RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
Süleyman Karagülle
2131 Okunma
RAD 26-30

 

***

RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 13

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَالَّذِينَ صَبَرُوا ابْتِغَاءَ وَجْهِ رَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً وَيَدْرَءُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ أُوْلَئِكَ لَهُمْ عُقْبَى الدَّارِ(22)جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالْمَلَائِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِمْ مِنْ كُلِّ بَابٍ(23)سَلَامٌ عَلَيْكُمْ بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِ(24) وَالَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ أُوْلَئِكَ لَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُوءُ الدَّارِ(25)

اللهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ وَفَرِحُوا بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فِي الْآخِرَةِ إِلَّا مَتَاعٌ(26) وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ قُلْ إِنَّ اللهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ(27) الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللهِ أَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ(28) الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ طُوبَى لَهُمْ وَحُسْنُ مَآبٍ(29)

اللهُ (elLAvHu)  “Allah”

“Dârın ukbası”ndan ve “dârın suun”dan söz ettikten sonra, ukbanın da suun da sahibinin kendisi olduğunu ifade etmek için Allah, rızkı meşieti olan bast eder, meşieti olan da takdir eder diyor. Böylece “Adil Düzen”i benimseyenlerin bol rızıklar içinde olduğunu, etmeyenlerin darlık içinde olduğunu beyan etmektedir.

Rızık konusundaki durum şudur.

“Adil Düzen”de herkese iş var, herkese aş var, tam istihdam sağlanıyor, bölüşüm adildir. Dolayısıyla insanlar hem refah içindedir, hem saadet içindedir. Bu refahı doğuran “Adil Düzen”dir. Ne var ki refah evrimi sağlar, insanlar yeni hayata kavuşurlar.

Ancak refahı getiren hukuk artık yeni dünyaya uymaz olur. Herkese iş ve herkese aş sağlayamaz. İşsizlik ortaya çıkar. Adil bölüşüm sistemi ortadan kalkar. Kimileri sefalet içinde can çekişirken, kimileri sefahat içinde paralarını nerelere harcayacaklarını bilemezler. Böylece adalet ortadan gider, zulüm ortalığa hakim olur.

Bugün bu durumdayız.

İşte böyle durumda Hakkı ve adaleti kabul eden Adil Düzen Çalışanları ortaya çıkar. Yeni ekonomik gelişmelere göre yeni hukuk düzeni gelir, Adil Düzen gelir. Adil Düzen Çalışanları yoksulluk içinde cihat yaparlar. Çünkü çarpıp çırparak mal edinmek istemezler. Zaruret içinde geçimlerini temin ederler. Sıkıntılı hayat içinde “Adil Düzen”i getirirler.

En yakın tarihimizde bunu Risale-i Nur şakirtlerinde görürsün. Bediüzzaman’ın talebeleri yoksulluk içinde günlerini hapishanelerde geçirirken, Gülenciler sabredenler içinde yer alıp refah içinde olmuşlardır.

Millî Görüşçüler sıkıntılar içinde Mamaklarda cezalarını çekerlerken, AK Partililer ise şimdi geçmişteki çalışmaların sefasını sürüyorlar.

Tarihte hep böyle olmuştur.

Akevler birçok zorluklarla boğuşarak halka iş yapmayı öğretirken, Anadolu holdingleri bu çalışmaların parsalarını toplamışlar, dünyanın en ileri halk ekonomileri kuruluşlarını kurmuşlardır.

Bu tarihî oluşma içinde insanlar gruplara ayrılırlar.

Zalim düzende topluluk sefalet içinde, zalimler sefahat içindedirler.

“Adil Düzen Çalışanları” geliyor, kendileri sıkıntı içinde halka “Adil Düzen”i hazırlıyor, çalışmalarını zor şartlarda sürdürüyorlar. Sıkıntı içinde “Adil Düzen”i getiriyorlar. Bunlar bu dünyada “Adil Düzen”in nimetlerini görmüyorlar. Bunların nasipleri âhirettedir, âhirette yüksek derecelere ulaşacaklardır.

“Adil Düzen”i destekleyenler başta sıkıntı çekiyorlar ama “Adil Düzen” geldiğinde refaha ulaşıyorlar ve zenginlik içinde hayatlarını sürdürüyorlar. Bunlar bu dünyada da âhirette de mükafata eriyorlar. Âhiretteki dereceleri birincilerden azdır.

“Adil Düzen” varken gelenler ise dünyanın sıkıntısını çekmeden saadet içinde, refah içinde yaşarlar. Onlardan da günah işlemeyenler cennete gidecek, dereceleri cihat yapanlar kadar olmayacaktır.

Bütün bunların ilâhi kanunlar gereği olduğunu ifade etmek için burada “Allah” ile başlayan cümle getirilmiştir. Bundan önceki anlatılanların izahı olduğu için aralarında atıf yapılmamış, fasledilmiştir. Mübtedadır. Bunları Allah yapıyor, başkaları yapmıyor, kendiliğinden olmuyor demiştir. Konu topluluk olunca “Allah” kelimesini getiriyor. Kendi halifesi olan topluğun sosyal kanunları gereği bunların olduğunu ifade etmiş oluyor.

يَبْسُطُ الرِّزْقَ (YaBSuOu elRıZQa)  “Rızkı basteder.”

İnsanların doğal ihtiyaçları vardır. İhtiyaçlar dört çeşittir: Yiyecek, giyecek, barınacak ve dolaşacak. Bunların zaruri olanları vardır. İnsan onlarla yaşar. Bunlar hem sağlık bakımından hem ihtiyacı giderme bakımından yeterlidir. Örnek olarak kepekli çavdar ekmeği en ucuz olanıdır ama sağlık bakımından da en lüks ekmekten daha sağlıklıdır. 10 liralık ayakkabı ile 1000 liralık ayakkabı arasında fark yoktur, her ikisi de ayakkabıdır. Alışmış olmayanlara sıkıntılı olur ama alıştıktan sonra bin liralık ayakkabı giyen ile on liralık ayakkabı giyen arasında hiçbir fark olmaz. Hattâ on liralık giyen daha sağlıklı olur, çünkü çile çekmeyi ve gerektiğinde en zor şartlara alışmış olmaktadır. Evler de böyledir. Mağarada yaşayan insanlar daha sağlıklı idiler. Ne kadar lüks yerlerde yaşarsanız hastalıklar o kadar peşinizden koşar. Otobüsle gidenle uçakla giden arasında fazla fark yoktur.

Bununla beraber insanlar için rızkın bastı sözkonusudur.

  1. Bol gelirli olup daha fazla insanın yaşamasını sağlama anlamındadır. Yani nüfus artar demektir.
  2. Bol gelire sahip olup sağlık şartlarını daha iyi imkanlarla sağlayarak ömrü uzatma anlamında olur.
  3. Daha çok çalışarak geçinme sağlanabilir ve artan zamanı daha çok hayır işlerinde harcayabilirsiniz.
  4. Varlığınız sizin topluluktaki seviyenizi gösterir. Zengin iseniz başkalarına yardım etme imkanınız oluşur. Darda iseniz yardım almak zorunda kalabilirsiniz.

Allah’ın rızkı bastetmesi bu demektir.

Kanaat sahibi olanlar hayatta çok zengin gibidirler.

Bu nasıl olur?

Diyelim ki sizin 1000 lira geliriniz var. Ayda 100 lira ayırarak yedekte 2000 lira artırdınız. Bunu harcamaya çalışıyorsunuz. Yedek olarak 1000 lira var. Bazan azalıyor bazan çoğalıyor. Ama siz hiçbir zaman sıkıntıda değilsiniz. Şimdi, farz ediniz ki siz yine 1000 lira harcıyorsunuz ama her ay borçlanarak bu işi yapıyorsunuz. Pahalı alarak faiz ödüyorsunuz. Yani 1000 liranın hepsini harcıyorsunuz. Bu yetmiyormuş gibi her gün yoksulluk içindesiniz. Çünkü ya borcunu ödeyemezsem diye korku içindesiniz.

O halde rızkı bast etme demek sadece bol olma anlamında değildir. Varlığınız ne kadar çok olursa olsun sıkıntıdasınız. Hep muhtaçsınız. Yahut az olanı israf etmeden dengeli bir şekilde öyle kullanıyorsunuz ki hep zenginsiniz.

لِمَنْ يَشَاءُ (Li MaN YaŞAvEu)  “Kim için meşiet ederse.”

Burada meşiet eden kimdir?

MeN” olabilir. O halde kişi isterse onun rızkını bast eder. Yani kişi hep refah içindedir. Çünkü kanaatkârdır. Artırabilmekte ve biriktirmektedir. Yedeğinde bir mal varlığı vardır. Geldiği kadarını harcamaktadır. Bu tamamen kişiye bağlıdır. Kişi eğer Adil Düzen kanunlarına uyuyorsa hayatında sıkıntı çekmemektedir. Az harcasa bile, değersizlerle yetinse bile daha sağlıklıdır, daha istikrarlıdır. İslâmiyet’in istediği bu miktarın bir yıl yetecek kadar olmasıdır. Yani biz ayda 1000 lira harcıyorsak, bankamızda 12 000 liramız olmalıdır. O kadarının zekâtı yoktur. Ondan fazlası varsa o miktarın yılda kırkta bir zekâtı vardır.

“Allah kime isterse” mânâsını da verebiliriz. Bu mânâyı verdiğimizde, kazancın olması kanunlara tâbi olduğundan, aynı işi yapanlardan kimi zengin olabilir, kimi de fakir olabilir. Herkes zengin olacak demek değildir. Zaten o zaman zenginliğin fazla kıymeti yoktur.

Şimdi zenginliğin ne işe yaradığını düşünelim.

  1. Zenginliğin birinci yararı, ‘ak akçe kara gün içindir’ deyip sıkıntılı günlerde kullanmaktır.
  2. Zengin iseniz gerektiğinde iyilik yapar, böylece başkalarının sıkıntısını borç vererek giderebilirisiniz.
  3. Miras olarak çocuklarınıza bırakır, bu şekilde zürriyetinizin çoğalmasını sağlarsınız.
  4. Zengin iseniz onu sermaye yapıp iş yapabilirsiniz. Yani sizin üretme gücünüz artar.

İşte bu son imkan toplulukta ortak üretimin yapılması içindir. Eğer herkes zengin olsaydı herkes kendisi iş kurar, böylece kimse iş bulamazdı. Bundan dolayıdır ki Allah zengin olmayı olasılık kanunlarına bağlamıştır. Yani raslantı sonucu zengin olunabilir.

Kimse ben zengin oldum, ben akıllıyım demesin. Her çalışan ilim sahibi olabilir. Âlim olmak olasılık kanunlarına tâbi değildir. Yaratılışın belli etkisi vardır. Ama hayatta kim çalışırsa mutlaka kabiliyetine göre ilim sahibi olur. İlim kendiliğinden elde edilemediği gibi kimse de onu başkasının elinden alamaz.

Burada bir şey de vuzuha kavuşmuş bulunmaktadır. Biz bir parayı yukarıya atıyoruz. Yazı veya tura gelecektir. Bizim için bu olasılık kanunlarına tabidir. Yazı mı gelecek, tura mı gelecek; bilmemiz mümkün değildir. Ancak benim para tutuşum, atarken kullandığım güç, paraya verdiğim yön bilinirse, o esnada esen rüzgar ve hava direnci özelliklerini bilirsem, düştüğü yeri hesaplayabilirim. Düştüğü yeri bilirsem, oradaki pürtükleri bilirsem, yuvarlandığı zaman geçtiği yolu ve sürtünme özelliğini bilirsem, paranın ne tarafına düşeceğini bilirim. O tura veya yazı gelmesi gerçekten olası değildir. Sadece biz bilemediğimiz için bizim için olasıdır. O halde tüm olasılıklar Allah’ın meşietinde olan olasılıklardır. Usul olarak “Allah meşiet ederse” deniyorsa, orada demek ki bizim bilgimiz yoktur. Olasılık kanunlarına tabilik vardır demektir.

وَيَقْدِرُ (VaYaQDıRu)  “Takdir eder.”

Ölçümlendirir.

KıDR” kazandır. Kazanın içine uygun malzemeleri koymak kadr etmek demektir. Zaman içinde planlama yapmak ise takdir etmektir. Yani tef’il bâbından gelir. Burada kadr eder, ölçümlendirir, yeteri kadar verir şeklinde ifade edilir.

Asrımız insanlık tarihinin en zor ekonomik dönemidir. Tarım dönemi bitmiş, sanayi dönemine geçilmiş ama sanayi döneminin sorunlarını henüz çözememiştir.

Sanayi döneminin sorunları nelerdir?

Tarım döneminde ferdi üretim vardı. Halk ürettiğini tüketiyordu. Mübadele yüzde on veya yirmiler seviyesinde idi. Bugün artık kimse ürettiğini tüketmiyor, kimse ürettiğini bildiği kimselere satmıyor. Eskiden serbest pazar piyasası ile sorunlar çözülüyordu. Şimdi böyle bir piyasa kalmamıştır.

Serbest pazar piyasası neden oluşamıyor?

  1. Günümüzde ekonomik çevre büyümüş, fiyatlardaki şeffaflık kalkmıştır. Mal çeşitleri pek çok şekilde çoğalmış, ara mallar, parçalar mal hâline dönüşmüştür. Yani mallar çeşitlenmiş, tüketiciler de kalabalık içinde tek tük kişi hâline gelmiştir.
  2. Bugün mal mübadelesinin yerini emek mübadelesi almıştır. Emek ise depo edilemediği ve teşhir edilemediği için serbest piyasa ile dengesini kuramaz.
  3. Bugün üretimin yanında taşınmazların inşaatı piyasaya girmiştir. Halbuki inşaat beş on senede ancak yapılabilmektedir. Halbuki on sene sonraki ihtiyaçlar bugünkü ihtiyaçlar olmadığı için arz ve talep dengesi kurulamamaktadır.
  4. Faizli sömürü sistemine dayalı olarak oluşan sistem tekele dayanmaktadır. Tekel ise serbest piyasayı önlemektedir.

Bu durumda yeni dengeleme sistemleri geliştirilmelidir.

Bunu “Adil Düzen” ortaya koymakta ve çözmektedir.  

  1. Ortak ambarlar tesis edilmelidir. Üretilen mallar kontrol edildikten sonra bu ambarlara verilmelidir. Ambarlar mal senetlerini sahiplerine vermelidir. Halk senetleri serbest borsalarda satmalıdır. Senetler borsalarda arz talep kanunları ile alınıp satılmalıdır. Malı ambardan tüketiciler çekmelidir. Böylece “mal piyasası”nın yerini “senet piyasası” alacaktır. Burada şeffaflık kolayca sağlanır.
  2. Para altına kote edilmelidir. Altınla değiştirilmeli ve değeri korunmalıdır. Piyasaya ise senetler rehin alınarak çıkartılmalıdır. Mal ambara giriyor senet çıkıyor, senet kasaya giriyor para çıkıyor. Para geri gelip sentler alınıyor. Senetler ambara giderek mallar çekiliyor.
  3. Altın karşılığı altın para, tüketim malları karşılığı buğday parası, inşaat malzemesi karşılığı mal parası ve yapılar karşılığı toprak para çıkarılmalıdır. Faizsiz olarak kredilendirilmelidir. Bu kredi halka “selem senedi” karşılığı, işletmelere de “çalışma kredisi” karşılığı çalışan işçi nisbetinde verilmelidir. Böylece tam istihdam sağlanmalıdır.
  4. Faiz yerine kredileşme sistemi konmalıdır. Stok edilen malların fiyatları artmalıdır. Böylece ortak stoklar artmış olur, denge oluşabilir.

İşte bu tedbirlerin alınmadığı yerlerde büyük sorunlar olması gerektiği halde, yine de açlıktan ölen insan en gelişmiş ülkelerde ve yerlerde değil, gelişmemiş yerlerde görünmektedir. On beş milyon insanın yaşadığı İstanbul’da açlıktan öldü haberi hiç çıkmamaktadır. Çünkü Allah rızkı ortadan kaldırmaz. Tüm halk rızkını bulur demektir. Yani hiç vermez değil de, ölçülü vermiş olur. Hiç doğru dürüst bir düzen olmadığı halde insanlar yaşıyorlar. Çünkü Allah takdir ediyor. Takdir eder demek, ölçülü de olsa verir demektir.

وَفَرِحُوا بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا

(Va FaRiXUv bi elHaYaTi elDuNYa)

“Dünya hayatı ile ferahlandılar.”

Buradaki “Va” harfi nereye atıftır? Mazi gelmiştir. Yukarıdakiler ise muzari gelmiştir. Muzari maziye, mazi muzariye genellikle atfedilmez ama bazan bir fiil işlenir ve o fiil orada kalır. Ama tesiri sonraları devam ediyorsa o zaman mazi muzariye atfedilir. Ağaçtan düştü, şimdi topallayarak geziyor, düştü ve aksak dolaşıyor diyebilirsiniz. Bazan de işler şimdi olmaktadır. Onun sebebi mazi ise bu sefer muzari söylersin, maziye atfedersin.

Valilik yapıyor ve o siyasal bilgiler fakültesini bitirdi.

Burada bu iki örneği yan yana, peş peşe vermektedir.

Sabrettiler, salâtı ikame ettiler, zekâtı ita ettirler. Seyyieyi hasene ile savdılar.

Nakzediyorlar, kat’ ediyorlar, ifsad ediyorlar ve dünya hayatı ile ferahlandılar.

Demek ki iyi insanlardan bahsederken üç mazi, bir muzari; kötü insanlardan bahsederken üç muzari, bir mazi getirilmiştir. İyilerde maziyi takdim etti, kötülerde muzariyi takdim etti. Demek ki buradaki “ve” harfi bundan önceki muzarilere atfetmektedir. Ancak daha önceki muzariye mukabil olmaktadır. Mânâlandırırken de bu hususları hesaba katarak mânâlandırmamız gerekir.

“Ellezî nasara” ile “ellezî yensuru” arasında ne fark vardır?

“Ellezî nasara”da bir defa yapmış olma vardır. Kesinlik vardır. Mazide olması onun etkisinin şimdi olmaması anlamına gelmez. “Ahmet geldi” dediğimiz zaman, bu aynı zamanda şimdi buradadır mânâsını da içerir. Muzaride ise henüz olmamış olduğu için kesinlik ifade etmeyebilir. Bu da istimrarı ifade eder. Bir çok defalar yapma durumunda olabilir.

Yalnız mübteda haber şeklinde geldiği zaman cümle şart cümlesine dönüşür ve her ikisi gelecekte böyle yapanlar böyle sonuçlar ile karşılaşırlar demek olur.

Ellezî nasara hüve mensurun, ellezî yensuru hüve mensurun. Fehüve mensurun da denebilir.

“Men” ile yapılabilir.

“İn nasara nusre, İn yensur yünser.”

“Fa” ile söylenebilir. Mazi muzari ayrı olabilir.

“Men” yerine “ellezî” gelebilir.

Demek ki aynı manaya gelen değişik cümleler kurulabilir. İşte sadece bunu yorumlamaya kalktığımız zaman ciltler dolusu kitap yazılabilir. Biz parça parça temas ediyoruz.

Burada mazi getirilmesi, onlar geçmişte ferahladılar, bir defaya mahsus ferahlandılar. Ama artık ferahtadır mânâsı çıkmaktadır. Kötüler önce ferahlanır, sonra sıkıntıya düşerler. İyiler ise önce sıkıntıya düşer, sonra ferahlanır. Yani bu kural Adil Düzen Çalışanları içindir. Adil Düzen Çalışanları bu ferahlığa yetişmemiş olabilirler. Onlar için âhiret müjdesi vardır. Rabbimden âhirette derece bekliyorum. Hamd ediyorum.

Şimdi çözemediğim bir sorunu çözdüm. Âhiret senin için ûladan iyidir. Buradaki âhiret iki mânâya gelir. Biri bu dünyadaki son anlamında böyledir. Diğeri de mü’minlerin öldükten sonraki ferah halleridir. Sabikunlar, evvelunlar bu dünyada bu ferahı göremeyebilirler. Ama tabiin olanlar bu dünyada ferahı görürler. “Adil Düzen”e karşı çıkanlar ise önce bu ferahı tadarlar. Ama sonları gelmez. İşte buradaki mazinin mânâsı budur.

Dünya en yakın demektir. Bu dünya hayatına “deni hayat” demiyor, “edna hayat” diyor. Acaba neden? Çünkü daha başka yakın hayatlar vardır. Evrim bu dünyada bitmeyecektir. Allah’ın rab sıfatı, öldükten sonra da evrimleşmeye devam edecektir.

Ondokuzuncu asrın âlimleri, biz her şeyi öğrendik, artık yirminci asrın âlimleri yeni bir şey bulamayacaklardır diye düşünüyorlardı. Oysa o gün elektrik yoktu, o gün uçak yoktu, o gün cep telefonu yoktu, o gün bilgisayar yoktu…

Biz şimdi haklı olarak sorabiliriz: Siz neyi biliyordunuz ki?

İşte cennete gittiğimizde de cennetten üstün hayat yok sanacağız. Ama bir gün gelecek başka hayata geçeceğiz ve ‘Ona da cennet mi denir?’ diyeceğiz.

“Dünya” kelimesinin ismi tafdil olması bize bu mânâları düşündürmektedir.

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا

(Va MAv el HaYaTu eldDuNYAv)  

“Dünya hayatı başka bir şey değildir.”

Buradaki cümle hâl cümlesidir. Oysa dünya hayatı sadece âhiretin metaıdır. Dünya hayatı âhiretin metaı iken onlar dünya hayatından hoşlanmadılar.

Burada bir fail veya mefulün hâli değildir. O halde bu “Ve”ye ne ad vereceğiz? Biz buna vav-ı beyaniye diyoruz. İstinafiye de diyebilirler, itiraziye de diyebilirler.

Biz Kur’an’daki durumları tesbit ederek kendimiz adlandırmalıyız.

İstinaf cümlesi cümlede anlaşılan ifadeyi açıklığa kavuşturur. Hikmetini bildirir. İtiraz cümlesi daha çok mânâsı belirsiz kelime veya ifadeyi açıklığa kavuşturur. Hâl cümlesi ise cümle bittikten sonra o olayın olduğu durumda failin veya mefulün hâlini anlatır. Bazan da çevrenin hâlini bildirir. Buna zarfın hâli diyebiliriz. Haydi tartışın bakalım, ne demeliyiz? Yani zarfın hâlidir. Burada her ikisi marife gelmiştir. Kastedilen bu yaşadığımız hayattır.

فِي الْآخِرَةِ (Fi eLEAPiRaTi)  “Âhiret içinde”

İsmi tafdiller, izafet, Min, Li ve Fi ile gelmektedir. Ahseni’l-halikin, eşeddü mine’l-küfr, akrabu li’t-takva, dünya fi’l-âhireti gibi... “Fi’l-Âhireti” “ed-Dünya”nın zarfı olabilir. Âhiret içinde dünya denmiş olur. Yani âhiret içinde en yakın olan anlamına gelir. Burada bu mânâyı verecek olursak, dünya âhiretin cüzü ve metaı olmuş olur.

Meta, yararlanılan şey demektir. Yani dünyanın hiçbir değeri yoktur. Dünya dünya için istenmez. Ancak âhireti elde etmemiz için ona ihtiyacımız vardır. Bebeklik kimse tarafından istenmez. Ama delikanlılık için bir metadır. Ondan yararlanmazsak delikanlı çocuğumuz olmaz. Nasıl çocukluk o kişinin bir cüzü ise, dünya da âhiret için bir cüzdür. Ona dayanılarak elde edilecektir.

Burda bize gelen yeni mânâ dünyanın âhiretin bir cüzü olduğudur.

Âlimler dünya hayatını annenin rahmine benzetmişlerdir. Ölümden sonraki hayatı ise doğumdaki hayata benzetmişlerdir. Bu âyet buna delalet etmektedir.

“Fi’l-Âhiret” “hayat”ın zarfı olur. Âhiret hayatı için de dünya bir metadır. Onun cüzü olmasa da ona metadır denmiş olur. O zaman da dünya âhiretin parçası olmaz. Yani dünyada elde edilenler âhiret için metadır. Burada dünya zikredilmiş, orada iktisab edilenler kastedilmiş, böylece zarfiyet alakası ile mecaz yapılmıştır.

Kur’an ve diğer bütün semavi kitaplar Allah ve âhiret inancına dayanmaktadır. Bu da insanın yaptıklarından dolayı âhirette Allah’a hesap vereceği inancıdır. Biz herhangi bir iş yaparken onun hesabını bu dünyada Allah’ın halifesi olan topluluğa, âhirette ise kendisine vereceklerdir. Sonuç ne olacak? Elde ettiğimiz sonuçlarla cennete veya cehenneme gidilecektir. Biz buna inanıyor ve hayatımızı buna göre hayal ediyoruz.

Kimse ‘ben ölmeyeceğim’ demiyor. Tanrı olduğunu iddia eden akıl hastaları ortaya çıkmıştır ama ‘ben ölmeyeceğim’ diyen olmamıştır. Her şeyi kendisine borçlu olduğumuz iddia edilen Mustafa Kemal, ‘benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır’ demiştir. Akıllı akılsız herkes öleceğini bilmektedir.

Kimse de öldükten sonra yok olacağına inanmıyor. İnsanlar anıtlar yapar, öldükten sonra onlara tapılmasına insanları zorlarlar mıydı? O halde bu meçhul dünyada neler olacağını nasıl düşünmezler. İşte bizim huzurumuz buradan gelir.

Biz Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna müsbet ilme dayanarak inanıyoruz. Orada söylenenlerin O’nun sözü olduğunu biliyoruz. Anlattıklarının doğru olduğuna kaniyiz. Sokaktaki adama yolu sorarız, ‘şöyle git’ der, biz de inanırız ve gideriz de; bizi var eden kâinatın sahibi Allah’a sen yalan söylüyorsun mu diyeceğiz. Kaldı ki âhireti zaten aklımızla biliyoruz. Sadece O’ndan nasıl olduğuna dair bilgi alıyoruz.

إِلَّا مَتَاعٌ(26)  (EilLAv MaTAvGun)  

“Sadece bir metadan başkası değildir.”

Meta’” burada nekre gelmiştir Yani âhiretin dünyadan başka da metaları vardır. Âhirette de amel-i salih vardır. Âhirette de derecemizi yükseltmek için amel edeceğiz. Nasıl dünyada çocuk yetiştirmek için evleniyoruz, ilişkide bulunuyor, zevk alıyorsak, cennetteki ameli salih de böyle olacaktır. Bir şey üretirken, yemek yerken aldığımız zevke benzer zevk alacağız. Hattâ cehennemdekiler de ameli salih işleyecekler ama istemeye istemeye işleyecekler, cehennemden çıkmak için işleyeceklerdir.

Meta’” kendisinden yararlanılan şeydir. Menfaat ise yararın kendisidir. Ev metadır, evde oturmak ise menfaattir.

Dört çeşit mülkiyet vardır. Eşyaya malik olmak, eşyanın menfaatine malik olmak, alacağa yani zimmete malik olmak ve metaa malik olmak.

Muta mülkiyeti, çocuğun annesinin sütüne malik olmasına benzer. İnsanın bedeni üzerindeki diğer insanın haklarıdır. Evlilik meta mülkiyetidir. Erkek tarafı iştiraki kabul eder. Kadın tarafı kabul etmez.

***

وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا

(Va YaQUvLu elLaÜIyNa KaFaRUv)  

“Küfreden kimseler derler ki”

Buradaki atıf bundan önceki cümlelere aittir. Nakzettiler, kat’ ettiler, ifsat ettiler ve dünya hayatından ferahlandılar dedikten sonra; oysa dünya hayatı kalil bir metadan başkası değildir âyetini getirmiştir. O âyet cümle-i mu’terize olmaktadır.

Ve küfredenler mucize istediler deniyor.

Böylece nakzedenlerin içinden bir grubu daha tarif etmektedir. Mevcut davranışlardan fazla o durumlarını savunmaya giriştiler ve ona Rabbinden bir âyet nâzil olmazsa denilmektedir. Yani insanlardan sizin hak yolda olduğunuzu bilenler sizi dinlememek için size Rabbinden âyet gelmesini isterler.

Eskiler peygamber bir şey söyledi mi ondan değneği yılan yapma, ölüyü diriltme gibi âyetler isterlerdi. Kur’an’dan sonra artık âyet yalnız Kur’an’dır.

Bizim âyetlerimiz dört tanedir: Kur’an, sünnet, icma ve kıyas.

Başka delilimiz yoktur.

Oysa onlar bizden Ebu Hanife’nin, İmamı Yusuf’un fetvasını istiyorlar. Onlar Allah’a değil de fakihlere tapıyorlar. Oysa onlar birer insandı. Ancak kendi zamanlarına ait fetvalar verebilirlerdi ve o zaman için sahih olabilirdi.

Onlar sadece Kur’an’ı, Kur’an’ın ilk uygulaması olan sünneti, Kur’an’ın dili olan icmaları ve Kur’an’ın her alanda uygulamasını sağlayan kıyas yapmayı öğrettiler. Yani dört delili öğrettiler. Onlardan başka mucizemiz yoktur.

Bazı kardeşlerimizi şeytan başka yönüyle ifsat ediyor.

İlmihal onlara yetermiş. İçtihat yapılmayacak, sorunlar çözülmeyecek, sonra sorunları zinacı Avrupa Birliği’nin uydurmaları çözecekmiş.

Hüküm = Müsbet İlim * (Sünnet * İcma * Kur’an ) * Kıyas  

Müsbet ilmin meşalesi ile Kur’an’ı sünnet ve icma ile anlama, sonra da kıyas yaparak yeni olayları çözme.

Bir örnek verelim.

“Hilal Hac ve nâs içindir” denmektedir. Yani her hac ayından sonra yeni yıl başlar.

Yeni ay nerenin yeni ayı olacaktır?

Mekke’nin; çünkü Mekke’nin mevakiti haccın mevakitidir. Mevakitu linnasi ve mevakitu lilhacci denmediğine göre ikisi de aynı mevakittir. O halde usulü fıkıh yardımı ile tüm insanların takvimi Mekke takvimidir. Şimdi astronomi ilmine başvurur ve Mekke’de ay ne zaman yeni ay olacaktır, öğreniriz.

İşte bu da müsbet ilimdir.

Eğer bunu fıkha göre öğrenmezseniz, astronomi size Griniç’e göre rakamlar verir. Hatalı olur. Günü gece yarısında başlatır, hatalı olur. Oysa değişme günün ortasından önce olacak, gün ise akşamdan sonra başlayacaktır.

Kur’an’ı bilmeden astronomi ile hareket edenler dalalettedirler, astronomiyi bilmeden ayları içtihatları ile başlatanlar da dalalettedir.

Kur’an verilerine göre astronomiden yararlanmak gerekir.

لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ

(LaV LAv EuNZiLa GaLayHi MiN RabBiHi AyaTun)  

“Rabbinden ona âyet inzal olunmalıdır derler.”

Biz “Adil Düzen”i ortaya koyup tüm insanlığa sunduk. Biz bunu Kur’an’a ve bugünkü sosyal ve doğal ilimlere dayandırdık dedik. Bize karşı çıkan kimseler dost düşman ittifak ederek bize saldırdılar. Oysa Kur’an’a inanan kimseler gelip bize bu hükmün delilini nerde buldunuz, dört delille ispat ediniz diyeceklerdi.

Ali Şafak ve Yusuf Ziya Kavakçı gibi ilahiyatçı profesörler, bizim çalışma arkadaşımızın doktora çalışması için yazdıkları doktora raporunda, ‘böyle bir yorum eski kitaplarda yoktur’ dediler. Hâlâ da susuyorlar. Gelsinler tartışalım. Eski kitaplarda yoksa bile, Kur’an’da vardır.

Bunlar buradan saldırırken, diğer taraftan Kur’an’a inanmayanlar da biz kimiz ki bugünkü Batı uygarlığına karşı bir şey söyleyelim diye düşünüyorlar ve susuyorlar!  

Evet, biz susmadık ve söyledik. Tüm dünya ve Türkiye sesimizi kısmaya çalıştı. Bizim kardeşlerimiz bizden bahsetmez oldular. Ama “Adil Düzen” tüm gücü ile gelişti. Nasıl ipek böceği krizalite girer, sonra kelebek olur. Biz de yirmi senedir olgunlaşıyoruz. Yakında kelebek olup uçacağız, daldan dala konarak Allah’ın nurunu dağıtacağız. Yakındır.

Müslümanlar bizden ilmihal içinde delil istediler. Batıcılar ondokuzuncu yüzyıl Batı âlimlerinin sözlerinden delil istediler. Biz bunu başaramadık. Çünkü oralarda bunlar yoktu. Kendilerinin ilme saygılı olduklarını, ancak bizim ilmi deliller getirmediğimizi ileri sürdüler. Çünkü onların ilmî delilleri sömürü sermayesinin hevai kurallarıdır. Onlar görünüşte ilmî delil istiyor ama delillerimize kulak vermeyerek bize gerici diyorlar.

    1. Batılılar bize müsbet ilim karşıtı olduğumuzu iddia ederek gerici diyorlar. Ortaya koyduğumuz delilleri kapatmak için her türlü tedbiri alıyorlar. Biz buna kendimiz için üzülmüyoruz. Çünkü bizim yanımızda semavat ve arzın Rabbi vardır. Onlara acıyoruz. Yalancının mumu yatsıya kadar sürermiş.
    2. Doğulular da bizim Ehli Sünnet mezhebinden ayrıldığımızı iddia ederler. Oysa bu zavallılar Ehli Sünnetin millerce uzağındadırlar. Bizi suçluyorlar. Ehli Sünnetin dört delili vardır. Biz bu delillerin dayandığı ilimleri elde etmek için tüm zamanımızı harcadık, hâlâ da harcıyoruz. Varsa içinizde bizden fazla usulü fıkhı bilen, buyursun bize öğretsin. Kendisine sadece dua ederiz. Hayır, olmadığını itiraf ederler, ama yine de kendilerinin Ehli Sünnetten olduklarını iddia ederler. Siz Ehli Sünnet değil, siz ancak Ehli Tanzimatsınız, Batı taklitçisisiniz.

قُلْ إِنَّ اللهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ

(QuL EinNa elLAHa YuWılLu MaN YaÇAvEu)  

“Allah meşieti olanı idlâl eder, de.”

Kim dalâlette olmak isterse onu dalâlete koyar. İnsan sadece kendisine verilen gücü kullanır. Kendisi güç vermez. O güç de doğa kanunları içinde kullanılır. Kanunları değiştiremez. O halde tüm olanlar sadece doğa kanunlarının işlemesinden ibarettir. Kişi düşünüp bir şey yapmak istediği zaman doğa kanunları içinde kendisine verilen imkanlarla bunu sağlar. Yapan doğadır. Yani Allah’tır. Kendisi sadece onun öyle olmasını istemiştir.

Buradaki “yeşau”nun faili “men”dir. İdlâl eden ise Allah’tır. Bu Ehli Sünnetin mezhebidir. Mutezile fail olan da insandır diyor. Cebriyeciler ise meşiet eden de Allah’tır diyorlar. Bize göre dalalettedir. Oysa bu âyette açıkça ifade edildiği gibi idlâl eden Allah’tır, ama dalâleti isteyen insanın kendisidir. Gerçi bu âyet, Allah istemedikçe siz isteyemezsiniz âyeti ile tearuz hâlindedir. Bunun mânâsı insandaki iradenin cüzi irade olmasıdır. Allah bunu isterse bu olsun, bunu isterse bu olsun dediği için onu isteyebilmektedir. Oysa Allah’ın izin vermediği bir şeyi insan isteyemez de.

“Âyet getir” demeleri onlara dalâlet yolunun açılması içindir. Onlar yaptıkları ile dalâleti hak etmişlerdir. Burada dalâleti istemeleri onların daha evvel yaptıkları fiillerden ötürüdür. “Adil Düzen”i kabul edemeyişleri onların kendi fiilleri dolayısıyladır.

Biz bir mucize beklemiyoruz, sadece sünnetullahı bekliyoruz.

Zulüm düzeninin payidar olması söz konusu değildir.

وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ

(Va YaHDIy EiLaYHi MaN INAvBa)  

“İnabe eden kimseyi kendisine hidayet eder.”

İsteyeni idlâl eder. İnabe edeni de kendisine inabe eder. Söyle. Böylece Allah bize bir görev vermektedir. Uyarma görevini verir. Biz kimlerle karşılaştık?

  1. Demokrat Parti’ye oy verilmesini istediğimizde akıldaneler; CHP’nin arkasında asker var, bunlar göstermeliktir, akıbetleri kötüdür, bırakın bu yolu dediler. Biz Halk Partisi’ne karşı değildik, dinsizliğe karşı idik. 1960’da ihtilal oldu, askerler müdahale etti. DP gitti ama yerine daha iyisi geldi. Tek parti yönetimi gitti, çok partili sistem geldi. Biz organize olmaya başladık. Kooperatif kurduk, parti kurduk, vakıf kurduk...
  2. Artık Halk Partisi yerle bir olmuştu. Onların iddiası boşa çıkmıştı. Zafer bizim olmuştu. Şeytan bu sefer başka bir bahane çıkarmıştı: Bölmeyelim, CHP gelecek! Demokratların devamı olanların peşine takıldılar. Başka bir bahane buldular. Demirel, MSP kapanmalıdır diye yaygaraya başladı. Geldi, gitti. DYP ile karşımızda duramayınca, bu sefer bizim İzmir adayımız Turgut Özal’ı çıkardılar. Erbakan’a karşı 28 Şubat’ı yaptılar. Ne oldu? Olan oldu. ANAP da DYP de tarih oldu. Daha başka bir şey oldu, ordu bizim tarafa geçti. Yine zafer bizim oldu.
  3. Şimdi hâlâ “Adil Düzen”den bahsetmiyor, uzaktan dolaşıyor, etraftan dolanıyorlar. Sonunda bu zavallıların sonu hüsran olacaktır. Artık Türkiye’de ve dünyada gün ağarmakta, “Adil Düzen” geliyorum demektedir.

Sizlere tekrar “Adil Düzen”i hatırlatayım.

“Adil Düzen” Adalet Partisi ile Adalet ve Kalkınma Partisi’nin istediği ama söyleyemediği düzendir. Liberal düzendir. Denge düzenidir. Arz ve talep kanunlarının çalıştığı düzendir.

“Adil Düzen” İslâm düzenidir, barış düzenidir, lâik düzendir. Yargı kararlarının üstün olduğu, yargının hakimlerden oluştuğu bir düzendir.

“Adil Düzen” şeriat düzenidir, içtihat düzenidir, demokratik düzendir.

“Adil Düzen” hak düzenidir, sosyal düzendir.

Evet, “Adil Düzen” hukuk düzenidir, ahkam düzenidir, kurallar düzenidir.

“Adil Düzen” bunların yalnız temenniler düzeni değildir. Bu hususta mekanizmaları olan, kuralları olan bir düzendir.

İşte Allah istediğini “Adil Düzen”e getirir.

Bugün “Adil Düzen”e karşı olanların hepsi dalalettedir.

“Adil Düzen”e kimler karşıdır?

“Adil Düzen”e karşı Amerika’da bulunan 200 kadar sömürü sermayesi patronu karşıdır. Çünkü bunları sömürüleri sona ermektedir. Artık dünya uyanmaktadır.

“Adil Düzen” gelecek, zulüm bitecektir.

Bu zulüm sermayesi en büyük zulmü İsrail oğullarına yapmakta, kendi sömürü düzenlerini devam ettirmek adına onları ateşe atmaktadır.

Bu zulüm ve sömürü sermayesi ikinci büyük zulmü Amerika Birleşik Devletleri’ne  yapmaktadır. Kendi sömürüsü için onları cephelerde öldürmektedir.

Bu zulüm sermayesi, ondan sonra da Hıristiyan dünyasına zulüm yapmakta, kendi sömürüsünün ordusu olarak Hıristiyanları kullanmaktadır.

Bu zulüm ve sömürü sermayesi, son olarak da solcuları kullanmakta, solcular ABD’deki sömürü sermayesinin hatırına dünyada dinsizliğin askerleri olmaktadırlar.

En son kullandıkları kimseler ise maalesef bazı Müslümanlardır.

Adil Düzen Çalışanları ise Allah’a yolundan yol alan kimselerdir. Bunlar bir avuç insanlardır. Şimdi bize karşı olan tüm Müslümanlar AK Parti’de birleşmişlerdir. Yine bize karşı cephe almaya devam etmektedirler. Bize yardım edip “Adil Düzen”i bir an önce öğrenip kurtulmaya çalışacaklarına, hâlâ “Adil Düzen” aleyhindeki anlayış ve davranışlarına devam ediyorlar. Yazı yazdırmıyorlar, televizyona çıkartmıyorlar, konuşturmuyorlar...

Kur’an bunların geleceklerini aynen şöyle bildiriyor: “Gayzınızla geberin.”

Biz Rabbimiz için yazıyor ve Rabbimiz için okuyoruz. Ötesi bize ait değildir. Bize karşı olanlar varsın küfürleri içinde yuvarlansın dursunlar...

İzmir’de bir televizyon kanalı ayarlandı, anlaşma yaptık, yarısını “Adil Düzen Ekibi” çalıştıracaktı. Adı İzmir TV idi. TMSF haksız olarak el koydu, gasbetti. Biz alacakken bize satmadı; birilerine sattı. Biz o an için sustuk. Onlar zannediyorlar ki biz sustuk; oysa biz susmadık. Günü gelince konuşmak üzere hazırlanıyoruz.

Topraktaki tohum önce çürür, ondan sonar filiz verir.

Enabe etmek” nöbet tutmaktır. Tarihi geliş içinde nöbetleşmedir. Biz Akevler Ekibi olarak Adil Düzen Çalışmalarında tarihin nöbetçisi olmaya karar verdik.

Tarihte bin yıllık uygarlıkları peygamberler kurdular. Birinci Kur’an Uygarlığını  Sahabeler kurdular. Biz İkinci Kur’an Uygarlığı nöbetini tutmaya başladık. Yeni kitap gelmeyecek. Yeni peygamber gelmeyecek. İsteyenler âlim olacak. Kuranı, ilimleri, Batı’nın müsbet ilimlerini öğrenecek ve nöbeti devralacak dedik. Biz kırk yıldır bununla uğraşıyoruz.

Kur’an’dan sonra değişik nöbet sıraları gelip geçti. İlk nöbeti Sahabeler devraldı. Dört halife devrinde istişare usulünü geliştirdiler. Sonra içtihat dönemi doğdu. Bu da Emeviler ve Abbasiler döneminde gerçekleşti. Sonra kelam dönemi doğdu. Türkler bunu ele aldılar. Tasavvuf dönemi geldi. Selçuklu ve Osmanlı dönemidir. Bunlar hep nöbetleşe İslâmiyet’i yücelttiler. Şimdi ise nöbet müsbet ilim döneminindir. İşte yeni nöbete girdik.

Bu nöbete Akevler’le başladık. Nöbetleşmemiz burada bitmedi.

Türkiye iki asırdır Batılılaşmaktadır. 1933’e kadar Batı taklitçiliği Türkiye’nin umdesi idi. 1933’de Mustafa Kemal yeni hedef çizdi: Muasır medeniyetin fevkine çıkmak. Aradan otuz seneden fazla zaman geçmişti, ama Türklerde herhangi bir kıpırdanma yoktu.

Bizi Akevler olarak devreye girdik ve müsbet ilimle Kur’an’ı yorumlayarak Akevler’de uygulamaya başladık. O nöbetimizi de o zaman tamamladık ve bugünkü Türkiye’ye ulaştık.

Şimdi İstanbul Akevler Kooperatifleri yeniden nöbet almış bulunmaktadır. “Adil Düzen”in bir örneğini ortaya koyacaklardır.

Neler yapılıyor?

  1. Kur’an Arapçasını bilgisayarlaştırıyor.
  2. Genel muhasebeyi Kur’an Arapçasına uyarlıyor.
  3. Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasasının fıkhına çalışıyor.
  4. Örnek dergi ve market uygulamaları için hazırlanıyor, hazırlanıyor...

Allah vadediyor bize; bu nöbetleri yüklenen kimseleri Allah kendisine hidayet edecektir. Yani kendisine götürecektir. Böylece Allah biz Adil Düzen Çalışanlarına büyük müjdesini vermiş bulunuyor. O’na hamd olsun.

الَّذِينَ آمَنُوا (elLaÜIyNa EAvMaNUvu)  “Onlar ki iman ettiler.”

“Ellezîne âmenû” “Men enabe”nin  bedelidir. “Men” nekre olduğu için ellezî ona sıfat olmaz. “Inabe”den müfret olarak kullanılmıştır. Ama cem anlamına da gelir. Nöbete girmek fert fert başlar. Sonra bunlar birleşerek cemaat oluştururlar. İslâmiyet’i müsbet ilmin ışığında yeniden dört delile dayanarak anlamak fert fert başlayacak. Ama cemaatleşeceklerdir.

Baştan “Men” ile ifade edilmiştir. Şimdi de “Ellezîne” ile ifade edilmiştir. “Enab” olanlar anlatılıyor. “Enabe eden” nöbet tutan demektir. Yani asker olanlar münibdir.

Mü’minler ocakta bekleme, bucakta koruma, ilde güvenlik, ülkede savunma nöbetleri tutarlar. İşte bunlar dayanışma ortaklığı içindedirler. Nöbet tuttukları çevrenin güvenliğini sağlayan kimselerdir. İf’al bâbından alırsan tam polis ve asker demektir. Hazreti Peygamberin böyle de hadisi vardır.  

Nöbetlilerin güven altına alan kimseler olduğunu bu âyet çok açık bir şekilde ifade ettikten sonra mü’minlerin işi zordur. Çünkü bunlar karşılığını bu dünyada beklemezler. Âhiret için mallarını ve canlarını vermişlerdir. “Adil Düzen”i kurarken, sonra dünyanın güvenliğini tesis edenler bunu ancak kalbleri ile mutmain olduklarında yapabilirler. Bu sebepledir ki nöbet tutarlar, güven altına alırlar ama aynı zamanda kalbleri de tatmin olur.

Burada nöbet demek namaz kılmak demektir. Namaz vakitlerinde camiye gelmek de nöbettir. Tüm nöbetlilere namaz farzdır. O da bir nöbettir.

وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللهِ

(Va TAOMaEinNu QuLUvBuHuM Bi ÜiKri elLAHı)  

“Ve kalbleri Allah’ın zikri ile mutmain olur.”

“TFE” ateşi söndürmedir. Tamamen yürekte olan karışıklığı, korkuyu, kini söndürmedir. Tarikatlar ya Kur’an okutarak ya da “Allah, Allah” dedirterek kişileri huzura götürmektedirler. Oysa Kur’an, Kur’an’ın mânâsı ile, tefsir ve yorumlarla ancak tatmin olur diyor. Kıraat veya tesbihle demiyor.

Yapacağınız iş nedir?

Kur’an mealleri ve yorumları ile devamlı okunmalıdır. Beş vakit namazlarda ikişer sahife okunmalıdır. Ayrıca yatmadan evvel üç veya dört saat, hiç olmazsa iki saat Kur’an’ın tefsir yorumu okunmalıdır. Allah Kur’an’da sesini duyurur ve size değişik mânâlar ilka eder ve siz tatmin olursunuz. Birlikte Kur’an yorumlanarak anlaşılmadan insanın mü’min olması mümkün değildir. Aksi halde askerlik bir işkence olur. Oysa askerlerin ulaştıkları derecenin üstünlüğü bilinci insanı mücahit yapar. Burada sadece Kur’an okumak şartı yoktur. Bu husustaki sohbetler insanı tatmin eder.

أَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(EaLAv Bi ÜiKRi elLAvHi TaOMaEinNu eLQLUvBu)

“Bilin ki kalbler Allah’ın  zikri ile tatmin olur.”

Kalblerin tatmin olması imana atfedilmiştir. O halde tatmin ile iman aynı mânada değildir. İman güven altına almaktır. Siyasi bir oluşumdur.

Bugün Türkler de imanı kalblerin tatmini şeklinde anlamaktadırlar. Bu tamamen hatalıdır. Bu şekilde anlaşıldığında sonu gelmez hatalar yapılmaktadır.

Hatalı sonuçlar şunlardır.

İnsanın kalbi tatmin olursa cennete gider, olmazsa cehenneme gider anlamında iman kullanılmaktadır. Önce iman ve İslâm farklıdır. Müslim de mü’min de cennete gidecek, dereceleri farklı olacaktır. Sadece mü’min olmak cennete gitmek için yeterli değildir. Mutmain olmak da gereklidir. Yani Allah rızası için savaşmalısın. Ganimet için savaşırsan ona da ulaşırsın, ganimete iştirak edersin ama cennette yerin olmaz.  

الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ   

(elLaÜIyna EAvMaNUv Va GaMıLUv elÖAvLıXAvTı)  

“Onlar iman ettiler ve  salihâtı amel ettiler.”

Bu “Ellezîne Âmenû” bundan önceki “Ellezîne Âmenû”nun bedelidir. Dolayısıyla aralarında atıf harfi yoktur. İman ettiler ve kalbleri tatmin oldu. İman ettiler ve salih amel ettiler. İman ettiler, “Adil Düzen”i öğrendiler ve iman ettiler, salih amel işlediler.

Bunlar nöbetlilerdir, askerlerdir. Bunlar mü’minlerdir. Uygun işler işleyenlerdir.

Şimdi “Adil Düzen” nedir?

Bunun için “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı okumamız gerekecektir.

Özetlersek.

İnsanlar aşiretler hâlinde örgütlenmişledir. Örgütlenenler on kadar ailedir. Bunlar beş vakit namazı birlikte kılmaktadırlar. Sabah ezan okunur, namaza kalkar, evlerinde vitir kılarlar. Sabah saat altıdan önce mescide gelirler, sabah namazını kılarlar, sabah mesaisine giderler. Öğle namazını kılar ve evlerine giderler. Öğle uykusundan sonra ezan okunur, mescide gelirler. İkindi namazını kılarlar ve akşam mesaisine giderler veya ilmi çalışmalar yaparlar. Akşam namazında toplanırlar. Namaz kılarlar. Yatsıdan önce gece sohbetlerini yaparlar. İşte bunlar nöbet tutanlardır.

Cuma günleri bucak mescidinde toplanarak siyasi namazlarını kılarlar. O da nöbettir. Senede bir gün ilde Ramazan Bayramı Namazı’nı kılarlar, ülkelerinde Kurban Bayramı Namazı’nı kılarlar. Ve tüm insanlar ömürlerinde bir defa olmak üzere Mekke’de hac yaparlar. İşte bunlar savaşma eğitimini alırlar. Gerektiği yerde nöbetlerini tutarlar. Ayrıca mesai saatlerinde salih ameli amel ederler.

طُوبَى لَهُمْ وَحُسْنُ مَآبٍ(29)

(OUvBAv LaHUM Va XuSNu MaEABın)

“Tuba onlarındır ve onlara hüsnü meab vardır.”

“Tûbâ” “tayyibet” kelimesinin köküdür. Sağlıklar vardır, iyilikler vardır.

Burada anlatılan mü’minler “Adil Düzen” geldikten sonra anlatılan mü’minlerdir. Askerlerdir. İslâm düzeninde savaş dahil ortak işler nöbetleşe yapılır. Nöbet tutmayanlar cizye verirler. Yönetme hakkı nöbetlilerindir. Siyasi dayanışma ortaklıklarını bunlar kurmuş olur. İlmî şurada söz sahibi bunlar olur. Komutanlar bunlar olur. Savaşa bunlar gidip ganimeti bunlar paylaşır. Diyetleri bunlar öder. Bunlar kamu gücünü kullanırlar. Polislerin sahip olduğu yetkilere sahiptirler. Soruşturmaları bunlar yaparlar. Şahitlikleri bunlar yaparlar. Cizye verenler ise yararlanırlar. Bunlar için tûbâ vardır ve hüsnü meab vardır.

“Eva” yuvaya dönmedir. “İyab” ise obaya yani kışlaya dönmedir. Bunlar için güzel kışlalar yapılır. Evlerinden daha iyi evlerde otururlar. Köşkler ve saraylar oluşturulur. Bunlar, halkı sosyal görevlilerin gücüne inandırması içindir.

İbni Haldun bunu çok güzel açıklamaktadır. Çöküş sebepleri sarayların israfıdır.

Demek ki tûbâ siyasi haklardır. Meab da humustan aldıkları paylar ve kışlalardır.  

 

***

RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 14

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَالَّذِينَ صَبَرُوا ابْتِغَاءَ وَجْهِ رَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً وَيَدْرَءُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ أُوْلَئِكَ لَهُمْ عُقْبَى الدَّارِ(22) جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالْمَلَائِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِمْ مِنْ كُلِّ بَابٍ(23) سَلَامٌ عَلَيْكُمْ بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِ(24) وَالَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ أُوْلَئِكَ لَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُوءُ الدَّارِ(25) اللَّهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ وَفَرِحُوا بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فِي الْآخِرَةِ إِلَّا مَتَاعٌ(26) وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ قُلْ إِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ(27) الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللَّهِ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ(28) الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ طُوبَى لَهُمْ وَحُسْنُ مَآبٍ(29)

كَذَلِكَ أَرْسَلْنَاكَ فِي أُمَّةٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهَا أُمَمٌ لِتَتْلُوَ عَلَيْهِمُ الَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَهُمْ يَكْفُرُونَ بِالرَّحْمَنِ قُلْ هُوَ رَبِّي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ مَتَابِ (30)

وَلَوْ أَنَّ قُرْآنًا سُيِّرَتْ بِهِ الْجِبَالُ أَوْ قُطِّعَتْ بِهِ الْأَرْضُ أَوْ كُلِّمَ بِهِ الْمَوْتَى بَلْ لِلَّهِ الْأَمْرُ جَمِيعًا أَفَلَمْ يَيْئَسِ الَّذِينَ آمَنُوا أَنْ لَوْ يَشَاءُ اللَّهُ لَهَدَى النَّاسَ جَمِيعًا وَلَا يَزَالُ الَّذِينَ كَفَرُوا تُصِيبُهُمْ بِمَا صَنَعُوا قَارِعَةٌ أَوْ تَحُلُّ قَرِيبًا مِنْ دَارِهِمْ حَتَّى يَأْتِيَ وَعْدُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ الْمِيعَادَ (31)

 

كَذَلِكَ (Ka ÜAvLıKa)  “Bunun gibi”

Yukarıda insanları dört grupta topladı. Birinci grup Allah ile sözleşme yapanlardır. Herkes hem Allah’ın halifesidir, hem de kuludur. İçimizden birisi diğerine bir teklif yaptığı zaman bunu Allah adına yapmış olur, Allah’ın halifesi olarak yapmış olur. Diğeri de kabul edince sözleşmeyi kabul etmiş olur. Böylece ikisi birden Allah ile sözleşme yapmış olurlar.

Bu sözleşmeyi çevreye duyurmayı da ikinci grup insan üzerlerine yüklenmiş olurlar. Bunlar da yukarıdaki ikinci “Ellezîne” ile ifade edilmiştir.

Sonra bunların ortaklığını kabul edenler üçüncü grup insanlardır. Bunlar da sabredenlerdir.

Dördüncü grup ise bu oluşa karşı çıkanlardır. Onların durumlarını anlattıktan sonra iman edenlerin iki vasfını atıf yapmadan “Ellezîne” ile ifade etmiştir. Kalbleri tatmin olanlar ve ameli salih işleyenler. Yukarıda anlatılanlar genel kural idi, tarihî oluşmanın sonucu idi, devri idi.

Şimdi doğrudan bize, okuyanlara hitap ederek, Kur’an’ı anlayan âlimlere hitap ederek, seni de o genel kurallar içinde irsal ettik demektedir. Yukarıdaki hitap nebilerin haleflerine idi. Şimdiki hitap ise bunları uygulayacak siyasi başkanlara aittir. Adil Düzen Çalışanlarını değil, uygulayanları muhatap almaktadır. “KezaliKüm” dememekte, “KezaliKe” demektedir. Çünkü artık uygulayacak olan siyasi başkana hitap etmektedir.

Bu kimdir?

Bundan önce birinci uygulamada bu başkan siyasette N. Erbakan, dinde F. Gülen idi.

Bir taraftan Akevler de onlarla birlikte Allah ile sözleşmeler yaparken, diğer taraftan bunlar oluşturdukları cemaatle birinci uygulamasını yaptılar ve beklediğimizin çok üstünde bir sonuç elde edildi.

Şimdi on yıldan fazladır İstanbul’da İkinci Adil Düzen İlmî Araştırmasını yapıyoruz. Henüz arz edecek seviyeye ulaşamadık. Duamız Allah’ın bunu bize nasip etmesidir.

 

Şimdi ne olacaktır?

Adil Düzenin İkinci Hamlesi atılacaktır.

Kombassan ve Yimpaş da, Anadolu holdingleri de ikinci adımlarını attılar. Şimdi bir resul beklenmektedir; bu ikinci çalışmaları siyasi ve iktisadı uygulamalara geçirecek bir resul.

İşte mesele bu kişi kim olacaktır, kimler arasından çıkacaktır?

  1. Bu Millî Görüşçülerden ve AK Parti’den çıkabilir. “Adil Düzen”e sahip çıkabilir. Bediüzzaman ve Gülen cemaatleri arasından da çıkabilir. Türkiye’deki halk holdinglerinin desteği ile çıkabilir.
  2. Bunun Sünni Müslüman olması gerekmez. İranlılardan çıkabilir. Onlardan çıkan resul son peygamberin halifesi mehdi “Adil Düzen”e sahip çıkabilir. Akevler çalışmasını tamamladığı zaman çıkacaktır.
  3. Bu Amerika’dan da çıkabilir. Barack Hüseyin Obama “Adil Düzen”i kabul ederek insanlığı zulumattan kurtarabilir. Hıristiyan olması buna mâni değildir.
  4. Bizim hiç beklemediğimiz biri olabilir.

Bizim görevimiz “Adil Düzen”in ilmî tarafını tamamlamaktır.

Sonrası O’nun bileceği iştir.

 

Biz ne yapıyoruz?

Yazıyoruz ve internette yayınlıyoruz. İnsanlığa yol gösteriyoruz. Yani “Adil Düzen”e nasıl varacaklarını söylüyoruz.

Bunun için şunlar yapılacaktır; yapılmaktadır:

    1. İlk dört asırda oluşmuş İslâmî ilimleri ve o günün Arapçasını öğrenmemiz gerekmektedir.
    2. Bugün Batı’nın ulaştığı müsbet ilimleri Kur’an Arapçası ile tedvin etmemiz gerekmektedir.
    3. Günümüzün sorunlarını çözecek “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI”nı ve fıkhını ortaya koymamız gerekmektedir.
    4. Örnek bir uygulama yaparak resule, yani son peygamberin yirmi birinci yüzyıl halifesine, yani mehdiye göstermemiz gerekir.

İşte biz buna davet ediyoruz.

O bizi dinleyerek ve “Adil Düzen” uygulamasını yapacaktır. Biz onun Cebrail’i olacağız.

İşaret gayb veya uzak işareti ile yapılmıştır. Çünkü işaret lafza değil mânâyadır.

أَرْسَلْنَاكَ (EaRSaLNAvKa)  “Seni irsal ettik.”

Kur’an’dan önce irsaller Cebrail’in gelip hitap etmesi ile olmakta idi. Kur’an’dan sonra nebilik kalktığı için yerine nebiyyun yani âlimler heyeti gelmiştir. Risalet ise sona ermemiştir. Bir topluluk onu siyasi lider yapıp iktidar edince, o da mü’minse bu görevi yüklenmiş olur. Gömleğini çıkartmasaydı bu kişi R. Tayyip Erdoğan olabilirdi. Bu görevi bundan önce Necmettin Erbakan yüklendi. Bu kişinin resullük görevini görebilmesi için Akevler Adil Düzen Çalışanlarına kulak vermesi gerekmektedir.

İlmin özellikleri vardır.

  1. İlim başkalarına devredilir ama kendisinde bir eksilme meydana gelmez. Dinde birinin cemaati çoğalırsa diğerinin azalır. Birinin zengin olması diğerinin olmaması demektir. İktidar birinin olur. Ama ilim öyle değildir. Talebenin âlim olması hocanın ilmini eksiltmez.
  2. İlim üst üste biner, devamlı artar. Eksilme olmaz. İnsan parayı başkasına dağıtabilir, dini başkanlıktan çekilebilir, makamından istifa edebilir ama ilmi terk etmek ve unutmak kişinin elinde değildir. Öğretmek elinde olsa da unutmak elinde değildir.
  3. Din (tarikatlar ve şeyhler), iktisat (ekonomik işletmeler ve iş adamları) ve siyasiler (partiler ve başkanları) varlıklarını cemaatlerinin sayısına borçludurlar. Büyük şeyh demek, cemaati çok olan demektir. Büyük parti demek, oyu çok olan demektir. Büyük iş adamı demek, işçileri çok olan demektir. Oysa büyük âlim kendi başına da büyük olabilir.
  4. Din, iktisat ve siyasette başarı hayatta olur. Halbuki âlimler ekseriyetle birkaç asır sonra anlaşılır ve ancak o zaman etki etmeye başlarlar. Yani garibandırlar. Para ve mevki sahipleri âlimleri değil de, kendilerini şakşaklayan ilim müsveddelerini meşhur etmeye çalışırlar. Onlar âlimleri asmışlardır ama bin sene sonra Ebu Hanife yıldız olmuştur, Sokrat iki bin sene sonra yıldız olmuştur.

Burada irsal edilecek olan kimdir?

Onu şimdi biz bilmiyoruz.

Bekliyoruz...

فِي أُمَّةٍ (FIy EumMaTin)  “Bir ümmet içinde.”

Bir topluluk içinde seni irsal ettik. Ümmet nekredir. Dolayısıyla burada kastedilen Araplar değildir. Kur’an nâzil olurken Araplar idi. Ama şimdi yeni kavimdir. O da Türklerdir. Çünkü medeniyeti kurmaya hazırlanmış topluluk Türklerdir. Üç asırdır hazırlanmaktadır. Yahut bugünkü insanlıktır. Çünkü her asırda bir başkan gelir. Süper güç olarak dünyanın sorumluluğunu alır.

Şimdi mü’minler bin senedir yanlış bildikleri bazı konularda kendilerini tazelemelidirler.

  1. Müslim ile mü’min aynı değildir. Müslim İslâmiyet’i yani barışı kabul eden halktan biridir. Mü’min ise güvenliği sağlayan hakemlerin emrinde silahlanmış kimsedir demektir. Yani cihad eden kimse mü’min, hakemlerin kararına uyan ise müslimdir.
  2. Silahlı güçler uluslarda oluşur. Aynı dili bilenler ordu oluşturabilir. Bir İsrail devleti yoktur. İslâm devletleri vardır. Hakem kararlarını kabul eden her ülke İslâm devletidir. Bunun bir dine mensup olunması ile ilgisi yoktur. Çünkü bir devletin içinde çeşitli din mensupları yaşarlar.
  3. Hazreti Muhammed aleyhisselâm peygamber olarak tüm insanlığın peygamberidir. Münzir ve mübeşşirdir. Bir de Arapların, o günkü Arapların hâdisidir. Onların başkanıdır. Örnek başkandır. Ama bizim başkanımız değildir. Hayattayken bütün insanlığın başkanı olarak kabul etseniz bile, hayatında başkan idi, öldükten sonra başkanlığı kalmaz.
  4. Bugün bizim hâdimiz olacaktır, başkanımız olacaktır. Her topluluğun başkanı olacaktır. Bu başkanlar eğer Adil Düzencilerle istişare ettikten sonra başkanlık yapıyorlarsa, Allah onu irsal etmiştir demektir. Başkanın istişare etme zorunluluğu vardır. Ama kararı kendisi verir. Bizim Erdoğan’a karşı uyarımız bizimle istişare  etmemesidir. Yoksa bizim dediğimizi niye yapmıyor demiyoruz. Elbette bizim dediğimizi değil, kendi içtihadını uygulayacaktır. Herkes kendi içtihadı ile amel edecektir. Ama istişareyle mükelleftir. Kiminle? Kur’an ehliyle, şeriatçılarla, yani fıkıhçılarla, hukukçularla. Çünkü devlet dinle değil, ilimle yönetilir.

قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهَا أُمَمٌ

(QaD PaLaT MıN QaBLıHAv EuMaMun)   

“O ümmetten önce ümmetler gelmişti.”

Ümmet ümmetlerin devamı olmaktadır.

Türkiye’mizi ele alalım.

Halk olarak tarihte Hititlerden önce Anadolu’da yerleşmiş ve yaşamışlardı. Sonra Hititler geldi. Sonra Frigler, Lidyalılar, Traklar geldi. Daha sonra Grekler geldi. Bizanslılar geldi. Selçuklu ve Osmanlılar geldi...

İskitler, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular, Osmanlılar...

Başka bir gelişme ile de Halifeler, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar…

Demek ki “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” bu topraklar üzerinde birçok ümmetlerin geçmesinden sonra oluşmuştur.

Tarihte de büyük uygarlıklar kurulmuştur: Mezopotamya-Mısır, İbrani-Yunan/Roma, Hıristiyanlık-Bizans, İslâm-Batı uygarlıkları devrede ede geldi.

Süper güç de Romalılardan sonra Osmanlılara, Osmanlılardan sonra İngiltere’ye, oradan ABD’ye geçti.

Şimdi nerdeyiz?

Bugün dünyaya hakim olan tekel sermayedir. Tekel sermaye dünyayı çok kötü bir şekilde sömürüyor.

1- Dinsizliğe dayanan bir dünya kurmaya çalışıyor.

2- Tekele dayalı bir dünya kurmaya çalışıyor.

3- Çatışmacı bir dünya kurmaya çalışıyor.

4- Ahlâksız bir dünya kurmaya çalışıyor.

O gelecek resule Allah diyor ki: Senden önce geçmiş ümmetler vardı. Seni onların içinden bugün var olan bir ümmetin içinde irsal ediyorum. Sen farklısın. Senin özel görevin olacaktır. Peygambersiz oluşan III. Bin Yıl Uygarlığında yapacakların vardır.

لِتَتْلُوَ عَلَيْهِمُ الَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ

(Li TaTLuVa GaLaYHıM elLaÜIv EaVXaYNAv EiLaYKa)  

“Sana vahyettiğimizi uygulamak için gönderdik.”

Eskiden Cebrail yoluyla vahyediliyordu. Vahyedilen mukaddes kitaptı. Şimdi ise Cebrail gelmiyor. Onun yerine Kur’an’dan yapılan içtihatlar onun yerini almıştır. Vahyin yerini ilim almıştır. Peygamberlerin yerini âlimler almıştır. Onların icması ile sabit olanlar resule/başkana vahyedilendir. Yani bugün iktidar olacak bir kimsenin resulün halefi olabilmesi için, halife olabilmesi için, belki de beşinci halife olması için; her şeyden önce dört delile ve bugünkü müsbet ilme dayanan içtihatların sonunda oluşan icmalara uyması, onları uygulaması gerekir.

Tilavet etmek” demek aktarmak demektir. Ay nasıl güneş ışığını yeryüzüne aktarırsa, başkan da Adil Düzen Âlimlerinin ışığını insanlığa aktaracaktır.

Şimdi, bu âyetleri 1400 sene önce Hazreti Muhammed’e inmiş kabul edip anlama vardır, yahut bizim yaptığımız gibi bugün bu âyetler bize yani içimizden birine inmekte olduğunu kabul etmek vardır. Bir defa o zaman inmiş kabul ettiğimiz zaman “ümmet” kelimesi nekre gelmez. Çünkü Hazreti Muhammed bütün insanlığa resuldür. Onu tevil etsek bile, Kur’an tarihteki olayı tesbit eder, bize bir yararı olmaz. İşte biz öyle yapmıyoruz. Kur’an bize nâzil oldu diyoruz ve ona göre mânâ veriyoruz.

İşte “Adil Düzen” budur.

  1. Kur’an Allah’ın sözüdür. Zamanla eskimez, her dönemin sorunlarını çözer.
  2. Kur’an’ı bize nâzil olmuş gibi okuyup anlayacağız. Çünkü O bizim de Rabbimizdir.
  3. Kur’an’ı bugünkü müsbet ilimlerin verileri içinde yorumlayacağız.
  4. Kur’an’da kıyas yoluyla da bütün sorunların çözümleri vardır.  

İşte, bu durumda mesela nedir? Bu durumda bir Barack Hüseyin Obama’nın veya Mustafa Kemal’in mehdi olabilmesi için Kur’an’ı bu şekilde anlayarak Adil Düzen Çalışanlarının bu çalışmalarına kulak vermesi ve değerlendirmesi gerekir.

İlim içtihatlarla oluşur, müsbet ilim ve dört delille elde edilir. Ama ilmin sonuçları icma ile sabit olur. Bugün dünyanın düz olmadığını kimse söyleyebiliyor mu? Bugün elektrik ve fizik kanunlarını kimse inkâr edebiliyor mu? İşte âlimlerin icmaı Allah’ın bugünkü mehdi olacak başkana vahyi olacaktır. Onun için “Ellezî evhaynâ ileyke” denmektedir. Çünkü icmalarda hata olmaz.

Bizimle oturup kimse tartış(a)mıyor.

Neden?

Çünkü kimse bizim söylediklerimize karşı çıkamaz.

Görüşüp tartışsalar, o zaman “Adil Düzen”i kabul etmek zorunda kalırlar.

İşte bunu aşan bir devlet başkanı “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın mehdisi olacaktır.

Bu Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı olabilir...

İran Devlet Başkanı olabilir...

Putin olabilir...

Obama olabilir...

Başka birisi olabilir...

“Adil Düzen”i benimseyen devlet birden güçlenir ve dünyada süper güç olur.

Zaman yaklaşmıştır.

Ne var ki biz henüz Yenibosna’da hazır değiliz.

Mesela, henüz örnek olabilecek küçük bir marketi çalıştıramadık.

Allah çağımızın resulünü irsal etmeyi erteliyorsa, sebebi, bize zaman kazandırıyor.

وَهُمْ يَكْفُرُونَ بِالرَّحْمَنِ

(Va HuM YaKFuRUIvNa Bi elRaXMAvNı)  

“Onlar Rahmana küfrediyorlar.”

Buradaki “Ve” harfi hâl vavıdır. Ümmetin hâlini bildirmektedir. Onlar Rahmana küfredecek, seni onların içine gönderdik denmektedir. “Hum/onlar” zamiri ümmete raci olmaktadır. Hem “Ha” olarak işaret edilmiş, hem de “Hum” olarak getirilmiştir.

Demek “ümmet” kelime olarak işaret edildiğinde, “Ha” mânâ olarak zamirleştirildiğinde, “Hum” olarak zamirleşmektedir. “Ümmet” tabiri topluluktur, yapıları ve kuruluşları ümmettir. Küfredenler ise kuruluş değil halktır.

Yirminci yüzyıl insanını ele alalım. İnsanlık yirminci yüzyılda tarihin en büyük inkılabını yapmıştır. Daha önce insan nebati hayat yaşarken, birden hayvani hayata geçmiştir.

Nebati hayat nedir?

Sinir sistemimin olmadığı hayat nebati hayattır. Sinir sisteminin olduğu hayat ise hayvani hayattır. Bundan bir asır evvel insanlar nebati hayat yaşıyorlardı. Ulaşım sistemleri yoktu. Sosyal ulaşım sistemleri yoktu. Haberleşme sistemleri yoktu. Aydınlatma ve motor sistemleri yoktu. Bilgisayarlar yoktu. İnsanlar sanayide çok büyük inkılaplar yaptılar. Gelecekte de bundan daha büyük inkılap/lar yapabileceklerdir. Şimdilik bu tür inkılap görülüyor. Ama bir asır evvel insanların bugün ulaşılan teknik seviyeyi bilmeleri çok zor idi.

Şunu belirtmemiz gerekir ki, insanlık bu seviyeye ulaşmışsa, geçmişteki çalışmalarla ulaşmıştır. On dokuzuncu asırda insanlar her şeyi keşfettik, bizden sonrakiler ne keşfedecekler demişlerdir. Fazla haksız da sayılmazlardı. Çünkü onlar bugün bildiğimiz doğa kanunlarını keşfetmişlerdi. Onların bilmediği, bizim bildiğimiz bir doğa kanunu yoktur. Işık hızı, atalet kanunları, elektrik kanunları; hepsini biliyorduk. Belki kuantum teorisini bilmiyorduk.

Ama bunların uygulaması yani meyvelerini toplamak yirminci yüzyıla nasip olmuştur. Bu nimetlerden dolayı Allah’a en çok şükretmeleri gerekirken, küfür ve inatta da o derece ileri gittiler. Tanrı’yı yok saymaya, dinleri ortadan kaldırıp inançsız bir sömürü dünyası kurmaya kalkıştılar. İşte bu şekilde Rahmana küfrettiler. Onlar hem inkâr ettiler hem de nankörlük yaptılar. Denebilir ki, tarihte bu kadar nankör ve inkarcı başka bir asır olmamıştır.

“VeHum Yekfurûne bi’r-Rahmâni”ye bu kadar uyan başka bir asır bulamazsınız.

Gelecekte de her halde olmayacaktır.

Ümmet nekre gelmiştir. Âyet Asrı Saadete işaret etmiyor.

Demek ki bilhassa asrımıza işaret ediyor.

Bu küfür asrı ne yaptı?

Marks’ın talimatlarına uyarak aileyi, mülkiyeti, dini ve devleti yok etmeye kalkıştı. Mesela başörtüsü yasağ,ı hâlâ bu kâfirliğin sürdürülmesidir.

İşte böyle bir karanlık zalim çağ içinde yeni resul/başkan gelmektedir. Bu karanlık asırda kırk milyon insan öldürülmüştür. Kitle imha silahları pervasızca kullanılmıştır.

İnsanlık tarihi yirminci yüzyılı anlatırken, en çok keşiflerin asrı diyecekken, en büyük zalim asır diye anacaktır.

İşte Birinci Adil Düzen Çalışmaları bu zalim asrı normal asra döndürmeye çaba göstermektedir. Bunu fazlasıyla başarmışlardır. Dünyanın çehresi değişmiştir. Türkiye ve dünya Adil Düzen Çalışanlarının çabaları sonunda buraya kadar gelmiştir. Bugün Rusya’da Putin varsa, ABD’de Obama varsa, bu Türkiye’de Millî Görüş diye başlayan bir hareketin “Adil Düzen”i dünyaya duyurması ile olmuştur. Yirminci yüzyılın tarihini yazanlar bizim tahlillerimizi göz önüne almak zorundadırlar.

Birinci “Adil Düzen” adımımızı attık, zalim düzeni tarihe gömdük. Allah gömdü. Ama “Adil Düzen”i henüz getiremedik. İşte İkinci “Adil Düzen” Çalışması budur. Bunun ilmini İkinci Adil Düzen Çalışanları olarak siz yapacaksınız. Biz size işte bu yardımı yapmaktayız.

قُلْ هُوَ رَبِّي (QuL HuVa RabBIy)  “O Rabbimdir de.”

Bütün dinler mehdiyi beklerler, onu tanrılaştırırlar. Oysa Cebrail’in kendisine geldiği kişi bir resulden/başkandan başkası değildi. Allah ona imkanlar verecektir. Ama kendi çabaları da buna elbette eklenmiş olacaktır.

Türkiye’de Bediüzzaman bir mehdidir, Erbakan bir mehdidir.

Mehdi olanın ilk işi: De ki Rahman benim Rabbimdir diyecek. Yani iktidara getiren, onu o mevkiye ulaştıran çevresindeki insanlardır. Eğer vefakar ise o onların isteklerini yerine getirmelidir. Hayır, o diyecektir ki, benim Rabbim siz değilsiniz, Rabbimdir; Rahman olan Rabbimdir. Çünkü O bana bu meziyetleri vermeseydi siz bana cemaat olmazdınız. Demek ki sizi bana bağlayan O’dur. Rabbim size ilham etmeseydi beni desteklemez veya bana oy vermezdiniz. O halde ben sizin heva ve heveslerinizi yerine getirmeyeceğim, Rabbimin emirlerini yerine getireceğim. O benim hayrıma olacağı gibi sizin de hayrınıza olacaktır. Rahmanı rab kabul etmeden mehdi olunamaz. Eğer bir lider ben bir daha nasıl seçilebilirim, eğer bir lider beni seçenleri memnun edeyim diye düşünürse, o kimse mehdi olamaz.

Gelecekte “Adil Düzen”i uygulayacak olan kimsenin birinci vasfı budur.

“Adil Düzen”i ağzına alamayan, “Millî Görüş”ü gelenek diye değerlendiren bir kimse mehdi olamaz. Geleneğe uymak Allah tarafından en çok reddedilen bir şeydir. Sadece bir söz, bir davranış bile onun mehdi olup olmadığını ortaya koyar. Eğer ‘çevre ne der’ deyip ona göre söylüyorsa, halkın isteğine göre neşriyat yapıyorsa, o münafıktır. O tür bir anlayışın sahibi “Adil Düzen”in getiricisi olmayacaktır.

Resul/başkan odur ki, mehdi odur ki, halkın hoşuna giden şeyleri değil, halk için iyi olan şeyleri, Allah’ın hoşuna giden şeyleri söyler. İktidara öyle talip olur.

Sokrat da, Ebu Hanife de, hakkı anlatmanın bedelini canlarıyla ödemişlerdir.

Halk kendi çıkarlarını, insanlar ayrı ayrı çıkarlarını düşünür. Resul/başkan ise topluluğun çıkarını düşünür. Bunlar birbirine zıt olan şeylerdir. Herkes az vergi vermeyi hedefler, halk ise hiç vergi vermek istemez.

Peki, resul/başkan halkın hoşuna giden şeyleri nasıl yapacak?

Vergiyi almayıp devletini yıkacak mıdır?

Halk adil olmak şartıyla başkanın topluluk için uyguladıklarına rıza gösterir. Kendi topluluğunu ve yarınını düşünme adına zulmetmeyen başkana ihtiyaç vardır. Halk bunu destekler, buna oy verir. Çünkü Rabbinin istediğini yapmaktadır.

Zaten eğer böyle biri topluluk değilse, halk “Adil Düzen”e layık değildir demektir. Mehdi resul de onlara başkanlık yapamaz. Erbakan on bir ay sonra başbakanlıktan gitti. Ama hiçbir şey yapmayan, zulüm düzenine odun taşıyan, taşımakta gayretkeş olan Erdoğan hâlâ orada duruyor. Çünkü bu halk onu istemektedir.

Ancak burada ne halkı ne de Erdoğan’ı suçlayamayız.

Suçlu olan biziz, biz Adil Düzen Çalışanlarıdır. Biz yeteri kadar Adil Düzen ilmini gösteremedik ki onlar bize inansınlar. Bu durumda orada ya Ecevit oturacak veya Erdoğan oturacak; orada mehdi/resul/başkan oturamaz.

Ben eğer Erdoğan’ın yerinde olsam imana gelirim, tevbe ederim, ben “Adil Düzen”i öğrenecek ve onu uygulayacağım derim. İstifa eder ve meclise dönerim. Orada benim gibi idare eden bir arkadaşı bırakırım.

Gül’ün yerinde olsam istifa ederim. Zulüm düzenine odun taşıyacağıma, “Adil Düzen” için mecliste çalışma yaparım. Orada bir askeri oturturum. Ben bunu söylerim diye onun yakını milletvekili Mehmet Tekelioğlu, Gül görüşmek istediği halde beni görüştürmedi.

Bunlar benim çok yakınlarım oldukları için onlar adına korkuyor ve üzülüyorum.

Sonra ne yapardım?

Bu zatların yerinde olsam, Millî Görüşçülerle ve Akevler’deki Adil Düzen Çalışanlarıyla, hattâ Gülencilerle irtibata geçer, “Adil Düzen Anayasası”nı hazırlardım. Gelecek seçimde halkımın huzuruna onunla çıkardım. Yüzde altmış oy verirlerse başbakan olur ve “Adil Düzen”e geçmeye başlardım. İstediğim oy seviyesini vermezlerse, ertesi seçime kadar hazırlığa devam ederdim.

Bülent Arınç, kendi babasının malı imiş gibi verilen emanete ihanet etmiş, meclis başkanlığını başkasına devretmiştir. Ondan sonra da bizimle görüşmeme saygısızlığını göstermiştir. Ben kendi çıkarım için bir şey istemeye gitseydim benimle görüşmemekte haklı olabilirdi. Ama ben Allah’ın bana öğrettiklerini hatırlatmaya gidecektim. Ama o benimle görüşmedi, çünkü o Allah’tan daha güçlü kimseler bulmuştur! Onlardan aldığı teminatla partisi kapanmamıştır. Ama kendisi hukukçudur. Okusun bakalım, verilen kararı. Tekçi AK Parti kapansaydı da öyle devleti yıkacak karar çıkmasaydı.

Ben Saadetçilere İstanbul Büyükşehir belediye başkan adaylığımı teklif ettim; nasılsa kazanamayacaksınız, hiç olmazsa bu vesileyle “Adil Düzen”i anlatalım dedim. Halk oy verirse “Adil Düzen”e sahip çıkarsınız dedim. Onları beni insan yerine koymadılar, yazdığım mektubu okumadılar. Artırdıkları yüzde bilmem kaç, binde bilmem kaç oyla avunuyorlar. Züğürt tesellisi. Bu oy oranlarıyla iktidar olunamaz. Numan Kurtulmuş ile görüşmek istedim, o da görüşmedi. Acaba neden? Görüşmüyor, çünkü “Adil Düzen”i bırakın, “Millî Görüş”ü bile ağzına çok az alıyor.

Bütün bunları ben burada neden anlattım?

Bu tefsirlerim bin sene sonra okunacaktır. Bunlardan hiçbirinin mehdi/resul/başkan olmayacağını ilan ediyorum.

Erbakan ne yapıyor?

Bu yaşa gelmiş o insan, tüm diğerlerinin toplamından daha çok iş yapıyor. Hatalar yapıyor ama peygamberler de hata yapardı. Kimseyi suçlamıyorum. Ama Erbakan mehdidir ve diğerlerinin olma ihtimali yoktur. Bunu anlatmaya çalışıyorum.

Erbakan İran’a giderken Akevler’i götürebilirdi; götürmedi.

Demek ki henüz “Adil Düzen”in ikinci resulü ortaya çıkmamıştır.

Ben size bu dünyayı tahlil ediyorum.

Kimin cennete kimin cehenneme gideceğini ben söylemiyorum.

Onu ancak ona o görevi veren bilir, kalbini yani niyetini de sadece o bilir.

لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ (Lav EiLAvHa İlLAv HuVa)  “O’ndan başka ilah yoktur.”

Yani Rahmandan başka, Rabbinden başka ilah yoktur.

Her topluluk kendisine bir ilah seçer. Topluluğun benimsediklerini tanrısının istedikleri olduğuna inanır, kendi iç düzenini ona göre düzenler. Bununla yetinmez. Her topluluk kendi tanrısının diğer bütün güçlerin üstünde olduğunu iddia ederek kendi tanrısının, dolayısıyla kendi topluluğunun bu dünyayı yönetme yetkisi olduğunu sanır. Ulusun çıkarları için çatışır, tanrının emri ile çatıştığına inanır.

İşte Kur’an bu anlayışı reddederek, “Rahman benin Rabbimdir” demeyi emreder. Ama O’ndan başka ilah da yoktur. O yerlerin ve göklerin Rabbidir. Âlemlerin yani bütün toplulukların Rabbidir. Kur’an bunu ilan ile başlar. Benin tanrım, senin tanrın birdir. Başka ilah yoktur. Rahman benim Rabbimdir. Ama O’ndan başka da ilah yoktur.  

Bugün insanlar kendilerine değişik tanrılar icad etmişlerdir.  

  1. Her din kendisine bir tanrı edinmiş, peygamberleri tanrılaştırmıştır. Müslümanlar ve Hıristiyanlar aynı Tanrı’ya inandıkları halde, peygamberleri farklı olduğu için sanki ayrı tanrı imiş gibi davranıp dini çatışmaları yapmaktadırlar. Oysa peygamberler insanları Allah’a götüren işaretlerdir. O’na varan yolları gösterirler. Kılavuzlarımızın farklı olması gideceğimiz yeri farklı kılmaz. Peygamberleri veya din azizlerini tanrılaştırmak şirktir.
  2. Her ulus kendisine bir tanrı edinmiş ve o tanrı çevresinde diğer devletlerle savaşmak ideali içinde yaşamaktadır. Devletlerin kendi varlıklarını korumaları ayrıdır, devletlerin diğer devletleri sömürmeleri ayrıdır. İşte bu şirktir. Oysa Allah insanlığı kendisine halife yapmıştır. İnsanlığı kabile ve şa’blara ayırmıştır. Tek Tanrı’ya inandığımız zaman artık halkların çıkarları ile insanlığın çıkarlarını birleştirmiş oluruz.
  3. Tekel sermaye oluşturup tüm insanları onun işçisi yapmak da şirktir. Rahmandan başka ilah kabul etmektir. İşçi-patron değil, ortak-çalışan ortak görerek, faizi ortadan kaldırıp herkese çalışma kredisini vererek insanları eşitlemek. Zenginleri yok etmek değil ama tanrılık koltuğundan indirmek mehdi resulün görevi olacaktır.
  4. Karşılıksız para ve insanların o para peşinde koşmaları şirktir. Bugün iman etmek demek karşılıksız parayı reddetmek demektir. Bunu nasıl yapacağız? Bugün aldığımız TL’nin kaç gram altın ettiği bellidir. Dolayısıyla karşılıksız değildir. Günlük işlemlerde o parayı para olarak kabul etmek Allah’a kulluktur, Rahmana kulluktur. Ama bu paranın yarın ne olacağı belli değildir. Karşılığı bilinmemektedir. Onun için borçlanma TL üzerinden değil; altın, demir, buğday gibi reel değerler üzerinden yapılacaktır. O halde ekonomi açısından bugün kelimeyi şehadet nedir? Türk Lirası ile peşin alışverişleri yapma, borçlanmayı ise hakiki yani reel değerler üzerinden yapmadır.

Halkın bunu yapması için bizim kredileşme hesabını açmamız, açtıktan sonra da, ‘ey insanlar, gelin bu hesaptan borçlanın’ dememiz gerekir. Kim ortak hesaba katılırsa o iman etmiş olur. Lâ ilahe illallah der.

İşte biz Adil Düzen Çalışanları bunu yapar ve örnek olarak gösterirsek, onu benimseyen siyasi parti lideri, belediye başkanı veya devlet başkanı mehdi resul olmuş olur.

Evet, size derim ki, bu mehdi resullüğe Putin veya Obama bile adaydır. Yeter ki “Adil Düzen”i kabul edip kendi topluluğunu Kur’an nizamına götürsün.

Kur’an’a inanması gerekmez mi? Mehdi resulün Kur’an’a inanması gerekir. Ama müslüman olması gerekmez. Kendi dininde olur. Bütün peygamberlere inanır ve düzen olarak da Tevrat ve Kur’an düzenini kabul eder. Çünkü başka düzen yoktur.

عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ (GaLayHi TaVakKaLTu)  

“Ben O’na tevekkül ettim.”

Ben O’na tevekkül ettim. Yani size değil, Rahman olan Rabbime dayanıyorum. O’nun dediklerini ve istediklerini yapacağım. Siz kendi çıkarınızı ve hakkınızı koruyacaksınız, ben de devletimizin hukukunu koruyacağım. Bağımsız yargı karşısında eşitiz. Ben O’nun emirlerini yerine getirirken elbette sizin toplu çıkarlarınızı koruyacağım. Ama size hükmetmeyeceğim. Hakim olan Allah’tır. Yani hakemlerdir.

Şimdi burada bir gerçek ortaya çıkar. Taraflardan biri bir hakem, diğeri de bir hakem seçer de, onlar da baş hakemi seçerlerse; bunlar Allah adına, âlemlerin Rabbi adına hükmederler. Hakim olan ne kişidir, ne de topluluktur. Topluluğu temsil eden ben de değilim.

Dünyada çeşitli kavimler vardır. Bunlar insanlığa hizmetle görevlendirilmişlerdir. Bunlardan biri kavim olarak İsrail oğullarıdır. Bugün sömürü şebekesinin temsil ettiği bu kavim binlerce sene insanlığa hizmet etmiştir, bundan sonra da edecektir. Ancak o zaman onun yöneticisi artık İsrail oğullarını değil, insanlığı düşünmek, insanlığın hukukunu korumakla görevli olur. ABD insanlığa hizmet etmeye soyunmuştur. O zaman ABD Başkanı ABD’nin çıkarlarını değil, insanlığın çıkarlarını düşünmesi gerekir. ABD silahlı güce değil, insanlığın silahlı güce dayanması gerekir. Benzer şeyi Putin için de söyleyebiliriz. Süper güç değil, “süper hadim” olacak ve gücünü Allah’ın halifesi olan insanlıktan alacaktır.

Evet, Adil Düzen Çalışanları kendi partilerini değil, tüm ülkeyi, tüm insanlığı düşünürler. Oy gelsin gelmesin bakmazlar. İktidar olup olmadıklarına bakmazlar.

Görülüyor ki, peygamberlerden sonra mehdi resul olmak çok kolay, aynı zamanda çok zordur. “Aleyhi tevekkeltü/ Ben O’na tevekkül ettim” diyebiliyor musun ve dediğini yapabiliyor musun? İşte sen o zaman mehdi resul olmaya namzetsin. Eğer gerçekleri söylerken hesaplara dayanıyorsan sen mehdi resul olamazsın.

وَإِلَيْهِ مَتَابِ (30) (Va EiLaYHı MaTAvBı)  “Metabım da O’nadır.”

Metab” ismi mekandır. Yani benim varmak istediğim de orasıdır. Yahut masdarı mimidir. Gidişim o taraftır demektir.

Tevbe” demek, anormal halden normal hâle dönmektir.

Günah işlememek asıldır. Günah işleyen yanlış yere gitmiş olur. O günhından dönen tevbe etmiş olur. Ben tekrar “Adil Düzen”e döneceğim. Hem de daha ileri düzene döneceğim. Zaman içinde ona dönüş vardır. Düzen içinde ona dönüş vardır. Yani mehdi/resul/başkan diyor ki, ben Rabbime teslim olup sizleri “Adil Düzen”e götüreceğim. O Rahman olan ve kendisinden başka ilâhı bulunmayanın düzenidir.

Âyetleri takip ettiğimizde ne kadar açık bir şekilde bizlere gidişi göstermektedir.

  1. Önce Adil Düzen Çalışanı Âlimler Allah ile ahitleşiyorlar.
  2. Bu ahde ensar olmak isteyenler örnek uygulamasını birlikte yaparak halka açılıyorlar.
  3. Halk kabul etmeye başlıyor ve direnerek “Adil Düzen”i ekonomide veya halk yaşayışında getiriyorlar. Cenneti adnı getiriyorlar.
  4. Kimileri de “Adil Düzen”e karşı çıkıp kendi sefaletleri içinde kalıyorlar.
  5. Sonunda bir mehdi/resul/başkanın önderliğinde güçlüler grubu ortaya çıkıyor ve örneği verilmiş “Adil Düzen”i tüm dünyanın rejimi hâline getiriyorlar.

“Adil Düzen”in gelebilmesi için şu oluşum safhalarının geçmesi gerekmektedir.

  1. Önce bir cemaat mensupları Adil Düzen Çalışmalarına devam etmelidirler. Bugün Kur’an ile meşgul olma yaygınlaşmış bir şekildedir. Artık insanlar meal ve tefsirler ile meşguldürler. Ne var ki bu oluş “Adil Düzen”i oluşturma istikametinde değildir. Bunun dört sebebi vardır.
    1. Bunlar Kur’an’ı bin sene önceki tefsirleriyle ve bunlara dayanan mealleri ile okuyorlar. Oysa Kur’an günümüz ilimleri ile yorumlanmış tefsirlerle okunmalıdır.
    2. İkinci olarak Kur’an’ı sadece bir din kitabı olarak okumakta; onun şeriat tarafı, düzen/sistem tarafı, ekonomi tarafı ele alınmamaktadır. Yani ameli salih terk edilmiş ve sadece ibadete hasredilmiş bulunmaktadır.
    3. Kur’an Arapçası ve buna dayalı fıkıh usulüne göre Kur’an’ı doğrudan anlama yerine, başkalarının anladıklarının ezberlenmesi şeklinde okunmaktadır. Oysa yapılacak iş, Kur’an’ı eskilerin tefsirleriyle okumak değildir, eskilerin tefsir usullerini öğrenip yeniden tefsir etmemiz gerekmektedir.
    4. Henüz içtihat ekolleri oluşmamıştır, ilmî çalışmalarla doğrudan “Adil Düzen”i Kur’an’a söyletme seviyesine gelinmemiştir.

Bunun başarılabilmesi için bu sahada çalışacak insanlara ihtiyaç vardır. Bizim istediğimiz; partilerin, cemaatlerin, tarikatların, yöneticilerin bizi destekleyerek “Adil Düzen”in ilmî tarafını ortaya koyacak çalışmaların yapılması, buna katkı yapacak elemanları bu tarafa yönlendirmeleridir. Akevler bunu başarmak için projeler geliştirmek durumundadır ve bu konuda bütün cemaatlerden yardım talep etmek durumundadır.

 

ADİL DÜZEN İLMÎ ÇALIŞMALARI VE UYGULAMALAR

Müslümanlar dört halifeden sonra güvenilir bir merci bulamadıkları için Kur’an’dan hüküm çıkarma çalışmalarına başladılar. Bu hususta ilk kurulan ekol “Irak Ekolü”dür. Çünkü en çok yeni sorunlar orada ortaya çıkmış, İslâmî uygulamalar da en az orada bulunuyordu. İhtiyaç insanlara yenilik yaptırır.

Irak’ta böylece ilk olarak “Fıkıh Ekolü” doğdu. Ebu Hanife bu ekolde yetişti ve sonra onun içtihatları bütün dünyaya yayıldı. İkinci olarak Medine’de “Hadis Ekolü” ortaya çıktı ama Malik ona Medine örfünü da ekleyerek Hanefi Ekolü’ne rakip bir ekol geliştirdi.

O dönemde yapılan içtihatlar insanlığa bin sene yetti. Avrupa Uygarlığı da bu müçtehit imamların geliştirdikleri tümevarım metotları ile doğmuştur.

İnsanlık tarihinde ilk gelişen sistematik çalışma Yunanistan’da başlamış, “Felsefe Ekolü” gelişmiştir. İkinci çalışma Araplar arasında gelişmiştir, bu da Fıkıh çalışmalarıdır ve bu çalışmalar sayesinde “Fıkıh Ekolü” doğmuştur.

Bugün de benzer bir çalışmayı yapmak zorundayız. Varsayımlar mukaddes kitaplardan alınacak, sonra müsbet ilim yardımıyla “Yeni Dünya Düzeni” geliştirilecektir. Akevler’in bu hususta kırk yıllık çalışması ve birikimi vardır. Âlimler yetişmiştir. Ancak şimdilik değer verilmediği için bu çalışmalarımız yavaş yürümektedir.

Bu ilmî çalışmaları hızlandırmak için “Bin İlim Adamı” projemiz vardır.  

Şurası unutulmamalıdır ki, masa başında felsefe yapılır ama içtihat yapılmaz. İçtihatlar hayatta oluşmuş sorunları çözer. Müçtehit sorunu çözüp çözmediğini görür, ona göre çözümleri geliştirir. Dolayısıyla ilmî/teorik çalışma pilot çalışma/uygulama ile beraber yapılır.

Biz İzmir Akevler’de bu çalışmalara başladık. Büyük sıkıntılarla buraya kadar geldik. O sıkıntılar sebebiyle İzmir Akevler uyumakta, uyanacak günü beklemektedir.

Akevler uygulamasında karşılaştığımız zorlukların başında İslâm cemaatleri olmuştur. Kendi cemaatlerini dağıtmamak için bize karşı cephe aldılar, mensuplarının bize katılmalarını önlemeye çalıştılar.

Bize karşı olan rüşvet şebekeleri olmuştur. Rüşvete ve yolsuzluğa dayanan ekonomi düzeninin düzeleceği korkusu ile harekete geçtiler. Biz onlarla ekonomik değil, bürokratik mücadele vermek zorunda kaldık.

Akevler’e karşı olan siyasiler olmuştur. Biz “Millî Görüş”ü destekliyoruz diye diğer partiler bize karşı cephe aldılar. Millî Görüş partileri de Akevler “Adil Düzen” çalışmasından dolayı cephe aldılar. Bundan dolayı çalışmalarda aksaklıklar oldu.

Sonunda meseleyi rejim sorunu hâline getirip bize resmen saldırdılar.

Bütün bunların sonucunda uygulaması tamamlanmayan bir ilmî çalışma yaptık.

Şimdiki hedefimiz, bizim kırk yıldır uğraşını verdiğimiz ilmî çalışmaları örnek uygulama ile görünür hâle getirmektir.

Bir şeyler anlattığınız zaman, ‘Örneği var mı?’ diyorlar, ‘Biz bunu babalarımızdan duymadık!’ diyorlar. Kur’an’da bunun böyle olduğu var da, bu olayları/gelişmeleri orada okuyoruz ve bu suretle sabredebiliyoruz.

İstanbul uygulamasında daha yavaş ama daha etkili çalışmalar yapıyoruz.

İnşaallah Adil Düzen Çalışanları bu örnek uygulamayı vereceklerdir.

Uygulamada olan projelerimiz ve konular şunlardır:

  1. Dergi Çıkarmak.
  2. Market İşletmek.
  3. İnşaat Yapmak.
  4. Muhasebe Danışmanlığı.

Bu ilmî çalışmaların yürüyebilmesi için örnek uygulamalar yapılmalıdır. Bu hususta ortaklıklar kurup ortaklık içinde örnek denemeler yapmalıyız.

Neler yapabiliriz?

 

1. Dergi

Bir dergi çıkaracağız. Dergiye genç yazarlar katılacak ve seçtiği bir yazarın yazısını alacak, en az yarım sayfasını o dolduracak. Yarısını ise genç yazar kendi yorumuyla dolduracak. Böylece internette böyle bir dergi yayınlanacaktır. Bu sayfaya reklam alınmayacak. Ama hakemler sistemini kabul eden iş adamlarından haftada on lira alınarak adları, adresleri ve işleri yayınlanacaktır. Sonra bu dergi basılacak; reklam paraları ile basılacak. Bakkallara dağıtılacak. Bakkal müşterileri dergileri bedava okuyabilecekler. Temsilcimiz okuyana gidecek ve bir hafta sonra ya dergiyi alacak veya parasını alacaktır. Böylece satılan dergi parasının dörtte biri bakkala, dörtte biri gidip alana, dörtte biri yazarlara, dörtte biri organizatörlere verilecektir.

Bu derginin çıkarılmasına önce Yenibosna’da başlanacak, sonra bütün İstanbul bakkallarına ulaşacak şekle ve seviyeye sokulacaktır. Bu bir “Adil Düzen Dergiciliği” çalışmasıdır. Bunu başardığımızda bir işletmeyi kurmuş olacağız.

Burada şer’î bir incelik vardır. Tebliğ para ile yapılmaz. Bir şey beklenmez. O halde dergiyi para ile satmamız meşru mudur? Onlardan ücret istemek aykırı değil midir? Evet, bu böyledir. Ancak biz bedava okutuyoruz. Çünkü hafta içinde okuyor, sonra dergiyi iade ediyorsa, ondan bir şey almıyoruz. Eğer dergiyi satın almışsa, o zaman ondan para alıyoruz. Aldığımız para okutma parası değil, dergiyi hazırlama ücretidir, kâğıttır, mürekkeptir.

Başka bir şey daha yapıyoruz. Biz dergimize yalnız “Adil Düzen”i anlatan yazılar koymuyoruz, tüm görüşlerin yazılarını koyuyoruz. “Adil Düzen”e karşı olanların da yazılarını koyuyoruz. Parayı biz almıyoruz, herkes kendi yazarını destekleme parasını veriyor. Çünkü bu dergi ancak böyle çıkabilir.

Bir gün gelecek, bu dergi sayesinde İstanbul halkı organize olmuş, bakkallar çalışıyor olacak; işte o zaman dergimizi ortaklarımıza karşılıksız vereceğiz. Hem de on çeşit dergi çıkaracağız, isteyen istediği dergiyi alabilecektir.

İşte tüm İstanbul’da bunu yaygınlaştırmak bizim işimiz değildir.

Ama Yenibosna’da bunun ilk uygulama denemesi bizim görevimizdir. Yenibosna’daki Zafer Mahallesi’nde 60 bin nüfus vardır, 10 binden fazla aile vardır. Onda birinin bile katılması demek, Zafer Mahallesi’nde bu dergi bin adet satar ve yaşar demektir.

Bunu İstanbul’a teşmil etmek artık bizim işimiz değil, iş adamlarının işi olacaktır.

Biz sadece başarılı projeleri hazırlamış ve halkımıza kazandırmış olacağız.

 

2. Market

Bizim başka bir çalışmamız daha vardır. Bu çalışma market çalışmasıdır. Zafer mahallesinde 40 metrekarelik bir yer market olarak hazırlanmıştır. Her şeyiyle döşelidir, hazır durmaktadır. Buraya gıda ve ev eşyası bırakılacaktır. Burada her şey cirodan pay olarak değerlendirilecektir. Kira cirodan verilecek, ücret cirodan verilecektir Eğer yüz müşteri bulursak, marketimiz normal olarak çalışacaktır.

Sonra bunu örnek göstererek, Yenibosna’da yüz market bir araya getirilerek marketler birliği oluşturulacak ve süper marketlerle yarıştırılacaktır.

Bu çalışma sistem olarak “Adil Halk Ekonomisi”ne dayanır.

Halk ekonomisi de bakkallara dayanır.

Bu başarıldıktan sonra, iş adamları devreye girecek ve tüm İstanbul bakkallarını organize edeceklerdir.

Biz çalışıyoruz…

Bunun başarılı olması O’na aittir, O ne zaman isterse insanların kalblerine ilham eder, onlar da bizi desteklerler. İşte asıl sorun da buradadır.

Adil Düzen Çalışanları, Kur’an’a inanarak Adil Düzen Çalışmalarını yapmalıdırlar.

Biz her hafta çalışmalarımızı www.akevler.org’da yayınlıyoruz.

Kim/ler okuyor?

Bilmiyoruz!

Çünkü bize ulaşan olmuyor.

Ama biz her şeye rağmen sabırla çalışmaya devam ediyoruz.

Allah isterse, onu okuyup ondan yararlanmak isteyenlere yetişenler göreceklerdir ki, bizim dediklerimiz değişmiş olsa da hepsi gerçekleşecektir. Yanlış anladıklarımız hariç diğerleri ortaya çıkacak ve Allah nurunu tamamlayacaktır.

 

3. İnşaat

Adn cennetleri örneği bir inşaat yüz dairelik bir proje hâlinde hazırlanmaktadır.

 

4. Muhasebe

Bir de muhasiplik danışmanları olarak bin âlimlik bir projemiz vardır.

 

Bundan sonra Kur’an üzerinde durulacaktır.

 

 


RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
1-RAD 1-4 AYET
2644 Okunma
2-RAD 5-9 AYET
2210 Okunma
3-RAD 10-14 AYET
2668 Okunma
4-RAD 15-17 AYET
3542 Okunma
5-RAD 18-21 AYET
2446 Okunma
6-RAD 22-25 AYET
2821 Okunma
7-RAD 26-30
2131 Okunma
8-RAD 31-34
2088 Okunma
9-RAD 35-40
2082 Okunma
10-RAD 41-43
3158 Okunma

© 2024 - Akevler