendi Protestanlığı oluştu, dindeki birlik ve birliktelik dağıtıldı.
Sonra derebeyliği ortadan kaldırarak yerine krallıklar oluşturdu. Böylece merkezi devletler oluşturarak sonra kolayca yutmayı planladı.
Sonra krallıkları yıkarak cumhuriyetleri getirdi. Böylece sermayesiyle dünyayı kendisi idare etmeye başladı.
Sonra sosyalizmi icat ederek dünyayı “kapitalizm” ve “sosyalizm kamplarına ayırdı. Bunların ikisi de bir canavarın çenesi idiler. Böylece adım adım insanları kandırarak, her aşamada yeni bir yanlış hedef yaparak bugünkü hâle geldi. Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar, sonunda yakalanır. Şimdi artık sıçrayamayacak hâle gelmiştir.
وَصُدُّوا عَنْ السَّبِيلِ (Va SudDUv GaNı elSaBIyLı)
“Ve sebilden sudud ettirildiler.”
Bir yol vardır, bu yol insanlığın çıkış yoludur.
Bunlar nelerdir?
- Her şeyden önce ailedir. Çünkü insan çocuk olarak doğar. Yirmi yaşına kadar kendi kendine yaşayamayacak durumdadır. Sonra da hayatta hasta olmakta, muhtaç olmaktadır. Yaşlanınca da tekrar bakılacak durumdadır. Ailesiz insan hayatı olmaz. Evlenme ailenin temelidir. Serbest cinsi münasebetin yasağıdır. Bundan dolayı ilk hedef olarak aileyi çökertme hedeflenmiştir.
- İnsanlar ortak üretir, ayrı ayrı tüketirler. Hayvanlardan temel farkı budur. Bu da ancak mülkiyetle gerçekleşir. Benim ürettiğim benim olmazsa, çocuklarıma kalmazsa, ben ne diye çalışayım. Bundan dolayı mülkiyete saldırmıştır.
- Allah insanları yaratmış, onlara irade vermiştir. İnsanlar inanca göre yaşama düzenlerini kurmaktadırlar. İnanç ortadan kalktı mı insan için intihardan başka bir şey kalmaz. Din aleyhine saldırılar düzenlediler, dine saldırdılar.
- Nihayet dindar olmayan insanlar diğer insanlara saldırmaktadırlar. Onların saldırılarından korunmak için devletimiz olmalıdır. Devleti de ancak aynı dili konuşan ulus kurar. Bundan dolayı devletsiz veya tek devletli bir dünyayı hedeflemiş, devlete düşman olmuştur.
İşte görülüyor ki sömürü sermayesinin işi yıkmaktır; aileyi yıkmak, ekonomiyi yıkmak, inancı yıkmak, devleti yıkmak.
Sonra?
Sonra ne olacak?
Sonrası yolsuz kalmaktır.
“Sebilden saddettiler” deniyor. Bu mevcut düzen olarak ahd için olabilir. Yahut istiğrak için olabilir. Kapitalistleri düşünün, sosyalistleri kötülerler; sosyalistleri düşünün, kapitalistleri kötülerler. Kendilerini savunmazlar. Biz de kötüyüz derler ama biz kötülerin iyisiyiz derler, daha iyisi yok derler. Onlara göre kâinat kötülük üzerinde kurulmuştur.
İşte böylece onlar sebilden uzaklaştırmayı kendilerine rehber edinmişlerdir.
İşleri mekrdir. İşleri seddin ani’s-sebildir.
وَمَنْ يُضْلِلْ اللَّه (Va MaN YuWLiLi elLAHu)
“Allah kimi idlal ederse.”
Allah onları idlal etmişti. Çünkü onlara ihtiyaç vardı. Bugün insanlık uygarlıkta bu seviyeye ulaşmışsa, onların bu tekel zulüm yönetimleri sayesinde ulaşmıştır. Şöyle ki:
- İsrail oğulları tarih boyunca fitne yapmışlar, Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırmışlar ve bu sayede kendileri yaşamışladır. Avrupalıları kışkırtarak Haçlı Seferleri tertip etmişlerdir. Böylece iki uygarlığı kaynaştırmışlardır.
- Haçlı Seferlerinden dönen Hıristiyanlar doğuda elde ettikleri malları Avrupa’ya götürüp Yahudilere sattılar. Yahudiler de oradaki halka sattılar. Böylece Museviler en aşağı tabakayı teşkil ettikleri halde, yavaş yavaş ticaretle zengin olup en üst tabakayı oluşturdular.
- Kilise ve feodalizmle giriştikleri savaşta onları alt ederek üst seviyeye çıktılar. Amerika’nın keşfinden sonra dünya hakimiyetini kurdular. Avrupa Yahudileri Amerika’daki altınları Hindistan’a götürüp satıyor, Hint kumaşlarını da Amerika’ya satıyorlardı.
- Zamanla el üretimi yetmez oldu. Müslümanlardan öğrendikleri teknolojiyi üretime yönelttiler. Dünyadan ham madde aldılar. Avrupa tezgahlarına işlettiler. Dünyaya sattılar. Böylece çok zengin oldular.
İşte bugünkü uygarlık böyle doğdu. Sermaye terakümü/birikimi sayesinde büyük işletmeler oluştu. Elde edilen para ile ilmî araştırmalar yapıldı. Teknik buluşlar oldu. Sonunda bugünkü uygarlığa ulaştık.
İşte bu uygarlık İslâm uygarlığı ile Hıristiyan uygarlığının sentezi olmuştur. Ne var ki sentezletmeye imkan veren tekel sermaye olmuştur. İşte Allah bunları idlal etmiş, faizi serbest kılmış ve bugünkü büyük sanayinin oluşmasını imkan dahiline sokmuştur.
فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ (Fa MAv LaHUv MiN HAvDın)
“ona bir hadi bulunmaz”
İşte bu tekel sömürü sermayesinin bu hâle gelmesi insanlık için hayr olmuştur. Ne var ki kendileri için ise dalâlet olmuştur. Çünkü yanlış yaptılar, kötü yaptılar. İnsanları idlal ettiler, yoldan sapıttılar. Allah’ın izni ile bu kötülüğü yaptılar. Çünkü bu kötülük olmasaydı insanlık uyanmayacak, “Adil Düzen”i kabul etmeyecekti.
Şimdi artık yeni uygarlık için böyle bir tekel sermayeye gerek yoktur.
Çünkü:
a) Gelişmiş sanayi sayesinde standartlaşmalar oldu. Dün ancak büyük fabrikalarda yapılabilen işler bugün küçük atölyelerde imal edilen parçalar sayesinde büyük işler yapılabilmektedir. Dün yapılamayanların nisbeti yüzde 95’in üstünde idi. Bugün ise yapılabilenler yüzde 95’tir. Artık tekel sermayeye gerek yoktur.
b) Dünyada ancak madeni para kullanılabiliyordu. Sermaye sorunu vardı. Bugün ise insanlar kağıt parayı icat ettiler. Karşılığı olmak şartıyla para bulma sorunu yoktur. Matbaa birkaç saatte size istediğiniz kadar sermaye üretebilmektedir.
c) Haberleşme ve üretim araçları o zaman yetersizdi. Gidip gelme ve taşıma zordu. Bugün ise nerede olursan ol üretim yapabilirsin. Malını duyurur ve satabilirsin. Artık büyük firmalara gerek kalmamıştır.
d) En önemlisi internet bulunmuş, bilgisayar icat edilmiş, kolay muhasebe imkanı ortaya çıkmıştır. Sadece bilgisayarda olacak bir koordinasyon reel hayatta da oluşmaktadır.
Bunlardan dolay artık tekel sermayeye gerek yoktur.
Şimdi Yahudilerin yapacakları iki işten biri vardır.
Ya iflas edip tekrar eski yoksulluklarına çekilmelidirler, ya da “Adil Düzen” içinde faizsiz işletmeleri ile yerlerini almalıdırlar.
Bunun için:
- Sermaye sahipleri diğer ilim, din ve siyasete karışmayacaklar. Sadece ekonomi ile meşgul olacaklardır.
- Faizden vazgeçecekler, kâr-zarar sistemine geçeceklerdir. “Adil Düzen” içinde iş yapmaya başlayacaklardır.
- Para işleri ile ilgilenmeyecekler. “Adil Düzen”de oluşacak karşılıklı para ile iş yapmaya çalışacaklardır.
- Mekrden ev sedden vazgeçeceklerdir. Yapacakları işler çok basit ama onlar çok zğür görünecektir.
Bugün artık bizim sorunumuz yoktur. Biz iflas etmiş kimseleriz, kaybedecek hiçbir şeyimiz yoktur. “Adil Düzen” içinde gelişmeye çalışıyoruz. Oysa sermayenin büyük sıkıntısı var, artık yıkılmaya ve çökmeye başlamıştır.
(LaHuM GaPAvBun Fıy eLXAYAVTı eldDüNYAy) لَهُمْ عَذَابٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا
“onlar için dünya hayatında azap vardır”
Çok açık bir şekilde bugün dünyayı keyd ile yönetmeye ve insanları aileden, mülkiyetten, dinden ve devletten soğutma pisliklerine devam ederlerse, onlar için bu dünya hayatında azab vardır. Ne olacaktır? Onu kolay kolay bilemeyiz. Çünkü azap nekre gelmiştir.
Kur’an başka yerde de hesap edemeyeceğiniz azab diyor. Kur’an bunlara açık şekilde geleceklerini bildirmiştir. Tek kurtuluşları vardır, tevbe edip “Adil Düzen”e dönmeleri.
Ne yapacaklar?
Bunun için Kur’an’ın öğrettiklerini yapacaklardır.
a) Dünya Merkez Bankası kurulacak ve Dünya Merkez Bankası önce “altın para” çıkaracaktır.
b) Bankalar, mesleki dayanışma ortaklığı oluşturanların yetki verdiği kimselere bu parayı kredi olarak verilecektir. Bunlar bu parayı verip altını alacaklar, böylece altın para piyasaya çıkacaktır.
c) Dünya Merkez Bankası altın karşılığı piyasaya çıkan “altın para” kadar paraları devletlere kredi olarak verecek. Devletler bunlara “toprak para” çıkararak taşınmazları alıp satacaklardır. Bir o kadarını bucaklara vererek onlar “demir para”sını çıkaracaklardır. Bir o kadarını da bucaklara kredi vererek onlar da “buğday parası”nı çıkaracaklardır.
İşte doları olanlar doları verip altın parayı alacaklardır. Bu altın para ile ne zaman kuyumcuya giderlerse o zaman altını geri alabileceklerdir. İsterlerse ülkelerinin toprak parasını, isterlerse illerin demir parasını, isterlerse bucakların buğday parasını alacaklardır.
Sonra bu paralarla selem senetlerini, mal senetlerini, hisse senetlerini veya işletme senetlerini alıp satacaklardır.
Böylece yine zengin olarak insanlığa hizmet edeceklerdir. Yok bu dönüşü yapmazlarsa, Allah da onlara bu dünya hayatında azabı vadediyor.
وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَشَقُّ (Va La GaÜABu eLEAPıRaTi EŞaqQu)
“Âhiretin azabı ise daha aşaktir.”
Yani yalnız bu dünya azabı ile azaplanmaları yetmeyecek, âhirette de azapları vardır.
O azap daha meşakkatlidir.
“Şık” kopan parça demektir. “Eşkıya” kelimesi buradan gelir.
İnsanlar için en kötü tarafı bölünme ve parçalanmalardır. Tarihte yaptıkları fitne sebebiyle yeryüzüne sürülmüşlerdir. Bu sayede uygarlıkları öğrenmişler, uygarlıkları öğretmişlerdir. Sonra bir araya getirilerek yeni uygarlık kurmuşlardır. Bu dağılma dünyada onlara ne kadar acı olmuştur. Daha çok onlara acı olacaktır.
وَمَا لَهُمْ مِنْ اللَّهِ مِنْ وَاقٍ(34) (Va MAv LaHuM MıNa elLAvHi Min VAQın)
“Allah’tan onları vıkaye edecek kimse olmayacaktır, yoktur.”
Bugün onları kim koruyor?
- Başta Amerikan ordusu olmak üzere, NATO ordu olarak onları korumaktadır.
- Yeryüzündeki Masonluk teşkilatı onları korumaktadır.
- Paraları ile hakim oldukları basın-yayın yani medya onları korumaktadır.
- Üniversiteler, dolayısıyla onların diploma verdiği tüm bürokratlar onları korumaktadır.
Bunlar şimdi rahatlar.
Halbuki o beklenmeyen azab geldiği zaman bu koruyucuların hepsi kaçmış, kendileri kendi can derdine düşmüş olacaklardır.
Yarın kimse onlara arka çıkamayacaktır.
- Şimdiden CIA uzak duruyor.
- Şimdiden Masonlarla eskisi kadar sıkı fıkı değildirler.
- Tüm dünya masonları patlamayı bekliyor. Hepsi onlara cephe alacaktır.
- Bugün baskı altında onlardan görünenler o gün gelince hepsi karşılarında olacaklardır.
İşte o meçhul beklemediğimiz azabı bekliyoruz. Kim yok diyebilecektir.
Tüm İslâm âlemi her gün kahrediyor.
Tüm Hıristiyan âlemi artık uyanmıştır, nasıl sömürüldüklerini biliyorlar. Tarih boyunca Avrupa Hıristiyanları nasıl kan dökmüşlerdir; Avrupalılar artık olanları biliyorlar.
Avrupa Birliği kendiliğinden doğmadı… Sovyetler yıkıldı… Papalık atağa geçti…
ABD’de Obama başkan seçildi...
Artık Yahudi halkın uyanma zamanıdır. Seçilmiş ulustur. Allah ellerine her türlü imkanı vermiştir. Benim bu yazılarıma ulaşacaklardır.
Bunları ben söylemiyorum. Kur’an söylüyor. İnşaallah uyanırlar.