RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
Süleyman Karagülle
2009 Okunma
RAD 35-40

.

***

RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 17

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ أُكُلُهَا دَائِمٌ وَظِلُّهَا  تِلْكَ عُقْبَى الَّذِينَ اتَّقَوا وَعُقْبَى الْكَافِرِينَ النَّارُ(35) وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمْ الْكِتَابَ يَفْرَحُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمِنْ الْأَحْزَابِ مَنْ يُنكِرُ بَعْضَهُ قُلْ إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ اللَّهَ وَلَا أُشْرِكَ بِهِ إِلَيْهِ أَدْعُو وَإِلَيْهِ مَآبِ(36)

 

مَثَلُ (MaÇaLu)  “Meseli”

“Müteşabih” demek, bir hususta ikisinin ortak öğeleri vardır demektir. Kar beyazlıkta kağıda benzer. Kar beyazlıkta kağıt gibidir. Kar çamurdan daha yumuşaktır. Bunlar benzetmelerdir.

Mesel” ise bütün parçaları ayrı ayrı farklı yönleri ile ortak olan demektir. Portakalın içi kırmızı, dışı sarıdır. Karpuzun ise dışı yeşil içi kırmızıdır. Portakal karpuza misaldir.

Mesel” bir oluşu veya sistemi karşılaştırmadır. Bize vaat edilen cennetin kendisi bizim bildiğimiz cennetlerden farklıdır. Bununla beraber bu dünyada sanayi döneminde ortaya çıkan sonuçlar cennetlere benzer olacaktır, âhiretteki cennet ise bu dünyanın adn cenneti misali belirmektedir. Yani “Adil Düzen”le gelecek olan adn cenneti, yani sera cenneti misal olarak verilmektedir.

Bu âyetleri gelişen sanayi sayesinde anlar hâle gelmekteyiz. Nasıl oluşacağını öğrenmiş bulunuyoruz ama henüz böyle bir cenneti yaşamış değiliz.

Yüz dairelik bina projemizle biz bu cenneti gerçekleştireceğiz. Bunu gerçekleştirebilmemiz bir belediye başkanlığını elde etmemize bağlıdır.

الْجَنَّةِ  (eLCanNaTi)  “Cennet”

Cennet” burada marifedir. Bu cennet âhiret cennetidir, âhiretteki adn cennetidir. Yani yaz kış meyvesi olan cennettir. Bu dünyadaki adn cenneti ile karşılaştırılmaktadır. Yani vaat edilen cenneti anlatarak, bu dünyada Adil Düzen Çalışanlarının yapacakları cenneti de anlatmaktadır.

Âhiretteki cennetin bu dünya cennetinden farkı ne olacaktır?

  1. Âhiretteki cennetin işçileri insanlar olmayacaktır. İnsanların kendi emekleri ile elde ettikleri cennetin içinde değil, orada çalışan melek cinsi varlıkların işçiliği ile üretilen meyveleri yiyeceğiz. Biz ise çalışmayacak mıyız, boş mu oturacağız? Biz çalışacağız ama karnımızı doyurmak için değil, derecelerimizi yükseltmek için çalışacağız. Bilgimizi genişleteceğimiz projeleri üreteceğiz. Uygulamayı onlar yapacaklardır. Ğılman ve ebkar bu işleri yapacaklardır.
  2. Bu dünya hastalıklı ve ölümlü dünyadır. Orada hasatlık yoktur, ölüm yoktur. Organlar yenilenebilir. İnsanın hafızası ve bedeni varlığını yenileyerek koruyacaktır.
  3. Bu dünyada imkanlar sınırlıdır. Dolayısıyla kıt kanaat bulabiliyoruz. Orada sınır yoktur. Ne kadar arzu edersek o kadarına sahip olacağız.
  4. Burada ne iyilik varsa o orada da vardır. Ama bu dünyada bilemediğimiz ve ulaşamadığımız iyilikler de vardır. İşte bu dünya cenneti de bunun bir meseli olacaktır.

الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ (elLaTIy VuGıDa elMutTaQUvNa)  

“Muttakilere vaat edilen.”

İttika etmek” demek, kulübeye girip yağmurdan ve canavarlardan korunmak demektir. Şeriat düzeni içine girerek sosyal ve doğal âfetlerden korunmak demektir.

Muttakiler” demek, bunu bir teşkilat organizasyonu olarak gerçekleştirenler demektir. Aşiret, kabile, şa’b ve kavm olarak, yahut dayanışma ortaklıkları olarak gerçekleştirenler demektir.

Vaat edilmiş” demek, muttakilere böyle bir cennet vaat edilmiş demektir. İttika edenlere âhirette böyle bir cennet vaat edilmiştir. Ama aynı zamanda muttakilere bu dünyada da böyle bir cennet vaat edilmiştir. Burada “etka” değil de “muttakûn” gelmiştir. Çünkü bu ancak birlikte çalışanlara vaat edilendir.

Burada iyi bir haber var. Siz eğer muttakilerin içinde olursanız, günahkâr olsanız da cennette olacaksınız. Herkes kendi suçundan sorumludur deniyor.

Bunu nasıl açıklayacağız?

Eğer beş vakit namaz kıldığın aşiretin muttaki ise, sen cehennemde yansan da çıkıp onlara katılacaksın demektir. Tek başına muttaki olmak değil, cemaatçe muttaki olunmalıdır.

Bunu nasıl gerçekleştireceğiz?

  1. Önce biz iman edip muttaki olmaya karar vereceğiz. Kendimiz kendi başımıza buna başlayacağız.
  2. İman eden arkadaş arayarak, onunla beraber olmaya karar vereceğiz. Evlerimizi yakınlara getireceğiz, birlikte olacağız. Böylece Kur’an’ı öğrenmeye başlayacağız. İçimizden daha çok bilen, yahut önce başlayan, yahut yaşlı olan başkanlık yapacaktır. Yeni arkadaş katıldıkça, o daha alim ise o başkan olacaktır. Olmadığı zaman olanlar arasından asaleten başkanlık olacaktır. Diğer namaza kadar başkan değişmeyecektir. Her namazda yeni imam seçilebilir.
  3. Bunlar on kişi olunca artık aşiret olmuşlardır. Aralarında daimi imamı seçeceklerdir. Bundan sonra daha âlimi gelse bile onun imamlığı devam eder. İmam değişmez. İmam yoksa diğerleri ona vekaleten imamlık yaparlar. İşte muttakiler bunlardır.
  4. Böylece oluşan aşiretler haftalık ortak toplantı yeri ittihaz edecekler ve her hafta bir araya gelerek merkez aşiretinin imamı onlara cuma namazı kıldıracaktır. Bu aşiretlerin sayısı elliyi geçtiğinde, bir merkez kabile yapacaklardır.

İşte “Adil Düzen Teşkilatlanması” budur.  

Muttakiler önce ocaklar oluşturacaklar, sonra bucaklar, sonra da iller kuracaklardır. Bunlar bitişik olmayabilir. Sonunda “Adil Düzen Partisi”ni kurup, diğer partilerle birleşerek “Adil Düzen”i birlikte getireceklerdir. Sonra da insanlık davet edilecek; D-8’ler, D-60’lar ve D-160’lar ondan sonra oluşturulacaktır.

Bugün Erbakan’ın bunları anlatması o günlere hazırlıktır, müjdeleyicidir.

تَجْرِي (TaCRİy)  “Cereyan eder.”

“Cereyan eder” demek akar demektir.Canlılar doğadaki imkanlardan yararlanarak yaşarlar. Boru ve pompa tekniği bulunmadan önce sıvıların nakli çok zor idi. Su kemerlerinin ne kadar zorluk içinde yapıldığını düşünürsek, basit bir borunun çözdüğü problemlerin ne kadar önemli olduğunu anlarız.

Kur’an’da cennetten bahsettiğinde hep akan nehirlerden bahsetmektedir. Dört tür madde vardır: Katı, sıvı, gaz ve elektrik. Teknoloji oluşmadan önce tek kolay taşınan katı cisimlerdir. Ondan sonra en kolay taşınan elektrik, ondan sonra gaz ve kolay taşınan sıvıdır.

Cennette her şey sıvılardan oluşacaktır. Su boruları ve şebekesi, bal boruları ve şebekesi, süt boruları ve şebekesi, hamr boruları ve şebekesi.

Kur’an bu dört şebekeden bahsetmektedir. Su, süt ve bal ana gıdalardır. Bunlarla beslenmek yeterlidir. Ancak bazı vitaminler suda erimemektedir. Sadece alkolde erimektedir. Bunlar için ayrı bir şebekeye ihtiyaç vardır.

مِنْ تَحْتِهَا  (MıN TaXTıHAv)  “Tahtından”

Tahtından” denmektedir. Yani toprakta gömülü olan borulardan evlere su, süt, bal ve meyve suları akar demektir.

Bugünkü borular tam sağlıklı yapılmamıştır. Ama gelecekte tam sağlam ve sağlıklı yapılacaktır. Topraktan aktığı gibi bozulmadan akacaktır. Borulardan akabilmesi için pompalama sistemlerinin de gelişmiş olması gerekmektedir. Bu teknolojiye yirminci yüzyılda tamamen ulaşılmıştır.

Çözülmeyen bir konu vardır. Su veya diğer sıvılar borulardan etkilenmekte, yapısı bozulmaktadır. Gazlar sıvılaştırılarak akıtılmaktadır. Bal gibi yarı akışkan sıvılar için de uygun teknik geliştirilebilecektir.

الْأَنْهَارُ (elEaNHARu)  “Nehirler.”

Türkçede “nehir” deyince, suyun açıktaki akmasına denmektedir. Oysa Arapçada bal, süt gibi değişik sıvılardan bahsettiğine göre nehir akışkan şeydir. Altında akan sıvılar vardır denmiş olur.

Nehirler” denmektedir. Bir bahçenin içinde ırmaklar var olmaz. Bunun çoğul gelmesi şebeke olmasından yahut değişik sıvıların borularını içermiş olmasından ileri gelmektedir. Elektrik akımı da bir nehirdir. Hatta ışık bile bir nehirdir. Onun için nehirler anlamında “enhar” denmektedir.

C+O2=CO2+Canlının yaptığı iş.

Bir odada oturduğumuzda orası kirlenir, yani nefesimiz orasını kirletir. İşte bu ciğerlerimizden gelen dumandır. Yani ateşi yaktığımızda çıkan dumana benzer duman çıkmaktadır. Sonra bitkiler yapraklarda onu güneş ışığını kullanarak tekrar O2’ye çevirmektedir.

CO2+Güneş Işığı=C+O2

Yeryüzünde böyle bütün canlılar ve insan güneş ışığı ile yaşamaktadır. Güneşte ve bütün yıldızlarda da H2+H2=Helyum+Cinlerin ve güneşteki bitki ve hayvanların yaptığı işler. Bunun  böyle olduğunu güneşten gelen ışığın tahlilinden bilmekteyiz. C12 Carbon14’e ve O18  O20’ye, N14 N16’ye dönüşerek helyum oluşmaktadır.

Öldükten sonra da benzer hayat devam edecektir. Cehennemdekiler cinler gibi yaşayacaklar. Cennettekiler ise bizim bu dünya hayatımız gibi yaşayacaklar. Âhiretteki cennet bu dünyadaki cennete benzemektedir. Aradaki fark, bu dünyadaki cennet ölümlüdür, orası ise ölümsüzdür.

Sera apartmanlarında âhiret misali cennet oluşmaktadır. İnsanlık evrimler geçirerek bugünkü duruma gelmiştir. İnsanlığın en çetin günleri insanın ilk yaratıldığı zaman diliminde geçmiştir. Maymun gibi ağaçlarda daldan dala atlamaktadır. Aslan kaplan gibi çeneleri ile hayvanları yakalayıp yemektedir. Çıplaktır, kendisini soğuktan ve sıcaktan koruyamamaktadır. Ancak hazır meyve yiyebilmektedir. Onu da ancak dallarında veya ağacın dibinde yapmaktadır. Çünkü taşıyacak hiçbir aracı yoktur.

Ağacın yaprakları ile örtünmektedir. Ama Allah ona zeka vermiştir. İlk yaptığı iş yiyecekleri bozulmaktan koruma çarelerini aramasıdır.   

أُكُلُهَا دَائِمٌ (EuKuLuHAv DAvEıMün)  “Ekl edilmeleri daimdir.”

İnsanlar yiyeceklerin bozulmaması için daha başlangıçta çareler aramışlardır. Başta kurutmayı denemişlerdir. Soğuk yerlere gömmüşlerdir. Kar olan yerlerde kar içine koymuşlardır. Yoğurt gibi mayalamalarla bozulmaz yapmak istemişlerdir. Kavurma gibi pişirerek bozulmasını önlemişlerdir.

Burada işaret edilen budur. Yani adn cennetinde yaz kış meyve veren cennet, burada ise yaz kış besini olan cennet kastedilmiştir. Bunun için “meyvesi daim” denmemiş de “ekl edilmesi daim” denmiştir.

Buradaki “Ha” zamiri cennete gidebildiği gibi enhara/nehirlere da gidebilir. Yani her zaman akan suyu kesilmeyen çeşmeler demektir.

Millî Görüş belediyeciliğinden önceki İstanbul’u hatırlayanlar vardır. Haftada bir gün su gelirdi. Şimdi ise her gün ve her saat akıyor. İşte bu su şebekesinin suyu daimdir, kesilmez.

Bozulmayan sulardan oluşmuş sular vardır. Bugün su şebekeleri oluşmuştur. Borularda durursa bozulmaktadır. Gittikçe suya etki etmeyen yani bozmayan borular yapılacaktır. Böylece cennetteki ekl edilmesi daim sulara kavuşacağız.

İşte muttakilere vaat edilen cennet buna benzer cennettir.

Bugün bu sulardan herkes içememektedir, parası olan içmektedir.

Halbuki “Adil Düzen”de yarım cennet misali suların yarısı bedava olacaktır. Yarısı ise iki misli maliyetle satılacaktır. Böylece varlıklılar fazla su kullanarak parasını ödeyecek, dar gelirliler ise yetecek kadar suları parasız kullanabileceklerdir. Âhirette ise hepsi parasız olacaktır.

Kur’an’da bunun dışında süt ırmaklarından bahsedilmektedir. Kullanılan ilaç ve gübre nedeniyle bozulmamış ve hormonlanmamış yemlerle beslenen süt hayvanları olacak, sağılan süt bir havuzda depolara doldurulacaktır. 70 derecedeki süt borulardan evlerimize gelecek ve biz her sabah ve akşam sıcak süt içme imkanını bulacağız. Bugün böyle sıcak boruları tutmak son derece kolaydır. Nitekim kalorifer boruları bulunmaktadır.

Süt, insanı besleyen tam gıdadır. Batı’daki sanayileşmiş ülkelerde süt sanayii önemsenmemektedir. Faizsiz halk ekonomisinde ise süt birinci derecede gıda olacaktır. Süt hayvanları iyi yemlendikleri takdirde süt tam gıda olmaktadır.

Kur’an baştan ırmaklardan bahsetmektedir. Bal her çiçekten toplandığı için bütün vitaminler vardır. Burada yapılacak iş, bütün balları karıştırıp o çevrenin tek tip balı hâline getirmektir. Balın vasıflarının bozulmaması için sıcaklık 25 derece ile 35 derece arasında olmalıdır. Yani bu derecelik borularla evimize bal gelecek, her türlü vitamini olan bal gelecektir.

Kur’an’da bu ırmaklardan bahsedilmektedir.

Kur’an’da ayrıca cennetteki hamrdan nehirlerden bahsedilmektedir.

Hamr nedir?

Önceleri Araplarda üzümden yapılmış alkollü içkiye hamr deniyor. Geniş mânâsında mayaya hamr denir. Nitekim biz ekmek hamuru diyoruz. Yani mayalanmış ekmek demektir. İplikten örülmüş kadınların baş örtülerine de hımar denmektedir.

Bunun nerden geldiği hususu araştırılmalıdır.

Şarabın sarhoş iken baş döndürmesinden ileri geldiği iddia edilmektedir. Bize sorarsanız, evde yoğurt yaparken yani sütü mayalarken, sıcak tutmak için bez kullanılmaktadır. Bunlara hımar denmektedir. Zaten mayalamak da buradan gelmektedir. Yani ısınmış süte sıcak çul veya bez örtmek, yani hımarı örtmek demektir. Sonra şarap da mayalaştığı için şarabın adı hamr olmuştur.

Bu şekilde düşündüğümüz zaman mayalanmış bütün sıvıların adı hamr olmaktadır.

Bununla beraber bazı vitaminler yalnız alkolde erimektedir. Bu sebeple az alkollü içkiler de haram değildir. Bira ve kımız bunlardandır.

O halde bu tür bir  şebeke de sözkonusu olacaktır. Bunun önemi, bu tür içkilerin uzun zaman dayanmaları ve bozulmamalarıdır. Bugün bizim için uygulanması mümkün olmayan  bir çeşit sarhoş etmeyen içkinin bulunacağını söyleyebiliriz. Hattâ bugün bulunmuştur bile. Koka kola gibi içkiler yaygındır, her sofrada bulunmaktadır. Gelecekte daha ileri gidilerek bir tür meyve suyu bulunacak ve o da borularla evlere dağıtılmış olacaktır.

Hâsılı, dünyada teknik geliştikçe cennet misali oluşlar olmaktadır. Allah da onlarla bize âhiretteki cenneti anlatmaktadır. Adn cennetiyle, yaşadığımız çevrede her mevsimde meyve verecek şekilde ifade edilmiştir. Burada da yaz kış borulardan akan yiyecekleri yani  ükülü daim olanları anlatmaktadır.

وَظِلُّهَا (Va JılLüHAv)  “Ve zıllı da daimdir.”

ZıLL” kelimesi gölge demektir. Ancak Arapçada gölge sıcaktan korunmuş aydınlıktır. İyi mekan, ferah mekan anlamındadır. Karanlık değil aydınlık anlamındadır.

Güneş ışığını direkt aldıkları zaman yapraklar gereksiz su kaybederler. Bu sebepledir ki soğuk yerlerde bitkiler yapraklarını dökerler, yaz mevsimini beklerler. Sıcak yerlerde de otlar kurur, kökte dinlenirler, sonbaharda yeniden çimlenirler. Böylece su kaybetmeleri önlenmiş olur. Bizim ülkelerimizde ise güneş azdır. Gölgelik kuzey adını alır ve istenmez. Bu anlamda Türkçedeki “gölge” ile Arapçadaki “zıl” zıt kelimelerdir. Dolayısıyla anlamakta zorlanıyoruz. Oysa Arapçada gölge uygun ışık demektir.

Zıllı da daimdir” demek, ne kışın soğuyup yaprak dökmesine gerek bırakılır, ne de yazın fazla sıcaklıktan susuzluktan kurumak zorunda kalır.

Zıll”ın mânâsı klimalı demektir. Yani yaz kış, gece gündüz her tarafı aynı sıcaklıkta kalır. Sadece sıcaklığı değil, havası da aynı derecede temizdir. Seranın içindeki bitkiler havayı temizlemektedir. Ayrıca havayı temizleyen klima merkezleri vardır.

Bugün gaz bombasına karşı maske kullanılmaktadır. Halbuki sera apartmanlarında maske havalandırma merkezlerinde olacaktır. Yani apartman zıl içinde olacaktır.

Eğer zıldaki “Ha” zamiri nehirlere gidiyorsa, zıl elektrik ışığıdır. Çünkü tellerden geçerek gelir ve ortalığı aydınlatır. O halde sular hep akacaktır anlamında olduğu gibi, elektrik de hep var olacak, çevreyi aydınlatacak, makineleri çevirecektir demektir.

Bu sebepledir ki biz sera apartmanlarında elektrik kesildiği zaman yedek jeneratör koyuyoruz. Hemen faaliyete geçiyor. Yakıt da sıvı olacaktır. Bugün kömür ve odundan sıvı yakıt zor edinilmektedir. Ama gelecekte kolay elde etme tekniği bulunacaktır. Dolayısıyla akaryakıt depolanacak, borulara bağlanacaktır.

Kur’an bize geleceğimizin nasıl olacağını hedeflemektedir. Böylece “Adil Düzen”in hedefleri belirlenmiş olmaktadır.  

تِلْكَ عُقْبَى الَّذِينَ اتَّقَوا (TiLKa GuQBa elLaÜIyNa itTaQaV)  

“Bunlar  ittika edenlerin ukbasıdır.”

TiLKe” cennete işaret etmektedir. Bu cennet âhiretteki cennet, ittika edenlerin ukbasıdır. Sonunda insanlar bu cennetlere ulaşacaklardır. Yalnız âhirette değil, bu dünyada da muttaki olanların cenneti budur.

Burada “ellezîne ıttakav” diyerek ittika edenleri marife yapmıştır. “el-muttakın”den daha belirgindir. Hem ittika ve hem de ittika edenler belirgindir.

O halde burada bahsedilen muttakiler Adil Düzen Çalışanları ve Adil Düzene uyanlardır. Bundan önceki ellezinelerle anlatılanlardır.

Unutmadan hatırlayalım.

  1. Kur’an üzerinde çalışarak Allah’la ahitleşenler.
  2. Bu çalışmaları uygulayarak halkı “Adil Düzen”e davet edenler.
  3. Adil Düzen ortaklıklarına katılarak sabırla “Adil Düzen”in gelmesini sağlayanlar.
  4. Adil Düzen içinde kalanlar. Şeriatın kurallarına uyanlar. Hakem kararlarına itiraz etmeyenler.

Buradaki “ittika” kelimesi bunları içermektedir. Sonunda bunlar dünya cennetine ulaşacaklardır. Akıbetleri bu olacaktır. Öldükten sonra da bu cennetin meseli bir cennete varacaklardır.  

وَعُقْبَى الْكَافِرِينَ النَّارُ(35)  (Va UQBay eLKAvFıRIyNa elNAvRu)  

“Kâfirlerin ukbası ise nârdır.”

Kâfirler kimlerdir?

Bu kadar açık ve sarih bir şekilde “Adil Düzen” anlatılmakta, bu işlerin nasıl olduğu izah edilmektedir. Onlar ise kendileri bu düzene gelmedikleri gibi, diğer insanların da “Adil Düzen”i benimsemelerini önlemeye çalışmaktadırlar.

Oysa bizim teklifimiz çok basit ve sade idi. Yirmi dönüm arazi üzerinde Akevler’i kurduk. Biz bizim hayatımızı yaşayacağız, siz de sizin hayatınızı yaşayın dedik. Siz de sizin sitenizi kurun dedik. Bize yapmadıklarını bırakmadılar. Yeşilyurt ayrı belediye idi. Bize ruhsat verdi diye belediyeyi lağvettiler. Çalıştırmakta olduğumuz tam teşekküllü büyük matbaanın ruhsatını vermediler. Yeşilyurt Belediyesi’nin tasdik ettiği ve bakanlığın da onayladığı imardan geçen kanal üzerinden yüze yakın daire pis suyunu akıtıyordu. Biz de matbaa kurduk ve ruhsat için baş vurduk. Tuvaleti vardı. Bütün kanala su veriyordu  Doksan hanenin pis su akıttığı yerden akıyordu. Bu kanal başkasının tarlasından geçiyor diye iddia ettiler. Oysa geçmiyordu. İmarı olan yolun altından büyük çaplı künklerden geçiyordu. Kaldı ki iddia ettikleri yer de yine Akevler’in yeri idi. Göz göre göre yalan söylüyorlardı. Biz de savunmayı bilemedik. Tesbit davası ile bu işi hallettik. 12 Eylül sonrasında, matbaamızı mühürleyip kapattılar. Matbaa işletmecisi ve MSP İzmir Merkez İlçe Başkanı olan Reşat Nuri Erol, yurt dışına, Arabistan’a gitmek durumunda kaldı.

Bu zulmü ne diye yaptılar?

Biz kendi sitemizde “Adil Düzen”i uygulayacağız diye bunu bize yaptılar.

Şimdi biz anayasa ekseriyetiyle iktidardayız. Buna rağmen onların zulmü devam etmektedir. Kırk milyon dolarlık Yaylabelen arazimiz hâlâ gasp edilmiş durumdadır.

İşte bunlar kâfirlerdir. Bunların sonu ateştir. Bu dünyada terördür, anarşidir. Âhirette de cehennemdir. Henüz biz bu dünyanın cennetine varamadık. Onlar da ateşine tutulmadılar. Ama zulümleri devam ediyor. Bu zulüm bir gün son bulacaktır.

Akevler’in davalarını kayda almalısınız. Kâfirlerin Akevler’e ne gibi zulümler yaptıklarını gelecek nesillere anlatmalısınız.

“Ukbe ellezîne ettekav” demektedir. “ellzîne keferû” demeyip “el-kâfirine” demektedir. Çünkü ittika edenlerin ittikaları bellidir. “Adil Düzen”i kabul etmişlerdir. “Adil Düzen” için cihat etmişlerdir. Oysa kâfirler bellidir ama küfürleri belirsizdir. Her biri ayrı telden çalmaktadır. Burada ismi faille ellezî arasındaki fark açıkça görülmektedir.

***

وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمْ الْكِتَابَ (Va elLaÜIyNa EaTaYNAvHuMu elKiTAvBa)

“Ve Kitabı verdiklerimiz.”

Burada atfedilen kimseler ittika eden kimselerdir. İttika eden kimseler, “Adil Düzen”e karşı gelmeyip kabul eden kimselerdir. “Adil Düzen”de  yerinden yönetim vardır. Aşiretler, kabileler, hattâ kavimler yani devletler kendi düzenlerini kendileri kurar ve yönetirler. Merkezi yönetim yoktur.  Bizim istediğimiz herkesin bizim anladığımız “Adil Düzen”i kabul etmeleri değildir. Herkes kendi anladıkları ile kendi bucak yönetimlerini yapar.

Kitap Ehli iki çeşittir. Biri, kendileri kitap ehlidir. Kanunları vardır. Sözleşmeleri vardır. Bunlar bu kanunları kendi istek ve ilimleri ile yapmışlardır. Biz onlarla barış içinde yaşarız. Onların kendi istekleri ile yaptıkları kanunlara uymaları şartı ile onlara karışmayız.

Bir de kendilerine kitap verilenlerdir. Bunlar büyük dinler ve mezhep sahibi olanlardır. Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindular ve Budistler. Bunlar kendilerine kitap verilenlerdir. Kur’an burada onları anlatmaktadır.

Kendilerine kitap verilenler de mezheplere ayrılmıştır. Değişik tarikat ve mezhepler hâlinde cemaat olmuşlardır.

Biz Adil Düzen Çalışanları ne yapmalıyız? Türkiye’de Ermeniler var, Rumlar var, Yahudiler var, Şiiler var, Sünniler var, Aleviler var, tarikat ehli var. Biz Adil Düzen çalışanları bunlarla nasıl ilişkiler kuracağız?

İşte bu âyet bunu belirtmektedir.

يَفْرَحُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ (YaFRaXUvNa BiMAv EuNZiLa EiLaYKa)  

“Sana inzâl olunan ile ferahlanırlar.”

1897’de İsviçre’nin Basel kentinde Yahudi Konferansı için toplananlar, dinlerin ortadan kalkacağını, yerine rejimlerin ikame edileceğini sanmış ve siyasetlerini ona göre yürütmüşlerdi. 1960’lara geldiklerinde bunun mümkün olmadığını, dinlerin tekrar hortladığını gördüler. Sadece ibadet olarak kalmak şartı ile buna izin vermeye  karar verdiler.

Türkiye^de Süleyman Demirel ve Turgut Özal’ı desteklediler. Bunlar sayesinde Gülencileri, Süleymancıları ve diğer tarikatları yanlarına aldılar.

İzmir’deki Akevler ise, İslâmiyet lâiktir ama bir bütün olarak lâiktir. Kendisinde lâiklik vardır. Yoksa Kur’an tüm müesseselere hakimdir. Dindir, ilimdir, ekonomidir, siyasettir. Akevler Ekolü lâikliği, demokrasiyi, sosyalliği ve liberalliği kabul ediyor ama Kur’an’ın anladığı mânâda bunları kabul ediyordu. Bu anlayışın müsbet ilimlere uygun olduğunu iddia ediyordu. Çünkü insana akıl veren de Allah’tır, kitapları gönderen de Allah’tır. Bunlarda ayrılık olmazdı. Ne var ki tek başına Kur’an ve diğer kitaplar anlaşılamazdı. Müsbet ilme ihtiyaç vardı. Tek başına ilim de hidayete götüremezdi. Çünkü ilim ne yapılacağına karar vermezdi. Ne yapılacağına karar verecek olan dindir.

Din ne yapılacağına karar verir.

Ekonomi kimin yapacağına karar verir.

Yönetim/siyaset de kimin olacağına karar verir.

Hepsi hakemlerden oluşan yargının emrindedirler. Yerinden yönetim vardır. Herkes istediği düzeni kendisi kurar. Bu Kur’an düzenidir, Allah’ın düzenidir diyoruz.

Kendilerine kitap verilenler, tarikatlar, dinler, mezhepler ferahlandılar. “Adil Düzen” ortaya çıkınca hepsinin memnun olması gerekirdi. Nitekim oldular. Dolayısıyla “Adil Düzen” anlayışına katılmasalar da ferahlandılar. “Adil Düzen”den herkes ferahlanmalıdır.

Cumhuriyet güya lâikliği getirmiştir. Batı’nın kandırmaca lâikliğini getirmiştir. Sonra ne yapmıştır? Tüm gayri Müslimleri İstanbul’da toplamıştır. Aleviliği tanımamıştır. Yani hem müslim olmayanları, hem de Sünni olmayanları Türkiye’de devre dışı bırakma siyasetini gütmüştür. Hattâ sadece Hanefi mezhebini meşru tanıdılar. Diğerlerinin tedrisine imkan vermediler. Bunu yapanlar askerlerle Siyonistlerdir. Askerler Türkiye’de dinî birlik sağlamak amacıyla bunu yapıyorlardı. Siyonistler ise ileride ülkeyi kolay işgal etmeleri için dini baskı uygulatıyorlardı. Demokrat Parti ortaya çıkınca din olarak İslâmiyet’in kalmasını ama bunun yine Hanefi mezhebi olmasını istemişlerdir.

Oysa “Adil Düzen” Medine Sözleşmesi’nden beri uygulanan düzenin gelmesini istiyordu; gerçek lâik düzenin gelmesini istiyordu. İsteyen çarşaflı gezsin, isteyen başı açık. İsteyen cübbe giysin, isteye ceket. İsteyen Arapça okusun, isteyen Rusça veya İngilizce. İsteyen hacca gitsin; yaya yahut uçakla gitsin. İsteyen hu çeksin, isteyen şarkı söylesin. Yönetim/siyaset buna karışmasın. Yönetim sadece güvenliği sağlasın, yargı kararlarını uygulasın diyordu. 1400 yıldır insanlığa bunu öğretiyordu.

Batılılar zaten laikliği böyle anlayıp aldılar. Laiklik, “lâikrahe”nin Batılılarca söylenişidir. Lâiklik kelimesi Yunaca imiş. Bugünkü Rumcada böyle bir kelime yoktur; eskiden olduğu da bilinmemektedir.

Yunan uygarlığını önce Romalılar reddettiler. Sonra Hıristiyanlık gelince putperestlik dolayısıyla reddedildi. Öyle ki, Yunan klasikleri unutulup gitti. İskenderiye Kütüphanesi’ni onlar yaktılar, sonra Müslümanlara fatura ettiler. Bizans Kilisesi’ne uymayan Doğu kiliseleri Yunan uygarlığını dindarlaştırarak Nasturi ve Süryani dillerine çevirdiler. Bu dillere tercümeler yapıldı. Bu dillerden sonra Abbasiler zamanında Arapçaya tercüme edildi. Çünkü Arapça ile bu diller çok yakın dillerdi. Sonra Arapçadan Latinceye çevrildi. Yani Batı Yunanı Arapçadan öğrendi. Yani üç dört tercümeden sonra Yunan bilinmektedir. Sonra Müslümanlar da Batılılar da Yunancadan tercümeler yapmaya başladılar. Ama çok az asıl kaynak bulabildiler. Lâik kelimesinin, resmi görevi olmayan sivil anlamında oduğu söylenmektedir. Batılılar bu kelimeyi Yunan’dan değil Kur’an’dan aldılar.

İşte yeniden İslâmiyet’in getirdiği barış düzeni yani lâik düzenden dolayı tüm insanlık “Adil Düzen”den hoşlanmıştır. Erbakan’ın faaliyetleri ile “Adil Düzen” tüm insanlığa ulaşmıştır. Herkes “Adil Düzen”i beklemektedir. Solcular ve dindarlar “Adil Düzen”in hasretini çekiyorlar. Biz Adil Düzen Çalışanları olarak henüz “Adil Düzen”i ortaya koyamadığımız için dünyaya gelmiyor. Biz çalışmalarımızı tamamladığımızda dünyanın bunu kabul etmesi için hiçbir sorun olmayacaktır. Hassaten büyük dinler büyük sevinç içindedirler. İleride daha çok sevineceklerdir. Dinsiz Batı herkesi mahvetmiştir. Zaten Allah dinsizlere bunun için imkan sağladı. Dindarlara hatadasınız, düzelin denmiştir. Nitekim düzelmektedirler.

“Adil Düzen” yalnız ezilmiş Türkiye dindarlarına değil, çıkmaza girmiş solculara, diğer büyük din mensuplarına ferahlık getirmiştir, onları sevindirmiştir. Çünkü çıkış yolu bulunmuştur.   

وَمِنْ الْأَحْزَابِ  (Va MiNa eLEaXZABı)  “Ve ahzabdan”

İnsanlar gruplanmaktadırlar. Gruplar dayanışma içinde olurlarsa, Kur’an’da bunlara “evliya” denmektedir. Fıkıhta “âkile” olarak geçer. Biz “dayanışma ortaklığı” diyoruz.

Guruplar dayanışma değil de ayrılık içinde olmuşsa, bunlara “hizip” denir.

Bugün biz bunlara “parti” demekteyiz.

Hizipleşme bugün tamamıyla mevcuttur.

Aynı dinden oldukları halde farklı mezhepler hiziptir. Siyasi partiler birer hiziptir. Odalar ve sendikalar birer hiziptir. Üniversiteler birer hiziptir.

Biz Adil Düzen Çalışanları bu hizipleri tanıyoruz, her birinin meşruiyetini kabul ediyoruz. İktidar olduğumuzda bunlar tüm faaliyetlerini rahatça yürüteceklerdir.

Devletin işi güvenliği sağlamadır, herkese kendi istediği hayatı yaşatmadır. Devletin işi dine davet değildir. Dinler zor kullanmadan, baskı yapmadan, üstünlük taslamadan insanları dine davet ederler. Herkes elbette kendi dinini, kendi mezhebini, kendi tarikatını üstün görecektir. Davet zaten bunun üzerinde olacaktır. Cennete bununla gidileceğine inanacaktır. Ama bu dünya hayatında diğerlerinden üstün oldukları iddiasına varmamalıdırlar.

Şimdi “Adil Düzen”den herkes ferahlamaktadır; ferahlanacaktır da. Ama hizipçilik buna karşı cephe almaya sebep olmamalıdır.

مَنْ يُنكِرُ بَعْضَهُ (Man YuNKiRu BaGWaHUv)  

“Onun bazısını inkâr etmektedir.”

Buradaki zamir sana nâzil olana gitmektedir. “Adil Düzen”e gitmektedir. Genel olarak “Adil Düzen”e karşı çıkamamaktadırlar, cevap verememektedirler, inkâr edememektedirler.

İnkâr” demek, bizim anladığımız mânâda reddetmek demek değildir. O küfürdür. Küfür, gerçekleri bile bile kabul etmemek, aksini savunmaktır. İnkâr ise bilmezlikten gelmek, tanımamak demektir.

Şimdi sömürü sermayesinin emrinde olanlar Akevler’i ve “Adil Düzen”i yok farz etmektedirler. Gazetelerde yer almıyor, televizyonlar bahsetmiyor, toplantılara davet edilmiyor, konferanslar verilmiyor.

ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) Genel Sekreteri Prof. Dr. Arif Ersoy, ESAM’da Süleyman Karagülle’ye konuşmalar yaptırıyordu. İlk dönemlerde Erbakan’ın dışındakilerden çoğu bu konferanslara dinleyici olarak katıldı. Sonra nerden emir aldılarsa, bir daha katılmadılar. Temel Karamollaoğlu katılırdı ama telefon ede ede sonunda konuşmaların yarısında onu da alıp götürürlerdi, uzaklaştırırlardı.

Arif Ersoy bizi davet ettiği konferansları önce ayda bir defaya; sonra senede ikiye; daha sonra senede bire indirdi. Şimdi artık hiç konuşmuyorum! Onlar bana kötülük yaptıklarını sanıyorlar. Oysa benim orada konuşmamda ne gibi bir yararım olacaktır. Risale-i Nur şakirtleri toplantılara davet eder, ben de katılırdım. Şimdi ise tanımıyorlar bile!

Demek ki mü’minlerin bir kısmı “Adil Düzen” çalışmalarından ferahlanmaktadırlar. Bir kısmı ise böyle bir çalışmadan habersiz imişler gibi davranmaktadırlar. Bunun sebebi de hizipçiliktir, particiliktir. Kur’an bize işte bunu haber vermektedir. Seslerini çıkarmazlar. Başarırsanız sizin yanınızda olurlar. Başarısızlık söz konusu olunca hemen senden kaçarlar.

Erbakan’ın yaptığı en büyük hata bence bu olmuştur. Sıkıntıda olduğu zaman Allah için onu destekleyenleri, genişliğe geçince unutur. Onunla çalışmayanları ve kendisine oy vermeyenleri memnun etmeye çalışır, onları onore eder.

Süleyman Akdemir, eğer Millî Görüşçü olmasaydı, şimdi Türkiye’nin en büyük anayasa profesörü olmuştu. Bugün de gerek mevcut anayasaları, gerekse “Adil Düzen Anayasası”nı en çok bilen kişiler arasındadır. İktidar olununca unutulmuştur.

İşte inkâr budur, tanımamazlıktan ve görmezlikte gelmek. Büyüklerle ve meşhurlarla bir olunduktan sonra, bizim gibi garibanlara ne gerek vardır. Bazısı sana vahyolunanı duymazlıktan gelir, bunu ben anlamadım der. Bunlar “Adil Düzen”in hepsi şimdi uygulanamaz derler. İşlerine gelmeyeni iter ve sırt üstü yatarlar.

“Adil Düzen”e katılmayanlardan istediğimiz nedir?

Daha açık söyleyelim; AK Parti’den istediğimiz nedir?

Kendilerinin “Adil Düzen”i uygulamalarını istemiyoruz. Sadece bizi bir kenardan desteklesinler. Misal olarak, bizim kırk milyon dolar tutan tapulu yerimizi bize versinler. Tapulu yerimizi gasp eden yönetimin zulmünü kaldırın. Biz Akevler olarak sizin iktidar olmanız için çalıştık. Şimdi siz bizi unutuyorsunuz. Biz sadece hakkımızı istiyoruz. Bir de devletin televizyonlarında bize de bir yer verin. Siyonizmin koyduğu yasakları sürdürmeyin.

Ama onlar öyle yapmıyor.

Peki, ya ne yapıyorlar?

Sanki bugünkü iktidarı kendileri elde etmiş gibi bizleri inkâr ediyorlar.

“Adil Düzen” olmasaydı şimdi siz orada olmazdınız. O halde Adil Düzen Çalışanlarını birilerinin yaptığı gibi ezmeyiniz. İzmir’de bizim Karabağlar ilçemizi bize vermediniz; CHP’ye verdiniz! Biz Akevler olarak CHP’den hep destek gördük. Bizi Demokrat Parti (Adalet Partisi) temsilcileri ezdi. Bize en büyük zulmü o partinin İzmir Belediye Başkanı Osman Kibar yaptı. Biz CHP’lilerle koalisyon yaparız ama onlara oy vermeyiz. Siz ise bizim ilçemizi onlara teslim ettiniz. Her halde Halk Partisi’ne haksızlık yapmış olmalıyız ki sizden bu zulmü görüyoruz.

Bizi inkâr edenler sadece AK Partililer değildir.

Mesela, bu yazdığım yazıyı kimse okumayacak. Burada yazacağım ve burada kalacaktır. O halde ne diye yazıyoruz? Yarın Allah’ın huzuruna çıktığımızda cevap verebilmemiz işin yazıyoruz. Bugün olmasa da, ileride bu yazdıklarımızı okuyan olabilir diyoruz ve yazıyoruz.   

قُلْ (QuL)  “Söyle”

Söyleyen Allah, “söyle” diye emrediyor. Biz inzâl ettik dedikten sonra, söyle emri Allah’ın emri olmaktadır. Yani Adil Düzen Çalışanına Allah emretmektedir. Bana emretmektedir. Sizlere de emretmektedir.

Muhatap kimdir?

Kur’an’ı okuyup birlikte çalışanların sorumlusu söyleyecektir.

Ayrı mezhep olarak çalışma başkadır, aynı mezhep içinde çalışma başka olacaktır. Her mezhebin bir sorumlusu olacaktır. Mezhebin görüşleri olacaktır. Arkadaşlarının görüşleri yazıda yer alacak ama asıl hüküm sorumlunun olacaktır. Dayanışma ortaklığı bir kişinin sorumluluğu ve içtihatları ile oluşur. Bir mezhepte olanlar daima aksi içtihatta bulunabilir, başkasının içtihadıyla birleştirebilir. Bunu kendi sözleşmesinde kaydeder. O geçerli olur. Aksi şerh yoksa, sorumlunun içtihadı kabul edilmiş olur.

Bu kural iyi anlaşılmalıdır. Başkanın içtihatları aynı mezhepte olanları bağlamaz ama aksi beyan edilmemişse onun içtihatları geçerli olur.

O halde burada söyleyecek olan her mü’mindir. Kişi, sorumlunun görüşleri kendi görüşlerine uyuyorsa ‘mezhebimiz böyledir’ der. Uymuyorsa, ‘bana göre böyledir’ der, ‘mezhepte böyledir’ der.

إِنَّمَا أُمِرْتُ (EinNaMAv EuMiRTu)  

“Ben sadece bununla emrolundum.”

Vahyolunanın bazısını inkâr etmektedirler.

Biz “Adil Düzen”i ortaya koyuyoruz. Kur’an’ın kelimelerine öyle mânâ veriyoruz ki sonunda bir müessese ortaya çıkıyor. O müessese sonunda bir makina gibi çalışıyor. Her şey kendi sistemi içinde geçerlidir.

İslâmiyet’te kocalara mihir külfeti yüklenmiştir. Sonra da boşamayı kolaylaştırmıştır. Böylece kadın ne kadar çok boşanırsa onun için o iyi olmaktadır. Dolayısıyla boşama kolaylığı kadını mağdur etmek şöyle dursun, zengin etmektedir. Boşanma olmazsa kadının mihri iade etmesi gerekir.

Bunun zorluk yapacağı açıktır. Kur’an bunun yerine mirasta payı düşürmektedir, altıda bir yerine sekizde bir vermektedir. Alırken de dörtte bir almaktadır. Yani mirasta kadın erkeğin yarısını almaktadır. Yoksa kadın veya erkek olduğu için değil. Aksi halde anne ile babanın eşit alması gerekir. Anneden kardeşlerin eşit almaması gerekir. Yani hükümler varsayımlara dayanır. Eğer mihri kabul etmiyorsak, o zaman bizim de mirasta eşitliği kabul etmemiz gerekir.

Burada anlatmak istediğimiz, değişik mezheplerin karması caiz değildir. İçtihat yapmadan o mezhepten, bu mezhepten karma hükümler yapılamaz.

İşte bazısını inkâr edenleri belirtiyor.

إِنَّمَا أُمِرْتُ (İnNaMAv EuMiRTu)  

“Ben sadece emrolundum.”

Ben sadece Allah’a ibadet etmeyi emrolundum. Tavize uyamam. Sizinle uzlaşamam. Ben sizin dediklerinizi yapamam. Ben kendi içtihadımla amel ederim, siz de kendi içtihadınızla amel edin; yapacağınız tavizi benden beklemeyin.

İşte bu çok önemli bir kuraldır.

Bir mü’min kendi hayatında asla taviz vermez. Karşı tarafın davranışlarına da asla müdahale etmez. Sadece davette veya uyarıda bulunur. Nitekim Hazreti Muhammed aleyhisselâm sadece Kur’an okumuş, başka bir şey yapmamıştır. Hattâ şimdi benim yaptığımı da yapmamıştır. Asla özel isimden söz etmemiştir. Ben Tevrat’ın üslubuna uyuyor ve kişileri kendi isimleri ile zikrediyorum. Çünkü insanlar genel ifadeleri bir türlü yorumlayamıyorlar.

أَنْ أَعْبُدَ اللَّهَ (EaN EaGBuDu elLAvHa)  

“Yalnız Allah’a ibadetle emrolundum.”

Biz Kur’an’ı “Adil Düzen” anlayışı içinde yorumluyoruz.

Çünkü her gün bununla ilgili meselelerle karşılaşıyoruz.

Bugün yaptığımız bir çalışmada, patates pazarlaması ile ilgili bir görüşme yapıldı. Konsinye bırakacağız dedik. Bakkallar katiyen kabul etmediler. Çünkü satışı sabit fiyatla yapmıyorum, adamına göre kandırdığım kadar diyor. Arkadaşlar benimle tartıştılar. Şimdilik taviz verelim dediler. Tamam dedim. Hayır, benim kendilerine katılmamı istediler.

İşte bunlara de ki, ben yalnız Allah’a ibadet ederim.

Bizim söylediklerimize Kur’an da böyle diyor, öyleyse böyle yapalım deseler, bu tartışma dinlenecektir. Ama onlar öyle yapmıyor. Kur’an’da böyledir diyoruz. Onlar cari sisteme uyan yok diye kabul etmiyorlar.

İşte, bize emredilen asla taviz vermemektir. Biz kendi içtihadımızla amel edeceğiz. Onlar zaten içtihatsız amel ediyorlar. Kendi akılları ile bize akıl veriyorlar.

‘Sizin söyledikleriniz tam İslâmî değildir, dolayısıyla ortaya çıkmayın’ diyorlar. ‘Neresi İslâmî değildir?’ dediğiniz zaman da; ya göstermiyorlar, ya da budur diyorlar ama ona delil getiremiyorlar. ‘Birisi zarar ederken diğeri kazanıyorsa o faizdir’ diyoruz. ‘Hayır, böyle değildir’ diyorlar. Delil yok! Halbuki biz çok açık hadisi ortaya koyuyoruz: Zarara katılmayan kimsede ribh de yoktur. Tabii bu da yorumlanabilir. Ancak buna delil gösteremiyorlar.

وَلَا أُشْرِكَ بِهِ (Va LAv EuŞRiKu  BiHIy)

“O’na şirk etmemekle emrolundum.”

Sadece O’na ibadet edilecek, yani Kur’an’ın hükümleri uygulanacak. Başka kimseler O’na şerik edilmeyecektir. Yani karma hükümler olmayacaktır. Ya Kur’an’ın hükümleri ya başka bir kitabın hükümleri olacaktır ki asla uzlaşma kabul edilemez.

Çözüm uzlaşmalı hükümler değil, çoklu hükümlerdir. Her bucağın kendi hükümleri olacaktır. Her mezhebin kendi hükümleri olacaktır. Asla karma yapmayacağız. Uzlaşacağız ama ortak işlerde uzlaşacağız. Uzlaşma şeriat anlayışıdır. Ama uzlaştıktan sonra kanunların bazısını uygulamamak asla kabul edilemez.

Demek ki, burada çok açık olarak anlaşılıyor ki, içtihatlarla değil de keyfe göre, gönül hoşluğu ile iş yapma şirktir. Allah’ın ne dediği üzerinde tartışabiliriz. Allah öyle diyor ama şimdi uygulamamız mümkün değildir. Yani şimdilik Allah sürgündedir. Sürgünden dönünce uygularız diyorlar. Oysa Allah şimdi yanımızdadır, yakınımızdadır, bize şah damarımızdan daha yakındır. Taviz vereceksek biz vermeyeceğiz, Allah verecektir. Allah bize ne kadar taviz vermemizi emrediyorsa biz de o kadar taviz veririz.

Birlikte yaşıyoruz. Allah onlara başka şey ilham etmişse, bize de başka şey ilham etmişse ve birlikte yapmamız gerekiyorsa uzlaşacağız. Yoksa Allah’a rağmen Allah bize izin vermiyorsa, uzlaşmayacağız.

إِلَيْهِ أَدْعُو (EiLaYHi EaDGUv)  “O’na dua ederim.”

“Dua etmek” demek, O’na sormak demektir, O’ndan istemek demektir.

Bazen insan içtihat yapamaz, yahut içtihada göre amel edemez.

O zaman insan Allah’a sığınır, O’na dua eder.

Duadan önce şunlar yapılmalıdır.

Namaz kılınmalıdır. Kur’an okunmalıdır.

Sonra: ‘Senden başka ilah yoktur. Seni tesbih ederim. Kusur bendedir. Sen her şeyi iyi yapmaktasın. Ben zalimlerdenim.’ diyecek.

Yani eksikliği çevrede değil, kendisinde arayacaktır.

Bunu yüz defa söyleyecek. Sonra istiğfar edecek.

Yani kusurlarımdan dolayı beni affetmeni istiyorum diyecek.

Bunu da yüz defa söyleyecek.

Sonra: ‘Sübhanellah, Elhamdülillah, Allahu Ekber’ diyecek.

Bunlar insanı dua edecek hâle getirecektir.

Ondan sonra sükut edip dinleyecektir. İçinden kendisine bir ilham gelecektir.

Yani Allah’tan cevabı almış olacaktır.

İçtihadın dışında bu da bir delil teşkil eder.

Delilsiz olduğu için bundan başkaları yararlanamazlar.

وَإِلَيْهِ مَآبِ(36) (Va EiLayHi MaEAvBı)  “Ve meabım O’nadır.”

Barınacağım yer O’nadır, obam O’nadır deniyor.

İşte, insanlar ayrılıp yeni site kuracaklar, kurmalıdırlar. Allah’ın obasına gitmelidirler.

Önce aşiretimizi kuracağız…

Sonra kabilemizi kuracağız...

Ancak, bunu yapabilmemiz için önce kendi sitelerimizi kurmamız gerekmektedir.

İşte bu amaçla önce sera/klima apartmanını oluşturuyoruz.

Sonra sera/klima kentlerini oluşturuyoruz.

İçtihadımızı fıkıh kitabı hâlinde yayınlıyoruz.

İnsanları bu sitelere davet ediyoruz.

Gelenler Nuh’un Gemisine binecek ve kurtulacaklardır.

Binmeyenler helâk olacaklardır.

İstanbul zelzele beklemektedir…

Zelzele olmasa bile, basit bir saldırıda İstanbul yerle bir olacaktır.

Yapılan zelzele yaygarası nedir?

Batı’dan faizli kredi alma ve binaları takviye etme...

İşte Hazreti Nuh’un oğlu da böyle diyordu. ‘Dağa çıkarım, orası beni korur!’

Oysa bunlar zelzeleden korumaz, ancak “Adil Düzen”in sera siteleri korur, Sosyal Tufana karşı ancak Sosyal Gemi korur.

Şimdilik kimse söylediklerimize ve uyarılarımıza rağbet göstermiyor.

Şimdiki barınak “Adil Düzen Sera/Klima Sosyal Apartmanı” olmaktadır. Benim meabım O’dur denmesi ile Adil Düzen Çalışanları kendi obalarını kurarlar demektir.

 

***

RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 18

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ حُكْمًا عَرَبِيًّا وَلَئِنْ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ بَعْدَمَا جَاءَكَ مِنْ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنْ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا وَاقٍ(37) وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِنْ قَبْلِكَ وَجَعَلْنَا لَهُمْ أَزْوَاجًا وَذُرِّيَّةً وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ أَنْ يَأْتِيَ بِآيَةٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ لِكُلِّ أَجَلٍ كِتَابٌ(38) يَمْحُوا اللَّهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ(39) وَإِنْ مَا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ وَعَلَيْنَا الْحِسَابُ(40)

 

وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ  (Va KaÜAvLiKa)  “Biz onu inzal ettik.”

Bundan önce, kezalike seni bir ümmet içinde irsal ettik demişti. Şimdi de atıf yaparak onu (Kur’an’ı) da Arapça hüküm olarak inzal ettik diyor.

KeZaLiKe” kelimesi ile uzaktaki bir cümleye atıf yapıyor. Bu Kur’an’ın bir usulüdür. Çok beliğ bir usuldür. İnsanlar bunu zor yapabilirler. Anlama bakımından da zordur. Ama içtihat yapanlar için çok kolaydır. Kur’an’ın ilk satırlarına göz atarak çok kolay bulursunuz. İçtihat yapmayanı da asla rahatsız etmez. Çünkü bu üslupta bir gramer hatası yoktur. Müçtehit olmayanlar bunları düşünmeden geçerler.

Onu inzal ettik” diyor. “O” zamiri nereye gidiyor. Sûrenin başına gidiyor. Kitaba gidiyor. O Kitabın Arapça hüküm olduğu ifade edilmektedir. Bundan önce de Kur’an’dan bahsedilmiştir. Kur’an, onunla dağlar yürütülseydi denmiştir. Orada Kitabın lafzî mucizesine işaret etmiştir. Burada ise onun hüküm olduğunu söylemektedir.

“Enzeltü” demiyor da “enzelnâ” diyor. Çünkü biz Kur’an’ı ilhamlarla değil,  sünnet, icma, içtihat, usulü fıkıh ve müsbet ilimlerle anlayacağız. Doğrudan ilham etseydi “enzeltü” derdi.

“Nezzelnâ” demiyor da “enzelnâ” diyor. Çünkü Kur’an bütünü ile delildir. Sadece bir sûre, sadece bir âyet veya yarısı değil, tümü birden hüküm ifade edecektir. Tefsir, bir âyeti alıp değişik mânâlar vermektir. İçtihat ise bütün âyetleri alıp bir sorunda tüm Kur’an’ın ortaya koyduğu hükümleri bulmaktır. Kur’an Resule parça parça nâzil oldu. Onunla geçiş sağlandı. Oysa bize ilimde bir defa nâzil olmuştur. Çünkü bizim için Kur’an tenzil değil inzaldir. Bununla beraber hükümler çıkartmak tenzildir.

Burada işaret edilen, birincide işaret edilen de olabilir, başkası da olabilir. Sûrede anlatılanlara işaret ederek Arapça olarak hükümleri böyle indirdik olabilir.

Kur’an Arapçası baştan itibaren Kur’an indirilecek şekilde oluşmuştur.

Bu hikâye dünya yaratılırken başlamıştır. Arabistan çölünün batısında, Nil’in doğusunda, Fırat ve Dicle akıtılmıştır. İlk insanlar adn bahçelerinde yaratılmıştır. Yani ilk insanlar yaz kış meyve veren yerlerde yaşadılar. Bu da kışın kar yapmayan büyük nehir ırmaklarının olduğu yerde olabilir. Bu sebepledir ki hayat Nil ile Fırat ve Dicle’de başlamış, sonra dünyaya dağılmıştır. Sonra tekrar sulu tarımcılık nedeniyle ilk uygarlık Nil ve Fırat kıyılarında gelişmiştir. Yani Allah yeryüzünü düzenlerken bu iki uygarlığın oluşması için gerekli coğrafi şartları koymuştur.

Mısırlılar ve Mezopotamyalılar şehir çocukları idiler, birbirlerine gidemezlerdi; Arabistan çölünü develerle aşmak suretiyle gidip gelemezlerdi. Bunu ancak Arap tüccarlar yapabilirdi. Çöl Arapları Mısır ile Irak arasında mallar taşıyorlardı.

Yine Kur’an için Mekke’de zemzem suyu akıtılmıştır. Burası kervanların barındıkları yer idi. Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail orada bir misafirhane yapmışlardı. Burada kervanlar konakladığı gibi, Araplar mallarını satmak için buraya gelir ve alışveriş yaparlardı. Burası aynı zamanda ticaret merkezi olmuştu.

İşte Mısır’a ve Mezopotamya’ya gidip gelen Arap tüccarlar, hem Mısır hem de Irak dillerini biliyorlardı ve her iki uygarlığın tüm kavramlarını kavramışlardı. Ne var ki bu uygarlıklar teknolojiye dayanmıyordu. Uygarlıklar sosyal kavramlara ve felsefi kavramlara dayanıyordu. Mısır’ın görkemli ehramlarını taşıyıp da çöldeki Araplara gösteremiyorlardı. Yabancı kelimeler hiçbir mânâ ifade etmiyordu. Tüccarlar zorunlu olarak bedevilerin dilini geliştirdiler. Böylece Kur’an Arapçası doğdu.

Arapların başka bir adeti daha vardı. O da, çölün ortasında karşılaştıklarında ya silahlarını çeker ve birbirlerini ördürürlerdi, ya da selam verip oturur, bir veya birkaç saat sohbet eder, o gün başlarından geçen olayları, kimlerle karşılaştıklarını, neler söylediklerini anlatırlardı. Bu âdet tüm Arabistan halkını tek dil konuşmaya zorlamıştır.

Bu arada Allah Arapları kendi hallerinde bırakmamış, ilham yoluyla onlar arasında Kur’an Arapçasının oluşması için ne gerekiyorsa onu da telkin ediyordu. Bunun en açık delili “HaDiD” kelimesidir. Hadid, demir demektir. Ebced hesabiyle 26 değeri vardır ki, bu demirin atom numarasıdır. “H” harfi 8’dir ki demir sekizinci sütunda bulunuyor, “D” harfi 4 sayısını gösterir ki bu demirin dördüncü satırda olduğunu göstermektedir.

Demek ki Arapça dili ilim dilidir ve birçok mucizeyi içermektedir.

Başka bir şey diyebilirsiniz, başka bir şekilde ifade edebilirsiniz. Allah Kur’an’ı önce oluşturdu. Kâinat buna göre sonra var edildi. Yani önce Kur’an vardı ki bu kâinatın planıdır. Sonra kâinat buna göre yaratılmıştır. Bunun delili; “Kur’an’ı öğretti, insanı yarattı” diyor. Yani önce Kur’an’ın, sonra insanın yaratılması sözkonusudur.  

حُكْمًا عَرَبِيًّا (XuKMan GaRaBiyYan)  

“Arapça hüküm olarak inzâl ettik.”

Hükmen” kelimesi burada nekredir.

Arapça” kelimesi de nekredir.

Demek ki Arapça çeşitleri vardır ki nekre oluyor. Hüküm de değişiktir ve çeşitlidir.

Adil Düzen Çalışanları bunu iyi bellemelidirler. Kur’an kıyamete kadar, gelmiş ve gelecek tüm insanlar için gerekli hükümleri içermektedir. Hattâ Kur’an’dan önce gelen Tevrat ve diğer kitaplardaki hükümleri de içermektedir. Bunların hiçbirisinde Kur’an’ın dışında bir hüküm yoktur. Mesela Tevrat çobanlık döneminin hükümlerini içerir. Eğer biz bugün çobanlık dönemine dönebilsek, Kur’an’a dayanarak içtihat yapsak, Tevrat ortaya çıkar. İşte bu özellikleriyle bütün devirlerin ve toplulukların hükümlerini ayrı ayrı içerir. Ne kadar bucak varsa, o kadar ayrı Kur’an kamu hukuku vardır. Ne kadar mezhep varsa, o kadar ayrı özel Kur’an hukukunu içerir. Kur’an Tanrı’nın şimdi söylediği sözleridir. Duruma göre ne hükmedilecekse o hükmü vermektedir.

Bu nasıl sağlanmaktadır? Bu kadar geniş ve değişiklik içeren hükümler Kur’an’a nasıl sığmıştır? Hangi teknik kullanılmıştır?

Bunu anlayabilmemiz için Kâinata bakmamız gerekmektedir.

Kâinat dört temel maddeye dayanır. Parçacık, hız, pozitif ve negatif elektrik.

mo=elektron kitlesi   q=elektron yükü   c=ışık hızı   h= tesir kuantumu.

Kur’an’ın “zerv” dediği, Batılıların “kuantum” dedikleri bu ilk parça artı ve eksi olmak üzere iki çeşittir. 16 tanesi sekiz yüzlünün yüzeylerinde döner ve merkezde ya artı ya eksi bulunur. Onlarla böylece ilk parçacıklar oluşur.

Bunlardan altı tanesi sonra yine altı tanesi dönmek suretiyle dengelerini korurlar. Sonunda üç parça bir artının etrafında dengesini kurar ve 17*6*6*3+1=1837’si hidrojen atomunun çekirdeğini yapar. Buna elektron eklenir ve hidrojen atomu olur.

Sonra bunlardan birleşerek sıra ile atomlar olur. Satır ve sütunları oluşturur.

Cetveli aşağıda veriyorum.

Cetvele bakacak olursanız, yedi sema vardır.  

Birinci semada bir felek ve bir tarık vardır. Her tarıkta iki parçacık dolanır.

İkinci semada 2 felek vardır. Birinci felekte 1, ikinci felekte 3 tarık vardır.

Üçüncü semada 3 felek vardır. Birinci felekte 1, ikinci felekte 3, üçüncü felekte 7 tarık vardır.

Dördüncü semada aynı felek ve tarık ondan sonra azalmaktadır. Beşincisinde yedi tarıklık felek yoktur, altıncı semada beş tarıklık felek yoktur.  Yedinci semada sadece 1 ve 3 tarıklı iki sema vardır.

 

Sema

Felek

Tarık

Zerv

 

 

 

1

1

1

2

 

 

 

2

2

1+ 3

8

 

 

 

3

3

1+3+5

18

 

 

 

4

4

1+3+5+7

32

 

 

 

5

4

1+3+5+7

32

 

 

 

6

3

1+3+5

18

 

 

 

7

2

1+3

8

 

 

 

 

Ve böylece aşağıdaki sıra oluşur.

 

1

2

3

4

5

6

7

8

9

10

11

12

13

14

1/1

1

 

 

 

 

 

 

2

 

 

 

 

 

 

2/2

3

4

5

6

7

8

9

10

 

 

 

 

 

 

3/3

11

12

13

14

15

16

17

18

 

 

 

 

 

 

4/4

19

20

21

22

23

24

25

26

27

28

 

 

 

 

5

29

30

31

32

33

34

35

36

 

 

 

 

 

 

6/5

37

38

39

40

41

42

43

44

45

46

 

 

 

 

7

47

48

49

50

51

52

53

54

55

56

57

58

59

60

8

61

62

63

64

65

66

67

68

69

70

 

 

 

 

9

71

72

73

74

75

76

77

78

 

 

 

 

 

 

10/6

79

80

81

82

83

84

85

86

87

88

89

90

91

92

11

93

94

95

96

97

98

99

100

101

102

 

 

 

 

12

103

104

105

106

107

108

19

110

 

 

 

 

 

 

13/7

111

112

113

114

115

116

117

118

 

 

 

 

 

 

 

İşte tüm kâinattaki cisimler yukarıda bahsettiğimiz + ve – elektrik parçacıklarının birleşmesinden oluşmaktadır.

Canlılar ise en hafif elemanları kullanırlar. +1, 4 , -7, -8 ve +15 olmak üzere beş elemanı kullanırlar. Bunlarla tüm canlılar oluşur.  

1=H   4=C   7=N   8=O   ve 15=P ile gösterirsek,

OH

OPOH

OH     kanca görevini görürler 2 OH den H2O = su ayrılır. O bağ yapılır.  

Beş sulu C ile kanca yapılır. Üçlü bağ oluşturulur.

OH

HCH

HC

HOC   O

HC    HC H

OH  OH

Kırmızı OH yerine H gelebilir. Böylece iki çeşit kanca yapılır.

Canlılar da bunlarla ve yirmi çeşit yapı taşlarından oluşur.

İşte kâinat böyle basit dörtlü kuruluşlarla oluştuğu gibi Kur’an da harflerden oluşur ve aynı şekilde çok şey ifade etmektedir. Bunun anlamı şudur. Kur’an’da tüm ilimler vardır. “Hükmen Arabiyyen” bu demektir.

“Enzelnahu”daki zamirin Kitaba değil de Kur’an’a gitmesi daha muvafıktır. Çünkü başka yerde “Kur’anen Arabiyyen” denmektedir. Bundan da değişik kıraatlerle hükmolunacağı anlamı çıkar. Ayrıca değişik kıraatler olduğunu da ifade eder.

Kur’an’ın yazılışında icma vardır. Tek tip yazılıyor. Ama kıraatlerde 7 ve 10 türlü kıraat vardır. Bunlardan 7’sinden birini inkar eden Kur’an’ı inkar eder. Buna “yedi kıraat” deniyor. Ayrıca üç kıraat daha vardır. Bunları kabul etmemek insanı küfre götürmez. Ama bu on kıraatten başka Kur’an’ı kabul etmek küfre götürür.

وَلَئِنْ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ (Va LaEiN itTaBaGTuM EaHVAvEaHUM)

“Onların ehvalarına tabi olacak olursan.”

Kur’an’ın hükümleri bize nâzil olmakta, günümüzün sorunlarını çözmektedir.

Kur’an’ın temel hükümleri nelerdir, Arapça hükümler nelerdir?

Kur’an insanın yapısına uygun temel hükümleri koymuş, bunları ana ibadet saymıştır.

  1. a) Müslüman olacaksın. Yani barışçı olacaksın. Hakemlerin kararlarına uyacaksın.
    1. Barışa bedenen veya mâlen iştirak edeceksin. Ya askerlik yapacaksın, ya da bedel vereceksin. Dayanışma ortaklığını kuracaksın.
    2. Yerinden yönetim olacak, isteyenler oradan hicret edebilecek. Hicret demokrasisi.
    3. Gerektiğinde zalimlerle savaşacaksın. Yalnız nöbetliler için bu emir vardır.
  2. Beşikten mezara kadar ilmî, ahlâkî, meslekî ve savunma eğitimlerini alacaksın.
  3. Faizden kaçıp adil ekonomik düzen kuracaksın.
  4. Bütün sosyal yaşamını aile üzerinde oturtacaksın. Zinayı kaldıracaksın.

İşte Kur’an’ın hükümleri bunlardır. Kur’an’ın öğretisine göre bunlar yapılacaktır.

Sorunlarınızı çözerken önce dört delile dayanarak illetlerle sorunların çözümlerini bulacaksın. Bu dört delil kitap, sünnet, icma ve kıyastır. İçtihat için bunlar yeterli değildir. Vardığın sonuçları hikmetlerle kontrol edeceksin. Yani bu hüküm ne yapar, sonunda toplulukta ne gibi sonuçlar doğurur, bunları göreceksin. Hattâ uyguladıktan sonra eğer sorunlar çözülmüyorsa, yeni illetlerle yeni içtihatlar yapacaksın.

Örnek olarak Türkiye’nin doğusunda PKK meselesi vardır. Çözüm koruculuktur denmiş ve korucu teşkilatı kurulmuş, ancak sonuç elde edilememiş, PKK sorunu çözülememiştir. O halde ya uygulamada yanlışlık var, yahut sistem yanlış. İşte bunu araştırmak gerekmektedir. Doğru sonuç alınıncaya kadar içtihada devam edilecektir.

İşte buna “deneme metodu” denmektedir. Yani ilim yalnız teorik olarak yapılıyor. Önce ilim ortaya konuyor. Sonra ona göre proje yapılıyor, uygulanıyor ve sonuçlar beklediğimiz gibi oluyorsa, ilmimiz ve içtihadımız doğru oluyor demektir.

İlmî metotla değil de, havai metotla aklıma geleni uyguluyorsam, yahut çıkarım var diye ona göre uygulama yapıyorsam, işte o da dalalettir.

Sözleşme yaparsınız. Yanlış olabilir. Değiştirinceye kadar uyarsınız. Değişinceye kadar herkes ona uyar. Kural öyle ama biz şimdi böyle istiyoruz, dünyada moda böyledir deyip direnenlere uyma deniyor.

1- Biz önce Kur’an’a inananlara diyoruz ki: Gelin dört delile dayalı olarak size ne yapacağımızı anlatalım. Cevapları hazır: Biz sizi dinleyemeyiz, biz âlim değiliz! Öyleyse âlimlerinizi getirin. Âlimleri de tanrı imiş de bize buyuruyormuş gibi gelir, senin dediğin yanlıştır der. Onlara, sen doğrusunu söyle dersiniz. O birden söylenemez, uygulamada ortaya çıkar derler. Böylece kendileri okumazlar, sizin de okumanıza karşı çıkarlar. İşte Kur’an bize diyor ki: Sakın onların hevalarına uyma. Yani atmasyonlara uyma. Şeyhim levh-i mahfuzu okuyor, bizim ilme ihtiyacımız yok diyen zavallılara sen kulak verme.

2- Bir de Kur’an’a inanmayanlar vardır, Kur’an’ın hüküm olmadığını söyleyenler vardır. Onlara da diyoruz ki: Bakın, tabiî ve sosyal ilimler vardır. Gelin orada tartışalım. İlmî sonuçlar ne ise onu yapalım. Hayır, siz ilimden anlamazsanız. Bak dünya ne diyor derler. Dünya dediği, sömürü sermayesinin dediğidir. Sermaye insanları nasıl sömüreceğine karar verir. Bir yerde rüşvetle veya baskı ile kanun çıkartır. Sonra da dünyada böyle olduğunu iddia ettirerek sömürmeye devam eder. Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye, meclis oylamalarında hiç okunmadan kanunlar geçti. Biz onu okumadık ki ne olduğunu bilelim. Şimdi mesela Pakistan’da deniyor ki, bu Türkiye’de böyledir. Kıbrıs’ta da böyle sözde çözümler yani çözümsüzlükler üretildi.

İşte bunlar ehvadır.

Ehva olmayan iki delil vardır. Biri İslâm’ın dört delilidir. Onlarla içtihat yapılır. Biri de müsbet ilimdir. İkisi de aynı sonuçlara varır. Bunun dışında yaptığınız ehvadır.

Buradaki “HuM” zamiri nereye gidiyor? “Ve Minel Ahzabı Men Yünkiru Ba’dehu.” Mü’min olanlar sana inzâl edilene ferahlanırlar. Partilerden bazıları ise bilmezlikten gelirler diyor. Onlar seni ehvalarına çağırırlar.

بَعْدَمَا جَاءَكَ مِنْ الْعِلْمِ (BaGDa MAv CAvEaKa MıNa eLGıLMi)

“İlim sana geldikten sonra.”

İnsana tebliğ ulaşınca ona ilim gelmiş olur.

Benim babam köy hocası idi, bana Arapçayı öğretti. Okullara gittim, müsbet ilimleri öğrendim. Akevler’i kurduk. İslâmiyet’i öğrenmek zorunda kaldım. Parti kurduk. İslâmiyet’i öğrenmek zorunda kaldım. İlim sahibi oldum. Birçok takdir beni bunları bilir yaptı. Artık ben o ilmin verileri dışında bir şey yapamam.

Ama diyelim ki bir arkadaşınız tarikattan geldi. Şeriatı bilmiyor. Uygulama yapmadı. Bu husustaki oluşlardan habersizdir. Ona ilim gelmedi. O sorumlu değildir.

Sorumlu olan benim, N. Erbakan’dır, F. Gülen’dir. Bunlara ilim geldi. Artık hevalarına uyamazlar. “Adil Düzen”i terk edemezler.

İlim” burada marifedir. Kastedilen “Adil Düzen”dir. Yani Kur’an’ın getirdiği III. bin yıla ait olan çözümlerdir. “Mine’l-İlmi”dir; bu da bize bildiğin kadarı ile amel edileceğini göstermektedir. Ben tamamını bilmiyorum, bunu da yapmayayım diyemezsiniz. ‘Faiz birden kalkmaz’ deyip, kaldırabileceğini de kaldırmasan, o zaman faiz hiç kalkmaz. Bunun için “MiN” getirmiştir. İlimden bildiğin kadarını yapmakla sorumlusun.

مَا لَكَ مِنْ اللَّهِ  (MAv LaKa MiNa elLAHı)  

“Senin Allah’a karşı kimsen yoktur.”

Yukarıda, “sana ilim geldikten sonra” denmiş. Yani özel olarak o ilme sahip olmaktasınız. Allah bir şey ne kadar lazımsa o kadar gönderir.

Allah Adil Düzen ilmini Akevler’e vermiştir. Siyaset görevini de Millî Görüşçülere vermiştir. Çağın üstünde dinî ekoller oluşturmayı Risale-i Nur şakirtlerine vermiştir.

Allah verdiği nimetlerden insanları sorguya çekecektir.

مِنْ وَلِيٍّ وَلَا وَاقٍ(37)  (MiN VaLıyYin Va LaV VAvQın)  

“Bir veli veya bir vak bulunmaz.”

Kur’an burada bizim gibi “Adil Düzen”den bir parça da olsa nasip almış olan kimselerin mutlak surette artık karşı tarafların hevasına uymamaları gerektiğini ifade ediyor.

Necmettin Erbakan ve R. Tayyip Erdoğan’ın hataları nelerdir?

Erbakan ve Erdoğan, “Adil Düzen”den nasiplerini almışlardır. “Adil Düzen” birden gelemeyeceğine göre, adım adım insanları “Adil Düzen”e yaklaştırmaktadır.

Erbakan 1973 yılında CHP yani Ecevit ile koalisyon yaptı. Sonra AP yani Demirel ile koalisyon yaptı. Sonra DYP yani Çiller ile koalisyon yaptı. Bütün hükümetler çok başarılı oldular. Yavaş yavaş insanları “Adil Düzen”e ısıtıp alıştırdılar. R. Tayyip Erdoğan daha da ileri getirdi, orduyu bu tarafa çevirdi. Avrupa Birliği’ni İslâmiyet’e ısındırdı. ABD de İslâm düşmanlığından vazgeçti. Burada AK Parti’nin katkıları büyüktür.

Ancak, bunlar bir taraftan bu hizmetleri yaparken, diğer taraftan “Adil Düzen” pilot uygulamalarını yapmadılar. Kartal Belediye Başkanı Arif Dağlar yapmayı denemek istiyordu ama ikinci defa aday göstermediler ve başkanlık CHP’ye gitti!

Erbakan tarafında olanlar da benzer şekilde “Adil Düzen” denemelerimize ve çalışmalarımıza asla yardımcı olmadılar.

İşte bu onların sorumluluğudur.

Bu durum hâlâ böyledir. Çünkü bir taraftan cari sistem yürürken, öbür taraftan da “Adil Düzen Çalışmalarına” mâni olunmamalıdır.

Bizim İzmir’de gasp edilmiş 40 milyon dolarlık mal varlığımız vardır. İktidar oldular ama hiç birisi bu varlığımızı bize iade etmediler. Onlar gasbettiler. Bunlar da teyit ettiler.

Bilenlerin içine F. Gülen de dahildir.

Bizim çalışmalarımız desteklenmelidir. Adil Düzen uygulamalarına Millî Görüşçüler de, Gülenciler de katılmalıdırlar. Biz başından beri onları nasıl destekledikse, onlar da bizi desteklemelidirler.

Burada “veli” ve “vak” kelimeleri kullanılmaktadır.

Veli” devamlı arka olan, koruyucu dayanışma ortağı demektir.

Vak” ise o anda sizi tehlikeden koruyan demektir. Bugünkü polis anlamındadır.

“Adil Düzen”de bu şöyledir. Nöbetliler silah taşırlar. Askerliğini yapan kimse aynı zamanda güvenliği sağlamakla yükümlüdür. Nerede bulunursak bulunalım, nöbetli olanlardan yardım isteme hakkımız vardır. Onlar bizi korumakla yükümlüdür. Polis gibi silah kullanabilirler. Diyet öder, kısasa tabi tutulmazlar. Yani polislik görevi görürken tutuklamazlar. Faili meçhul cinayetlerde diyeti bunların âkilesi öder. Veliler ise dayanışma ortaklarıdır.

***

وَلَقَدْ  (Va LaQaD)  “Lakad”

Bundan önce. Senden önce resuller istihza olundular denmektedir. Orada da “ve” ile getirilmiştir. Demek ki daha evvel mukadder bir lakad vardır. O da “Kezalike erselnake fî ümmetin” âyetine matuftur. Orada “kezalike” gelmiştir. Onun için “lakad” hazf olmuştur. Burada atıf bundan önceki “lakad”adır. Orada resullerin istihza edildiğinden bahsetmiş idi.

أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِنْ قَبْلِكَ (EaRSaLNAv RuSuLan MiN QaBLiKa)  

“Senden önce de biz resullerden irsal ettik.”

Bizden önce de, senden sonra da resuller gelmiştir. Onlar da cemaat oluşturdular.

Biz şimdi risalet görevini görmüyoruz, biz nübüvvet görevini görüyoruz. Cebrail Kur’an’ı getiriyor ve uygulamayı öğretiyordu. Kur’an bize atalarımızdan geldi. Vahyin yerini de içtihat almıştır. İçtihat müessesesi ve icma müessesesi başka dinde var mı? Peygamberlerin yerini âlimlerin aldığı bir hüküm İslâm’dan başka bir yerde var mı?

İşte bizim onlara üstünlüğümüz bunlardır.

  1. Son Kitaptır. Ekmelleridir.
  2. Kendisi son olduğunu ilan etmiştir.
  3. Bize tahrif edilmeden gelmiştir.
  4. Usulü Fıkhı vardır.

Ondan sonra da halifeler istişare ile uyguladılar. Ondan sonra âlimler geldiler ve fıkıh usulünü koydular. Kendi çağlarında uygulama yaptılar.

Şimdi biz içtihat yapıyoruz. Hâlen Mekke dönemindeyiz. Daha aramızda resul gelmemiştir. Ben bunu 21. yüzyıl için söylüyorum. Yoksa İzmir Akevler çalışmasına Erbakan sahip çıkmıştır. O kadro risalet görevini görmüştür. Şimdiki çalışmalarımıza da bir Erbakan eklenecek ve sahip çıkacaktır. Çalışmalar tamamlanacaktır.

وَجَعَلْنَا لَهُمْ أَزْوَاجًا وَذُرِّيَّةً

(Va CaGaLNAv LaHuM EaZVaCan Va ÜurRiYaTan)  

“Onlara ezvac ve zürriyet kılmıştık.”

Türkçede atasözü vardır: Elçiye zeval olmaz. Elçi sadece elçidir.

Peygamberler de elçidir. Hazreti Muhammed aleyhisselâmdan önce gelen elçilere vahiy geliyordu. Sonra gelenler ise vahyin yerine istişareye dayandılar.

Burada bize anlatılan şudur.

O zaman Cebrail geliyordu ve onlara vahyediyordu. Şimdi artık Cebrail gelmiyor. O halde “Adil Düzen”in gelmesi mümkün değildir. Dolayısıyla ümitsizlik içinde kalmak zorundayız. İşte ben de size bu âyete dayanarak diyorum ki; eğer siz “Adil Düzen”e hazırlanırsanız, yani Kur’an’ı dört delille çağımızın sorunlarını çözecek şekilde anlamaya çalışırsanız, çağımızın sorunlarını çağımızın ilimleri ile çözme gayretinde olursanız; hiç tereddüt etmeden ifade ediyorum ki, geçmişte gelen resuller gibi resuller gelecektir. Yani siyasi bir adam bu davaya sahip çıkacaktır.

Burada Arapça olmayan lider kelimesini tekrar edelim.

Lider o kimsedir ki, kendi çalışmaları ile bir makamı, mevkii, parası olmadığı halde insanlar onun arkasından giderler. Bediüzzaman bir liderdir. Mustafa Kemal bir liderdir. Türkeş bir liderdir. Erbakan bir liderdir. Bunlar insanları yeni bir dünyaya götürmüşlerdir.

Başkanlık liderlik değildir.

Namaz kılarken kim mihraba geçerse biz ona uyarız. Namazı o bize kıldırır. Ama fetvayı namaz kıldırana sormayız, içimizde kim âlimse ona sorarız.

Burada bahsedilen resul lider olan başkandır.

Akevler Adil Düzen çalışmalarını değerlendirecek bir lider ortaya çıkacaktır. O şunu bilecektir ki, ben resulüm ama nebi değilim. Nebilerin yerine geçen âlimlerle istişare ederek onların aldıkları kararları alarak resullük görevimi yapabilirim.

Erbakan, parti kurulurken Akevler’le işbirliği hâlinde idi. Sonra seçilince Akevler’den uzaklaştı. Ama daha sonra Akevler’le “Adil Düzen” çalışmasını yaptı, birinci parti oldu. Sonra yine Akevler’den uzaklaştı, 28 Şubat oldu.

Bunu herkes bilmelidir. Allah her nimeti birilerine vermiyor. Kimine ilim veriyor. Kimini siyasette, kimini ekonomide, kimini de dinde yüceltiyor.

Millî Görüşçüler de, Gülenciler de aynı hataya düştüler. Her şeyi biz yapacağız dediler. Hiçbirisini yapamadılar. Yaptıklarını cari sistemde yaptılar. Faizsiz bir düzen kuramadılar. Asya Finans’ın (veya Katılım Bankası’nın) Garanti Banka’sından ne farkı vardır?

Bunlar eğer Akevler’le olan yakınlıklarını sürdürseydiler, şimdi yeryüzüne “Adil Düzen” gelmişti. Lakin takdir öyle imiş, geçmişi irdelemiyoruz. Ama gelecekte bu hataya düşmemelisiniz.

Adil Düzen çalışanları yalnız ilme sahip olacaklardır; ne büyük servetleri, ne büyük partileri, ne de büyük cemaatleri olacaktır. Bin sene sonra bugünkü grupların çoktan adları unutulacaktır ama “Adil Düzen” ele alınıp incelenecektir. Akevler onların araştırma konusu olacaktır. Peygambersiz bir uygarlığın nasıl kurulacağına dair bizim neslimiz örnek olacaktır. Bugün ise garibanlıkları devam edecektir.

وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ (Va MAv KAvNa LiRaSUvLin)  

“Bir resul için olmadı.”

Şimdi resullükle ilgili kuralı hatırlayalım. Kur’an’dan önce nebiler gelir ve halkı aydınlatırdı. Bazı nebiler resul olur, onlar da başkanlık yapar ve topluluğu yönetirdi. Kur’an’dan sonra nebi gelmeyecek, nebilerin yerini âlimler alacaktır; ama bütün âlimler değil, mü’min âlimler alacaktır.

Demek ki, nübüvvet görevini yürütmek için mü’min âlim olmak gerekir. Diğer âlimler hevalara uyan âlimlerdir. Onlar nebilerin halefleri olamayacaktır. Kur’an’dan sonra nebi olan resul gelmeyecektir, yani nebi olan başkan gelmeyecektir. Başkan gelecektir ama mü’min başkan gelecektir. Bu başkan nebi olmadığına göre, acaba risaletini nasıl götürecektir?

İşte vahyin yerini ilim almıştır. Âlimlerden oluşan meclisler olacaktır. Âlimler ilmî dayanışma ortaklıkları kuracaklardır. Onların sorumluları başkanın danışmanları olacaktır. Başkan onlarla yaptığı istişare sonunda kararlarını alacaktır. Nübüvvet görevini gören ulema ile istişare ederek hareket eden başkan resuldür. Yani Kur’an’daki resulden maksat bu başkandır. Yoksa her başkan resul değildir. Kur’an ilimlerini ve müsbet ilimleri edinip günümüzün sorunlarını çözen kurulla istişare ederek hakemlerin kararlarına uyan resuldür.

Daha açık ve sade olarak söylersek, Kur’an’ın istediği şekilde ilim yapan “nebi”nin yerindedir; Kur’an’ın istediği şekilde başkanlık yapan “resul”dür.

O halde bizim fıkıh kitabına “nübüvvet” ve “risalet” bahislerini eklememiz gerekir.

أَنْ يَأْتِيَ بِآيَةٍ (EaN YaETiYa BiEaYaTın)  

“Bir âyet getirmesi resul için mümkün değildir.”

Sorun şudur.

Biz halk olarak bunların nebilik görevini yüklenen âlimler olduğunu nerden bileceğiz?

Halk bunların nübüvvet ehli olduğunu nerden bilecektir?

Bu sorun temel sorundur.

Biz Akevler olarak çalıştık. Erbakan kabul etmeseydi bizim çalışmalarımızın doğru olduğunu bilemezdik. Ama Erbakan benimsedi ve bu sayede bugün AK Parti iktidardır. Yani ilim çalışanları kendileri ilmî verilerini insanlara kabul ettiremezler. Bir siyasi güç ortaya çıkar ve o güç kabul ettirebilir. Hazreti Ömer’den sonra Müslümanlar açıkça biz Müslümanız diyebildi. İnsanlık Hazreti Ömer’le İslâmiyet’i kabul etti.

O halde şunlar olacaktır.

  1. İlmî çalışmaları âlimler yapacak, Adil Düzeni, İslâm düzenini ortaya koyacaklardır.
  2. Bir siyasi lider bunların çalışmalarına sahip çıkacak, bunlarla istişare ederek başkanlık yapacaktır.
  3. Adil Düzen çalışanları, başkana peyderpey “Adil Düzen”e nasıl geçileceğini sunacaklar, yani bunlar karargah çalışmasını yapacaklar. Başkan uygulamaya çalışacak.
  4. İşte o başkana karşı çeşitli dirençler ortaya çıkacak. O parayla, oyla, satın alınmaya çalışılacak. Olmadı, tehdit edilecek, zulüm yapılacak.

İşte bunlara karşı direnen “resul” olmuş olacaktır. Bir âyetle gelmek demek, o topluluğu “Adil Düzen” konusunda ikna edecek gücü ortaya koymak demektir. Başkanlıkta bir mucize aramayacağız. Mucize onun göstereceği sabırdır, direnmedir.

إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ (EilLAv Bi EiZNi elLAHi)  

“Allah’ın izni olmadıkça.”

Demek ki ortaya çıkacak resulden istenen, Adil Düzen Çalışanlarıyla istişare ederek siyasi çalışmaları yapmasıdır. Başarı ise kendisine ait değildir.

Şimdi Erbakan’ı ele alalım. Erbakan ne yaptı? Başardı mı?

Önce, Erbakan gelmeden önce insanlık tam bir ümitsizlik içinde idi. Din ilimle çatışıyor ve artık din ortadan kalkıyor gibi idi. Erbakan insanlığın bu karanlık düşüncesini ortadan kaldırdı.

İkincisi ise inanmış insanların siyaset yapamayacakları zannediliyordu. Erbakan insanlığa cesaret verdi ve inananların çok daha iyi siyaset yapacaklarını öğretti.

Mü’minler bozuk düzende İslâmî hayatı yaşamakta ısrarlı idiler. Bu da onları fakir bıraktırdı. Onlara “Adil Düzen” gelmesi için çalışmalarını ama cari sistemde de zarureten yaşamaları gerektiğini anlattı ve böylece inanmış insanlar da cari sistemde hayat sürmeye başladılar. Bu şekilde bugünlere geldik.

O’nun görevi bu kadardı.

“Adil Düzen”i biz getiremedik ama size “Adil Düzen”i getirmenin şartlarını hazırladık. Bundan sonrası size aittir.

Şimdi de siz çalışacaksınız. Yenibosna’da “Adil Düzen” hazırlanacak.

Sonra bir resul gelecek. Şartlar ona inanmayı sağlayacak ve “Adil Düzen” gelecektir.

لِكُلِّ أَجَلٍ كِتَابٌ(38)  (LiKulLi EaCaLin KiTAvBun)  

“Her ecel için bir kitap vardır.”

Eğer bir âyete doğru mânâ vermiş iseniz, âyetin sonlarına doğru sizi teyid eden kısımlar gelir.

Biz burada ne mânâ veriyoruz?

Diyoruz ki; bin yılda bir hak uygarlıkları yenilenir. 20. yüzyıl Adil Düzen Uygarlığı için bir hazırlık dönemi olmuştur. “Adil Düzen” 21. yüzyılda gelecektir. Bizim İstanbul çalışmalarımız tamamlanacaktır. Örnek bir işletme kurulacaktır. Ondan sonra bir resul çıkacak ve o siyaset yapacaktır. Sonunda “Adil Düzen” öyle gelecektir demiştik.

İşte bunu teyit eden cümle: Her ecelin yazısı vardır. Yani kuralı vardır.  

Nasıl insan doğar, gelişir, belli yaşlarda belli dönemleri geçirirse; aynen onun gibi sosyal olayların da böyle gelişme ve değişme zamanları vardır. Kuralları vardır. Günü gelmeden biz bir şey yapamayız.

Bugün çok açık şekilde şu olaylar olmuştur.

  1. Türkiye’de Millî Görüş anayasa ekseriyeti ile iktidar olmuştur.  
  2. Nur Risalelerinin şakirtleri dünyaya İslâmiyet’i yaydılar. Her tarafta İslâm’ın lambası yanmaya başladı.  
  3. Sovyetler dağıldı, din düşmanlığı sona erdi, sosyalizm bitti.
  4. Barack Hüseyin Obama ile kapitalizm bitiyor...

1900 ile 1933 yılları arası, İslâmiyet’in dibe vurduğu yıllardır.

1933 ile 1967 arasında, İslâmiyet aleyhindeki faaliyetler durmuştur.

1967 ile 2000 arası, İslâmiyet’in hamle yaptığı yıllardır.

Ne var ki bunlar hep Batı düzeni içinde yapılmıştır, Kur’an’ın hükümlerine göre yapılmamıştır. Yani hükmen Arabiyyen yapılmamıştır.

2000 ile 2033 arasında, hükmen Arabiyyen ile düzenler kurulacaktır. Yani artık içtihada dayalı ilimler okunacak, ona göre partiler kurulacak, ona göre şirketler olacak ve ona göre tarikatlar oluşacak. Tarikatlarda ilkel dinlerin tesiri kalkacak.

Her şey günü gelince olacaktır. Bugün olmuyorsa eceli vardır. Ecelin de kuralı vardır. Ecel sadece tarihleme ile değil, olayların akışına göre oluşmaktadır.

Hukukta bir kimse eğer tarih koymadan çek vermişse, hemen ödemek zorundadır. Borçlu tarih koyamaz. Yani açık çek ve bonolar muaccel senet hükmündedir.  

***

يَمْحُوا اللَّهُ مَا يَشَاءُ (YaMXu elLAHu MAv YaŞAvEu)  

“Allah istediğini mahveder.”

AK Parti iktidar olunca bir yazı yazmış ve AK Parti’nin iki yıllık ömrü vardır demiştim. Şöyle bir tahlil yapmıştım. ABD böyle ANAYASA ekseriyeti ile iktidar olandan hoşlanmaz; hele Millî Görüşçülerden hiç hoşlanmaz. Altı ay verileri toplar, altı ay plan hazırlar, bir sene sonra da uygular ve onu indirir demiştim. İşte bu kurallara göre olan eceldir.

Ne oldu?

Gerçekten resepsiyon krizi ile gerekli planı ayarlandı. Ama olmadı. Bir yıl ertelendi. Sonra cumhurbaşkanlığı seçiminde yaraladı. Ama yine başaramadı.

AK Parti hâlâ iktidardadır.

Bunun sebepleri nelerdir?

  1. Her şeyden önce, Türkiye’de ordu AK Parti’nin yanında yer aldı. Dolayısıyla ABD istediği gibi at oynatamadı.
  2. 1 Mart tezkeresi geçmedi, böylece ABD’nin süper güç oluşu son buldu.
  3. Amerika’da CIA ile sermayenin arası açıldı. Dolayısıyla eski gücü ile yüklenemedi.
  4. Türk halkı direndi. İnadına oy verdi.

İşte benim tahlilim kurallı eceldir. Sosyal kanunlara göre bu böyledir. Ama Allah her zaman sosyal kanunlara göre oluşmaya izin vermez, beklenmedik olaylar olur.

Barack Hüseyin Obama’nın seçilmesi ile AK Parti’nin parçalanması ve bertaraf edilmesi planı bitmiştir. Demek ki sosyal olaylar fiziki olaylar kadar insanlara bildirilmiştir. Birden beklenmedik olay olur. Hesap etmediğimiz yerden darbe gelebilir. Yardım gelebilir. Savaşlarda meleklerin yardımı da bu şekildedir.

وَيُثْبِتُ (Va YuSBiTu)  “Ve sabit kılar.”

“Ev Yusbitu” denmesi gerekirken, böyle demiyor, “Ve Yusbitu” diyor. Sonra “Ve Yusbitu”da “Mâ Yeşau” getirmiyor. “Mâ Yeşau” hazfedilmiş olabilir.

İspat için de meşiete gerek vardır.

Kelam ilminin önemli hususu ortaya çıkar. Bir kanun yaparsınız. O artık yürürlüğe girer ve devam eder. Onun devam etmesi için yeniden kanun çıkarmazsınız. O halde devam için meşiete gerek yoktur.

Burada “Ve” harfi kullandığına göre, kitapta olanların bir kısmı değişmez, bir kısmı değişir. Yani daha kitap tedvin edilirken içinde işaretlenir. Bunlar değişmeyecektir. Ama bunlar gerektiğinde değişebilir.

Tarihi akışın içinde bizim dediklerimizin bir kısmı tutmaz.

“Adil Düzen” gelecektir. Bu değişmez bir kitaptır.

Ama Türkiye’de gelecektir durumu değişebilir bir kitaptır. Türkler anormal işler yaparlarsa, Allah bu görevi onlardan alır ve başkalarına verebilir.

وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ(39)  (Va GıNDaHUv EumMU eLKiTaBı)  

“Ve kitabın ümmü O’nun indindedir.”

Burada kitab anaya izafe edilmiştir, kitabın ümmü de bir kitaptır. Bunu “üm” kelimesi ile bilmekteyiz. Muzaf muzafın ileyh olmaz ama benzeri olabilir, tür tür olur.

Buradan şunları öğreniyoruz. Kurallar tarihsizdir. Her zaman geçerlidir. Herkes için geçerlidir. Olanlar ise herkes için geçerli değildir. Sadece yapıldığı yer için geçerlidir.

Planlamada iki usul kabul ediyorduk. Bir plan yaparsınız, tarih koymazsınız. Bu arada kim inşaat yapacaksa bu planı uygulayacak dersiniz. Bu planı şu tarihte uygulayacaksınız dersiniz. Batı planlamayı zamanla birlikte yapmakta ve zamanında yapmayanları cezalandırmaktadır. Oysa İslâmiyet yere göre planlamayı yapmakta, zamana göre yapmayı ise uygulayıcılara yani halka bırakmaktadır.

İşte bizim o uygulamamız burada tedvin ediliyor. Ancak biz ifade ederken eksik ifade ediyorduk. Zaman içinde planlama yapılmaz diyorduk. Oysa plan yapılır. Ama zorunluluk yoktur. O zaman içinde yapılmayabilir. Yapılmadı diye ceza istemez. Bununla beraber planlamada ertelenecek tarihler konabilir. Ama halka açıklanmayabilir.

Müddet konuyor. Günü gelince uzatılmıyor. Bazıları için gün uzatılıyor. Hangilerinin günü uzatılacağı açıklanmıyor. Hattâ baştan karar bile verilmeyebilir.

Demek ki bir ümmü kitap vardır. İnsanlar sözleşmede tarihler koyarlar. Yahut doğa kanunlarının gereği ömür biçerler ama sonra o her zaman o şekilde gerçekleşmez.

Ona kader denir.

Tedbir bizden, takdir Allah’tan deriz.

***

وَإِنْ مَا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ

(Va EinNaMAv NuRiYanNaKa BaGWa elLaÜI NaGıDuHuM)  

“Onlara vaat ettiğimizin bazısını sana irae edeceğiz.”

Tekrar hatırlayalım ki; halk var, onlar Kur’an’ı doğrudan okumazlar, içtihat yapmazlar; onlar Kur’an’ı okuyup içtihat edenlere tâbi olurlar. Kendilerine ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını seçerler. O ortaklıkların sorumlularının fetvaları ile hareket ederler. Kur’an bunlara topluca hitap eder, ayrı ayrı hitap etmez. Ayrı ayrı bu dayanışma ortaklıkları sorumludur. Bu şekilde iman etme mü’min olmaya yeterlidir, cennete gitmek için yeterlidir.

Bir grup daha vardır ki; bunlar Arapça öğrenirler, müsbet ilimleri öğrenirler. Bunlar nebilik görevini yüklenmişlerdir. Eskiden Allah nebileri gönderiyordu. Şimdi ise isteyen kendisi nebilik görevini yükleniyor. İşte Kur’an doğrudan doğruya bu âlimlere hitap eder. Buradaki “Ke/sen” zamiri bunlara gider. Bir defa bu nebilerin yerine geçen âlimler toplanıp bir araya gelirler ve kendilerine bir imam seçerler. Bir bucak içinde o imama tâbi olurlar. İşte bu imam da resuldür. Kur’an’daki hitabın bir kısmı bu resuledir.

İster nebi olsun, ister resul olsun; Kur’an’ı okuduğu zaman neler olacağını öğrenir ve geleceği görürler. Ama olacakların hepsini Kur’an’ı tetebbu eden insan görmez, bir kısmını görür.

Biz Kur’an’a dayanarak ilerde neler olacağını yazdık.

Sosyalizm yıkılacak dedik. Bunu gördük.

Kapitalizm de yıkılacak dedik. Bunu henüz göremedik. Belki göremeyeceğiz.

Her ecelin bir kitabı vardır. Bazıları mahvediliyordu. O halde bu olacak dediğimizde yanlış bir şey söylemiyoruz. Ama söylediklerimizi biz göreceğiz demiyoruz.

Bazılarını hayattayken gördük.

a) Mustafa Kemal inkılapların sona erdiğini 1933 yılında ilan etti. Celal Bayar ise dinsizlikte ısrar ediyordu.

b) Mustafa Kemal’in yerine İsmet İnönü geldi ve demokrasiyi Türkiye’ye getirdi. Bu İslâmiyet’e doğru atılmış en büyük adımdı.

c) Adnan Menderes ısrar etti ve ezanın Arapça okunmasını sağladı; “Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır” dedi. Birçok mabetleri imar etti, yeniden açtı.

d) Müslümanlar teşkilatlanmaya başladılar. Parti kurdular ve en güçlü parti sahibi oldular. Vakıf kurdular, kurdukları vakıf dünyada en güçlü vakıf oldu. Holdingler kurdular, en güçlü halk holdingi oldular. Akevler “Adil Düzen”i ortaya koydu, Erbakan dünyaya duyurdu. Bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız.

e) Dünyada daha önemli olaylar oldu. Sovyetler yıkıldı. Papalık güç kazandı ve İslâm’ın dostu oldu. Avrupa Parlamentosu Türkiye hakkında olumlu karar aldı. Amerika’da Obama başkan seçildi.

İşte bunlar Allah’ın bizim nesle gösterdikleridir. Vaatler bir bir yerine gelmiştir.

أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ (EaV NaTaVafFaYanNaKa)  

“Yahut seni vefat ettireceğiz.”

Yani sana vaat ettiklerimizi göremeyecektir.

Evet, göremediklerimiz vardır. Belki de göremeyeceğiz.

Mevcut olan düzende İslâmiyet’e doğru adımlar atılmıştır. Ama İslâm düzenine doğru hiçbir adım atılmamıştır. Daha bir marketi bile çalıştırmış değiliz. Daha hiçbir sitede veya işletmede “Adil Düzen” gelmiş değildir. Adeta biz boş konuşmuşuz. Anayasa ekseriyeti ile iktidar ol, ama basit bir başörtüsü sorununu çözmeden iktidarda otur!

İzmir ve İstanbul Akevler’de ne kadar Adil Düzen işletmesini kurmaya çalıştık, hiçbirisinde başaramadık. Bir apartmanı bile Adil Düzene göre oluşturamadık. Site kurduk ama Adil Düzen hayatı gerçekleşmedi.

İşte bütün bunlar bizim göremediklerimizdir.

Burada, onlara vaat ettiğimiz denmiştir. Ancak onlara vaat edilen onların helak olup “Adil Düzen”in zaferyab olmasıdır.

Daha işsizlik sorunu çözülmemiştir.

Daha dış borçlar çözülmemiştir.

Daha adil yargı sistemi kurulamamıştır.

Daha millî basın oluşmamıştır.

Daha Adil Düzen okulları oluşmamıştır.

Allah bize işte bunu bildirmektedir.

فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ Fa EinNaMAv GaLAYKa BaLAĞu

“Senin görevin sadece tebliğdir.”

Allah bize ne imkan verdiyse, O’nun verdiği görevde onu kullanırız. Biz ondan sorumluyuz. Bizim görevimiz Arapça Kur’an’dan anladıklarımızı Türkçeleştirerek kendi halkımıza ulaştırmaktan ibarettir. Bizim başka görevimiz yoktur.

Bu sebepledir ki Akevler aktif siyasetin dışında kalmıştır.

Siyasete girenler ya başarısız olmuş, yahut Akevler’i terk edip gitmişlerdir.

Bizim görevimiz tebliğden ibarettir. Evet, biz cemaatleri destekledik. Evet biz siyasi partileri destekledik. Ancak biz bunları tebliği başarmamız için yaptık. Bugün İstanbul’da da bunlarla bunun için uğraşıyoruz. Marketi tebliğ aracı olarak açıyoruz.

وَعَلَيْنَا الْحِسَابُ(40) (Va GaLaYNAv elXıSAvBu)  

“Hisab bize aittir.”

Hisab bize aittir. Sûre ne kadar sistemli bir şekilde “Adil Düzen”in kurulduğunu anlatmaktadır. Tefsirlerimizi bitirdikten sonra tekrar tekrar bu sûreyi okuyup düşünmeniz gerekir. Hisab bize ait değildir. Siyasi faaliyeti biz yapmayacağız. Tebliğ yapacağız, uygulamayı biz yapmayacağız.

Şimdi görevlerimizi ve işbölümümüzü tekrar edelim.

  1. İslâm âlimleri Kur’an’la Allah’ın şeriatını ortaya koyarlar.
  2. Mürşitleri ise âlimlerin ortaya koydukları Arabi Kur’an’ı diğer dillere tercüme edip dünyaya ulaştırıp davet ederler.
  3. İş adamları bunları işletmelerinde uygularlar.
  4. Siyaset adamları da bu uygulamaya karşı gelenleri tenkil ederler.

Bu sıra takip edilecek, siyasete en sonunda sıra gelecektir.

Bediüzzaman ilim yaptı. Gülen cemaati bunu yaydı. Cemaatler işyerleri kurdular.

İki büyük eksiklikleri vardır. Bunları yaparken cari sistemde yaptılar. Bediüzzaman’ın ilmî faaliyetini durdurdular. Ekonomi kuruluşlarını şeriata göre değil de, faizli sistem içinde yaptılar. İkinci eksiklikleri siyasi aşamaya ulaşamamadır.

Akevler Yenibosna faaliyeti II. Adil Düzen hareketinin temellerini hazırlıyor...

 

 

 


RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
1-RAD 1-4 AYET
2497 Okunma
2-RAD 5-9 AYET
2122 Okunma
3-RAD 10-14 AYET
2537 Okunma
4-RAD 15-17 AYET
3376 Okunma
5-RAD 18-21 AYET
2307 Okunma
6-RAD 22-25 AYET
2729 Okunma
7-RAD 26-30
2030 Okunma
8-RAD 31-34
1996 Okunma
9-RAD 35-40
2009 Okunma
10-RAD 41-43
3045 Okunma

© 2024 - Akevler