RAD SURESİ TEFSİRİ
494/512 SEMNER/283SAHİFE
24 Ocak 2009/30MAYIS2009
RADSURESİ-1
***
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
المر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ(1) اللَّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى يُدَبِّرُ الْأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ(2) وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الْأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ(3) وَفِي الْأَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاءٍ وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الْأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ(4)
المر (ELMR) “Elif, Lam, Mim, Ra”
Bu sûre 13’üncü sûredir. Fatiha’dan sonra 12’inci sûredir. İkili sûreler çıkarıldığında dördüncü sûredir. 6 ELM sûrelerinin ikinci grubun birinci sûresidir.
Bunlar iman sûreleridir. Peygamberlerden ve doğa kanunlarından bahseder.
Ebced hesabı ile
1+30+40+200=271
Yahut
(1+30+80)+(30+1+40)+(40+10+40)+(200+1)=111+71+90+201=473
Bundan önceki 3 sûre ELR ile başlamakta, bundan sonraki 2 sûre de ELR ile bitmektedir. Burada “Mim” ilave edilmiştir.
“Elif Lam Mim Ra, bunlar Kitab’ın âyetleridir.”
“Elif, Lam, Mim, Ra” harflerdir. Kur’an harflerden oluşmaktadır. Boğaz harfi, orta harf, dudak harfi, yine orta harf.
Kur’an’daki harflerin sayıları ile ilgili sizlere zaman zaman bilgi verilmiştir. “HaDiD” kelimesi, 19 mucizesi, Besmele ve Fatiha’nın harfleri üzerinde durulmuştur. Burada bunları tekrar etmeyeceğiz.
Ancak Kur’an’ın harf sayıları ve ebced değerleri ile mucize olduğu hususu burada tekrar ifade edilmelidir. İki kameriye, iki şemsiye ve kameriyeden biri arka, biri de dudak harfi getirilmiştir. Kur’an âyet âyet, sûre sûre bu şekilde tasnif edilmelidir.
Bunun kendiliğinden böyle olma ihtimali olmadığı gibi, biz insanların da böyle bir kitap oluşturmamız mümkün değildir. Kur’an’ın mucizeleri iki çeşittir. Biri lafız mucizesi, biri de mânâ mucizesidir. Yani içerdiği bilgilerden dolayı oluşan mucizedir. Mânâ mucizesi daha çok görülürse, kesinlik bakımından lafzî mucize daha öndedir. Mânâ mucizesinde itirazlar mümkün olur ama lafzî mucizede olamaz.
تِلْكَ (TiLKa) “Bunlar”
Burada işaret edilenler “ELMR” harfleridir. Burada çoğul uzak işareti kullanılmıştır. Harfler müennestir. Mânâsı olan harf mânâ doğurduğu için müennestir. Mânâsı olmayan harf ise müzekkerdir. Atıf olarak ve müennestir. Ama sadece ses olarak ve müzekkerdir. Burada işaret edilen mânâsı olan harflerdir, dolayısıyla müennestir. Çoğulu müennes çoğulu olarak gösterilir. Nasıl nasırat müennes çoğulu ise, TiLKe de müennes çoğuludur.
Uzak ve gaip işaretiyle işaretlenmesinin sebebi, onların âyet olması, kolay görülememesi, üzerinde düşünüldüğü ve çalışıldığı zaman görülür olmasıdır. Yani harfler mucize değil, harflerin âyet ve sûrelerdeki sayıları mucizedir denmiş olmaktadır.
Bu harfler grup olarak boğaz, dudak ve orta harfleri remzettiği için bütün harflere işaret etmektedir. “Ahmet” dediğinizde Ahmet’i kastedersiniz. Ama “Ahmetler geldi” dediğiniz zaman, o aileyi veya o grubu kastetmiş olursunuz. Yani demek istiyor ki, boğaz harfleri, dudak harfleri ve iki grup olan orta harfler, âyetlerdir.
ELMR Kitab’ın âyetleridir.
Burada işaret edilen âyetlerdir, kitabın âyetleridir. ELMR mübteda, TiLKe ile başlayan grup haberdir. TiLKe mübteda olup, bunlar kitabın âyetleridir cümlesi de ELMR’nın haberi olabilir. Yani TiLKe isim yerine geçen ismi işaret olur veya doğrudan işaret olabilir.
ELMR Kitab’ın o âyetleri.
ELMR o Kitab’ın âyetleri olandır.
Haberdir, sonra da haber olabilir. ELMR bunlardır. Kitab’ın âyetleridir.
Her ne yönüyle bakarsak bakalım, burada işaret edilen harflerdir ve o harflerin âyet olmasıdır.
آيَاتُ (EAvYAvTu) “Âyetlerdir.”
“Âyet” nedir? Çöllerde veya düzlük yerlerde yolcuların yolu bulmaları için koyduğu taşlara “âyet” denir. Çift taş konur. Onları birleştiren doğrultu yol doğrultusudur. Köşe yapıyorsa üç taş koyarlar. Köylerde sınır hâlâ o şekliyle tesbit edilir. Bugünkü trafik levhaları birer âyettir. Bir yere konan işarettir. Ama bu işaretlerin tümü birden yolu gösterir. Bunlara da âyet denmektedir. Aslında dildeki harflerden her biri âyettir ama bunlar bir araya gelince âyet olur. Dil demek, köşe taşları harf olan âyetlerdir.
Bu mânâda anladığımız zaman Kitap yer cins ismi olur. Harfler de yazılı işaretler olur, ses olmaz. Her ilmin dili vardır. Harf dilidir. C kömürü göstermektedir. H2O suyu göstermektedir. Matematik baştan sonuna kadar harftir. Bilgisayarlar da 01’lerden oluşan harflerdir. Aslında dört işaretten oluşan DNA’lar da birer harftir. Bunların hepsi âyetlerdir. 01’ler işaretlerdir. DNA’lar da işaretlerdir. Bizim kullandığımız harfler de işaretlerdir.
Yani bunlar Kur’an’daki harf sayılarının birer mucizesi olması yanında, tüm hayat bir işarettir, harftir. Tarikatta hurufilik vardır. Baştan bunlarla eğlenilmiştir. Ancak bugün her şeyin harf olduğu belirlenmiştir. Yani DNA ve 01’lerin ortaya çıkmasıyla, bunların da birer harf olduğunun belirlenmesiyle, düzenin harf düzeni olduğu ortaya çıkmıştır. Bugün bilgisayarlarda biz kitabımızı yazıyoruz. Oysa bir kromozomda kaç cilt kitap yazılmıştır.
الْكِتَابِ (elKiTAB) “Kitap”
“Kitap” cins isim olarak gelmiş olabilir. Bunu nereden biliriz? Çünkü bundan sonra Kur’an buna atfedilecektir. Bu Kur’an değildir. O kitap demek, yazılı herhangi şeyler demektir. Bilgisayarların diskleri birer kitaptır. Karınca beyni bir kitaptır. Hücrenin DNA’ları bir kitaptır. Kitap, hafızayı içeren tesadüflerin değil, bilinçli yerleştirmelerin dizisidir. Bir hidrojen atomu da belli sayıları anlatan bir kitaptır. Çünkü o da sayılı frekans vermektedir.
“Kitap” Kur’an’da inen kitaplara kitap denmektedir. Bu Kur’an değildir. Çünkü bundan sonra Kur’an zikredilecektir. Diğer kitaplar da değildir, çünkü âyetler değildir. Bununla beraber diğer kitapların hepsi birer köşe taşıdır, insanlığı bugünkü uygarlık seviyesine götüren köşe taşlarıdır. Hazreti Adem, Şit, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed büyük köşe taşlarıdır. Bu peygamberlerle kitaplar insanlığı birer adım ileri götürmüştür.
Hazreti Adem’den bugüne kadar gelen tüm kitaplara işaret etmiş olur.
“Kitab” tekil olduğuna göre de, burada münezzel kitapları ifade etmiş olur.
Özetleyecek olursak, kâinat harflerden ve işaretlerden ibarettir. Dalgalardan ibarettir. Alâmetler işaretlerdir. Kâinat tesadüflerin yığını değildir, kitap gibi satır satır yazılmıştır.
أُنزِلَ وَالَّذِي (Va elLaÜIy) “Ve inzâl olunmuş da”
Burada “Va” harfi getirilmiştir. Atfedilmiştir. Nereye atfedilmiştir?
ELMR ve sana insan olan şeklinde olabilir.
ELMR Bu âyetler ve sana inzâl olunan olabilir.
ELMR Bu kitabın ve sana inzâl olunan olabilir.
ELMR Kitabın âyetleridir. Bu sana indirilen de halktır.
Sadece değişik kabullerle değişik ifadeler gelmiş olur.
- Sana indirilen harflerden farklıdır. Onlar sözlerdir. Sana indirilen ise hükümdür, mânâdır.
- Sana indirilen âyetler değildir, hükümlerdir. Âyetlerin götürdüğü yerdir. Yani Hazreti Adem’den beri gelen kitaplar insanlığı bir yere götürmektedir. O da Fıkha ve Adil Düzene götürmektedir. Varılması istenen yere son kitapla varılmıştır. O da hak olandır. İnsanlık on binlerce yıl hep hakkı bulmaya çalışmış, onu arzulamış, insanlar sonunda ona ulaşmışlardır. O da Kur’an nizamıdır. Hak nizamdır. Adil Düzendir.
- Bu inen kitaplardan başka bir şeydir. Evet, Kur’an da onlardandır. Ama sana gelen Kur’an’ın kendisi değil, onun hükümleridir. Şöyle ifade edelim. Tevrat bir hüküm kitabıdır. Oysa Kur’an bir delil kitabıdır. Hükümler ise icma ve içtihatlardır. Kur’an diğer kitaplardan bu sebeple farklıdır. Çünkü içtihadı ve icmayı öğretmektedir. Sadece örnek hükümleri içermektedir.
إِلَيْكَ (iLaYKa) “Sana”
Buradaki “Sana” Hazreti Muhammed’dir. Böylece Kur’an’ı ifade etmektedir. Yazılı metni ifade etmektedir. Onun için “Ve Mâ EuNZiLe” denmemiştir.
Buradaki “Kaf” harfi âlimleri ifade etmektedir. Sizi birleştiren ilim haktır. İcma ile sabit olan kurallar içinde yapılan ferdî istidlâl için ayrıca icma gerekmez. 3 kere 3’ün 9 ettiğinde icma varsa, 3 elma 3 kuruştan 9 kuruş eder. 3 metrelik kare 9 metre kare eder.
Bunun anlamı şudur. Varsayımların tesbitinde icmaa ihtiyaç var. Usulün yani tümdengelim yollarının icma ile tesbit edilmesinde icmaa gerek vardır. İstidlâlde icmaa gerek yoktur. Sağlıklı istidlâl memurun bih’tir. Bize göre Kur’an’ın üzerinde tarihi icma yeterli olup her gün icma aramamıza gerek yoktur. Kur’an herkese ayrı ayrı hitap ettiği için “İLeYKe/Sana” denmektedir. İstidlali göstermektedir.
مِنْ رَبِّكَ (MiN RabBiKa) “Rabbinden”
Rabbin tarafından sana inzâl olunan haktır.
Kur’an Cebrail tarafından Hazreti Muhammed’e inzâl olundu;
Hazreti Muhammed’den sahabelere inzâl olundu;
Sahabelerden fukahaya inzâl olundu;
Fukahadan da bize inzâl olundu.
Bu inzâlde Allah Cebrail’i, Muhammed’i, sahabeleri, fukahayı istihdam etti. Ama kendisi inzâl etti. Çünkü bunların hepsi O’nun takdirinde ve desteğinde olmuştur. Bunlar aracıdır. Allah’ın âletleridir. Bu âyetlerin bize gelmesi Rabbin takdiridir. Dolayısıyla biz bunlara karşı değil, bunu bize gönderen Rabbimize karşı medyunu şükranız. Onlarsız biz bunları bilemeyiz ama biz onlara değil, Rabbimize medyunu şükranız.
Şimdi burada yeni mânâlar ortaya çıkıyor.
Birinci kısım deliller kısmıdır.
İkinci kısım ise hükümlerdir, içtihatlardır.
Haktır. Sen içtihatlarınla hareket edince karşılığını alırsın. Hata etsen bile hak olmaktan çıkmaz. Çünkü senin hatalarına Rabbin hak demiştir.
Bir şey hem doğru hem yanlış olabilir mi?
Burada “Rabbinden” ifadesiyle herkesin kendisine doğrudan Rab hitap etmiştir.
الْحَقُّ (eLXaqQu) “Haktır.”
“Hak” ellezînin sıfatı olabilir. Ellezî kitaba atfedilmiş olur. Kitap ve sana vahyolunan şeklinde mânâlandırılmış olur. O zaman ellezî mecrur olur. Yahut ellezînenin haberidir.
Sana Rabbinden inzâl olunan haktır.
Onlar delildir, bu ise haktır. O zaman hak hüküm mânâsını ifade eder. Ellezî lehu’l-hak vellezî aleyhi’l-hak anlamlarında olmuş olur. Sıfat olunca “ellezîne”nin sıfatı olur. Ellezî nekre sıfat almaz.
“Men darabe âlimun câe” olmaz. “Âlimun men darabe câe” derseniz olur. “Darbeden âlim gelmiş” sözü doğrudur. “El-âlimu ellezî darabe câe” olur. “El-âlimü men darabe câe” olmaz.
“Ellezî feale” tam marifedir. Mübteda olabilir. Marifeye sıfat da olabilir. “Men faale cae” de men yarı marifedir. Fail olur ama harfi tarifli kelimeye sıfat olmaz. El-fail’de fail marifedir ama fiil nekredir. Bazen reculun failun olabilir.
“Haktır” burada görevdir anlamına gelmiş olabilir. Sana inzâl olunan senin üzerine görevdir anlamı çıkar. Hüküm olmuş olur.
Kur’an’ı gerçekten takip etmek için Arapça kuralları bilmek gerekir. Kurallara göre o cümle mânâlandırılmalıdır.
Burada bizi en çok ilgilendiren bu mânâların kitaba atfedilmesidir, Kur’an’ın kitaptan başka bir şey olduğunu ifade etmesi veya bize indirilenin Kur’an’dan farklı olduğudur. O da fıkıh usulüdür. “Kur’an’ı öğretti. Beyanı da öğretti.” ifadesinin burada teyidi vardır.
وَلَكِنَّ (Va LAvKiN) “Ve lâkin”
“Lâkin” la kane demektir “ve lâkin” ve la kâne demektir. “Lâkin”de o işin olmadığını söylüyorsunuz, “ve lâkin”de başka işin olmadığını söylüyorsunuz, onu davet ettim ama gelmedi diyorsunuz.
“Ahmet geldi velakin Hasan gelmedi” dersin.
“Lâkinne” “Lâkin”in teşdididir. Fiili mazinin teşdidi olmayacağına göre, “Lâkin”, “La kane”nin değil de “La kain”in anlamında olur. Böyle mevcut değil, bu şekilde değil anlamına gelir. La kinne de, La kainenne olur. Fail, müşeddede olur.
“Lâkinne” ile “ve kinne” arasında yine aynı farklılık sözkonusudur.
“Lâkinne”de olayın gerçekleşmediği, başka türlü gerçekleştiği ifade edilir.
“Ve lâkinne” bir olayın geçekleştiği ama başka olayın gerçekleşmediği anlamına gelir.
Birinci olay gerçekleşti ama ikinci olay gerçekleşmedi anlamına da gelir.
Sana inzâl ettiğimiz haktır, ancak insanların çoğu inanmıyorlar, yahut inanmayacaklar. Gelenin hak oduğu ifadesinde herhangi bir değişiklik yapmıyor. Onun doğru olduğunu teyit ediyor. Sadece insanların ekseriyetinin inanmayacağını söylüyor, onun için “lâkin”i değil de “velâkin”i getirmiştir.
أَكْثَرَ النَّاسِ (EaKÇaRa elnNAvSı) “Nâsın ekserisi”
“Nâs” burada istiğrak içindir. Cins için olsa ekserisi olmaz. Ahd için olsa Kur’an tüm insanlara hitap etmemiş olur.
Nâsın/insanların ekserisi iman etmeyecektir. Bu gelecek hakkında haberdir. Onların bu inanmamaları Kur’an’ın ilâhi kitap olmasını engellemez. Burada inanılmayan Kur’an’dan ziyade, Kur’an’la gelen içtihat ve icma sistemine inanmayacaklar demektir.
Bugün yeryüzünde 7 milyardan fazla insan vardır. Kur’an’ın ilâhi kitap olduğunu sözde kabul eden bir buçuk milyardır. Çoğu Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanıyor. Bu bir buçuk milyar içinde de Kur’an’ın istediği olan iman edip onun hükümlerini uygulamak için cihat eden kaç kişi vardır. Şeriat cihadını yapan kimseler şeriat için cihat etmiyorlar, kendi gelenekleri için cihat ediyorlar, ilmihalleri için cihat ediyorlar. Dört delilden istidlâl etmeyi dinden çıkarmaya kadar götürüyorlar. Onlara göre eski âlimlerin içtihat ve icmaları Kur’an’ın üstündedir. Dört delili biz anlamayız, onlar anlar, dolayısıyla ilmihal bize yeter diyorlar. İçtihat yapanlar sapıktırlar diyorlar.
Bu arada Yenibosna’da geçen bir olayı zikrederek bu zihniyetin derecesini göstermiş olacağız. Aramıza zaman zaman katılıp çalışmamızı tenkit eden ama gittiği yerde de bizi savunan bir arkadaşımız vardır. Bir gün Bitlisli bir misafiri ile geldi. Türkçeyi zor konuşuyordu. Arkadaş sohbet esnasında; bunlar mezhepsizdir, sor bakalım mezhepleri var mıymış deyip bize karşı konuğu kışkırttı. Konuk, aman dedi, böyle ise ben hemen kalkar giderim dedi. Siz beşinci mezheptensiniz demek. Biz mezhepsizler olarak Alevileri gösteririz. Ben hemen infial göstermesin diye bir şey söylemedim. Biraz sonra kendisine bir sual tevcih ettim: Şafii ne zaman ortaya çıktı? Peygamberden sonra dedi. Peki, Ebu Hanife’den önce mezhep var mıydı dedim. Yoktu, sonradan bu zatlar ortaya koydular. Demek mezhebi çıkarmak kötü bir şey değildir. Şafi yapınca iyi oluyor da ben yapınca neden iyi olmuyor? O peygamber değil ki dedim. Biraz yumuşadı. Sonra haftalık dersimizi dikkatle dinledi. Sonunda dedi ki: Çok güzel anlattınız, bizim hocalar da sizin gibi anlatıyor. Ama mezhepsizliğe yine de katılmıyorum dedi. Neden diye sorarsanız. Çünkü hocalarımdan duymadım dedi. Hocalarını getir, bizimle mezhep meselesini tartışsınlar dedim.
Tabii Yahudi âlimleri gibi bizim haklı olduğumuzu, bizim âlimler çocuklarını bildikleri kadar iyi bilirler ama sosyal baskı onların gerçekleri söylemesine mâni olmaktadır.
İçtihat kapısı kapanmıştır, yahut açıktır ama siz içtihada ehil değilsiniz diyenlere meydan okuyorum. Tüm televizyon kanalları onlarındır. Benimle tartışsınlar. suleymankaragulle@gmail.com internetine adresine gönderiniz. Eksiğimizi öğretin tamamlamaya çalışırız. Bizden çok iyi içtihat yapan varsa ona uyarız. Biz ölülerle konuşmuyoruz, dirilerle konuşuyoruz.
لَا يُؤْمِنُونَ(1) “İman etmezler.”
Demek ki inananlar azdır, çoğu inanmazlar âyeti mucize olarak gerçekleşmiştir.
İslâmî olduğunu savunan dergiler, gazeteler, televizyonlar, konferans salonları, bizi söyletmemekle bize zarar verdiklerini sanıyorlar. Bizim size ihtiyacımız yoktur. Bize Allah yeter. Biz sizden ücret istemiyoruz. Allah bize emrettiği için bu yazıları yazıp internette yayınlıyoruz. Peygamberlerin dinleri yaydığı zaman basın mı vardı, televizyon mu vardı? Ama dinler tüm dünyaya yayıldı. Bizim söylediklerimiz de bir gün dünyaya yayılacak, düzeltilmiş ve eksiklikleri giderilmiş olarak uygulanacaktır. O zaman belki bizim kemiklerimiz bile olmayacaktır. Ama Rabbimize görevimizi yapmış olarak gideceğiz. Çünkü biz peygamberlere, evliyalara, âlimlere değil, Allah’a tapıyoruz. Onun bunun rivayetlerini değil, Allah’ın ne dediğini öğreniyoruz. Size tavsiyemiz de, bizi okumanız değil, bizi Kur’an’ı anlamanız için okumanızdır. Elbette geçmişteki âlimleri okuyacaksınız ama onlara değil Allah’a tapacaksınız. Onların hatalarını düzelteceksiniz. Onların eksikliklerini tamamlayacaksınız. Bizimkileri de böyle okuyacaksınız. Hatalarımızı düzeltecek, eksikliklerimizi tamamlayacaksınız. Bizi putlaştırmayacaksınız.
***
اللَّهُ (elLAHu) “Allah”
Bundan önceki âyette kâinatı anlatmış, harflerden yani bir dizi işaretlerden oluştuğu belirtilmişti. Sonra da bize indirilenden bahsedilmiş insanoğlu anlatılmıştır.
Şimdi harflerden oluşan kâinatı anlatmaktadır. Kur’an’ı indiren Allah’ın kâinat kitabını nasıl yazdığını izah etmektedir.
Burada fasl var. Yani “Ve” veya “Fe” getirilmemiştir. Çünkü yukarıdaki ELMR’yı şimdi açıklamaktadır, 01 ve DNA’larla neler yaptığını anlatmaktadır. Onun için fasletmiştir.
Bundan evvel “Rabbin” kelimesi geçmişti. Ona zamir gönderebilirdi. “Hüvellezî” denebilirdi. İzmar yerine izhar etmiştir. Acaba neden?
Çünkü Allah burada sadece rab sıfatını değil, tüm zatını anlatmaktadır. Yani bugün siz bir iş yaptığınız zaman ya yalnız onlardan birine muhatap olursunuz, ya da tüm topluluğa muhatap olursunuz. Birincisinde özel hukuk anlatır. Haktır demekle bunu belirtti. İman edenlerin çok az olduğunu söyledi. İman edenler az olacaktır. Çünkü onlar yöneticidirler. Yönetilen çok, yöneten az olacaktır. Müslimler çok mü’minler azdır. Çünkü mü’minlerin görevi çok insanı gerektirmiyor. Ama tüm müslimler iman etmezler. İman ise herkese açıktır. Yani seni mü’minler arasına almıyoruz demeye kimse hak sahibi değildir. Askere isteyen gider, istemeyeni zorlayamazsın. Ama isteyene de, hayır, sen gelme, sen katılma diyemezsin.
Allah rab olarak kişinin haklarını korumaktadır. Allah olarak kânatın düzenini, makroyu düzenlemektedir. Burada Allah topluluk tarafından temsil edilen yaratıcı değil, doğrudan kâinatı var eden Allah’tır. O topluluk tarafından temsil edilemez.
Allah mübtedadır, haberi ise “yüdebbiru’l-emr”dir.
الَّذِي (elLaÜIy) “Ref’ eden kimse” demektir.
Mübteda nekre olamayacağından burada “rafiun” gelmezdi, “elrafiu” gelebilirdi. O zaman marife olan Allah nekire olur, ref’ yani masdar nekre olurdu. “Men rafaa” da gelebilirdi. O zaman ref’ marife, ref’ eden nekre olurdu.
“Ellezî” gediğinde ref’ eden Allah da bellidir, ref’ de bellidir. Yani semavatın direksiz nasıl ref’ edilmiş olduğu Newton kanunları ile bilinmektedir. Allah da bütün açıklığı ile insan tarafından bilinmektedir.
“Ellezî” Allah’ın sıfatıdır. Haberi değildir. Haberi nekre olan tedbir edendir.
رَفَعَ (RaFaGa) “Ref’ etmiş olan kimse.”
“Ref’” Türkçede kullandığımız raf demektir. İnsanların yiyecekleri ve eşyaları koydukları yüksek yerdir. Karıncalar yemesin diye yüksek yere konur. Sonra bu yükseltme anlamına gelir. Ama oralar bir şeyleri koymak için yükseltmedir. Oradakileri korumak için yükseltmedir. Buna merkezkaç kuvveti denir.
Bir tesbihi alın ve elinizle onu çevirin, sonra birden bırakın; fırlayıp gider. Demek ki siz çevirdiğiniz zaman onu iten bir kuvvet oluşmaktadır. Bir şeye yeterince hız verirseniz o düşmez, kendisini orada korur. İp gibi bir şeyle de bir yere bağlarsanız dönüp durur; ne kaçar, ne de düşer. İşte varlıklara döndükleri zaman merkezkaç kuvveti vermek ref’ etmek demektir, yükseltmek demektir.
السَّمَاوَاتِ (elSaMAVaTı) “Semavatı ref’ eden.”
“Sema” hayvanın sırt tarafıdır, “Erd” yere bakan tarafıdır.
“Yer ve sema” dediğimizde, yerin üstü anlaşılır. Dağın zirvesi de semadır. Türkçede bu anlam gök kelimesinde olmamaktadır. Bu sebepledir ki tercümeler hiçbir zaman tam olmaz. Türkçede çok yanlış olan mânâsı Arapçada normal olur.
“Semavat” semanın çoğuludur. Bunun anlamı, teker teker sema yerine bir takım sema vardır. Bu takım 7 semadır.
- Sema-i mâdır. Yağmurun indiği semadır. 10 kilometre kalınlığındadır.
- Sonra Sema-i şihabdır. 100 kilometredir. Geceleyin gördüğümüz kayar yıldızlardır.
- Sema-i sabahtır. Güneş buraya vurunca sabah olur. Misbah yani elektrik tabakasıdır. Zararlı ışınları burası süzer. 1000 kilometredir. Burası atmosfer tabakasını oluşturur. Yer 7 tabakadan oluşur. Yerin yarıçapı 6.300 kilometredir.
- Ay tabaksı gelir. Yerin çekim kuvvetinin olduğu tabakadır. Ay bu tabakanın ortasında bulunur. Yer yarıçapının 60 katıdır. Atmosferli yarıçapın 50 katıdır. Yani 380 000 kilometre kadardır.
- Güneş’te aydan ay uzaklığının dörtyüz katı uzaklıktadır. Burası güneş tabakasıdır. Biz bulunduğumuz gezegeni on alırsak, diğer dokuz gezegenlerin güneşten uzaklıkları 3’e göre sıralanmıştır. (1+3+3+3 yer 6 +12 +24+48 +96) Arada 300 uzaklıklı yer vardır.
- Güneşin yarıçapı bir ışık yılıdır. Ondan sonra yıldızlar gelir. Galaksinin eni 100 000 ışık yılıdır. Kalınlığı 10 bin ışık yılıdır.
- Galaksiler arası mesafe ise 2 milyon ışık yılıdır.
Görülüyor ki, gökler bir sistem içinde yer alırlar. Onlu ve ikili katlara göre dizilmişlerdir. Bu sebeple bunlar semavattır.
بِغَيْرِ عَمَدٍ (Bi ĞaYRı GaMaDin) “Amedin gayrisi ile ref’ etmiştir.”
“Lâ amede leha” demiyor, “bigayri amedin” diyor. Yani amedi nefy etmiyor. Ref’ edenin amed olmadığını söylüyor. Merkezkaç kuvveti merkezden yapılan direklerle değil, kendisindeki hızdan dolayı kaçmaktadır. Merkezden ise çekilmektedir. Oysa eskiden göğü bir kubbe zannediyor, ufuklarda oturduğunu zannediyorlardı. Kur’an ise bunu reddederek semanın ref’ edildiğini, direği yani dayanağı olmadığını söylemektedir.
Bu yalnız gökler için sözkonusu değildir. Atomdaki elektronlar da aynı kaçma kuvvetinden yararlanmaktadır.
“Amed” burada nekre gelmiş ama gayrden sonra gelmiştir, umumilik ifade eder. Yani herhangi bir amed olmaksızın demektir. Amedin tanımı için gelmiştir.
“Amed” direk mânâsında olduğu gibi, kiriş mânâsına da gelir. Yani onlar arasında kiriş ve kolonlar koymadık diyor. Kiriş ve kolonlar olsaydı onlar hareket edemezlerdi. Oysa güneşin etrafında gezegenler döndüğü gibi yıldızlar da galakside dönmektedirler. Aynı şekilde elektronlar çekirdeklerin etrafında dönmektedirler. Onlar da bir takım olarak hareket etmektedirler.
Semayı yukarı yani çekime karşı olan taraf şeklinde anladığımızda, burada sadece makro âlem değil, mikro âlem de ifade edilmiş olur. Bugün dört kuvvete indirgenmiştir.
Kâinatta dört çeşit kuvvet vardır. Bu kuvvetler çeker ve iterler, böylece atomlar, moleküller, cisimler ve yıldızlar oluşur. Bunlardan ikisi elektromagnetik kuvvet çiftidir. Diğeri ise yerçekimi kuvvetidir. Dördüncü kuvvetin varlığı bilinmektedir. Hesaplara girmekte ancak tam olarak tarif edilememektedir. Bize göre de yerçekimi kuvveti çifttir. Buna karşı merkezkaç kuvvet ortaya çıkar. O da hızın atalet kuvvetidir. Yani hareket edenin ataletini değiştirmedir. Burada bahsedilen merkezkaç kuvvetidir.
تَرَوْنَهَا (TaRaVNaHAy) “Gördüğünüz direk.”
Yani siz o direği görmüyorsunuz, çünkü o ışık yaymaktadır.
“Teravnehâ” kelimesi amedin sıfatıdır. Gördüğünüz amedler olmaksızın.
Burada amede müennes zamir gönderilmiştir. Kelime müennestir. Yoksa çoğul mudur? Semâvât cem olduğuna göre bu da cemdir. Amudun cemi olarak gösterilmektedir.
Kur’an’ın büyük mucizesidir ki, sadece direksiz yarattı deseydi hatalı olurdu, o zaman doğa kanunu yok olurdu. Oysa direği var ama gördüğünüz direği yoktur.
O direk nedir?
Merkezkaç kuvvetidir. Görünür direği olmaksızın halk etmiştir. Gerçekten görünür bir dayanağı yoktur. Ama dayanağı yer çekimi kuvvetidir. Onu dengeleyen kuvvet merkezden kaçma kuvvetidir. O ikisinin dengesi ile varlıklar ne birleşmekte ne de ayrılmaktadır. Mizan budur. Sosyal mizan da bunun üzerine kurulmaktadır.
ثُمَّ (ÇümMe) “Sonra”
Bundan önce madde ve enerjinin tâbi olduğu kanunları vazettiğini söylemektedir. Yani önce atomu var etmiştir. Atom kitlesi olan tanecikleri var etmiştir. Onların çekme ve itme kuvvetleri vardır. Bu kaderde olan bir var oluştur. Zaman dışıdır. Arş da kürsü de bu kanunlara tâbidir. Patlamadan evvelki kâinatımızı anlatmaktadır. Oradaki semavat bu semavat değildir. Oradaki semavat genel doğa kanunlarının semavatıdır. Bunun için sema denmektedir. Bugün 13.7 milyar yıl önce yaratıldığını bilmekteyiz.
Ondan önce ne idi?
Orası bilinmiyor.
Zamanın da orada yaratıldığı ortaya çıkıyor. İşte ondan önce top kadar bir varlık vardı. O sükunette idi, yani hareket yoktu. Patlama olduktan sonra hayat başladı. Bu sebeple maddenin var edilişi ile zamanın ve mekânın var edilişi farklıdır. Zaman ve mekân maddeden sonradır. Önce madde yaratıldı. Yani parçacıkların yığını var edildi, sonra patlama olduktan sonra zaman ve mekân ortaya çıktı. Nasıl bir tohumu önce toprağa koyarsanız, Allah da kâinatı tohum olarak var etti. Sonra onu bekletti. Ne zaman ortaya çıkması gerekti ise o zaman patlattı. İşte bu sebepledir ki “sümme” kullanmaktadır.
اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ (iSTaVAv GaLay eLGaRŞı) “Arşa istiva etti.”
“Arş”ı biz beş boyutlu uzay olarak anlıyoruz.
Ama “sema” gibi onun da başka bir mânâsı olabilir.
“İstiva etti” diyor.
Bu ne demektir?
Seviyelenmek demektir, onun seviyesine gelmek demektir.
“Alâ” kelimesi ile getirilince, seviyelenmenin başka mânâsı olabilir. Onu düzenledi anlamına gelir. Onun üzerine doğruldu, onu ele aldı anlamına gelebilir. Yahut kendisi yukarı çekildi. Meleklere, cinlere, ruhlara görev verdi; siz yapın bakalım dedi.
وَسَخَّرَ (Va SapPaRa) “Ve teshir etti.”
“Teshir etmek” de kullanımına vermek demektir. Bize teshir etti demek, biz onlardan yararlanıyoruz demektir. Allah önce var ediyor, kâinatın doğa kanunlarını koyuyor, sonra bize yani yaratıklara onlardan yararlanın diyor. İşte bu teshirdir.
Halk etmek demek, bir evin inşasına vermek demektir.
Teshir etmek demek, onu kiraya vermek demektir.
İşte “sümme/sonra”nin mânâsı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır: Biz kanunları değiştirmeyiz. Yalnız biz değil; melekler de, cinler de, ruhlar da değiştirmez. Kanunlar kendi kendine değişmezler, tebeddül etmezler. Ama Allah değiştirmez demek değildir. Allah isterse kendi sünnetini değiştirebilir. Koyduğu kurallar aynen devam eder. İşte Allah yarattıktan sonra onları bizim kullanımımıza verdi. Bizi kiracı yaptı, ev sahibi yaptı.
الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ (elŞaMSa Va eLQaMaRa)
“Şemsi ve kameri musahhar kıldı.”
Burada şems ve kamerden bahsetti. Yerden ve yıldızlardan bahsetmedi.
Güneş yıldızları, kamer ise gezegenleri temsil eder. Sıcak ve soğuk varlıklar anlamına gelmektedir. Işık üreten ve yansıtan. Üretenleri güneş, yansıtanları kamer temsil eder. Yani maddeyi ve enerjiyi musahhar etti denmektedir.
İnşaatı bitirdikten sonra Allah işleri artık yarattığı kullara bıraktı. Tevrat bunları anlatırken, Allah istirahata çekildi, dinlendi diyor. Allah istirahata çekilmedi ama kullarına irade verdi ve onlar onu kullanarak ondan yararlanıyor ve ondan istifade ediyorlar. Onlara iş yapma ve yaşama gücü verdi. Artık siz buralarda çalışın ve yaşayın dedi. Yalnız insan değil, diğer canlılar da aynı şekilde o kanunlardan yararlanmaktadırlar.
“Sümm/sonra” kelimesinin mânâsı iyice anlaşılmalıdır. Kâinatın inşaatı ilk dönemdir, sonrası ikinci denemdir. Yedi kat gökler ondan sonra inşa edilmiştir. Ama kaderde o yedi kat gök vardır. Şöyle söyleyelim. Allah sünnetulahı koymuştur. Ama o sünnetullahta genel düzen ve gidişat vardır. Bizlere sadece o akışta yer verilmiştir.
كُلٌّ يَجْرِي (KülLün YaCRIy)
“Her şey müsemma eceline doğru hareket eder.”
Âyetleri baştan anlamak zordur. Ama eğer doğru varsayım yapabilmişsek, ondan sonrası çok uygun bir şekilde kolayca anlaşılır.
Buradaki “küllün” çoğuldur. Ay ve güneşten maksat yıldızlar ve gezegenler olduğu için ikisi demiyor, “küllün/hepsi” diyor. Bütün kâinat hareket hâlindedir. Bu da büyük bir mucizedir.
Yirminci yüzyıla kadar sıfır sıcaklıkta cisimlerin hareketsiz olduğu sanılıyordu.
En= ½ m*v^2 idi.
m sıfır olduğunda enerji de sıfır oluyordu.
Bu de *273 dereceye ulaşılacağı sanılmıştı.
Oysa sonra bunun böyle olmadığı anlaşıldı. En hızın karesine bağlıdır. Bir hız ve parçacığı vardır. Onun taneleri kadar sıçraya sıçraya azalır veya çoğalır.
Yani En=1/2*n*vo^2 burada vda n=0 olursa enerji sıfır olur ve parçacık durur.
Sonra En= ½*(n+1/2) * vo^2
Bunun anlamı şudur ki, tam sayılarla çoğalmaz, buçuklarla çoğalır.
.5 1.5 2.5 3.5 şeklinde artar.
n=0 olduğunda dahi atom durmaz.
Yani bir cismin hızsız olduğu zaman yoktur.
İşte buradaki “küllün” kelimesi bunu ifade eder.
Buradaki nun nekre nunudur, izafet nunudur. Dolayısıyla mübteda olacaktır. Çoğul mânâsında ise de zamir tekil olur. “Temr/hurma” kelimesi gibidir.
“Yecrî”de fail müzekkerdir. Burada fail takdim edilmiştir. Teyit vardır. Tahsis de vardır. Atomlardan başka hareket eden bir şey yoktur. Ruhlar da Allah gibi mekân ve zaman dışı yaratıklardır. O sebeple ölümsüzdürler.
Burada cereyan için tahsis vardır. Allah ile bizim aramızdaki fark, Allah bir bedene muhtaç olmadan vardır. Biz ise ancak beden içinde varlığımızı gösteririz. Yoksa uykudayız.
لِأَجَلٍ مُسَمًّى (LiEaCaLin MuSemMAv) “Müsemma eceli için.”
Burada “İlâ” değil de “Li” getirilmiştir. Oysa Bakara Sûresi’nde “ilâ ecelin müsemmâ” gelmiştir. Orada ecel ahir değildir. Ecel gelince müddet bitmez. Talep hakkı doğar. Ama “Li” derseniz son müddettir. “Li şehrin” derseniz, bir ayın sonuna kadar borcunu ödemek zorundasınız. “İlâ ecelin” demek, bir yıldan önce alacaklı talep edemez demektir.
Kâinat yaratılmış, bir taraftan evrimleşip genişlerken, diğer taraftan ömrünü de doldurmaktadır. Çocuk gelişirken aynı zamanda yaşlanmaktadır. Kâinatın yaratıldığı ilmen sabit olduğu gibi yaşlandığı da sabit olmaktadır.
يُدَبِّرُ الْأَمْرَ (YuDabBiRu eLEaMRa) “Emri tedbir eder.”
Yani bütün bunları yapan Allah istirahata çekilmiş değildir. Nazırdır. İşlerin nasıl yürüdüğünü gözetlemektedir. Düzende bir sapma olsa hemen müdahale ederek düzeltir. Daha doğrusu kanunları bizzat kendisi yürütmektedir. Sadece kullarının yapabileceklerini kullarına bırakmaktadır.
Kâinatın gidişini kimse değiştiremez. Nasıl ırmak akar da suları bilenler sağa sola gidebilirler ama ırmağın akışını değiştiremezlerse, kâinatın zaman içindeki akışını kimse değiştiremez. İşleri O tedbir eder.
“Dübür” arka demektir. Arkasını getirir, başlanan şeyleri bitirir. Planı tamamlar.
“Emr” işler demektir. “Amel” de iştir. Amel bedenî hareketleri içerir, emr ise kavlî işleri de içerir. Eşyanın hareketine amel denmez, fiil denmez. Oysa emr eşyanın işleyişini de içerir. İşletme anlamındadır. İşletmeyi tedvir eder demektir. Burada cins isim olarak geldiği gibi istiğrak için de gelmiş olabilir.
يُفَصِّلُ الآيَاتِ (YuFaöÖıLu eLEAvYAvTı) “Âyetleri tafsil eder.”
Âyetleri tafsil eder.
Âyetler alâmetlerdir, levhalardır. Bize nereye gittiğimiz gösterir. Âyetleri tafsil eden âyetler tümü birden âyât olduğu halde, parça parça da âyet olmaktadır. Yani bize geçmişi hatırlatmakta ve bunları bilen ve yapan kimse size vaat ettiği likayı da elbette gerçekleştirecektir.
İnsan doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Yerine başkasını bırakır. Bu kâinatta doğmuştur, büyümüştür; yaşlanmakta ve ölmektedir. Gaye yeni hayattır, daha üstün hayattır.
Kur’an Kur’an’ı ilimle tafsil ettiğini söylemektedir. Böylece ilim tafsil demektir. Yani tafsilat doğadan çok bizim beynimizdedir. Biz onları beynimizde tasnif eder ve kolayca anlarız. Dil aslında tafsilattır. Kelimeler sayesinde biz varlıkları tanımlarız. Dil olmazsa varlıklar olmaz. Her şey harflerden ibarettir sözü bu bakımdan da doğrudur. Hayvanlardan farkımız budur.
لَعَلَّكُمْ (LaGalLaKuM) “Olur ki”
Böylece Rabbinize likaya yakın getirebilirsiniz. Emir şeklinde ise “Li” emir değil de iktidar mahiyetinde ise laalla getirilebilir hâle gelir. Getirilmesi de istenir. Ama getirmeye zorlanmaz.
Allah’ın emri tedbir etmesi, onu dil ile tafsil etmesi insanın Rabbine mülaki olacağını ispat içindir. Allah bize dil verdi, ilim verdi ki biz O’na mülaki olacağımıza ikna edelim.
رَبِّكُمْ بِلِقَاءِ (Bi LıQAEi RabBiKuM) “Rabbinize lika ile”
Allah âhirette Rabbimizle lika edeceğimizi bildirmektedir. Bu dünya Rabbimize lika etmek için eğitilmek üzere var edildi. Hedef cehenneme gitmemiz değil, hedef cennete gitmedir. Cennette Rab bizimle mülaki olacaktır.
Allah bu kadar büyük ve güçlü olduğu halde, bizimle likada neden bu kadar şeyleri takdir etmiştir. Adeta kâinatı bizim likamız için var etmiştir. Allah çok güç sahibidir. Bunda şüphe yoktur. Ama Allah yavruları olan anne gibidir. Onları yaşatmak ve beslemek adeta O’nun görevidir, O’nun hedefidir, O’nun gayesidir. Bunlar çok küçüktürler ama çokturlar, istediği kadar çokturlar. O yavrularını yetiştirmek O’nun adeta zevk aldığı bir şeydir. Bizimle görüşürken ve konuşurken bizden gibidir. Yoksa biz O’nunla görüşemeyiz. Biz O’nun dilini bilmiyoruz ama O bizim dilimizi bilmektedir. İşte bu sebepledir ki tüm kâinat bizim gibi insanlarla mulakattır. Yoksa Allah için bunların bir yararı yoktur, abesle iştigal eder.
“Lakve” yanakta çıkan çıbandır. Yanaklık anlamındadır. Kafkas dillerinde “loka” yanak demektir. “Lika” demek, yanak yanağa gelmek, kucaklamak anlamındadır.
“Rabbi ile mülaki olmak” demek, Rabbine kavuşmak demek, yahut görüşmek demektir.
“Rabbinize rücu edin” âyetiyle anlaşıldığına göre biz O’nunla beraberdik. O’ndan buraya geldik. O’nun ruhundan üflendik.
Biz nasıl Rabbimizin zatını anlayamıyorsak, Rabbimizle olan ilişkimizi de kavrayamıyoruz. Rabbin cüzü olmadığına göre biz nasıl O’ndan geldik?
İşte bunun anlaşılması zordur. Biz zaman ve mekân içinde düşünüyoruz. Halbuki ruh zaman ve mekân dışındadır. Allah’ın zatını bilmediğimiz gibi kendi zatımızı da bilemiyoruz. O halde Allah bizimle nasıl mülaki olacaktır?
Şimdi Rabbime dua ediyorum, O işitiyor. O bana istediği zaman cevap veriyor, ilham ediyor. Ama ben istediğim zaman karşılıklı diyalog kuramıyorum, söylediğim zaman cevap alamıyorum. Eskiden, düşünün, uzaktaki insana mektup gönderirdin, selam gönderirdin, elçi gönderirdin ama yüz yüze gelip görüşemiyordun. Bizim dünyadaki hâlimiz de budur. Allah’la muhaveremiz var ama elçilerle uzaktan uzağa. Şöyle doya doya oturup O’nunla konuşamıyoruz.
İşte Rabbe mülaki olmak budur.
Âhirette Allah’la olan konuşmamız doğrudan olacaktır. O’nu görmesek bile sesini duyacağız. Yahut bizim görebileceğimiz şekilde görüşecektir. Işık olarak görülecektir. Aramızda olan perde kalkacaktır.
Devlet dairesine gittiğiniz zaman bir türlü görüşmek istediğiniz ile sizi nasıl görüştürmezlerse, bu dünya da bizim için böyle bürokratik bir perdedir. Birtakım aracılar kullanarak araçlarla O’na ulaşıyoruz. Bize olan cevabı da birtakım rumuzlarla ve hadisatla olmaktadır. Oysa âhirette yan yana gelmiş, kucaklamış gibi olacağız. Cep telefonumuzla nasıl şimdi herkese ulaşıyorsak, o zaman da âlemlerin Rabbine ulaşma imkanımız olacaktır.
تُوقِنُونَ(2) (TUvQıNUNa) “Yakın getirirsiniz.”
“VKN” dağdaki kraterlerdir. Yakın, çukuru su ile doldurma anlamına gelir.
“Yakın getirmek” demek şüpheleri giderme, bilgisizliği ortadan kaldırma demektir. Doydum demektir. “Kana” kelimesiyle akrabadır. Suya doymak demektir. Suya kandım denir.
RADSURESİ-2
***
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
المر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ(1) اللَّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى يُدَبِّرُ الْأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ(2)
وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الْأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ(3) وَفِي الْأَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاءٍ وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الْأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ(4)
وَهُوَ Va HuVe Ve O
Birinci âyette, kâinatın harfler sistemi ile planlandığını anlatmıştır.
İkinci âyette kâinatın oluşması, cansız âlemin oluşması anlatılmıştır.
Bundan sonra yeryüzünün yaratılışı anlatılmaktadır. Kâinatın yaratılışını birinci isim cümlesi ile anlattı. Şimdi yerin yaratılışını ikinci isim cümlesi ile anlatmaktadır.
“Va” harfi ile atfederek, kâinatın yaratılışı ile yerin yaratılışının farklı olduğunu anlatmaktadır. Orada doğa kanunları vardır. Orada arsa ve inşaat malzemesi vardır. Ama inşaat yeryüzünün yaratılmasında ortaya çıkmaktadır. Doğa kanunlarıyla değil de, özel dizilişle atomlar yerleştirilmektedir. Yerleştirme sonucu yeni varlık doğmaktadır.
İnşaat malzemesini uygun şekilde yerleştirmekle ev olur, uçak olur. Burada insanların ve meleklerin etkileri vardır. Onlar tarafından yerleştirilerek son oluşlar olmaktadır. Madde yaratılıp onlara özellik verilirken melekler istihdam edilmemiştir. Allah onları doğrudan var etmiştir. Çünkü o zaman melekler yoktu. Melek, cin, insan ve ruh madde yaratıldıktan sonra var edildi. Ondan sonra onlar istihdam edilerek yeryüzü oluştu. Bu oluş farklı, sistem farklı olduğu için ismi fail tekrar edilmiştir.
“Hüve” zamiri getirilmiş, Allah kelimesi zikredilmemiştir. Çünkü Allah kâinatı yoktan var ederken, sonra var olacak yeryüzünü oluşturacak şekilde var etmiştir. Farklıdır ama ayrı değildir. O sebeple izhar edilmemiş, izmar edimlidir.
الَّذِي مَدَّ الْأَرْضَ (elLaÜıY MadDa eLEaRWa) “O arzı meddetmiştir.”
“Midad” mürekkeptir. “Müddet” vade tarihi zamanıdır. “Meded” yardımdır.
Allah yere meded etmiştir, yahut onu meddetmiştir, onu canlıların yaşayacağı bir şekle sokmuştur. Yere verilen özellikleri görelim:
- Yerin büyüklüğü önemlidir, kitlesi ve yarı çapı önemlidir. Canlıların hayatı yerçekimi ile alakalıdır. Yerçekimi kitle ve çapa bağlıdır.
- Yerin sabit hızla dönmesi gerekir. Bunu dengelemek için yer kabuğunun altında sıvı bir tabaka bulunmalıdır. Katı olsa dönmesi sürtünmelerle yavaşlar. Gezegenler ayın dönmesini dengelemektedir. Ayın da mağmanın gelgitleri sayesinde sabit olarak dönmesi sağlanmaktadır. Saatin çalışması için ayarlı olması gerekir, ama başlatma da önemlidir. İşte yerin ilk hareketleri ile bu sağlanmıştır. Yıllık döngüsü de böyledir.
- Yeryüzünde gece-gündüz, yaz-kış olması için yerin ekseninin uygun seçilmesi gerekir. Böylece yeryüzüne yüklenen ilk enerji de son derece önemlidir.
- Bunun dışında kâinat yüze yakın elementten oluşmuştur. Yeryüzü yüz çeşit maddenin katıldığı bir yemeğe benzer. Tuzu, biberi, yağı vesairesi uygun olmadığında nasıl yemek olmazsa, yeryüzündeki elemanların miktarları ve bulunduğu elemanlar da son derece önemlidir.
- Yeryüzünün güneşten uzaklığı ve güneşin sıcaklığı da hayat için başlıca etmendir.
- Yeryüzündeki dağlar, karalar, su miktarı, hava miktarı, çukurlar, velhasıl hepsi ayarlı olmazsa hayat olmamaktadır. Denizlerden çıkan buhar dağlara çarparak sular olarak geri doğar. Karalar olmazsa denizden çıkan buhar bulut olup güneşi örter ve denizlerde hayat olmazdı.
İşte Allah bütün bunları bir düzen içine koymuştur.
“Medetti” diyor.
وَجَعَلَ (Va CaGaLa) “Ca’letti.”
Buradaki “Vav” atıf vavıdır. Ca’li medde atfetmektedir. Med başka, ca’l başka demektir. Halk etme de başkadır. Meddetme ile ca’letmedeki farkı şöyle anlatabiliriz.
Binayı inşa etme ca’ldir. Maddeyi üretmek, projeyi yapmak, parçaları üretmek halktır. Sonra inşaat yapmak, montaj yapmak meddir. Ca’letmek ise işletmede onlara görev vermektir. Arabaya, bu yolcuları Ankara’ya götür demek ca’letmektir. Bir işe birşey ayırmak ca’ldir.
Yeri yaratıyor, inşa ediyor. Ondan sonra oradakilere görev veriyor. Sonuç olarak meyveler elde ediliyor. Leyl neharı gaşyediyor. Yani bu âyetler canlılar âleminden bahsediyor.
فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا (FIyHAv RaVaSıYa Va ENHaRan)
“Orada revasi ve enharı ca’letti.”
İnsanın nasıl kalbi var, ciğerleri var, damarları varsa; yeryüzünün de böyle kan dolaşımı vardır. Yeryüzünün kanı sudur, kalbi ise denizdir. Güneş enerjisiyle denizlerdeki sular buharlaşır. Gökte bulutlar hâlinde akar. Sonra sıradağlara çarpar, yağmur olur. Üstümüzdeki gök atardamarlardır. Denizden çıkan su onunla taşınır. Bu damar insanda tektir. Toplardamar ise ikidir. Bir yağmur yağar, doğrudan derelerden akıp gider. Bunlar damardır. Diğeri de yeraltı suları bitkilerin köklerinden alınır. Onlar da sonra tekrar denize döner. Böylece temizlenmiş su yani kan pislenerek denize döner. Denizde de canlılar var, onlar da bu temizleme işlerine katılır.
Sıradağlar vardır. Yeryüzünde iki büyük sıradağlar vardır. Bunlar Çin’den başlar. Hindistan’ın kuzeyinde en yüksek seviyeye ulaşır. İran’dan geçer. Türkiye’de Toros ve Karadeniz dağları olarak geçer. Avrupa’da Alpler olarak adlanır. Bu dağ silsilesinin işi, kuzeyden gelen soğuk rüzgarları yükselterek, güneyden gelen yukarıdaki sulu rüzgarı soğutup bu dağların kuzey ve güneylerinde bol bol yağmur yağdırmaktır.
Sıradağların ikinci silsilesi Amerikaların kuzeyinden başlar, güneye kadar uzanır. Bunların işi de dünyanın dönmesinden oluşacak rüzgarları kesmek ve gece gündüz esen doğu batı rüzgarlarını yükseltip Amazon gibi verimli ırmakları oluşturmaktır.
Ekvatordan çıkan su buharlı rüzgarlar yukarıdan eserek kutuplara gelir, soğur ve aşağıya inerler. Basınç yapar. Oradan havayı güneye sürerler. Himalaya dağlarında bunlar karışır ve karaların yağmuru olurlar.
Dağlarda yağan yağmurlar ırmaklar oluştururlar ve sonunda denizlere akarlar. Vadiler oluşmuştur. Bir yerde toplanıp dere olurlar.
Eğer sıradağlar ve onların arasında vadiler oluşmasaydı, dereler hâlinde toplanmaz, dağınık olarak akıp giderlerdi. Dereler aynı zamanda kara sularındaki hayatı yaşatmaktadır. İleride insanlar bu dere sularında barajlar yapacak ve elektrik santralleri üretecekler. Bunlar ona göre düzenlenmiştir. Bunlar ceale fiili ile ifade edilmiştir.
Fîhâ, revasiyeye ve enhara takdim edilmiştir.
Türkçede fiil sona gelir ve önemli kelimeler fiile yaklaştırılır yani tehir olunur. Türk dil mantığında sonraki kelimeler önemlidir. Fiil sona gelir. Önemli kelimeler ona yaklaşır. Arap dil mantığında ise bunun tersidir. Fiil başa gelir ve önemli kelimeler ona yaklaşır yani takdim edilir. Türkçede son ekler vardır. Arapçada önceden gelen harfler vardır. Türkçede sıfat önce gelir, Arapçada sonra gelir. Türkçede tamlayan başa gelir, tamlanan sonra gelir, Arapçada önce tamlanan gelir. Bu husus sayılarda da görülür. Biz bin ikiyüz on dokuz deriz, onlar dokuz on ikiyüz bin derler. Türkçe Arapça ile tam simetrik bir dildir.
“Fîhâ” kelimesi önce gelmiştir.
Ve sıradağları ve ırmakları orada ca’letmiştir denmiştir.
Yani orada sıradağları ve ırmakları ca’lettik denmemiştir.
Oysa dilde mef’ulün bihler mef’ulün fihlerden önce gelir. Çünkü mef’ulün fih olmadan müteaddi fiiller olursa mef’ulün bihi olmayan müteaddi fiille cümle tam olmaz. Yani önemli olan ırmakların olması değil, önemli olan orada olmalarıdır. Yani dağlar ve ırmaklar gaye değildir, gaye yeryüzüdür. Oranın meskun hâle gelmesi için dağlara ve ırmaklara ihtiyaç vardır. Bu suretle şuna işaret etmektedir ki, yeryüzünde yapılan her şey bir gaye içindir. O da insandır. Canlılar onun için var edilmiştir. Yeryüzü de o canlılar için var edilmiş, onlar için dereler, nehirler ve dağlar yerleştirilmiştir.
وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ (Va Min KulLi elÇaMaRAvTi)
“Ve semeratın küllinden.”
Burada bu cümle yukarıdaki orada dağları ve ırmakları ca’letti cümlesine bağlanmaktadır. İkisi de fiil cümlesidir. “Va Caala Fîhâ” tekrar edilmiştir. Yalnız burada “Min Külli’s-Semerati” fiilden de öne alınmıştır. Cümle isim cümlesi değildir. Atfedilir. Ama mef’ulün fiilden öne alınması isim cümlesini çağrıştırıyor. Burada işaret vurgusu yapılan semerattır. Tahsis için geldiğini kabul ettiğimizde çift olarak var edilenin semerat olduğunu bildirmektedir.
Canlılar hücrelerden oluşur. Hücreler de iki kısımdır. Biri çift kromozomludur. Diğeri ise tek kromozomludur. Tek kromozomlu olanlar cinsel hücrelerde bulunur. Bunlar eşleştikten sonra artık bölünerek çoğalır. Erkekli dişili değildirler. Bu cins hücreler meyvelerde de bulunur. İnsanların da yumurtalıklarında bulunur, başka yerde bulunmaz. Dolayısıyla yalnız meyveler çiftlerdir. Bu sebeple semerat kelimesini başa almamıştır.
“Semerat” kelimesi kurallı çoğuldur. Meyveler arasında bir organizasyon olduğu da bildirilmiş olmaktadır. Canlılar yeryüzüne yayıldıklarında farklı türlerin farklı meyveleri vardır. Tüm canlılar işbölümü içindedir. Böylece yeryüzünü insanın yaşayabileceği hâle getirmişlerdir. Denizde başlayan hayat önce tek tip hücre idi, tüm canlıların genlerini taşıyordu. Önce bakteriler ayrıldı. Hücrenin dejenerasyonu ile doğdu. Çekirdeğini kaybetti. Diğer taraftan kromozomlardan da virüsler ayrıldı. Böylece bunlar temizlik işlerine başladılar. Sonra bitkiler ve hayvanlar âlemi ayrıldı. Evrimde yeni canlılar ortaya çıktı. Bu yenilik DNA’ların değişmesiyle meydan geldi. Yani meyvelerde oluşturuldu.
Burada evrim teorisine temas edelim.
- Lamark canlılarda doğaya uyum olduğunu söyledi. Bu tamamen doğru idi. Canlılar doğaya uyacak şekilde yaratılmıştı. Daha doğrusu doğa canlıların uyum sağlayacağı şekilde var edilmişti. Bunda elbette bir eksiklik sözkonusu değildir. Ancak bu uyumun kendiliğinden olduğunu iddia etmek elbette saçmalık olur. Lamark böyle bir iddiada bulunmamıştır.
- Darvin doğal seleksiyon kanunlarını bulmuştur. Yani Lamark’ın canlıların doğaya uyum sağladığının mekanizmasını keşfetmiştir. O da doğal seleksiyon kanunudur. Yani bir türde değişik kabiliyetler vardır. Bunlardan o doğaya uygun olanlara çoğalma imkanı sağlar. Bu da doğrudur. Ancak burada şu iddia yanlıştır. O da şudur. Doğada her şartlara uyma kabiliyeti vardır, seleksiyon yoluyla türler oluşur, bu kabiliyet kendiliğinden vardır sözü yanlıştır. Ancak bu kabiliyete göre yeni türler oluşur sözü doğrudur.
- Darvin’den sonra gelen Darvinciler türlerin de doğal seleksiyon yoluyla oluştuğu görüşünü benimsediler. Darvin’in bir tür içinde doğal seleksiyonla uyum sağladığı görüşü doğrudur. Ama doğal seleksiyon yoluyla türlerin oluştuğu görüşü yanlış olmalıdır. DNA’ların keşfi ve kromozomların eşleşmesi olayı bu görüşü tamamen ortadan kaldırmıştır. Ara kalıntıların olmaması da bunu teyit etmektedir. Ancak her ne suretle olursa olsun evrim vardır.
- Dinlerin karşı çıktığı evrim değildir, kendiliğinden oluşmadır. Eskiler kıdem nazariyesini kabul etmişlerdi. Evrim nazariyesi onu tümden ortadan kaldırmıştır. Böylece hudus nazariyesinin en belirgin delilini getirmiştir. Bundan sonra kâfirler kendiliğinden oluş nazariyesini ileri sürmüşlerdir. Bu ise hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan yok olmaz nazariyesine aykırıdır. Birinci termodinamik kanununa aykırıdır. Evrim de ikinci termodinamik kanununa aykırıdır. Bu da hudusu ispat eder. Hayat kendiliğinden oluşla sağlanmaz. Kimse kendisine yapılan bir darbenin kendiliğinden olduğunu kabul etmez.
جَعَلَ فِيهَا (CaGaLa FIyHAv) “Orada ca’letti.”
Dağların ve ırmakların takdim edilmeyip burada semeratın takdimi, kâinatın hilkatindeki gayenin semerat olduğuna işarettir.
Ağaç niçin büyür ve gelişir?
Meyve versin diye. Kökler gövdeyi tesbit eder, oradan suların ve minerallerin gelmesini sağlar. Gövde dalları yukarıda tutar. Dallar yaprakları geniş alanlara yayar. Yapraklar güneş enerjisini alarak havadan aldıkları CO2’de depo ederler. Bunlar ürettiklerini çiçeklere verirler. Çiçekler de meyveleri üretir. Ağacın gayesi meyve vermektir.
Canlıların meyvesi de insandır. İnsan canlılığın meyvesidir. Meyve niçin yetiştirilir? Başka yerlerde dikilip yeni ağaçların oluşmasını sağlamak için yetiştirilir. Kânatın meyvesi de âhirete intikal edecek, orada yeni hayat başlayacaktır.
زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ (ZaVCaYNı iÇNaYNi) “İnsanı zevcler yaptı.”
İkili çift yaptı denmektedir. Zevc çeşit mânâsındadır. İsneyn gelmezse meyvelerin ikişer tür olduğu anlaşılır. Elma-armut, ceviz-fındık benzeri çiftleri ifade eder. Erkekli dişili olduğunu belirtmek için de zevceyni isneyni diyor.
Burada tüm canlıların erkekli-dişili yaratıldığı ortaya konmaktadır. Erkeklik dişilik atomun yaratılışında başlar. Hidrojen atomunu meydana getiren kuantumlar erkekli dişilidirler. Elektron ve pozitron vardır. Bunlar uzakta oldukları zaman hızları ışık hızından düşüktür. Birbirlerinin çevresinde dolanarak dengelerini korurlar. Işık hızına çıktıklarında ışık olurlar. Bunlardan sekiz çifti sekizyüzlüde birleşir kalırlar, merkezde ya erkek ya da dişi bulunur. Böylece 17 parçacıklı birleşik oluşur. Bunlar çifttir. Sonra bunlardan altı altılısı birleşir. Sonra da bir dişi parçacığın etrafında üçü bir araya gelir ve sonunda hidrojen çekirdeği ortaya çıkar. Etrafında elektron dolanırsa hidrojen olur. Birleşirse nötron olur. Böylece cansız âlemde erkek dişi olarak var olurlar.
Ne var ki bunların kendi kendilerini çoğaltma kabiliyetleri yoktur. Çifttirler ama semere değildirler. Asıl semere kendi kendini çoğaltabilenler arasında başlar. Bakteriler içinde dağınık DNA’lar vardır. Bunlar çifttir. Bakteri çoğalırken bunlar bölünür. Birlikte bölünürler. Bazen iki bakteri çiftleşir. O zaman Çift DNA’lar ayrılır ve öyle çoğalırlar. Sonra dıştan eşleşerek yeni türler üretirler. Hücrenin çekirdeği vardır. Burada DNA’lardan oluşmuş zincir vardır. Bu zincir çekirdek dışına çıkmaz. Çekirdeğin dışında çekirdek vardır. Orada da DNA’lar yer alır. Oysa çekirdek dışında başka yerlerde DNA’lar bulunmaz. Çekirdek dışında RNA’lar bulunur. Bunlar çekirdekler içine de girerler. Mesaj RNA’ları vardır. Çekirdekte planı kopya ederler. Çekirdek dışına getirip yerleştirirler. Bunlar ribozomlarda yerleştirilir. Bunlar üretici rRNA’lardır. Bir de toplayıcı tRNA’lar vardır. Bunlar hücre içindeki aminoasitleri toplar getirirler. Üretici tRNA’larda yerleştirirler. Böylece istenen üretim yapılmış olur. DNA’lar üç moleküllüdür. Bir asit yakalamaya elverişlidir. RNA’lar da böyledir.
Türlerin özelliği çekirdekte bulunan DNA zincirlerinin farklı olmasıdır. Yeni tür demek yeni zincir demektir. Yeni zincirin oluşmasını sağlayan bir yarış alanı da yoktur. Dolayısıyla seleksiyon yoluyla yeni türler oluşamaz. Canlı ile cansızı birbirinden ayıran tek şey, canlıda çiftler vardır. Eşleriyle eşleşirler. Böylece nesillerinin ömürlerini artırmış olurlar.
يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ (YuĞŞı elLaYLa elNaHAvRa) “Leyl neharı gaşyeder.”
“Leyl neharı gaşyeder” cümlesi muterize cümlesi olarak gelmiştir. Yani arada normal akışın dışında bir cümledir. İlgilidir. Bu arada bunları leylin neharı gaşyetmesi ile onunla birlikte olduğunu ifade eder. Müteaddi bir fiilin if’al bâbı iki mef’ul alır. Fail birinci mef’ul olur, mef’ul ikinci mef’ul olur. Zeyd Amr’a bir ev verdi ifadesini if’al bâbına geçirdiğimizde, Ahmet Zeyd’e bir evi Amr’a verdirdi deriz. Faili birinci mef’ul yaparız.
“Leyl neharı gaşyeder” cümlesini, Allah leyle neharı gaşyettirir şeklinde ifade ederiz. Yani burada gaşyeden leyldir.
İkisi de marife gelmiştir, ikisi de cins ismdir.
Leyl ve neharın iki mânâsı vardır. Gece ve gündür. Madde ve enerji.
Burada her iki mânânın da önemli açıklaması vardır.
- Gece gündüzü gaşyeder. Canlılar faaliyet gösterdiklerinde yorulurlar. Dinlenmelerine ve uyumalarına ihtiyaç vardır. Canlıların faaliyetlerini durdurup dinlenmeleri gerekir. İşte gece bunun için vardır. İnsan beyninden çıkan dalgalar insanın uyuma hallerini gösterirler. Bütün hayvanlar uyurlar. Bitkilerde de uyuma halleri tesbit edilmiştir, uyurken yapraklarını salarlar. İşte bütün canlıların uyuyup dinlenmeleri için gece gündüz gaşyetmektedir. Geceyi yer olarak alırsak, güneş ışınlarını kapatmaktadır. Asıl olan gündüzdür. Gece gündüzün kesilmesidir. Güneş battıktan sonra da vardır. Bu ifade onu göstermektedir. Nasıl ölüm yok olma değil de başka yere gitmeyse, gece de günün yok olması değil, yerin arka yüzüne taşınmasıdır. Kur’an burada bunu ifade etmektedir.
- İkinci mânâsı ile aldığımızda, madde enerjiyi gaşyeder demektir. Madde hızlanarak ışığı depolar. Sonra değiştirerek tekrar ışık yapar. Madde ile ışık bir araya gelince ışık maddeleşir. Ayrıldığında tekrar ışıklaşır. Frekansı değişir. Leyl neharı gaşyederin mânâsı budur. Tüm kimyasal olaylar bu yolla cereyan eder. Canlılık da kimyasal olaylara dayanır. Kimyasal olaylar tamamen enerjinin madde tarafından emilmesidir.
إِنَّ فِي ذَلِكَ (EinNa FIy ÜAvLıKa) “Bunda”
Arapça vurgu dili değildir. Ses tonu ile mânâlar ifade etmez. Böyle olsaydı Kur’an yazı diline çevrilemezdi. Kıraat da çok zor olurdu. Bunun yerine vurgu yapılacak yerlerde harfler ilave edilir. Karşı taraf yanlış biliyorsa “İnne” getirilir. Aksini iddia ediyorsa “İnne” ile getirilir. Burada karşı görüş iddia edenlere cevap vermektedir.
“Zâlike” denmiş, müfret ve uzak işareti getirilmiştir. Uzak işareti getirilmesi, yalnız leylin neharı gaşyetmesi değil, tüm anlatılanları içermektedir. Sonra âyetler sözlerde değil mânâlardadır. Dolayısıyla görünmeyeni ifade ettikleri için âyetler vardır. Tümü âyet değil, içinde âyetler vardır. En büyük âyet evrimdir. Çünkü yaratılanı yaratmak zordur, imkansızdır. Oysa canlı kendi varlığı gibi varlık var etmektedir. Yetmiyormuş gibi evrimleşebilmekte, adeta tanrı gibi olmaktadır. İnsan ise en büyük âyettir. Çünkü irade sahibi olmaktadır. Var edilen var edenden büyük olmaz. O halde Allah insanın üstünde bir varlıktır.
لَآيَاتٍ (La EAvYAvTın) “Âyetler vardır.”
“Âyetler” “İnne”nin ismidir. Haber isme takdim edilmiştir. “Âyâtin” nekredir. Tehir edilmiştir. Kâinatın yaratılışında âyetler vardır. Tahsis için takdim edilmişse başka âyetler yoktur demektir.
Buradan çıkacak çok önemli bir usul kaidesi mevcuttur. Kur’an’ın ilâhi söz olduğu zâhir âyetlerle tesbit edilmektedir. Akıl dışı âyetler yoktur. Yani ilhamlar âyet değildir. Bu sebepledir ki Hazreti Muhammed beyne konan duyularla değil, Cebrail gönderilerek Kur’an’a inanmıştır. Biz de Kur’an’a onun zahirî delilleriyle inanmışızdır. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu aklımızla inandıktan sonra, orada söylenenlerde artık akıl aramayız. Öldükten sonraki dirilmeye iman etmek için Kur’an’a iman etmek yeterlidir.
İşte “âyetler” bunun için tehir edilmiş, “fî zâlike” takdim edilmiştir. Bu husus bütün kelamcılar tarafından kabul edilmiştir. Kelamda akıl ana delildir. Nakil akla yardımcıdır. Fer de ise nakil esastır, akıl naklin anlaşılmasında yardımcıdır.
Bu âyetle vardığımız sonuç Mutezile ile Ehli Sünnet arasındaki nizayı sona erdirdiği gibi, doğal hukuk-pozitif hukuk tartışmalarını da sona erdirmiştir. Kanunları yaparken doğal hukuktan yararlanırız. Ama kanun yaptıktan sonra pozitif hukuk kurallarına göre uygulama yaparız. Bunun uygulaması şudur. Bir kanun akla uygun olmalıdır. Olmadığını ispat külfeti aykırılığı iddia edene düşer. Bir kanun akla uymuş kabul edilerek uygulanır. Uygulayana akla uygun olduğunu ispat etme külfeti düşmez.
لِقَوْمٍ (LıQaVMın) “Kavm için.”
“Kavm” aynı dili konuşan halk demektir. Kur’an bunu “bi lisani kavmihim” ifadesiyle beyan etmiştir. Allah insanları tek millet yaptı ama kavim kavim ayırdı. Kavimler de dilleri ile ayrılırlar. Birbirlerini anlayamayan insanlar nasıl birlik oluşturacaklardır? Bir kavim kendi başına yeterlidir. Kur’an’ı her kavim ayrı ayrı anlayacak, her kavme ayrı nâzil olmuş olacaktır. Onun için âyetler nekre gelmiş, kavim de nekre gelmiştir.
“Li’l-kavmi” denseydi, Araplar kastedilmiş olurdu.
İcmaların esası kavmî icmalardır. Şa’b ve kabile icmaları kavim icmalarına muhalif olmaz. Oysa beşerî icmalar ancak tüm âlimleri içine alırsa bağlayıcı olur. Yani şa’bın fukahası bir konuda icma ederse o şa’bın halkı onları bağlar. Kavmin rüesası bir konuda icma etse, şa’bın fukahasının katılmasına gerek kalmaksızın şa’bın halkını bağlar. Şa’bın icmaları kavmin icmalarına aykırı olamaz. Oysa kavmin rüesası icma ederse o kavmi bağlar. Dünyanın bütün rasihleri yani ilim otoriteleri icma ederse o kavmi bağlar. İnsanlık meclisinin icmaları bağlamaz. İşte burada “nâs” demeyip “kavm” demesinin hikmeti budur.
يَتَفَكَّرُونَ(3) (YaTaFakKaRUuNa) “Tefekkür eder kavm için.”
“Yetefekkerûn” “kavm”in sıfatı olur. “Cae raculün âlimun” ile “cae raculün ya’lemu” arasında şu fark vardır. “Âlimun”da öğrenme bir defa olmuştur. Ama öğrendiği kendisinde kalmıştır. Oysa “ya’lamu”da öğrenmeler tekerrür edecektir. İsmi failde öğrenme bir defa vardır. Muzaride ise öğrenme süreklidir. İsmi failde örenilen süreklidir. Burada ismi faille değil de, fiili muzari gelmiş olması, devamlı tefekkür etmemiz gerektiğini ifade etmiş olur.
Bin sene önce âlimler tefekkür etti, bu bize yeter yerine; kavim her zaman tefekkür edecektir. Tefekkür her zaman yenilenecektir.
Fikretme nedir, fıkhetme nedir, akletme nedir, tezekkür etme nedir?
Bunları karşılaştırıp mânâlarını kavramamız gerekir.
- Tezekkür, söyleneni anlamadır. İstima’ etmekten farklıdır. Cümlenin mânâlarını anlamak başka, onu söylemeden yapılması istenen şeyleri kavrama başkadır. Kapıyı aç dendiği zaman, hangi kapıyı ne zaman açacağını ve beklene sonucunun ne olduğunu anlama tezekkürdür. Yani cümleyi onu uygulayacak derecede anlamadır.
- Tefekkür, değişik bilgileri bir araya getirerek tüm sistemi kavramadır. Kulağı, gözü, ayağı, burnu bir araya getirerek sistemdeki yerini kavrama tefekkürdür. Tümevarımdan tümdengelimden farklıdır. Yeni şeyler keşfetmedir.
- Akletme ise tüme varma veya tümden gelmedir. Ayrı ayrı bilgileri birleştirip tek kanuna ulaşmaktır. Yahut bir kanunu uygulayarak teferruata inmedir.
- Fıkhetme ise benzerleri kullanarak yeni hükümleri ortaya çıkarmadır. Kıyas yapmadır. Aynı illetten dolayı başkalarında da aynı hükmü bulmaktır.
Burada “tefekkür” kelimesini getirmiştir.
Kâinat bir tek makina gibidir. Bir makinanın parçaları arasında nasıl uyum varsa, kâinatta da aynı uyum vardır. Bir otomobili parçalayın ve yığın hâline getirin. Bir de kayayı parçalayın, o da yığın hâline gelsin. Kayaların parçaları kendi kendine tesadüfen oluşmuştur. Oysa arabayı sökerken belli kurallar içinde sökmüş bulunuyorsunuz. İki yığın farklıdır. Şimdi kayaları istif edin. Düzgün istif olur ama makina olmaz. Oysa makineyi monte edin, makine olur ve istediğiniz işi yapar.
Kâinat kaya parçalarının yığını değildir. Makina parçalarının montajıdır. Bu parçaları imal eden biri vardır, bunu monte eden biri vardır. Bizzat insan da bu makinanın bir parçasıdır. İnsan bu makinedeki yerini bilmek ve ona göre görev yamak zorundadır.
Bu âyeti tefekkür ettiğimizde kâinatı kavrıyor ve görevlerimizi öğrenmiş oluyoruz.
***
وَفِي الْأَرْضِ (Va FIy eLEaRWı) “Ve arzda, yer küresi içinde.”
Semavatı rafeden, arzı ca’leden cümlelerine “ve fi’l-erdi” atıf yapılmaktadır. Arzı meddetti ve arzın içinde kıtalar vardır. Bundan önceki âyette doğal olarak canlılığın esası olan meyvelerden bahsettiği halde, bu âyette insanların mülkiyetinden bahsetmektedir. Arz içinde kelimesi ile tarla mülkiyetinin arz içinde olduğu ifade edilmektedir.
“Ve fi’l-erdi” dendiğine göre demek ki mütecavir olmayan yerler de vardır. Yer bir küredir. Kürenin sulu tabakası vardır, bu on kilometre kadardır. Su tabakası vardır, on kilometredir. On kilometre de sulu hava tabakası vardır. Yeryüzünün küre olduğu yer olan ay ve güneşten bahsettikten sonra, onların bir felekte aynı felek içinde seyrettiğini ifade etmektedir. Bu bize yerin ay ve güneş gibi bir cisim olduğunu ifade etmektedir.
“Fi’l-erdi” kelimesi yani yer küresi içinde ifadesi ile atmosferin de yer içine dahil bulunduğunu gösterir. Canlılar sulu tabakalar içinde yaşarlar. Sulu toprak, Kur’an buna sera diyor. Türkçedeki sera kelimesi de buradan gelmiş olmalıdır. Ondan sonra deniz tabakası vardır. Onun üstünde karların yükseldiği on kilometre kalınlığında hava tabakası vardır. İnsanların yaşamasına buralar müsaittir. Güneş sistemi ve yerin kendisi bu yer için düzenlenmiştir.
قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ (QıOaGun MüTaCAvVıRAvTun) “Mütecavir kıtalar vardır.”
Biz dört delile dayanarak fıkıhçıların usulüne göre aklımızla çözümler üretiriz. Sonra Kur’an bunların çoğunu tasdik eder. Bazılarını düzeltir. Biz mülki taksimatı yaptığımız zaman onlu sistem içinde hareket ettik. Önce yeryüzü kıtalara ayrılır dedik. Bu kıtaların doğal sınırlarla birbirinden ayrıldığını kabul ettik. Kuzey ve Güney Amerika, Afrika üç, Avustralya ve adalar ayrı birer kıtadır. Avrasya ise büyük kara parçasıdır. Avrupa, Hindistan ve Çin olmak üzere üç kıta daha vardır. Doğal hudutlarla ayrılmıştır.
“Kıtalar” deniyor ama “mütecavir” de diyor. Birbirine bitişik. Aralarında boşluk bırakılmadan bölünmüş anlamındadır. Tecavür bâbından getirilmesi aralarında boşluk olmasını ifade eder. Birbirine bitişik yeryüzü tek arz olmaktadır. Bu sebepledir ki genel ve kamu hizmetleri kıta merkezlerinde verilir. Denizler de kıtalararası bölüşülmüştür. Her kıta merkezinde oluşan uluslararası ordu grupları buraların güvenliğini sağlarlar. İnsanlığın ordusu yoktur. Ama aynı kıtada olan devletlerin orduları nöbetleşe genel güvenliği sağlarlar. Genel güvenliği sağlayan birlikler orada meydana gelen terör olaylarındaki zararları tazmin ederler, sonra failini bulurlarsa tahsil ederler. “Mütecavirât” kelimesi genel güvenliği sağlama görevinin kıta merkezlerine ait olduğunu ifade etmiş olur. Uluslararası alanlarda genel güvenlikten söz ediyoruz. Ülke içi güvenliği ülke içi kuvvetler sağlar. Buralar deniz ve hava gibi mülkiyete konu olmayan yerlerdir.
وَجَنَّاتٌ (Va CanNAvTın) “Ve cennetler.”
“Cennet” bahçe demektir, kapalı yer demektir. Özel mülkiyete konu olan yerlerdir. Yani insan emeği ile ıslah edilmiş yerler demektir. Bunlar mütecavir değildir. Bunlar ayrılmış parsellerdir. Önce devletler ayrılmıştır. Her devletin kendi toprakları vardır. Orasının dış güvenliğini sağladığı için kavimlere temlik edilmiştir. İhya edilmiş topraklardır. Buralarda eğer cinayet olursa ülkelerin dayanışma ortaklıkları öderler.
“Cennet” kelimesi dişi kurallı çoğullardır. Buradaki yerler bitişik değildir ama yollarla birbirine bağlıdır. Parseller birlik olmuşlardır. Kara, deniz, hava ve demir yolları ile birbirine bağlanmışlardır. Su, elektrik, gaz ve telefon hatları ile de birbirlerine bağlıdırlar. Onun için dişi kurallı çoğul getirilmiştir. Cinanun olabilirdi.
مِنْ أَعْنَابٍ (MiN EaGNAvBin) “Üzüm bağlarından”
“Aneb” üzümdür. “İneb” üzüm bağıdır. “E’nâb” “ineb”in cem’idir.
Üzüm bağlarından cennetler. Mülkiyete konu olan yerler. Bağlıklar, tarlalar, meyvelikler. Üçe ayırmaktadır. Üzüm bağlıkları, ekin yerleri ve hurma ağaçlıkları. Buradaki tasnif mülkiyete göredir. Üzüm bağları dikilerek yetiştirilir. Bugünkü seralar da bunlara dahildir. Ondan sonra tarlalar gelir. Buralar her yıl ekilmektedir. Birkaç yıllık yatırım yoktur. Nahil yani hurmalık ise doğada büyümüş ağaçlara sahip çıkma ormanlıklar anlamındadır.
وَزَرْعٌ (Va ZaRGUn) “Ve zer’”
“Zer’” yani tarlalar. Üzüm bağlarına emek verildiği ve dikildiği için ona mâlik olunmaktadır. Kişi üzüm bağlarını toplamazsa başkaları toplayabilir ama ona sahip olmazlar. Sahibi geldiği zaman onu tahliye etmek zorundadırlar. Sadece o senenin mahsulünü almış olurlar. Senelerin geçmesi ile üzüm bağlarına mâlik olunamaz.
وَنَخِيلٌ (Va NaPIyLun) “Hurmalıklar.”
“Hurmalar” ağaçları ifade etmektedir, ormanlıkları ifade etmektedir. Bunlara ekilip dikilmenin dışında ayıklamak, budamak gibi bakım yapılır ama ağaçlar kendi kendine yetişmiş kabul edilir. Ağaçlara sahip olma en zayıf sahip olmadır. Çünkü kendisi yetiştirmemiştir. Hâsılı, emeksiz sahip olunan şeyler, akarsudan testiye su doldurma sonucu elde edilen mülkiyet gibidir. Sadece yetiştirmek için emek vermekle, yatırım yapmamak suretiyle verilen emekle elde edilen değerlerdir.
Demek ki mülkiyetin yani ondan yararlanmanın kaynağı üç şekilde olur. Emek yaparak yatırım yaparsanız önce o yere sahip olursunuz. Yatırım yapmaz üretimle elde ederseniz onu kullanma hakkına sahip olursunuz. Devşirirken sahip olursanız onu tahliye ettiğinizde hakkınız biter. Bunları ayrı ayrı görelim.
- Yatırım yapanlar oraya emeklerini bağlamışlardır. Oranın malikidirler. Bunlar musakat hükümleri ile başkalarına devredilirler. Kiralayan bir şey katmasa da kiralayabilir.
- Muzaraada kiraya verme vardır. Ancak tohum gibi sürme gibi bazı şeyleri ile ona iştirak etmek durumundadır. Sadece tarla kiralanmaz, ortaklığa konmaz.
- Ormandaki ağaçlar kiraya verilemez. Sadece işgal edenin kendisinin toplama rüçhaniyeti vardır.
Hurmalıklar başka hukuka tâbi olacaktır. Orman hukuku uygulanacaktır. Kur’an burada bunların farklı hukuka tâbi olacağını bildirmektedir. Hukuku açıklamaktadır. Üzümden başlatıp hurmada bitirmesi bundandır. Başka bir yerde hurmaların, bahçenin çevrilmesidir. Buradan şunu anlıyoruz ki, hurma ağaçlarında asıl olan doğal büyümedir. Tarlanın kenarlarına dikilen ağaçların dış tarafı orman hükmünde, iç tarafı ise bağlık hükmündedir. Benzer hukuk iki bahçe arasında dağılan ağacın komşu tarafı ona aittir.
صِنْوَانٌ (ÖıNVANun) “Sınvan olanlar.”
“Sınvan” fındık gibi çalılardan oluşan bitkilerin aynı kökten çıkan dalların adıdır. Kardeş ve akrabalar için de kullanılır. Toprağı sulak olan yerlerde, suyun olduğu yerde hurma ağaçları toplanır ve bir grup olurlar. Bu gruba “sınvan” denir. İki hurma ağacı beraberse, bunlara sınvan denir. Bitkilerde böyle gruplanma mevcuttur. Nasıl sürü bir araya gelerek kendilerini korurlarsa, ağaçlar da böyle yaparlar. Akarsuların kenarlarında çıkacak ağaçlar büyütülürse, bunlar da sınvan olur.
Zer’ ve nahil ötrelidir, yani cennete bağlıdır. Cennet üzüme tahsis edilmiştir. Bir arazinin ihya edilmesi için üzüm bağı kadar ona hizmet verilmelidir. Zer’ genel söylenmiş, orman olması için hurmalıklar söylenmiştir. Esreli kıraat da vardır. O kıraatin de mânâsı olabilir. O takdirde hurmalık ormanlık olarak anlaşılmaz. Asımın kıraati verdiğimiz mânâya daha uygundur.
وَغَيْرُ صِنْوَانٍ (Va ĞaYRu ÖıNVANın) “Sınvansız.”
“Sınvan” sulu hurmalıklar olarak denebilir. Sun’i sulanan bahçe veya ekin veya hurmalıklar birdir. Sulanmayan diğeridir. Hangisi sınvan, hangisi gayri sınvan? İkisi de olabilir. Farklı olduğu anlatılmış oluyor. Bundan sonraki ifade şunu anlatıyor. Bir sudan sulanan gayri sınvan. Yani doğal olarak suyu olmayan ama ortak sulama ile sulanan anlamına gelmektedir. Sınvan doğal olarak sulak olan yer, gayri sınvan ise arklarla sulanan yer anlamındadır. Tarımcılığın en önemli sorunu sulamadır. Genel olarak yağmurla sulanırlar. Ancak ilk dönemlerde bile sulanan yerlerde verimin arttığı bilindiği için ark açarak oradan getirdikleri sularla ekinleri sulamaya başladılar. Bugün pek çok ağaçsız yer vardır. Bu yerlerin tepelerinde kuyular açılır. Kendi düşüş enerjisini kullanarak su çekilir. Dağlara salınarak orman yapılabilir. Ortak sulama bir su ile sulanır, yani ortak su ile sulanır.
يُسْقَى بِمَاءٍ وَاحِدٍ (YuSQAy Bı MAvEin VaXıDin) “Bir su ile saky olunur.”
Yani değişik hurma ağaçları veya ekinler veya bağlıklar tek su ile sulanmaktadır. Burada sulanan sulu olmayan topraktır. Naibi fail gayre gitmektedir.
Demek ki mülkiyeti tasnif ederken imar edilen yerler, ihya edilen yerler, işgal edilen yerler, bunlar da doğal sularla sulanan, ortak su ile sulanan olmak üzere gruplanmaktadırlar. Ortak sulamada su vakıf işletmesi şeklinde işletilir. Üreticilere bölüştürülür ve daha fazla kamu payı verenlere daha fazla verilir. Her şeyin aynı su ile sulandığını ifade etmiş olabilir.
Bu da bir mucizedir. Su tek bir maddedir. Hidrojen ve oksijenin birleşmesidir. Türlü türlü suların olmadığı söylenmiş olmaktadır.
Kur’an’ın hiçbir ifadesinde ilme aykırı bir ifade bulunamaz.
َ و (Va) “Ve”
Atıf harfidir. Tafdil edilen cümleyi yukarıya atfetmektedir. Yuska bi main vahıd fiildir, ona atfedilmiş olur. Yuska sıfat ise bu da sıfattır.
نُفَضِّلُ (NuFawWıLu) “Tafdil ediyoruz.”
Artırmak demektir. Yiyecekler birbirinden farklıdır. Kaliteli yiyecekler vardır. Canlıların temel ihtiyaçları besinlerdir. Tüm canlıların yegane girdileri besinlerdir. Çok az canlı besin dışı araçlardan yararlanır. Örümcek yuvasını aldığı besinler ile yapar.
İnsanoğlu da ilkel hayatında sadece besin ile geçiniyordu. Sonraları diğer eşyaları üretmeye başladı. Bugünkü ihtiyaçları yiyecek, giyecek, barınacak ve dolaşacak ihtiyaçlardır. Bunun dışında kullandığı tüm araçlar bunlara hizmet eder. Yeryüzündeki maddeleri enerji ile istediğimiz şekle sokarız. Bu enerji de güneşten gelen enerjidir. Bunların ihtiva ettiği besin değeri farklıdır.
Besinlerde dört çeşit besleyicilik vardır.
- Birinci yararı ve gereği, yaşamamız için gerekli enerjiyi bize verir. Bu çok kolay ölçülmektedir. İnsanın ihtiyacı olan günlük kalori miktarı 2500’den fazladır. Besinlerin kalori miktarları faklıdır.
- Besinin ikinci yararı, oradaki maddeleri yapı taşları olarak kullanırız. Yani etimiz, derimiz, kemiğimiz, hâsılı bütün yapımız onlarla oluşur. Burada azot önemli rol oynar.
- Vücudumuzda kullandığımız diğer bir madde de su ve bazı minerallerdir. Bunlar yapı taşı oluşturmaz ama hayatın sürebilmesi için taşıyıcı rol oynarlar. Onlar sayesinde hücreler arası ilişki kurulabilmektedir.
- Ayrıca vitamin ve enzimler vardır. Bunlar sayesinde hayat olayları gerçekleşmektedir. Bunlar adeta canlının işçileridir. Enerjinin harcanıp iş yapılması bunların desteği ile sağlanır. DNA’lar da birer enzim gibidir.
بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ (BaGWaHAv GaLAy BaGDın)
“Bazısını bazısına tafdil ettik.”
Canlılarda çeşitlilik vardır. Bu çeşitlilik kendiliğinden oluşmuş değildir. Her birinin ayrı ayrı değeri vardır. Bilhassa enzim ve vitaminlerin üretilmesinde canlılar arasında besin zincirinin oluşmasını zaruri kılar. Bizim ihtiyacımız olan enzim ve vitaminleri bir besinden alamayız. Çeşitli besinleri almamız gerekir ki o besinler sayesinde biz yaşayalım. Onlar toprağa katılınca yok olmazlar. Köklerle bitkiler alırlar, o bitkileri hayvanlar yer, biz de hayvanları yeriz, böylece çevremizde onlar farklı canlılardan gelmiş olur. Babadan menisi vasıtasıyla anneye geçen maddeler sonra anneden çocuğuna geçer ve nesil de onu korur. Dıştan evlenmelerle nesilden nesile götürürüz. Birbirinden tafdil edilen besinler aynı zamanda canlılar arasında bir birliği zorunlu kılmaktadır.
فِي الْأُكُلِ (FıY eLEuKuLi) “Eklde birbirinden tafdil ettik.”
Bunlar yalnız insan yiyeceğinde değil, hayvanların beslenmesinde, hattâ bitkilerin beslenmesinde de farklıdırlar. Değişik canlılar değişik maddeleri üretir ve bunlar birbirinin besini olarak canlılık âlemi zenginleşmiş olur.
İnsan şuurludur. Kendi hayatını korumaktadır. Yenildiği zaman acı çekmektedir. İnsanlara çok yakın olan hayvanlar için bunları söyleyebildiğimiz gibi, derece derece sinirleri olan canlılar için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Sinirleri olan tek hücreli canlılar vardır. Onların ruhları olduğunu söyleyebiliriz. Maymunlarla onlar arasında bir yapı farkı yoktur. Ne var ki ben sizin de benim gibi acı duyduğunuzu biliyorum da maymunlar hakkında aynı şeyi söyleyemem.
Canlılarda besin zinciri vardır. Bitkiler üretici canlılardır. Onları otçul hayvanlar yer, onları etçil hayvanlar yer, onları da yırtıcı hayvanlar yer. Bunların bir kısmı hastalanarak veya başka sebeplerle diğer canlılara yem olmazlar. İnsanı yiyen başka canlı yoktur. Bunların bedenlerini bakteriler çürütür. Bakterileri de virüsler parçalar. Sonra bitkiler onları köklerden alır ve yeni yaprakları için kullanır. Onlar tohumları meydana getirirler. Tohumlar da ağaçları meydana getirir. Canlılarda devamlı yenilenme vardır. Bu da besin zinciri sayesinde olmaktadır.
إِنَّ فِي ذَلِكَ (EinNa FIy ÜAvLıKa) “Bunda”
Yani canlıların ukulda tafdil edilmeleri ve insanın kendi besinini üretmesi için tarımcılık yapmasında âyetler vardır. İnsan besin zincirinde ne gibi hizmetler yapmaktadır?
- İnsan en güçlü varlıktır. Yeryüzündeki canlıların sayı dengelerini sonunda insan düzenleyecektir.
- Tarımcılıkla yeryüzündeki canlıların dağılımını insan düzenlemektedir. Ehlileştirdiği bitkileri ve hayvanları çoğaltmakta, kendisine yaramayanları hayat dışı bırakmaktadır.
- Toprak altında kalan kömür ve petrol gibi fosilleri çıkararak yakıp tekrar hayat zinciri içine sokmaktadır. Yoksa gittikçe karbon azalacak ve hayat zinciri kopacaktır.
- Yeryüzünü imar ederek daha çok canlıların yayılmasını sağlamaktadır. Canlıları uzaya bile taşımaktadır. Böylece canlılık âlemi büyümekte ve güçlenmekte, bundan insan da yararlanmaktadır.
لَآيَاتٍ (La EAyYATın) “Âyetler vardır.”
Bize nereye gideceğimizi gösteren tarihi işaretler vardır. Açıkça bizi gideceğimiz yere kaza yapmadan götürür. Siz bunları öğrenecek ve bu gidişi destekleyecek çareler aramalısınız. Çevreyi korumalısınız.
Burada bir hususa işaret etmemiz gerekir. Çevre kâinat içindir. Onu korumalıyız ama insan için korumalıyız. Onları korurken insana zulmetmemeliyiz. Ağaç kesti diye kişiyi hapishaneye atmamalıyız, ona yeni ağaçlar diktirmeliyiz. İnsanlar doğadan azami şekilde yararlanacaklar ama doğayı tahrip etmeyeceklerdir. Doğadan yararlanmayalım da tahrip etmeyelim demek, okullar verimsizdir o halde kapatalımdan başka bir şey değildir.
لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ(4) (LıQaVMın YAGQıLUvNa)
“Akleden kavim için âyetler vardır.”
Tefekkür, ayrı ayrı bilinenler arasında irtibat kurarak sistemi kavramadır.
Zikretmek, mevcut olanı onları kullanabilecek şekilde anlamadır.
Fıkhetmek, karşılaştırma yaparak araştırma yapmaktır.
Akletmek ise tüme varmak veya tümden gelmedir.
Bundan önceki âyette canlıların yaratılışından bahsetmiş ve canlılar arasındaki bağı ortaya koymuştur. Orada tefekkürden bahsetti. Bu âyette ise insanın kendi yaptıklarını ele almıştır. Burada da akletmeyi emretmiştir. İlim elde etmek tefekkür ile olur. İlmi projelendirmek ve kararlar almak ise tahakkuk ile olur.