RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
Süleyman Karagülle
2541 Okunma
RAD 10-14 AYET

RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 5

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

المر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ(1) اللَّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى يُدَبِّرُ الْأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ(2) وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الْأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ(3) وَفِي الْأَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاءٍ وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الْأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ(4) وَإِنْ تَعْجَبْ فَعَجَبٌ قَوْلُهُمْ أَئِذَا كُنَّا تُرَابًا أَئِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ الْأَغْلَالُ فِي أَعْنَاقِهِمْ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(5) وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ الْمَثُلَاتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ(6) وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ إِنَّمَا أَنْتَ مُنذِرٌ وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ(7) اللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى وَمَا تَغِيضُ الْأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ(8) عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ الْمُتَعَالِي(9)

سَوَاءٌ مِنْكُمْ مَنْ أَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَنْ جَهَرَ بِهِ وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِاللَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ(10) لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ(11)

 

سَوَاءٌ (SaVAEun) “Birdir.”

Sevaün” haberdir, masdar olarak haberdir. Fiil gibidir. “Darabe recülan” dersiniz. “Recülani darebani” dersiniz. Ayrıca masdar olduğundan da cem ve te’nis yoktur. “Suva” ikisinin arasındaki orta yerdir. “Seva” eşit demektir, aynı seviyededir demektir, sonuç değişmez demektir. Allah için birdir. Kişi ister sesli söylesin ister sessiz söylesin, aynı suçu işlemiş olur. Gece saklansın veya gündüz görünsün, bir şey değişmez. Demek iki çift mübteda vardır. Bunlardan bir çifti söz söyleyenlerdir, diğer çift fiil yapanlardır.

İnsan düşünür, söyler, yapar. Düşünme fiile intikal etmeyebilir. Allah düşüncelerden dolayı insanı sorumlu tutmayacaktır. Düşünmek ama yapmamak için konmuş bir ceza hükmü yoktur. Düşünmek ve yapmak, tam karşılığı olan ve sorumluluğu olandır. Düşünmüş ama yapmamış, düşünmeden iradesi dışında yapmış. Bunlardan da sorumluluk yoktur.

Burada yapılanlardan bahsedilmektedir. Yapılanlar da iki çeşittir, ya söz söylersiniz, ya da yaparsınız. Bunlardan sorumlusunuz. Bunu yani yaptığınızı diğer insanların görmüş veya bilmiş olması fark etmez.

Burada bugünkü dünyanın anlayışında insanların söylediklerinden sorumlu olması sözkonusu değildir. Sözlerin kendi hükümleri vardır.

  1. Kişi haber verirken söyledikleri yanlış olabilir. Eğer yeminle teyit etmemişse sorumluluğu yoktur. İnsan yanlış yapmış olabilir. Tahminlerini de söyleyecektir. Yemin ederse o zaman söylediklerinden sorumludur.
  2. Şehadette veya hükümde hata yaparsa âkilesi (dayanışma ortaklığı) sorumludur. Kendisinin sorumlu olması gerekli dikkati yapmamış olması kadardır.
  3. Kişi bir vaatte bulunursa bundan sorumludur. Ancak gücü yeterse yerine getirmekle yükümlüdür. Gücü yetmezse sorumluluğu düşer.
  4. Kişi yeminle söz verse, zorda da olsa yerine getirmekle yükümlüdür.  

Bir örnek verelim. Kişi bir malı aldı ve borçlandı. Borcunu yerine getirmezse sorumludur. İflas eder. Alacak ehliyetini kaybeder. Bir kimse birine borç vereceğini vaat eder de yerine getiremezse iflas etmez. Ama gücü yettiği halde yerine getirmezse iflas eder.

مِنْكُمْ (MiNKuM)  “Sizden”

Rabbin sana kitabı indirdi. O Rab ki semayı görmediğiniz direkle yükseltmiştir.

Sûrenin başındaki bu âyetlerde hitaba “sen” ile başlamış, “siz” ile devam etmiştir. Çünkü Kur’an her okuyucuya ayrı ayrı hitap eder ama sonra okuyucuyu diğer insanlarla birleştirerek birlikte hitap eder.

Yani benim iki çeşit görevim vardır. Yalnız kişi olarak görevlerim vardır. Bir defa topluluk içinde onların üyesi olduğum için görevim vardır. İşte o zaman “siz” diye yine “bana” hitap eder. “Teravnehâ”nın çoğul olması, bizim için onu birlikte görmemiz gerektiği ortaya çıkar. Yani ilmi birlikte elde edeceğiz, ortak çalışmalarla anlaşmaya başlayacağız.

Şimdi de hitabı genişletip bütün insanlara teşmil etmek için “MiNKüm” getirilmiştir. “Minküm/sizden” getirilmeseydi, hitap yalnız inanmayan kimselere raci olurdu. O halde ey insan senin temsilciliğinde seva takarrur etmiştir. Ey okuyucudaki “entüm”ün hâlidir.

مَنْ أَسَرَّ الْقَوْلَ (MaN EaSarRa elQaVLa)  “Kavli israr eden.”

Men, sevaün’ün muahhar mübtedasıdır. Kavli ihfa etmek demek, fısıltı ile söylemek demektir. Kavli israr etmek demek, gizli sırdaşa söylemek demektir. Sırrın karşılığı aleniyettir. Hafinin karşılığı cehriyettir. Burada çapraz olarak ifade edilmiştir. Kavli kim israr ederse ve onu kim cehr ederse denmiştir. Yani sözü ihfa veya israr edenler, sözü cehr veya ilan edenler birdir denmektedir. Burada kavl esas alındığı için israr kelimesi daha uygun olmuştur. Lafz ihfa edilir, kavl israr edilir.

وَمَنْ جَهَرَ بِه ِ (Va MaN CaHaRa BiHIy)  “Onu cehr eden.”

Kişi mesrur olur, kavl mechur olar. Yani her iki fiil de lazımdır. Birinin faili insandır, diğerinin faili sestir. Her ikisi de lazım fiildir. Biri if’al bâbı ile müteaddi olmuştur. Bir de “Bi” harfi ile müteaddi olmuştur.

Nahivde tadiyenin kurallarını okuturken “bi” ve “if’al” bâbını birlikte zikrederler. Meani ise bu iki tadiye arasında ne fark vardır. Onu inceler. Meaninin konusu budur. Sarf ve nahiv, lugat, cümlenin veya kelimelerin diğer cümle veya kelimelerle karşılaştırmasını yapar.

Bu âyette biri if’al bâbı ile biri ise tadiye ile müteaddi yapılmıştır. Amr Zeydi ihraç etti dediğimizde Amr Zeydle beraber çıkmamıştır. Zeyd Amr ile huruc etti demek, onunla beraber o da çıktı demektir. “Bi”de aynı zamanda maiyet vardır.

İsrar eden kimse kendisini gizlemiştir. Sözünü gizlemiştir. Onun için müteaddi olarak getirmiştir. Oysa sözü cehreden kimse kendisi de ortaya koymuştur. Her ikisinde kavil vardır. Kaviller aynı olduğu içindir ki zamirle getirilmiştir.

“Men/kim” sizden demek olur. Burada “minküm” tekrar edilmemiştir, “Men”lerden öne alınmıştır. Buradaki “Men” bundan önceki “Men”e atfedilmiştir. Kavl kelimesinin durumunu karşılaştırmaktadır.

وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِاللَّيْلِ (Va MaN HuVa MuSTaPFın Bi elLaYLı)  

“Leyl içinde müstahfi olan kimse.”

Buradaki atıf başa alınmıştır. Yani “men eserra’l-kavl”e atfedilmiştir. Her üç cümle isim cümlesidir. “Men” mübtedadır. “Eserra” ve “Müstahfin” haberleridir. Burada haberin fiil olması ile haberin isim cümlesi olmasıyla birbirinden ayrılmıştır. Bundan sonra müstahfin  birbirine atfedilmiştir. Kavli israr edenle kavli ichar eden ayrılmıştır. “Men” tekrar edilmekle ayrı ayrı kimseler olduğu ifade edilmiştir. Oysa burada müstahfi ve sarib olan bir kimse olmuştur. Bir huve ile gösterilmiştir. “Men” mübteda “hüve” haberdir. Müstahfi ve sarib “hüve”nin halleridir. Ya da “hüve” mübteda ile haberi ayıran fasl zamirdir. Müstahfi sarib “men”in haberidir. Eğer fasl hüvesi ise tekit veya tahsis yoktur. Hüve mübteda ise ve cümle haber ise o zaman tekit veya tahsis vardır. O zaman mânâ, kim ki leylde müstahfidir ve neharda saribdir, o kimse kavli israr eden kimse ile kavli cehr eden kimse ile birdir.

Hafi” demek kapalı demektir. Leyl içinde hafi olan yani hareketleri gecenin gizliliğinden yararlanarak yapan demektir. Hafi lazım bir fiildir. Gizli olan demektir. Lazım fiilin müteaddisi ancak harficerle teaddi ederse olur. Leyl aracılığı ile ihfa eden olabilir. Müstahfi ise başkasının arzusu işle değil, kendi isteği ile harficerle teaddi eden fiili lazım yapar. Geceden yararlanarak kendisini saklayıp gizleyen demektir.

Leyl” burada zaman zarfı değildir. Müstahfinin mefulüdür.

Bi” âlet anlamındadır. Onunla kendisini istihfa ediyor demektir. “Bi” değil “Fi” gelebilirdi. Bununla beraber gecenin belli saatinde hareket eden kimse mânâsına da gelebilir. Zaman zarfı olur.

وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ(10) (Va SaRiBun Bi elNaHAvRı)  “Neharda sarib olan.”

“Serab” su gibi görünen ama su gibi olmayan demektir. Güneşten gelen ışık düzgün alanda yansır. Havada yansıyarak kıvrılır. Güneşin ışınları uzaktan su gibi görünür. Yakına vardığınızda su diye bir şey olmadığını görürsünüz. Buna “serab” denir.

SeReBe” demek görünüp kaybolmak demektir. Denizde serab oldu denmektedir. Nehar içinde sarib olan, görünüp kaybolan demektir.

“Müstahfin bi’l-leyli” gizli örgütlerdir.

Bugün oluşturulmuş mafyalar vardır. Mafyayı örgütleyen sömürü sermayesidir.

Tekel sermaye devletleri önce müstemlekecilik sistemi ile yönetti. Dünya devletlerini bölüştürdü, güvenliği onlara temin ettirdi. Masonluk teşkilatı ile de ekonomi düzenini kurdu. Dünyadan ham maddeyi alıyor, Avrupa’da işletiyor, mamul madde olarak satıyordu.

İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra sistemi değiştirdi. Müstemlekeciliği kaldırdı. Tüm dünyayı tek pazar hâline getirdi. Karşılıksız para ile dünyayı tek ekonomik çevre yaptı. Bunu yönetmek için iki gizli örgüt kurdu. Gizli istihbarat örgütleri kurdu. Dünyayı sağcı ve solcu olarak böldü. Kendisi iki tarafa haber taşıyordu. Legal gizli istihbarat örgütlerini denetlemek için illegal mafya örgütleri kurdu.

Ancak bir müddet sonra gizli istihbarat örgütü ile yeraltı mafya örgütü alt kademede temas kurarak anlaştı. Böylece sermaye ne gizli örgüte ne de mafyaya söz geçiremez oldu. Şimdi ikisini de dağıtmak istemekte, ancak başaramamaktadır.

Gizli istihbarat ile yeraltı mafyası “müstahfin bi’l-leyl”dir.

Masonluk teşkilatı “saribun bi’n-nehar”dır.

Kur’an burada bize diyor ki, bunlar ister legal ister illegal, ister açık ister gizli olsun, böyle olan tüm kuruluşlar Allah’ın emri ve bilgisi altındadır. Kendiliğinden olmamaktadır. Hepsi Allah’ın bilgisindedir, O’nun iradesindedir.

Bir işe başladığınız zaman baştan size muhalefet eden kimseler çıkar, sizi o işi yapmaktan vazgeçirirler. Bunlar samimidirler. Akılları olmadığı için karşı çıkarlar.

İkinci grup da vardır. Bunlar sizin yapmak istediğiniz işi sizin yapmayıp da kendilerinin yapmaları için size karşı çıkarlar. Siz vazgeçtikten sonra onlar sizin önerinizi bozarak kendileri yapmaya kalkışırlar.

Başka bir grup insanlar daha vardır. Bunlar başlangıçta sizin yanınızda olur, sizi destekler görünürler. Biraz sonra sizi bırakıp giderler.

Bunu yapmalarının değişik sebepleri vardır.

a) Sizi olmaz işe sokup batırmak için yanınızda görülebilirler.

b) Denemeleri sizin yapmanızı isterler, size yaptırırlar. Başaramazsanız sıkıntısı sizin olur. Başarırsanız hemen sizin yanınızda oldukları için kendileri sizin elinizden alıp sizi devre dışı ederler. Sizin sıkıntınızla onlar keyif çatarlar.

c) Kendilerinin karşı tarafta yer alabilmesi için önce sizin yanınızda yer alırlar. Siz güçlenmeye başlayınca hem kendilerine eleman kazanmak hem sizi zayıf düşürmek için transfer ederler, o arkadaşlar oraya transfer olurlar.

d) Önce iyi görünür, kolay gelir, onlar sizin yanınızda yer alırlar, ama zorluğu gördüklerinde yok olurlar.

İşte bütün bunlar saribü’n-nehardır.

Baştan görünüp sonra kaybolan kimseler saribü’n-nehardır.

İşte bütün bu olaylar içinde bizim yapacağımız bir şey vardır: Kur’an ne diyorsa onu yapmak. Bunlarla ayrı ayrı uğraşarak yenmemiz mümkün değildir. Eğer Kur’an’ın dediklerini yaparsanız, zamanla bunlar kendiliğinden silinip giderler.

***

لَهُ (LaHUv)  “Onun”

“Men” kelimesi erkek ve dişiye, tekil ve çoğula delalet eder. Bununla beraber eğer ona zamir gönderilecekse tekil eril zamir gönderilir. Dolayısıyla burada “o” zamiri onlardır. Onların üzerinde, her birinin üzerinde  demektir.

مُعَقِّبَاتٌ (MuGaqQıBAvTun)  “Takipçileri vardır.”

Gramercilere göre “LeHu” mübteda olamaz. “Muakkıbatun” mübtedadır. Bize göre ise “LeHu” mübtedadır, “Muakkıbatun” haberdir. “Lehu” marife olmadığı için mübteda olamaz denebilir ama “lehu” nekre de değildir, kayıtlanmış nekredir. Kayıtlı nekreler mübteda olur. Bir kimsenin çok muakkipleri var demektir. Ancak Lehu’daki “Hu”nun manasında olduğu için onların muakkipleri vardır mânâsı çıkar.

“LeHu”daki “Hu” zamiri, gayb ve şehadetin alimine racidir. Yoksa aleyhi olurdu.

Muakkıbat” organize olmuş kuruluştur. Erkeklerden oluşmazı gerekmez. Buradan öğreniyoruz ki Allah’ın sistematik takipçileri vardır, gözetleyicileri vardır. İnsanın bu dünyada yaptıklarını kaydeden kâtipler vardır. İyileri yazarlar.

Bir kimsenin borçlarını takip eden muhasibi olacak, bir de alacaklarını takip eden muhasibi olacaktır. Ayrıca alacak ve borçları birlikte kaydeden muhasibi olacaktır. Kişinin borçlarını ve alacaklılarını takip eden ayrı muhasipler olmazsa iki kişinin muhasibi aynı kimse olur. Kaydı karıştırabilir. Yani bir kimsenin borçları ve alacakları yazan muhasibi ayrı olacaktır. Alacak muhasipleri ayrı, borç muhasipleri ayrı kişilerden oluşacaktır. Denge muhasipleri de ayrı kimseler olur. Böylece borçlu muhasibi ile alacaklı muhasibi tedahül etmez. Bunlar birbirlerini tamamlayan muakkiplerdir.

مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ (MiN BaYNı YaDaYHi Va MiN PaLFıHIy)  

“Geçmişini ve geleceğini takip eden muakkipleri vardır.”

“LeHu”daki zamir eğer “MeN”e raci ise herkesin geçmişte olanları kayda alan kimseleri vardır. Gelecekte yapacaklarını planlayan takipçileri vardır.

İki tip plan proje vardır. Biri geçmişte olanları tesbit eden planlar, diğeri de gelecekte yapacaklarını planlayan plan ve projeleri vardır. İnsanın hayatını sürdürmesinin aracı hafızası ve tahayyülüdür. Hafızası ile geçmişini bilir, tahayyülü ile de yapacaklarını hayal eder.

İşte insana bunları yaptıran muakkipleri vardır. İnsan böylece insan olmaktadır. O zaman bunlar meleklerdir. Toplulukta da böyle takipçiler olacaktır. Evrak, zimmet, envanter ve demirbaş kayıtları geçmişi kaydeder. Planlama gelecekte ne yapacaklarını tesbit eder. Devletin içinde muakkıbat olacaktır. Herkesin bunlardan kendisine istediklerini özgür olarak seçmesi gerekir.

يَحْفَظُونَهُ (YaXFaJUvNaHUv)  “Onu muhafaza ederler.”

Buradaki zamir kişiye racidir. “Lehu”daki zamir Allah’a ait olsa da “Min Beyni Yedeyhi  ve Min Halfihi”deki zamirle kişiye ait olacağı için buradaki zamir de ona aittir. Açık ifade ile kişi için görevlendirilmiş bir takip ekibi vardır. Ekip olduğu dişi kurallı çoğuldan anlaşılmaktadır. Saffat’taki dişi kurallı çoğulda erkeklerin de olduğu namaz safları olduğunu beyan ediyoruz. Yani nasıl erkek kurallı çoğulun içinde kadınlar da varsa, aynı şekilde kurallı dişi çoğulda erkekler vardır, hattâ tamamı erkek olabilir. Dişilik işareti kadın ve erkeği değil, eşlerden birini ifade eder. Bu sebepledir ki muakkıbat dişi kurallı cem olduğu halde, burada erkek kurallı çoğul zamiri onlara irca edilmiştir.

Şimdi meanide incelenmesi gereken cemlerdir. Türkçede tek tip cem olduğu halde Arapçada değişik tür cem vardır.

  1. Kırık cemler. Bunlar sadece çokluğu ifade ederler. Sistemi veya topluluğu ifade etmezler. Bununla beraber bunların da değişik türleri vardır.
  1. Kıllet çoğulu üç ile on arasındaki çoğullardır. Değişik kelimelerin değişik çoğulları vardır.
  2. Cemi kesret ondan daha çok çoğullar için kullanılır. Bazı kelimelerin azlık çoğulları yoktur. O zaman bu çoğullar üçten daha büyük sayılar için kullanılır.  
  3. Cemin cemleri ise çokluklar grup grup olup gruplar da çok ise cemin cemi kullanılır. Bazı kelimelerin yalnız cemin cemi vardır. Onlar da üçten veya ondan daha büyük sayılar için kullanılır.
  4. Sıfat ve zamirlerde erkeklerden oluşan çoğullara dişi zamir, dişilerden oluşan çoğullara erkek zamir gönderilir. Hem erkek hem dişilerden oluşmuşsa bunların çoğunluğuna erkek zamir gönderilir. İsmi fail veya mef’ullerde dişilik edatı karma çoğulu ifade eder.
  1. Kurallı çoğullar. Kurallı çoğullar sadece sayıları göstermezler, aynı zamanda birlikteliği de gösterirler. Birliktelik de iki grupta toplanır.
    1. Topluluk çoğulu. Burada tüzel kişiliği ifade eder. Başkanları var, adresleri var, sözleşmeleri var, müeyyideleri vardır. İsimlerde vav ve ya ile bu çoğullar gösterilir. Sonunda düşen “nun”ları vardır.
    2. Sistem çoğulu. Bu da ÂT ile gösterilir. Eşya için de kullanılır, insanlar için de kullanılır. İnsanlar bir sistemi, bir organizeyi teşkil ediyorlarsa, hepsi tek olsalar da bu çoğul kullanılır. İnsan olan çoklukta ister kurallı ister kuralsız çoğulla zamir gönderilecekse “vav”lı çoğul zamir kullanılır.  

İşte burada bu kuralı teyid eden açık ifade vardır. Muakkıbata yahfezunehu zamiri göndermiştir. Bizim varsayımımızı teyid etmiştir.

مِنْ أَمْرِ اللَّهِ (MiN EaMRi elLAHı)  “Allah’ın emirlerinde”

MiN” burada “Fî” mânâsınadır. Allah’ın emirleri yani işleri içinde onu muhafaza ederler. Geçmişi ve geleceği plan ve proje içinde alırlar. Onun geçmişte yaptıklarının hukukunu muhafaza ederler. Onun gelecekte yapacaklarının plan ve projelerini muhafaza ederler. “Fî yerine “Min” gelmesinin sebebi, Allah’ın her insan için çizdiği ayrı bir planın olması sebebiyledir. Yani nasıl bugün her arsa için ayrı plan çizmekte isek, Allah da her insan için ayrı kader tayin etmiştir. O kaderi melekler yürütürler.

Herkes kendi hayatını düşünsün. Bugünkü varlığı kendi özel kaderine bağlıdır.

Harf inkılâbı olup medreseler kapatılınca, babam başka talebe bulamadığı için özel olarak benimle meşgul oldu. Bu sayede tamamen özel bir öğretmen tarafından, başka öğrencisi olmayan bir öğretmen tarafından yetiştirildim. Bugün bunları bu sayede yazıyorum.

İlkokula arkadaşım -sonra kaynım olacak- Yusuf Arslan’ın teşviki ile başladım. O okulda okumasaydı ben okulda okumazdım. Çünkü her gün birbuçık saat yol alarak okula gidiyorduk. İlkokula on bir yaşımda başladım. Başladığımda her iki yazıyı da biliyordum.

Başarılı öğrenci oldum. Köyde çocukları okutmaya başladım. Komşular bana iyi muamele yapmadılar. Bu sebeple hocalığı bırakıp ortaokula gittim. Yoksa şimdi köyümde basit bir imam olurdum.

Ondan sonraki hayatım da hep böyle zorlamalarla doludur.

Sonunda 1960’larda devlet görevinden atıldım. DP’li olmadığım ve DP’ye oy bile vermediğim halde, DP’lisin diye işten attılar. Askerlerden başka kimse iş vermedi. Zorunlu olarak İzmir’e gittim. Orada başka yerlerde tanışmadığım insanlarla tanıştım. Ben topluluk tarafından hep dışlandığım için hiçbir aktif rolüm olmazdı. İhsan Emci beni Türk Ocağı yönetim kuruluna aldı ve bana konferanslar verdirdi.

Remzi Güres’lerin grubu ile tanıştım... Mustafa Birlik’in Nurcu grubu ile tanıştım... Ahmet Tahir Satoğlu grubu ile tanıştım... Bunların hepsi de bana değer verdiler ve desteklediler. Böylece Akevler oluştu.

Ondan sonraki hayatım bilinmektedir.

İşte ben böyle birtakım kader zincirinin halkaları içinde buraya geldim. Birçok dönüm anlarım olmuştur. Bunlar müsbet neticelenmeseydi ben bu satırları yazamaz ve anlatamazdım.

Ben size benim hayatımı çok kısa olarak özetledim.

Şimdi siz de kendi hayatınızı düşünün. Sizin için de böyle özel dönemler ve zorlamalar vardır. Çünkü herkesin kaderi vardır ve herkesin yanında melekler bulunur. İnsan kendi özel hayatını düşündüğü zaman onun böyle muakkipleri olduğunu çok iyi bir şekilde bilebilir. Allah’a ve âhirete inanmak için herkesin kendi özel hayatı bile yeterlidir.

Allah” kelimesi burada izhar edilmiştir. Çünkü zamir olsaydı kişinin işleri anlaşılırdı. Oysa burada ifade edilmek istenen kişinin topluluk içindeki görevidir, yani topluluğun işleridir. Takipçiler topluluğun işlerini yapacak şekilde kişileri yetiştirirler. Onun için “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Burada Allah’ın zatı değil halifesi olan topluluk kastedilmiştir.

İşte meaninin bize öğreteceği şey bu ayırımdır. Lugatta “Allah” kâinatı var eden kimsenin zatına verilen isimdir. Kur’an ise O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluk içinde getirmektedir. Bu ıstılahi mânâsıdır. Bunlar ancak meani ilimleri ile bilinebilir.

إِنَّ اللَّهَ (EinNa elLAHa)  “Allah”

Bir cümleden sonra ikinci cümle geldiğinde ya yeni bir şey ifade etmektedir, (‘Ahmet geldi. Babası ile görüşüyor. Namazı kılınız, zekâtı veriniz.’ gibi cümleler bu kabil cümlelerdir;) yahut birincide söylenmiş cümleyi ikincisi açıklar. ‘Ahmet geldi. Erkenden geldi. Özel arabası ile geldi.’ dediğiniz zaman birinci cümleyi açıklamaktadır. Buna istinaf cümlesi diyorlar.

Kur’an’ın özel bir üslubu vardır. Bir örnek verir. O örneğe göre biz kıyas yaparız. Bundan dolayıdır ki bir şeyi söyler, arkasından o sözü genişletmek için ikinci cümleyi söyler.

Bu durumda üç türlü hâl ile karşılaşırız.

    1. Birinci cümlede söylenen genel bir kuralın sonucudur. Tümdengelim yoluyla ikinci cümleden istidlâl edilir. Süt içiniz, süt besleyicidir. Bu “Fe” harfi ile getirilir. Bütün besleyiciler içilebilir anlamı çıkar.
    2. Kıyas yoluyla yapılması gerekiyorsa “Fe” yerine “Ve” kullanılır. “Ve” ile gelmişse bazı besleyiciler içilir demek olur. Süte kıyas yapın anlamı çıkar.
    3. Bazen de kıyas yapılmaz. Sadece o hüküm onu ifade eder. O zaman da hiçbir harf kullanılmaz.

Burada “Fe” veya “Ve” harfi getirilmemiştir. O halde takipçiler Allah’ın tağyir edilmeyen hükümlerini icra ederler. Kendileri karar almaz, kararları uygularlar.

Toplulukta kamu görevlileri vardır, genel hizmetliler vardır. Bunlar muakkibattır. Bunlar kendilerine verilen plan ve projeleri uygularlar. Bunlar kendileri plan ve projeleri yapmazlar, kararları almazlar. Kararları alanlar ya kişilerin kendileridir, herkes kendisi karar alır. Eğer burada karar alma yetkisi kişiye verilmişse, planda bu hususta kişinin aldığı kararı uygulayın denmişse, kişi kendisi karar alır. Takipçiler onu uygularlar. Ama planda bu böyle olmalıdır denmişse, kişinin kararına bakılmaz, onlar planı uygularlar.

Bundan önceki “Allah” kelimesi topluluğu ifade ettiği halde, topluluğun işleri kastedildiği halde, burada Allah’ın zatı murad edilmiştir. Allah’ın emri topluluğun işleridir. Allah kendi işlerini topluluğun işleri için getirmektedir. Burada ise topluluğa uygulanan sünnetullahtır ki bu değişmez. Bu sünnetullahı topluluğun kanunlarına uygulayacak olsak içtihat ve icma ortadan kalkar. Dolayısıyla Allah’ın kâinattaki tezahürü iki şekilde olmaktadır.

Biri doğa kanunlarını koymaktır. Değişmeyen sosyal kanunlar da vardır.

Diğeri ise insanların içtihat ve icmalarına bağlı kanunlardır.

Yukarıda içtihat ve icmalara dayanan işleri içermekte, burada ise içtihat ve icmanın dayandığı kanunları içermektedir.

Topluluk değişmedikçe Allah topluluğun durumunu değiştirmez.

لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ

(LAv YuĞayYiRu MAv Bı QaVMin)  

“Kavimde olanı tağyir etmez.”

Buradaki “Bi” “Fî” mânâsındadır. Kavimde olanı değiştirmez. “Bi” ile gelmesi olanların marifeli olmasıdır. Belli hususlar için bu söylenmektedir. Kavim rahat ve huzurlu iken birden bire onların rahat ve huzurları bozulmaz. Yahut sıkıntıda, krizde iken de birden bire krize girmezler. Topluluğun durumlarını değiştirmesi için topluluğun değişmesidir. Kavimde mevcut olan bir hâl varsa bu hallerinde değişme olmaz, yani Allah durup dururken topluluğun hallerini değiştirmez. Topluluk değişirse Allah da o topluluğun hallerini değiştirir.  

حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ

(XatTAy YuĞayYiRu MAv Bi EaNFuSiHiM)  

“Kendi nefislerinde olanı tağyir etmedikçe.”

Buradaki “Hattâ” “İllâ” mânâsınadır. “İllâ”da zaman ve hedef yoktur. “Hattâ”da ise aynı zamanda zaman vardır. Yani zaman içinde istisna edilecektir.

Tağyir” durumdaki değişmedir. Burada “Hattâ Yuğayyirû Mâ Bihim” denmiyor, “Hattâ Yuğayyirû Mâ BiEnfusihim” diyor. Topluluktaki inkılâpların veya dejenerasyonun nasıl olduğunu ifade ediyor.

İnsanlar önce kişiler olarak bozuluyorlar, sonra topluluk çöküyor. Önce insanlar düzeliyorlar, sonra topluluk oluşuyor. Yani kişileri değiştirmeden topluluğu değiştiremezsiniz.

Bu kural iyi bilinmelidir.

Cumhuriyet döneminde yapılan inkılâpların hiçbiri hedefe ulaşmamıştır. Çünkü halkta değişiklik yapmadan toplulukta değişiklik yapılması istenmiştir. Sosyalizm uygulamaları da hiçbir yerde hiçbir sonuç vermemiştir. Baskı kalkınca sosyalizm de tarih olmuştur. Oysa peygamberler önce halkı değiştirdiler, sonra topluluğu oluşturdular.

Bizim Adil Düzen uygulamalarında yaptığımız hata bu olmuştur. Akevler’i kurduğumuzda namaz kılanların mü’min olduklarına inandık. Onları sadece bir araya getirirsek, Kur’an ne söylerse onu yaparlar zannettik. Onun için onlarla iş yaptık. Siteyi inşa ederken namaz kılmayanlara ayrı bloklar yapmayı düşündük. Evler ve bloklar bir araya geldi, ama herkes kendi geleneği ile İslâmiyet’i yaşamağa başladı. Kimse Kur’an’ın dediklerine kulak vermiyordu. Kur’an’ı anlayacak durumları yoktu. Kur’an’ı ve ilmileri (ilmî çalışmaları) hiç düşünmüyorlardı. Bin sene önceki içtihatları ilmihallerden okumakla yetiniyorlardı…

İşte Akevler’in başarısızlığı buradan ortaya çıkmıştır.

Bunun üzerine biz insanların Kur’an’la meşgul olmaları için çalışmalar yaptık.

Allah’ın kaderine uyuldu.

Kimler ne gibi hizmetler verdiler?

  1. Süleyman Tunahan Kur’an Arapçasının tedrisini kaçak da olsa devam ettirdi. Sonra İmam Hatip Okulları ve İlâhiyat Fakülteleri kurulunca buralarda yetişenler Kur’an ilimlerini öğrenme imkanını buldular.
  2. Bediüzzaman’ın talebeleri Kur’an’ı çağımızın ilimleri içinde yeniden anlama gayretine giriştiler ve bu konuda büyük adımlar attılar.
  3. Bu arada bir de Türkçeciler, Türkçe mealciler ortaya çıktı. Bunlar Türkçe ibadet yapmaya başladılar. Tekel sermaye bunları destekledi, bu yolla Kur’an’ı tahrif etme imkanını bulacaktı. Türkçeciler sonunda anladılar ki kendileri Arapça bilmezseler Kur’an’ı nasıl tercüme edecekler? Böylece onlar da Arapça öğrenmeye başladılar. Tekel sermayenin desteği kesildi, ama onlar bu çalışmalarıyla Kur’an’ın mânâsı ile anlaşılmasını sağladılar.
  4. Akevler Ekolü mensupları ise Kur’an ilimlerini tedris etmiş, ayrıca Batı ilimlerini de öğrenmiş olarak Kur’an’dan hükümler çıkarmaya, yeniden içtihatlar yapmaya başlamışlardır. Okumakta olduğunuz bu sahifeler o çalışmaların sonunda oluşmuştur.

Yani Akevler henüz başarılı olamamıştır. Çünkü kavim henüz nefislerindekileri değiştirmemiştir. O sebepledir ki her sahada büyük gelişmeler oldu. Büyük başarılar elde ettik. Ama bunların hiçbirisi Kur’an düzenine göre yapılmadı, cari sistemle yapıldı. Çünkü o zaman kavim nefislerinde olanları değiştirmemişti.

  1. Önce Millî Görüş oluştu. Sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın en güçlü siyasi kuruluşu olarak ortaya çıktı.
  2. Risaleciler gelişti. Bugün dünyanın en ileri ve güçlü, modern ilimleri benimseyen bir dini kuruluşu ortaya çıktı.
  3. Anadolu Holdingleri oluştu. Dünyanın en güçlü halk ortaklıklarını ve halk ekonomisini oluşturdular.
  4. Akevler Ekolü içtihatları ile “Adil Düzen”i ortaya koydu, Millî Görüşçüler dünyaya duyurdular.

Görülüyor ki, gelişme ve büyüme çok büyük ve süratli bir şekilde oldu. Ama sistem değişmedi. Zulümler ve krizler hâlâ devam etmektedir. Sömürü devam etmektedir. Ahlâksızlık devam etmektedir…

Olması gereken inkılâp olmadı. İnsanlığın hallerinde, toplulukların hallerinde değişen bir şey yoktur. Bugünkü hürriyetlerle, bugünkü demokrasiyle olan ilgimiz Meşrutiyet dönemi kadardır. Çünkü kavim nefislerinde olanı değiştirmedi.

Şimdi Türk halkı Kur’an okumağa başladı, Kur’an’ı anlamağa başladı…

Yakında tüm Kur’an cemaatleri Akevler’in içtihat metodunu benimseyecek ve Türkiye’de belki ikiyüze yakın yeni mezhepler ortaya çıkacaktır. Ebu Hanifelerin, Şafiilerin yetiştiği devre benzer bir döneme girmek üzereyiz. Bizim yaptığımız Maliki’nin, Ebu Hanife’nin yaptığıdır. Ekol kuruyoruz. Bizim ekolün gelişmesinden çok, bu sayede ekoller gelişecektir. Bunların sayıları yüzleri bulacaktır. Sonra elenecek ve on civarına inecektir.

İşte o zaman kavim kendi nefsindekini değiştirmiş olacaktır. O zaman topluluğun düzeni de değişecektir. O zaman Türkiye demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk devleti olacaktır. Hakemlerden oluşacak yargı üstünlüğü sağlandığı zaman hukuk devleti olacaktır. Türk ordusunun görevi bu hukuk düzenini yani hakemlerden oluşan yargı kararlarını korumak olacaktır; anayasayı ve inkılâpları değil.

Silah zoru ile inkılâp gelmez, silah zoru ile inkılâp korunmaz. Çünkü inkılâpçılık değişmedir, değişenleri koruma değildir. Biz Türk inkılâplarının bekçisiyiz demek, biz sömürü sermayesinin jandarmasıyız demektir. Mustafa Kemal Türk ordusuna inkılâpları ve lâikliği değil, istiklâl ve cumhuriyeti emanet etmiştir. Demokrasi demek şeriat demektir. Lâiklik demek İslâm demektir. Liberallik demek adillik demektir. Sosyallik demek haklar demektir. Hukuk devleti demek kurallar devleti demektir, hakemler devleti demektir.

Kişiler zamanla bozulurlar. Ahlâklarını ve dindarlıklarını kaybederler. İşte o zaman o topluluk bozulmuş olur. Böylece bozulma da düzelme de önce kişilerde oluşur. Bu düzen böylece kıyamete kadar devam edecektir.

Şimdi siz Kur’an ehline hitap ediyoruz.  

  1. Arapçacılar! Âlet ilimlerini öğreniyorsunuz. Evet, araba satın alıyorsunuz ama onu sürmeyi bilmiyorsunuz. O âlet ilimlerini nasıl kullanacağınızı bilmiyorsunuz. Gelin Akevler Ekolünde şoför kursunuzu alın, içtihat ve icma yapmayı öğrenin. Böylece o Arapça ilimler işe yarasın.
  2. İmancılar, Risale-i Nur şakirtleri! İman şarttır ama ameli salih olmazsa o iman ne işe yarayacaktır. Gelin Akevler Ekolünden içtihat ve icma ilimlerini öğreniniz de o iman işe yarasın. Amellerimiz imana göre olsun; yoksa bilinçsizce rüşvet vermeye, okullarda Mustafa Kemal’e tapmaya devam ederiz.  
  3. Millî Görüşçüler! İktidarınız var, Anayasa ekseriyeti ile iktidar oldunuz, ne işe yaradı. Solcuların ve renksizlerin yaptıklarını yapıyorsunuz. Kırk senelik mücadelemizin sonucu KİT’leri satmaktan ibaret mi olacaktı? Gelin, artık Akevler’deki içtihat ve icmaya kulak verin, Adil Düzeni öğrenin ve onu uygulayın. Ancak ondan sonra sizin için kurtuluş vardır.
  4. Adil Düzenciler! Siz de artık elinizi çabuklaştırın. İzmir, İstanbul ve Ankara’daki çalışmaları daha derli toplu hâle getiriniz. Çalışmalarınızı çoğaltınız...

Yoksa ne olacaktır?

Bundan sonraki İlâhi beyanlar ne olacağını haber vermektedir.

وَإِذَا أَرَادَاللَّهُ (Va EiÜAv EaRAvDa elLAvHu)  

“Allah irade edince.”

Toplulukta değişme ancak nefislerinde meydana gelecek değişme ile olur. Kişiler zamanla bozulurlar, ahlâklarını kaybederler. O zaman sosyal yapıları ve devlet düzenleri de bozulur. Zulüm yönetimi ortaya çıkar. Bu durumun değişmesi için uyarıcılar ortaya çıkar ve onları değiştirmeye çalışırlar. Eğer halkta değişme meydana gelirse Adil Düzeni getirirler. İslâm düzenini getirirler. O zaman o topluluk kurtulmuş olur.

Ancak tüm uyarılara rağmen topluluk düzelmeyecekse, o zaman da Allah’ın emri gelip Allah onlara sû’i irade eder. Burada irade eden Allah’tır. Yukarıdaki insanlara dokunmayan da Allah’tır. Burada Allah üç ayrı sıfatla zikredildi. Zamiri de sayarsanız dört defa zikredildi.

Lehu Makkıbat: Takipçileri olan Allah. Bu insanları, melekleri, ruhları ve cinleri halk eden ve kâinatı onlarla tedvir eden Allah’tır.

Min Emrillah: Sünnetullahı vazedip meleklerin, ruhların, insanların ve cinlerin onunla hareket etmelerini sağlayan Allah. Kaderi çözen Allah.

Toplulukları kendisine halife yapıp fertleri onun içinde var eden ve topluluklara irade veren Allah, yani her insan Allah’ın halifesidir. İçtihat yapar ver amel eder. Buna göre mücazat ve mükafat sahibi olur. Bir de toplulukların karar ve hareketleri vardır. Onları da şeriatlarında muhtar kılan Allah’tır. Bu topluluk aynı zamanda kişiler için Allah’ın halifesidir.

Sû’i irade eden Allah ise insanı, doğayı ve toplulukları yaratıp onlara kanunları içinde hareket imkanlarını vermiştir. Ama kendisi büsbütün kâinattan uzakta değildir. Genel kaderde bir değişiklik yapılacaksa o hususta kararı kendisi vermektedir. İşte beklenmedik gün ve saatte zelzele olur gibi iktidarlar değişir. Savaşlar olur. İşte buna Allah’ın irade temsili olarak burada ifade ediliyor. Bu olaylar ne değişmez kanunlara tâbidir, ne melek veya insanların iradesine bağlıdır, ne de sosyal oluştur. Takdir de değildir. İlâhi iradesi ile olmaktadır. Allah’ın böyle iradesi olsaydı, her şey kadere bırakılsaydı, o zaman bizim irademiz olmazdı. Yahut bizim duamız olmazdı. Bizim irademiz olduğu gibi o anda karar alır ve yaparız, daha önce alınmış bir karar veya konmuş kural sözkonusu değildir.

Allah’ın kaderinde “Adil Düzen”in gelmesi vardır.

“Adil Düzen” nedir?

a) Halk kendi iradeleriyle hareket edecek ve kendisi sorumlu olacaktır. Merkezi irade veya başkanların emriyle idare olmayacaktır. Biz buna ‘şeriat’ diyoruz, Batılılar ‘demokrasi’ diyorlar.

b) Herkes kendi içtihadı ile yaşayacak ama başkalarına zarar vermeyecek, baskı yapmayacak. Davet ve tebliğ dışında zorlama yoktur. Karşılıklı zararlar hakemler kararı ile giderilecek. Herkes hakemler kararına uymak zorunda bırakılacak. Biz buna ‘barış/İslâm’ diyoruz, Batılılar ‘lâiklik’ diyorlar.

c) İnsanlar yaşarken özgür oldukları gibi çalışırken de özgürdürler. Herkesin kredi hakkı vardır. İstediği yerde bu krediyi kullanır ve iş yapar. Herkes sosyal güvence içindedir. Biz buna ‘adalet’ diyoruz, Batılılar ‘liberallik’ diyorlar.

d) Herkesin yaşama hakkı vardır. Yeryüzünün toprağına ortaktır. Yeryüzünün kira parası ile sosyal güvenliği vardır. Biz buna ‘hak düzeni’ diyoruz, Batılılar ‘sosyalizm’ diyorlar.

Bütün bunların sonucu olarak herkes kendi içtihadı ve iradesi ile hareket eder. Kimse kimsenin emrinde değildir. Yaptığı işlerden dolayı başkalarına karşı sorumlu değildir. Hakemlerden oluşan yargıya karşı sorumludur. Biz buna ‘ahkam düzeni’ diyoruz, Batılılar buna ‘hukuk düzeni’ diyorlar.

İşte, insanlık tarih boyunca adım adım bu düzene yaklaşmıştır. Peygamberler ve filozoflar buraya ulaşmak için büyük çabalar sarf ettiler.

İşte bizim ‘Adil Düzen’ dediğimiz budur.

Eğer insanlar bunu kansız başarmak istiyorlarsa, kabul edecekler ve sû’den kurtulacaklardır. Yok eğer kabul etmezlerse, işte o zaman Allah sû’ü ile dokunacak, belki de oluk oluk kan akacaktır. Nitekim, yirminci yüzyıl böyle geçmedi mi? İki büyük savaş dışında diktatörler oluk oluk kan akıtmadılar mı? Bugün de her yerde terör olayları olmuyor mu?

Bunlar birer görüntüdür.

İnsanlık ya Adil Düzeni yani demokrasi ve lâikliği kabul eder, ya da yeryüzü kan çanağına döner, insanlar birbirini kırarlar. İnsanlığa Adil Düzeni getirecek ülke, örnek uygulaması ile Türkiye olacaktır, Kur’an ehli olacaktır. İşte Türkiye’deki Kur’an ehli kendilerine yüklenen bu görevi yerine getirmek zorundadır.

Artık Akevler Adil Düzen Ekibi, çalışmalarını uygulama yaparak göstermek zorundadır.

Artık Millî Görüşçüler Adil Düzeni yeniden kabul etmek zorundadırlar.

Artık Risale-i Nur şakirtleri de Adil Düzeni kabul etmek zorundadırlar.

Nihayet, Anadolu holdingleri de Adil Düzene dönmek zorundadırlar.

“Adil Düzen” nedir?

“Adil Düzen” demek Kur’an düzeni demektir.

بِقَوْمٍ سُوءًا (Bi QaVMin SUvEan)

“Bir kavme sû’ murad ederse.”

Allah tüm insanlığı birden cezalandırmıyor. İnkılâbı, şerait düzenini, demokrasiyi getirmeyi bir kavme veriyor.

Bugün o kavim Türkiye’dir.

Çünkü yeryüzünde batıyı ve doğuyu en iyi öğrenen Türkiye’dir. Türkiye bugün dünyanın en ileri ülkesidir. Nüfusu ve toprağı ile ideal büyüklüktedir. Dünyanın coğrafi merkezindedir. Aynı zamanda uygarlığın merkezindedir. Bunun dışında üçyüz yıldır Batılılaşma hareketindedir. İslâmiyet’i de unutmamıştır.

Bugünkü Türkiye;

  1. Çok partili demokratik sisteme sahip yegane ülkedir. Diğer ülkelerde tek veya iki partili sistemler vardır, yahut istikrarsız demokratik sistemler vardır. Türkiye çok partili sistemde istikrar sahibidir.
  2. Türkiye bugün en ileri lâikliğe sahip bir ülkedir. Halkı dindardır, tüm insanlığa örnek olacak dini kuruluşları vardır. Yasak olmasına rağmen güçlü tarikatlar mevcuttur. Çoklu dinler Türkiye’de vardır. Gerçek lâiklik Türkiye’de vardır.  
  3. Türkiye halk sermayesine dayanan güçlü ekonomiye sahiptir. Anadolu holdingleri tüm saldırılara rağmen ayaktadır. Dünyada tektir. Bankaların kredisi ile değil halkın katkısıyla iş yapan firmalar vardır.  
  4. Aklî ve naklî ilimleri birleştirip “Adil Düzen”i ortaya koyan ülke Türkiye’dir. Çağımızın felsefesini oluşturan Türkiye’dir. Din ile ilmi barıştıran ülke Türkiye’dir.

İşte Allah’ın bu kadar nimetler verdiği Türkiye’den istediği bir şey vardır.

Artık “Adil Düzen”i kurun.

Kuramazsanız Allah kavminize sû’i murad eder.

Görevinizi yapmazsanız başınıza nelerin geleceğini biliniz.

فَلَا مَرَدَّ لَهُ (Fa LAv MaRadDa LeHUv)  

“Onu reddedecek yoktur.”

Allah sizlere bu kadar nimetler verdi, imkanlar hazırladı. Yine de eski gaflette ve zulümde devam eder, demode olmuş aldatmaca sistemlerle devam ederseniz, o zaman Allah size sû’i irade edecektir.

Kötü durumunuz nelerdir?

  1. Merkezî yönetimden vazgeçiniz, atlamalı yerinden yönetim sistemini getiriniz. Bölgeler, ilçeler ve semtler merkezî yönetimli olsun, ama iller, bucaklar ve ocaklar yerinden yönetimli olsun. Her bölgeye o bölgeden olmayan Türk ordusu yerleştirilsin, bunlar hem o bölgeyi savunsun hem de bölgenin devletten kopmasını önlesin.
  2. Hakimlik sistemini kaldırınız, hakemlik sistemini getiriniz. Yargıyı merkezden denetim sistemini kaldırınız. Hakemler yine hakemlerce denetlensin. Bu şekilde oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargının üstünlüğünü tanıyınız. Hakemlerden oluşan yargı cumhurbaşkanının da parlamentonun da üstünde olsun.
  3. Ekseriyet sistemini kaldırınız, yerine ortak vekalet sistemini getiriniz. İstişareli karar sistemini getiriniz. Bu kararlar da hakemlerin denetiminde olsun.
  4. Faizli kredi sistemini kaldırınız, yerine vergili faizsiz sistemi getiriniz. Vergi ödeyenlere faizsiz o nisbette kredi verilsin. Cebri icra kaldırılsın, sadece borçlarını ödemeyenlerin borçlanma ehliyetleri kalksın.

İşte sizden istenen sahte demokrasi, sahte lâiklik, sahte liberallik, sahte sosyallik yerine gerçek demokrasi, gerçek lâiklik, gerçek liberallik, gerçek sosyalliktir. Hâsılı, sözde değil, fiiliyatta hukuk devletidir. Bunları yaparsanız yaşayacak ve dünyaya örnek olacaksınız. Yapmazsanız sû’i ile Allah size dokunacaktır. Ne zaman derseniz, onu kendisinden başka kimse bilemez. Bağteten, ansızın gelir.

Şimdi bazı özel kurumlara da buradan davette bulunmak isterim.

  1. Başta ordumuza şunu söylemek isterim. Bizi öğrenin. Adil Düzeni öğrenin. Biz size düşman isek öğrenin, kendinizi kolay savunursunuz. Biz size dost isek öğrenin, yararlanır ve varlığınızı korursunuz. Düşmanlardan korkarak bizden uzak durmayın. Korku sebebiyle  ölüme çare yoktur. Türk askerine korku yakışmıyor. Akevler’le doğrudan temas kurarak öğrenin.
  2. Siyasi partilere rica ediyoruz. Bizi öğrenin. Göreceksiniz ki biz sizden farklı düşünmüyoruz. Siz ne yapılacağını söylüyorsunuz, bizimle aynı söylemdesiniz. Biz nasıl yapacağımızı söylüyoruz. Sizin de varsa, çözümlerinizi dinleyelim, tartışalım, uygulayalım. Ama gerçeği bulalım. AK Parti, Saadet Partisi, Büyük Birlik Partisi ve Bağımsız Türkiye Partisi’ni çalışmalarmıza yardıma davet ediyorum. Onlarla görüş ayrılığımız yoktur. Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Demokratik Toplum Partisi; sizleri “Adil Düzen”i öğrenmeye davet ediyorum. DYP, ANAP, DSP, GP de bu çalışmalara katılmalıdırlar. Diğer partilere gelinirse, o partiler niçin varlar bilemiyorum. Onlara bu partilerden birileri ile birleşmelerini tavsiye ederim. Ama içinizden biri çıkıp Adil Düzen Partisi’ne dönüşeceğim diyecekse, hemen bizimle temasa geçsin.
  3. Bu arada üniversiteleri bizi anlamaya ve bizi kritik etmeye davet ediyoruz. Gelecek sû’lerin çoğu onlara çarpacaktır. Çünkü Adil Düzeni ortaya koymak Akevler’in değil, milyarları yutan onlar ait değil midir? Akevler’le yarışacak ilminiz yok mu, hiç bu durum sizi düşündürmüyor mu? Başkalarını küçümseyen ilim adamları cehli mürekkeple maluldürler, cahildirler ama cahilliklerini bilmezler.
  4. Son davetim Millî Çözümcülere olacaktır. Gelin başkalarına saldırmaktan vazgeçip Akevler’le birlikte “Adil Düzen”i tebliğ edin. Harun Yahya Grubunu, Yaşar Nuri Öztürk Hocayı, Hayrettin Karaman’ı birlikte çalışmaya davet ediyorum. Yoksa siz de o sû’den kendinizi kurtaramazsınız.   

وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ(11)

(Va MAv LaHuM MiN DUvNiHi MiN VALin)

“Onların O’ndan başka bir valileri yoktur.”

Sizi kimse Allah’tan koruyamayacaktır. Büyük sermaye Masonları koruyamayacaktır. ABD’liler sizi koruyamayacaktır. AB sizi koruyamayacaktır. Türk ordusuna güveniyorsunuz ama böyle giderse bir gün o da sizi koruyamayacak hâle gelecek ve sizi koruyamayacaktır.

Gelin “Adil Düzen”i öğrenin, hep beraber uygulayalım.

Bizimki yanlış ise daha iyisini, daha doğrusunu getirin.

 

***

RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 6

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

المر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ(1) اللَّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى يُدَبِّرُ الْأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ(2) وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الْأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ(3) وَفِي الْأَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاءٍ وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الْأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ(4) وَإِنْ تَعْجَبْ فَعَجَبٌ قَوْلُهُمْ أَئِذَا كُنَّا تُرَابًا أَئِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ الْأَغْلَالُ فِي أَعْنَاقِهِمْ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(5) وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ الْمَثُلَاتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ(6) وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ إِنَّمَا أَنْتَ مُنذِرٌ وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ(7) اللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى وَمَا تَغِيضُ الْأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ(8) عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ الْمُتَعَالِي(9) سَوَاءٌ مِنْكُمْ مَنْ أَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَنْ جَهَرَ بِهِ وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِاللَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ(10) لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ(11)

هُوَ الَّذِي يُرِيكُمْ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنْشِئُ السَّحَابَ الثِّقَالَ(12) وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ وَالْمَلَائِكَةُ مِنْ خِيفَتِهِ وَيُرْسِلُ الصَّوَاعِقَ فَيُصِيبُ بِهَا مَنْ يَشَاءُ وَهمْ يُجَادِلُونَ فِي اللَّهِ وَهُوَ شَدِيدُ الْمِحَالِ(13) لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّ وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ لَا يَسْتَجِيبُونَ لَهُمْ بِشَيْءٍ إِلَّا كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ إِلَى الْمَاءِ لِيَبْلُغَ فَاهُ وَمَا هُوَ بِبَالِغِهِ وَمَا دُعَاءُ الْكَافِرِينَ إِلَّا فِي ضَلَالٍ(14)

 

هُوَ الَّذِي (HuVa elLaÜIy)  “O kimse ki”

Rabbinden sana hak nâzil olmuştur. Sonra “Allahullezî” denmiştir. Allah mecrur olsaydı bedel olurdu. Ama burada merfudur. Ama rabbin izahıdır. Nahivde bunun yeri yoktur. Meanide ise fasl bahsinde incelenmiştir. Bir cümle diğer cümlenin takriri ise yani izahı ise “ve” harfi getirilmelidir. “Sana inzâl olunan” denmiş, nahiv bakımından cümle kurallara uymuştur. Ama orada “Rabbin tarafından indirilmiştir” denmiştir. Burada o Rab açıklanmıştır. Biz buna bedel diyemeyiz, çünkü mecrur değildir; ama bedelin yerindedir deriz.

Meçhul fiillerde mef’ul fail olur, fail de min ile mef’ul olur. Naibi fail mahallen mensuptur. Minli mef’ul mahallen merfudur. Sonra “ve huve ellezî” denmiş, Allahulleziye izmar ile atfetmiştir.

Allahu ya’lemudaki Allah, Allahullezi’deki Allah’ın bedelidir. Yapan Allah ve bilen Allah tasnifi yapılmıştır.

Şimdi de burada “vehuvellezi medde lerda”daki “hüve”nin bedeli olarak gelmiştir.

“Min Rabbi”ke deki Rabbin fail yerinde mef’uldür.

Allah, Rabbin mahallen bedelidir.

Ve hüve Allah’a raci zamirdir. Bedeldir. Çünkü ikisi de faildir.

‘Ahmet geldi, o konuştu’ dersek, burada o bedeldir.

Allah, “ya’lemullahullezi”deki Allah’ın bedelidir.

Buradaki “hüve”, “vehüve”deki “hüve”nin bedelidir. Hüvellezî ile vehuvellezî ile ifade edilmiştir.

يُرِيكُمْ الْبَرْقَ (YUvRiKuMu eLBaRQa)  

“Size berki (şimşeği) gösterir.”

Denizlerden yükselen sular/buharlar bulut olmaktadır. Bulutta yıldırım, şimşek ve gürültü ortaya çıkmaktadır. Sonra da gökten yağmur, kar ve dolu olarak yere inmektedir.

Berk” şimşektir. Ra’d gürültüdür. Saıka yıldırımdır. Sayyıb ise kar, dolu ve sağanak yağmurlardır. Şimdi bunların bugünkü ilimde yerlerini belirleyelim.

Sular denizden yükselince buhar hâlindedir. Bulut hâline dönüşmesi için suyun dışında moleküllerin oluşması gerekir. Bunu sağlamak amacıyla daha önce oluşmuş bulutlarda elektrik bakımından kutuplaşma oluşur. Bunlar birbiriyle çarpışınca şimşek çakar. Sonunda ortaya çıkan iyonlar uzaya dağılarak yeniden bulutların oluşmasına sebep olurlar.

Bazen bu elektrikli bulutlar ağaçların üzerinden yere boşanırlar.Buna yıldırım  denmektedir. Bunlar da yeryüzünde ateş çıkararak ormanları yakarlar. Böylece yaşlanmış ve işe yaramaz hâle gelmiş ormanlar ortadan kalkar, yeni hayata imkan verilmiş olur. Her ikisi de, yani yıldırım da şimşek de benzer şekilde ses çıkarırlar. Yani elektrik yüklü bulutlar elektriği boşalttığı zaman biri ışık hızında bir dalga yayarlar, diğeri de kulağın duyacağı sesleri yayarlar. Işık hızı c=2.99792 10^10 cm/sn’dir, boşlukta gider. Ses hızı ise çok daha yavaştır. Ses hızı havada, deniz seviyesinde ve 15 °C sıcaklıkta 3.40 10^4 cm/sn’dir. Boşlukta gitmez. Çarpışmada oluşan ses dalgaları havayı titreştirir, aşırı doymuşluk hâlini bozar ve yağmurların boşanmasına sebep olur.

Şimdi şu soru sorulabilir:

Varlık nedir?

Varlık denilen şey atomlardan oluşur.

Diğerlerinin varlığı yok mudur?

İnşaatta yığılmış malzeme ayrı ayrı varlıklardır. Yığın hâlinde iken bunların ortak bir varlıkları yoktur. Ama bunlar yapı hâline geldiklerinde yapı bir varlıktır. Oysa yapıya yeni malzeme katılmamıştır. Demek ki kullanılan malzemenin varlığı ayrıdır, terkibinden oluşmuş şeyin varlığı ayrıdır.

Yıldırım, şimşek, gürültü, yağış; bunların hepsi ayrı ayrı varlıklardır. Her birinin kendisine özgü etkileri ve fonksiyonları vardır. Dolayısıyla ayrı varlıklardır.

Bu âyette tek olan suyun hareketi tek varlığın arazları şeklinde değil de, her biri ayrı ayrı varlık olarak alınmaktadır. Mürekkep cisimler cüzlerinden farklıdır. Su, hidrojen ve oksijenden oluşur ama su onlardan tamamen ayrı bir varlıktır.

Topluluklar da kişilerin toplamından oluşmaktadır. Tüzel kişilik bu demektir.

خَوْفًا وَطَمَعًا (PavFan Va OaMaGan)  

“Havfen ve Tamahen”

Havf” yüzü tehlikeden korumak için takınılan maskedir. Arılardan bal almak için kullanılan maskeye “Hafe” denir.

Tav” olgunlaşmış meyvedir. “Tama’” ise bu meyveye duyulan istektir.

Şimşek bir taraftan yıldırımı hatırlatmakta ve tehlikeyi haber vermekte, diğer taraftan yağmuru ve bereketi müjdelemekte, barajların dolacağını haber vermektedir.

Allah öyle düzen kurmuştur ki, olaylar olmadan olayların olacağını haber veren işaretler ve alametler göndermekte, insanlara haber vermektedir. Canlılara da haber vermektedir. Dolayısıyla insan bu sayede gerekli tedbirleri alır. Hastalanmadan evvel üşürüz. Sonra ateşimiz yükselir. Yağmur yağmadan önce bulutlar ortaya çıkar.

Allah bu âyette bize önceden haber verme sünnetini bildirmektedir.

Aslında insanın acıkması, dışarı çıkma arzusu hep havf  ve tama’ın sonucudur.

Korku ve beklenti insanın hayatını düzenlemektedir.

Bunun başka bir mânâsı da kâinatın bizim için yaratılmış olmasıdır.

Nasıl gözümüzün üzerinde kaşımız varsa, bunun gibi suların devretmesinde de bizim bilebilmemiz için şimşekleri görüyoruz, gürültüleri duyuyoruz.

Sesin hızını ölçmek kolaydır. Uzakta birinin baltayı ağaca vurduğunu görelim. Ondan sonra da ses gelir. Aradan geçen saniyeyi bildiğimiz uzaklığı bölersek, 340’a yakın sayıyı buluruz. Bu yakın yerler için doğrudur. Ama çok uzak yer ise, o zaman uzaklık ışık hızından ses hızı çıkarılır. Buradan ışık hızı ölçülebilir. Mesafeyi bulmak için de uzaklığı belli olan iki yere gelen ses geliş farkından ölçülebilir.

Görülüyor ki, Allah kâinatı öyle yaratmıştır ki bizim beynimiz onu anlasın. Onda ölçmeler yapabiliriz. Işıktaki bu özelliklerden yararlanarak kâinatın en derinliklerine ulaşabiliyoruz.

وَيُنْشِئُ (VaYuNŞıEu)  “Ve inşa eder.”

Yurîküm, size gösterir… Ve Yünşiu, inşa eder...

Allah olayları yaparken iki şeyi takdir eder.

Biri, olayı takdir eder. Yağmurların oluşması için şimşek ve yıldırım ile gök gürültüsünün oluşması gerekir. Bunu başka seslerle de yapabilir. Ama her şey, aynı zamanda bizim duyabileceğimiz, sesleri üretecek şekilde seçilmiştir. Aynı şeyleri ışık için de söyleyebiliriz. Kâinatta milyar milyar yıldız vardır. Bizim gözümüzün görmediği pek çok yıldız vardır. Kâinatın bizim için yaratıldığı buradan anlaşılmaktadır. “Size gösterir” diyor, sonra da “inşa eder” diyor, “bulutları inşa eder” diyor. Bunlardan önce bize göstermesini söylemesi, her şeyin insan için olduğunu ifade etmesi içindir.

İlimler dörde ayrılır:

a) Nazari ilimler. Bunlar sünnetullahı yanı doğa kanunlarını inceler.  

b) Tabii ilimler. Bu ilimler de kâinatta var olan varlıkları incelerler.  

c) Ameli ilimler. Bunlar bizim bu doğadan yararlanmamızı inceler.

d) Hikmet ilimleri de doğadaki oluşların ne sebeple böyle olduğunu ve gayesinin ne olduğunu inceler. Yeryüzü insan için yaratılmıştır. Yıldızların çevresinde gezegenler vardır. Burada hep insan yaşamaktadır. Görünen kâinat biz ve cinler için yaratılmıştır. Soğuk yerlerde insanlar, sıcak yerlerde cinler yaşar. Her şey bizim için yaratılmıştır. Kâinatı bu gözle inceleyen ilme de “hikmet ilimleri” denir.  

السَّحَابَ (ElSaXABa)  “Sehabı/bulutları”

İnşa eden Allah’tır. İnşa edilen bulutlardır. Bulut ince su damlacıklarıdır. Suyun yoğunluğu normal derecede havadan çok ağırdır. Ancak buharlaştıktan sonra havadan hafiftir. Onun için havaya doğru yükselir. Belli sıcaklıkta hava ile eşleşir. Cisimlerin özellikleri vardır. Birbirini çeker ve iterler. Ancak yarım enerjilik çekimde istikametini değiştirir. Çekilen itilene dönüşür.

Su molekülleri baştan birbirini iterler. Çünkü aynı yüke sahiptirler. Ama belli mesafelerde birbirine yaklaşınca itmeye başlar. Böylece bulut oluşur. On kilometrenin üstüne çıkmaz. Çünkü itmeden dolayı oluşmuş hacmin kaldırma kuvveti o kadardır. Yani bulut demek elektrik yüklü parçacıkların çevresinde oluşan su damlacıklarıdır.

Bu husus deneyle sabit olmaktadır. Sis odaları vardır. Şeffaftır. Elektriğin düştüğü zaman beyaz bir parçacık olup gözle görünür. Bu sayede avagadro sayısı diye bilinen moleküllerin sayıları bulunmuştur. Demek ki şimşek ve yıldırım olmadan bulut olmaz. Ses olmadan da bulutun oluşmayacağı henüz ortaya konmamıştır. Ancak bu âyet onu ifade eder.

Gelecekte gök gürültüsünün doğaya ne yararı olacağı bilinecektir. Yeni mantarların gürlemeden sonra oluştukları köylülerce beyan edilmektedir.

الثِّقَالَ (elÇıQALa)  “Ağırlığı taşıyan.”

Sıkl” ağırlığı bastırmak için konmuş taşlardır. İlk insanlar rüzgara karşı çadırlarını korumak için kullanmış olabilirler. Üzüm sıkmaların üstüne konan ağır taşlara sıkl denmektedir. Sikal, kıtal vezni üzere masdar olabilir, cibal vezni üzere cem olabilir, kitab vezni üzere ismi mef’ul anlamında sıfatı müşebbehe olabilir. Sehabın sıfatıdır.

Orta sıcaklıkta bunlar gökte asılı kalırlar. Sonra hava soğuyunca ağırlaşırlar ve yağmura, kara dönüşürler. Bu yağmur yüklü bulutların gök gürlemesiyle, şimşekle yahut yıldırımla oluşturulduğunu ifade etmektedir. Maddeler belli sıcaklığa erişince çekirdekten koparlar. Birbirini itmesi nedeniyle çevreye saçılırlar. Ama karşı iyonlar oluşacağı için birbirinden uzaklaşamazlar. Yayılmış parçacıklar hâlinde havada yüzerler. Yükler eşit olmazlar. Sonunda şimşek veya yıldırıma dönüşürler.  

وَيُسَبِّحُ  (Va YuSabBıXu)  “Ve tesbih eder.”

Sebeha” demek, yüzmek veya uçmak anlamındadır. “Sehab” ile akrabadır. Her biri Allah’ın onlara verdiği görevleri yerine getirerek kâinatın düzenini korurlar.

Ay, güneş ve yer bir felek içinde sebh ediyorlar.

Tesbih etmek” demek, başkalarını yüzdürmek olur. Yani başkalarını yörünge içinde hareket ettirmek demektir. Tesbih etmek demek, varlıkların yüklendikleri görevleri yerine getirmesi demektir. Canlı cansız her şey Allah’ı tesbih eder. Çünkü tüm kâinatın düzeni onların yaptığı işlerle kurulmuştur. Burada canlı cansız her şeyin Allah’ı hamd ile tesbih ettiğini buyurmaktadır. Yüsebbihu, yünşiu’ya atfedilmiştir.

İnşa etmek demek, doğa kanunları ile atomları yaratmak ve hızları dağıtmaktır.

Tesbih etmek demek, bunların işe yarayacak şekilde geldikten sonra görevlerini yerine getirmeleridir.

الرَّعْدُ (RaGDu)  “Gürleme”

Şimdi çıkan gök gürültüsü ne işe yarar?

Onu tam olarak bilmiyoruz. Ama yeryüzünü seslerle düzenlediğini biliyoruz. Doğada mevcut DNA zincirleri ile 01 elektronik devreler bazen çalışmaz olurlar. Canlıların çıkardığı sesler bu tıkanıklığı giderir. Cırcır böceği bunun için öter durur. İnsanlar da bu amaçla tesbih ederler, kendi bedenlerindeki tıkanıklıkları giderirler.

Gürlemeden çıkan sesin yeryüzündeki fonksiyonunu ilmen henüz bilmiyoruz. Gelecek asırlar bunları keşfedince Kur’an’ın mucizesine bir sahife daha ekleyeceklerdir.

بِحَمْدِهِ (Bi XaMDıHIy)  “Hamdi ile”

Türkçede tarikatların yaptığı tekrar ederek Allah’ın isimlerini söylemeye zikir diyorlar. Kur’an zikri bu mânâda kullanmaz, hattâ hafız anlamında da kullanmaz. Anlama mânâsında kullanır. Tarikatların yaptığı virdlere Kur’an tesbih kelimesini kullanmaktadır.

Ra’dın tesbihinden anlıyoruz ki tesbih denk belli sesleri çıkarmadır. Tesbih, çokça harekete geçme mânâsında olabilir. O zaman devamlı mesela Allah mânâsında olur. Doğada çıkan gürleme sesi de böylece Allah’ı tesbih etmektir. Tesbih rezonanslı seslerin çıkması demektir. Allah dediğim zaman öyle titreşim yapar ki benim kılcal damarlarım açılır. Beynimde dolanan sinir hücrelerinin dendritleri normal hâl alır. Gürleme de böyle bir ses çıkarır. Yeryüzü ile rezonans hâlindedir. Böylece onların birleşmesine sebep olabilir.

İşte tef’il bâbı bunu ifade eder. Belki de bu sayede zelzele için birikmiş olan enerji bu gürleme sesi ile söndürülmektedir. Yeryüzü böylece zelzeleden korunmaktadır. Gökten gelen yaşları mahfuz gök koruduğu gibi yerden geleni de ra’d yani gürültü korumaktadır.

Tesbih etmek, kendi varlığı için harekettir. Hamd ile tesbih etmek ise başkalarına da temiz hava götürme olur. İşte eğer sizin yaptığınız kânatın ve yeryüzünün doğa dengesine hizmet ediyorsa siz hamd etmiş olursunuz demektir. Biz buna çıkar beraberliği diyoruz. Kendimizin çıkarı için iş yapıyoruz ama topluluğun da çıkarı olmaktadır. O zaman hamd ile tesbih etmiş oldunuz.

وَالْمَلَائِكَةُ (Va eLMaLAEiKaTu)  “ Ve melekler de  tesbih ediyorlar.”

Burada fiil hazf olmuştur. “Tusebbihu el-Melaikete” olması gerekir. Burada şuurlu kimselerin de bu işi yaptığını belirtilmiştir. Yalnız bulutlar değil, tüm varlıklar tesbih etmektedir, hem de birlikte tesbih etmektedir. Birbirlerini tamamlamaktadır. Onun için tesbih kelimesinden bahsedilmiştir.

مِنْ خِيفَتِهِ (MiN PiFaTıHIy)  “Hîfesinden”

“Bi Hamdihi” ve “Min Hifetihi”.

“Bi” ile “Min”  her ikisi ibtidai gaye içindir. Yani sınırın başlangıcı içindir.

“Min”de ne başlangıcın olmaya ne de olayın başlangıca tesiri yoktur. Sadece sınırı belirler. Teb’iz için gelir, yani bir kısmından anlamındaki burada o husus yoktur. Ya da tebyini cins için gelir. Hîfeden oluşmuş bir tesbih demektir.

Melekler isyan etmezler. Dolayısıyla cezalandırılmaları söz konusu değildir. O halde hîfeleri nedir? Haseneden mahrum oluruz, daha az sevap alırız diye endişe ederler. Dolayısıyla bu suretle Allah’ı tesbih ederler, yani O’nun verdiği işleri yaparlar demektir.

“Bi” ile getirdiğimizde hamdın tesbihe etkisi vardır. Hamd tesbihe sebep olmaktadır. Yahut tesbihin âleti olmaktadır. Yahut zarf olabilir. Hamdın içinde Allah’ı tesbih eder olur.

Burada gürlemenin canlılar için de insanlar için de görevleri vardır demektir.

Ra’dın fail olması hamdın ra’d tarafından olduğunu ifade etmez. Bizim hamd etmemiz için ra’d tesbih eder. Çünkü hamdın faili mahzuftur. Bunun anlamı şudur ki, gürleme bizim hamd etmemize sebep olmaktadır. Yukarıda gürlemenin canlıların hayat bulması için zelzeleleri önlemiş olması gibi nimetine ulaşmamız gerekmektedir.

Burada yaşanmış bir olayı nakletmede yarar vardır.

Akevler’de ilk bloğu yaptık. Kentin dışında tek başına bir bina idi. Betonu layıkıyla dökmüş, 320 metrekareye oturan dokuz kat bina yapmıştık. Rüzgar estiğinde, kapılar açılıp kapandığında son derece gergin ses çıkıyordu. Bina adeta tınlıyordu. Çatıda mescidimiz vardı, ben de en altta yatıyordum. Bir gün baktım derinden bir ses var, bina da o sese uyuyordu. Çatıda Uşşakiler cehri zikir yapıyorlardı. Onlar sekiz kat yukarıda koro hâlinde “Allah” dedikçe tüm bina da “Allah” diyordu. Birkaç hafta sonra binada çınlama ve tınlama sesleri kesildi. Artık gerginlikler sona ermiş, bina oturmuş ve sağlamlaşmıştı.

İşte tesbih böylece betondan binaları bile yerine oturtmaktadır.

Bunun tam tersini de hatırlayalım. Ankara’da stadyum yapılmış, gece aletlerle müzik konseri verilmiştir. Gece bomboş iken havalandırmaların rezonansı ile bina yıkılmıştır. Çünkü o müzik germeleri azaltmamış, tam tersine artırmış ve sonra da yapı paramparça olmuştur.

Burada iki tesbihten bahsedilmektedir. Biri eşyanın tesbihinden, diğeri de akıl sahibi meleklerin tesbihinden bahsedilmektedir. Kıyas yoluyla cennette de insanlar Allah’ı tesbih edeceklerdir. Onlar da sevaptan kaybedeceğiz diye hîfet edeceklerdir.

وَيُرْسِلُ الصَّوَاعِقَ (Va YuRSiLu elÖaVAGıQa)  “Saıkaları irsal eder.”

Saıka” yıldırım demektir. Berki irae eder. Sehabı inşa eder, ra’d  ve melekler tesbih ederler, savaıkı da irsal eder.

Varlıkların içinde bir kısmı yapıcıdır, bir kısmı ise yıkıcıdır. Bu âlem fena âlemdir, ölümlü âlemdir, yakılması yok edilmesi gereken âlemdir. Doğal âfetler vardır. Bunların başında yangın gelmektedir. İnsanların olmadığı bir dünyada yangının kaynağı yıldırımdır. Böylece yaşlanmış ve kurumuş ormanlar yanar, yerine yenileri biter. Bunun yanında Amerika’da büyük rüzgar hortumları vardır. Doğuda ise deniz dalgaları vardır. Zelzeleler vardır. Bulaşıcı hastalıklar vardır. Burada bunlardan bir tanesi olan yıldırımı anlatmaktadır.

Saıka” elektrik yüklü bulutların elektriğini yere boşaltmasıdır. Çok büyük elektrik gücüne sahiptir. Bir yıldırımdaki enerji İstanbul’u bir gecede sabaha kadar aydınlatacak güçtedir. Yarın insanlar bulut santrallerini kurabilirler. Bulutlar patlamadan yeri şarj edebilirler. Aslında bugün bu olmaktadır. Paratonerler elektriği yere boşaltmaktadır. Ondan şimdilik yararlanamıyoruz. Ama ileride yararlanabiliriz.

فَيُصِيبُ بِهَا (Fa YUvÖıBu BiHAv)  “Onu isabet ettirir.”

Buradaki zamir saıkalara gitmektedir, çoğuldur. Müennes zamiri gelir. İnsan çoğulunda zamir müzekker olur. Kadınların çoğulu olsa da müzekker olur. Eşya çoğulunda zamir müennes olur. Burada savaıkanın çoğuludur ama zamir yine müennes gelmiştir. Çünkü müennesliği lafzîdir.

İsabet ettirir, çarpar demektir. Musibet ulaşır demektir.

Sayıb kelimesi de musibet anlamında sıfatı müşebbehedir.

مَنْ يَشَاءُ (MaN YaŞAyEu)  “Meşiet ettiğine.”

Burada “hu” zamiri hazf olmuştur. Aslında zahiren dileyene isabet ettirir şeklindedir. Yani kim bana musibet isabet etsin diyorsa ona isabet ettirir. Yani küfürde ve isyanda ısrar ederse Allah ona yıldırımı isabet ettirir.

Buradaki meşiet kabih fiillerden kinayedir. Bununla beraber zamiri muttasıllar da hazf olur. “Men Yeşaullahu” olsaydı, o zaman oradaki zamirin hazfı daha bâriz olurdu.

Burada hem Allah’ın hem de “men”e raci zamirin hazf olduğunu kabul edersek, Allah kime isterse anlamı çıkar. O zaman “Men Yeşau” bir deyimdir. Onun için zamir hazf olmuştur. Deyimler artık kalıplaşır ve onda değişiklik yapılmaz. “Men Yeşau” kelimesi de böyledir. Acaba “Men Yeşau” geçen yerlerde ne kastedilmektedir?

Allah kâinatı var etmiş ve melek, cin ve insanları kendisine halife yaparak işleri onlara yaptırmaktadır. Bazı konularda ise kararı kendisine bırakmaktadır. Filana yıldırım çarpsın kararı bizzat Allah’ın kendisinin iradesine bağlıdır. O hususta karar alma yetkisini başkasına vermemektedir. Âhirette de kimin cennete kimin cehenneme gideceğine sonunda kendisi irade etmektedir. Böylece bu âyetten anlaşılmaktadır ki, topluluğa isabet eden veya kişiye isabet eden beklenmedik haller Allah’ın iradesiyle olmaktadır. Biz değil melekler de bilmemektedir.

Örnek olarak bazı gelişmeleri ele alalım.  

1960’larda Türkiye Müslümanları harekete geçtiler, İslâmî düzenin Türkiye’ye gelmesi için teşkilatlanmaya başladılar. Daha önce de Risale-i Nur şakirtleri, Süleyman Tunahan şakirtleri, kaçak da olsa medrese tahsilini sürdüren din adamları, kaçak da olsa zikreden tarikat ehlinin istedikleri İslâm düzeni idi. Ancak bunlar hiçbir organizasyon içinde değildi. Hepsi dağınık ve illegal çalışıyordu. İlim Yayma Cemiyeti vardı; işi camileri tamirden ibaretti. İzmir Kestanepazarı Derneği vardı; işi mollalar yetiştirmekten ibaretti.

1970’lerde önce Akevler (1967) bir kooperatif kurarak legal olarak İslâm düzenini getirmeyi hedeflemiştir. Diyeceksiniz ki, İslâm düzeni yasak değil miydi? Hem legal diyorsunuz, hem de İslâm düzeni diyorsunuz! Cevaben deriz ki:

Türkiye’de yasak olan İslâm fikriyatı değildir, İslâm düzeni de değildir. Yasak olan dinî hissiyatın ve mukaddes tanınan şeylerin istismar edilip kötüye kullanılmasıdır. Biz ise İslâm fikriyatını ve İslâm düzenini savunuyorduk. İslâm düzeni de barış düzeni demektir, lâiklik demektir. İslâm fikriyatı ise müsbet ilme dayanarak muasır medeniyetin fevkine çıkmaktır. Biz bunlara dayandık. Böyle olduğu içindir ki Akevler yöneticileri bir gün dahi lâikliğe aykırı hareketlerinden mahkum olmamışlardır. Akevler’in başlattığı bu legal çalışma Milli Görüşçüler tarafından benimsendi. Risale-i Nur şakirtleri tarafından benimsendi. Sonra holdingler kuruldu. “Adil Düzen” ortaya çıktı…

Bugün nereye geldik?

İslâm düzenini getirmek isteyenler bugün iktidar oldular.

Din olarak Türkiye’de ve dünyada organize oldular.

Siyaset olarak senelerdir hep organize oldular.

Ekonomide de halk ekonomisi yaygınlaştı.

O halde başardık mı?

Hayır!

Çünkü bunların hepsi başarılarını zalim düzende elde ettiler. Nasıl Hıristiyanlık zalim düzende yayıldıysa, bugün de biz zalim düzen içinde zafer kazandık.

İnsanlık Kur’an düzenini beklemektedir.

AK Parti bunun için yıkılacak ve yok olacaktır. Çünkü “Adil Düzen”i getirmekle değil de, “zalim düzen” içinde adalet yapmak istiyor. Allah zalim düzen içinde adalet yaptırmaz.

Ancak bu ne zaman olacak, işte onu bizim bilmemiz mümkün değildir. Çünkü Allah’ın meşietine bağlıdır. Bu sebepledir ki tahminlerin hiçbirisi tutmamaktadır. Tam kapatılırken asker imdada yetişiyor. İşte “Men Yeşau”nun mânâsı budur.

وَهُمْ يُجَادِلُونَ فِي اللَّهِ (Va HuM YuCADiLUvNa Fıy elLAHi)  

“Onlar Allah hakkında mücadele ederken.”

Buradaki “Va” harfi hâl vavıdır; “Yürsilü”nün hâlidir. Onlar Allah hakkında mücadele ederken Allah da savaikı gönderir. Yahut da “Men”in hâlidir; zamir “Men”dekilere racidir.

Onlar cidal yapıyorlar.

Kimlerle cidal yapıyorlar?

Aralarında cidal yapıyorlar.

Bugün onlar iki gruptadırlar.

Gruplardan biri Allah’a inanmayı, ibadet etmeyi ilkellik kabul eden gruptur. Bunlar müşriktirler.

İkinci grup Allah’a ibadet etmeyi, İslâm ahlâkı üzerinde olmayı kabul ediyorlar ama onlar da dünya işerine Allah’ı karıştırmıyorlar. Kendileri Allah’tan iyi bildiklerini kabul edip Kur’an’a bakmıyorlar bile. Mücadeleleri İslâm düzenini getirme yolunda değildir, İslâm ahlâkının meşru olup olmadığı hususundadır. Bu konuda zinayı kutsileştirme, faizi meşrulaştırma gibi bir gaflet de göstermektedirler.

İşte onlar kendi aralarında Allah hakkında mücadele ediyorlar; Allah’ı nereye kadar sürgün edelim diyorlar. Yani Allah’ın sürgün edilmesinde ittifak hâlindedirler. Uzaklaştırma mesafesi ne olsun üzerinde tartışmaktadırlar…

İşte yıldırım böyle bir zamanda gelip onları helâk eder.

Bu ikinci grup ehli kitap grubudur.

Biz ne diyoruz?

Biz diyoruz ki:

İnsanların kendi yaşamalarına ve ibadetlerine devlet karışmaz, kamu karışmaz. Düzen ise anlaşmalarla ve sözleşmelerle oluşur. Bizi anlaştıracak olan da müsbet ilimdir. Evrensel hukuk varsayımlarıdır. O da her söze kulak vermekle elde edilir. Biz size Kur’an’ın her dediğini yapın demiyoruz. Bırakın biz Kur’an’ı serbestçe okuyalım ve öğrenelim. Yasaklamalar koymayın. Bırakın biz size zarar vermeyen işlerde istediğimizi yapalım. Bir de, siz Kur’an’ın ne dediğini öğrenin; yapmayın ama ne dediğini bilin diyoruz. Biz de sizin dediklerinizi bilelim. Başka türlü birlikte yaşayamayız. Ortak dil ortak düşüncelerle oluşur.

وَهُوَ شَدِيدُ الْمِحَالِ (Va HuVa ŞaDIyDu eLMıXALı)  

“O mihali şedid olandır.”

Mihal” kelimesinde ihtilaf olunmaktadır. “HVL”den mi, yoksa “MHL”den midir?

Bunun için “M” ile başlayan kelimeleri sıralayalım: مأجوج مئة مريم متي مائدة “Me’cuc” kelimesi “ECC”den gelmektedir. “Miet” kelimesi “EVY”den gelmektedir. “Meryem” kelimesi “RVM”den gelmektedir. “Maide” ise MYD”den gelmektedir.

Bunları devre dışı bırakırsak, boğaz harfleri ile başlayan:

 (مهد مهل محل محص محن محو معز معي مواخرمخض 10) on tanedir. (2+2+4+2+2) Eğer “mıhal”i buraya almazsak ikili sitem bozulur.

Arka kameriyeler (مجد مكث مكر مكك مكن مكاء مقت 8مجوس) Sekiz tanedir. ((1+5)+2) şeklinde yer almıştır. On tanedir.

İllet harfleri sekizdir ( موت موسى مورمول موج موه  ميد ميز مير ميل 10) (4+4) şeklinde dağılmıştır.

Orta harfler (مدين مدد مزق مزن مضغ مضي مط مطومسح مسخ مسد مسس مسك مسي مشج مشي مصر مثل متع متن 20) Yirmidir. (2+2+2+2+6+2+2+2)

Orta titrekler ( مرء  مرج مرح  ماروت  مرد  مرر  مرض  مري

ملء  ملح  ملق  ملك  ملل  ملي  منع  منن  مني  مناة 18) (8+6+4) olarak dağılmıştır.

Burada görülüyor ki, dağılma üçlü değil ikilidir. O halde “Mihal”in kökü “MXL”dir.

Mihal” fial vezni üzeredir. İf’al bâbının masdarı olabilir, kıtale benzer. Sıfatı müşebbehe olabilir, kitab vezni üzere olur. Cem olabilir, cibal gibi olur.

Mehl” kelimesinin kökü ise hile anlamındadır. Kur’an’da hile kelimesi yoktur. Yerine keyd ve mekr geçmektedir. Mekr ve keyd yapmak, karşı tarafı tuzağa düşürmektir. Mehl ise serbest bırakıp birden düşürmektir.

Türklerin savaş taktiği, sağ ve sol cenahları çok sağlam tutup orta cenahı gevşetmek ve geri çekilmektir. Düşman yol aldıktan sonra sağ ve sol kanatlarla arkadan kuşatıp esir almak veya imha etmektir. Savaş öyle bir yerde başlatılır ki kenarlarında savunma kolay olsun.

Bu savunma savaşları için son derece başarılı bir taktiktir.

İşte bu savaş taktiğine “mehl” denir. Bu taktiğin sahibi komutana “mihal” denebilir.

Saıkanın inişi böyledir. Beklenmedik zamanda vurmasıdır.

Türkler istilacı bir topluluk değildir. Ama kendilerine saldırılınca şiddetli bir şekilde savunurlar ve sonunda saldıranlar çekilir, topraklar onlara kalır. Biz İstiklâl Savaşı’mızı Yunanistan’da yapmadık, Türkiye’de yaptık. Biz Malazgirt Meydan Savaşı’nı Anadolu’da yapmadık, Van’da yaptık. Bu mehldir; bunu yapanlar da mihaldir.

Bu ifadenin buraya getirilmesinin sebebi, Allah mühlet vermektedir, onların kötülük yapmalarına izin vermektedir. Böylece cepheden geri çekilmektedir. Sağ ve sol cenahta ise “Adil Düzen”i hazırlamaktadır. Günü gelince arkaları kesilecektir. Sol cenahtan gelenler kesecektir. Onlar birbirlerini yedikten sonra yeryüzü Adil Düzen Çalışanlarına kalacaktır.

لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّ (LaHUv DaGVaTu elXaqQı)  

“Hakkın daveti onadır.”

Sûrenin başında “sana hak inzâl olundu” denmişti. Orda geçen kelimeler sûre ilerledikçe izah edilmektedir. “Hakk’ın daveti onadır” deniyor. “El-Hak”la buradaki âyet ve başlangıçtaki âyetle alâka kurulmaktadır. Orada hak Kur’an için kullanılmıştır. Ama Kur’an’ın lafzı veya kitabeti değil, getirdiği ahkâmdır.

Şimdi Türkiye’nin durumuna gelelim.

Osmanlı İmparatorluğu çökmeye başladığı zaman, İslâm âlemi de dünyada çöküyordu. İslâm devletleri Batılı istilacıların eline geçiyordu. Tüm dünya Müslümanları Türkiye’den ümit bekliyordu. Türkiye ise kendi derdine düşmüştü.

O dönemde dört düşünce hakim olmuştu:

  1. Osmanlıcılar. Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşatabilmemiz için İslâmcılıktan ve Türkçülükten vazgeçmeli, sadece tarafsız adil bir Osmanlı devletini kurmalıyız. Bu görüş cumhuriyetten sonra da devam etmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi buna sahip çıkmıştır. Bu parti hâlen cumhuriyetçidir. Osmanlıcılıkla cumhuriyetçilik arasında bir fark yoktur. Sadece adı ve şekli değişmiştir.
  2. Türkçüler. İslâm âlemi artık kendisini savunamaz durumdadır. Biz Türkler bir araya gelerek güçlü ulus oluşturmalıyız. Dine veya şeriata değil, dile dayanan bir ulus oluşturmalıyız. Bu görüş cumhuriyet döneminde Türk Ocakları ile devam etmiş, bugün Milliyetçi Hareket Partisi buna sahip çıkmaktadır. Bugün sözde de olsa bağımsızlığını kazanan Türk devletleriyle yakından ilişki kurmaktadırlar.
  3. Batıcılar ise artık Batı’nın dışında bağımsız yaşamak mümkün değildir. Her şeyimizle Batı’ya teslim olup Batılılaşmalıyız. Böylece yaşama imkanını buluruz. Bu görüş Jön Türklerin görüşüdür, İttihat ve Terakki’nin görüşüdür. Bugün bu görüş Demokrat Parti ve onu izleyen DYP’nin görüşüdür.
  4. İslâmcılar ise diğer azınlıklardan ayrı olarak Müslümanlar birleşmelidir, Hıristiyanlara karşı ortak cephe oluşturmalıdır diyorlardı. Bugün bu görüşü Millî Görüşçüler savunmaktadır.

Bunların hepsi hak değildir.

Peki, hak nedir, hakikat nedir?

Hak “Adil Düzen” görüşüdür.

Türkiye Devleti bütün bu görüşleri içerecektir. Ama gaye insanlık içinde bağımsız Türkiye olmadır. Mustafa Kemal’in görüşü buna yakındır. Türkiye Cumhuriyeti yaşayacaktır. Ama kendisine özgü ulusu ve ülkesiyle yaşayacaktır. Ulus dile ve toprağa dayanır. Mustafa Kemal ‘Türküm’ demeyi ve İslâm soyundan gelmeyi de ekledi.

Bizim için ulus demek; dili, sanatı, örfü ve tekniği olan topluluktur. Devlet ulusun vatana sahip olması ile oluşur. Hak olan “Adil Düzen”dir.

Adil Düzen”in ne olduğunu anlamak için “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” kitabımızı okumanız gerekmektedir.  

Hakkın daveti” ne demektir?

Hak bizi bir yere dâvet etmektedir. O da kitabı indiren Allah’a dâvet etmektir. Hak müsbet ilimle ortaya çıkar. Müsbet ilmin ortaya koyduğu haktır. O da bizi Kâinatı var edene götürmektedir. Buraya niye geldik? O’na gitmek, O’na ulaşmak için geldik. Biz bu dünyaya gelmeden önce hamdık. O’nun huzuruna çıkacak güçte değildik. Buraya geldik, piştik, eğitildik, şimdi O’na gideceğiz...  

وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ (Ve elLaÜIyNa YaDGUNa MiN DUvNıHIy)  

“O’nun dununda olana dua eden kimseler.”

“Lehu”daki “hu” zamiri “Şedidu’l-mihal” olana racidir. Yani ondan başka sistemde, ondan başka düzende çözüm arayanlar kimlerdir, nereleri arıyorlar?

ABD veya AB veya Rusya veya Çin’de koruma arayanlar, yahut Hıristiyanlarda veya Müslümanlarda kurtuluşu arayanlar. Kapitalizm, sosyalizm, liberalizm, faşizm gibi beşeri hayallerde arıyorlarsa, bunlar onun dışında yerlerde arıyorlar demektir.

Peki, Hak nerede aranacak?

Son kitap olan Kur’an’ın diğer kitaplarla birlide çağımızda ulaşılan müsbet ilimlerle ortaya konan düzendir. Bunun adı “Adil Düzen”dir.

Hakkı bulmanın yolları şunlardır:

  1. Her söze kulak verilecek. Bu nasıl sağlanacak? Bir diller sitesi kurulacak. On bin aile yerleştirilecek. Her on aile on dairelik bir katta yerleştirilerek ailece dünyanın bütün dilleri korunacak. Bu kattaki aşiret tarafından ilimler kendi dillerinden Arapçaya, Arapçadan da kendi dillerine çevrilecek. Sonra Arapçada ortak görüşler aktarılacak. İlimler sekiz yüzlüye göre tasnif edilecek.  
  2. Sonra bu ilimlerden 600 sahifelik ortak ilmî metin oluşturulacak. Bu metin her yıl güncelleştirilecek. Bu ortak metin yarışma yoluyla oluşturulacak. İsteyen katılacak. Sıralanacak. Telifte birinci olanla takdirde birinci olanlar bir baş telifçi seçerek ortak metin hazırlayacaklar. Bu 600 sahife olacak. Kur’an büyüklüğünde olacak. Bu en ahseni kabul edilecek. Sonra yüz ilimlik için 600’ar sahife metin hazırlanacak. Bunlar da yarışma ile hazırlanacak. Doktoralar burada geçen kelimeler üzerinde yapılacak. Metin ve şerhler bilinmiş kabul edilerek araştırmalar yapılacak. Ayrıca lugat ve istatistik kitaplarında mevcut olan bilgiler yerleştirilecek. Google’ın yaptığı tipte bir internet sitesi oluşacak. Yeryüzünde ona yakın ilmî ekol olacak. Bu ekollerin külliyatı olacak.
  3. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları bucaklarda, il merkez bucaklarında, ülke merkez bucaklarında ve insanlık merkez bucağında Mekke’de ilmî faaliyetlerle oluşacak. Halk istediği ekole katılacak. Katıldığı ekollerin içtihatlarına göre ilzam olunacak. Yani içtihat, icma, istişare ve hakemlik kararların kaynağı olacak.  
  4. İnsanlar barış içinde yaşayacaklar. Nizalar hakemler tarafından halledilecek. Hukuk düzenleri bucaklarda oluşacak. İç güvenlik illerde kurulacak, ülke savunması devletler tarafından yapılacak. Demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzeni dünyaya hakim olacak. Yani şeriat, İslâm, adil ve hakka dayalı bir ahkâm düzeni olacaktır. Hak budur. Adil devlet demek, faizsiz kredi ile herkesin sermayeye sahip olması demektir. Hak devleti demek, herkesin yeryüzündeki kiradan geçinmesi demektir.

لَا يَسْتَجِيبُونَ لَهُمْ بِشَيْءٍ (Lav YaSTaCıYBuNa LaHuM BiŞeYEin)

“Onlara bir şeyle cevap vermezler”

İslâm düzeni dışında, yani demokratik, lâik, liberal ve soysal hukuk düzeni dışında yol arayıp sosyalist, kapitalist, nasyonalist, anarşist olanlar ellerine bir şey geçiremeyeceklerdir. İnsanlık hakka dayalı düzeni oluşturmadıkça uçuruma gider ve yuvarlanır. Sadece çevre kirliliği onları helâke götürmeye yeterlidir. Çevre kirliliği neslin dejenerasyonu, soykırımı yapan silahlanma ve mafyalar, sadece insanlığı değil, tüm canlı âlemini de mezara göndermektedir. Sömüren tekel sistem insanlık için ölümden başka bir şey getirmez. Sömüren ister sermaye ister siyaset olsun, ister uluslararası ister ulusal sömürü sermayesi olsun, bir şey değişmez. “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” içinde anlatılanların dışında gidilecek bir yol yoktur, bir çare yoktur. Ölüler konuşmaz, konuşamaz...

إِلَّا كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ (EilLAv Ka BAvSıTı KefFaYHı)  

“Ellerini best edenler gibi.”

Canlıların en çok sıkıntı çektikleri konu sulardır. Hayvanlar dört ayak üzerindedirler, suya ağızlarını batırarak suyu içerler. İnsanlar ise iki ayakları üzerindedirler. Akar suya başlarını uzatıp su içemezler. Bunun için çeşitli su kapları geliştirmişlerdir.

Ama köylerde, kırlarda dolaşırken çoğu zaman yanında bir kap bulunmaz, avuç içinde su doldurup ağıza götürülür ve içilir. Ne var ki insanın avucu bu suyu tutacak şekilde yaratılmamıştır. Daha ağıza götürmeden su parmaklar arasından boşanır. Allah insanın avuçlarını öyle yaratmıştır ki insanlar su tasları icad etsinler.

Daha ilk zamanlarda büyük yapraklardan kap yaptılar ve su içtiler. Sonra kabak çevresini kap olarak kullandılar. Ağaçlar yonttular. Seramik pişirdiler, taşları oydular. Güğümleri ve tasları yaptılar. Şimdi çeşmelerden ve sürahilerden bardakla içiyorlar. Boruları döşediler. İnsanlar bütün bunları ellerinin parmakları arasından suyun dışarıya akması sebebiyle başardılar. İnsan zayıf ve cahil yaratıldı ama sonra öğretildi.

إِلَى الْمَاءِ (EiLay eLMAyEi)  “Ma’a/suya”

Ellerini suya uzatmaktadır. Akar sularda, göllerde sular böyle içilmek istenmiştir. Bununla su içmeyi başaramayınca, kamıştan borularla suyu içebilmişlerdir.

Su insan hayatı için temel maddedir. Vücudun yüzde doksanından fazlası sudur.

Su en hafif element olan hidrojenden iki ve sekizinci element olan oksijenin birleşmesinden oluşur. Helyumdan sonra 1) lityum, 2) berilyum, 3) bor, 4) karbon, 5) azot, 6) oksijen ile hidrojenin birleşmesinden oluşur. Eksi 2 değerlidir. Flor bir değerlidir. Azot da tek değerlidir. Bunlar en hafif elementlerdir. Hayat bunun üzerinde kurulmuştur. Organik maddelerin çoğunu eritir. Bu sebeple temizleyicidir de.

Su hayat kaynağı olarak tanımlandığı gibi gökten gelen vahiy da suya benzetilir. Çünkü yağmur gibi o da insan zekâsını sular ve uygarlıklar doğurur.

Bugün yeryüzünde dört büyük uygarlık vardır. Hıristiyanlık, İslâmiyet, Brahmanizm ve Budizm. Tevrat uygarlık yaratmamıştır, çünkü İsrail oğullarından olmayanlar o dine alınmamaktadırlar.

لِيَبْلُغَ فَاهُ (Li YaBLuĞa FAvHu)  “Femi ona baliğ olsun diye”

Kur’an’da “efvah” ve “fahu” geçmektedir. “Fem” kökü yoktur. Aslı “fahuh” olmalıdır. Ağız suya ulaşsın diye. Ma’da olduğu gibi Fa’da da Me harfi sakıt olmuştur veya değişmiştir.

Kur’an’da kural dışı değişmelerin olduğu çok az kelime vardır. Aslı “FVH”dir. Fem olarak söylenmektedir. Dillerde böyle dönüşmeler mevcuttur. Kur’an bu dönüşmeye de bir misal vermektedir.

وَمَا هُوَ بِبَالِغِهِ (Va MAv HuVa Bi BaLiĞıHi)  “O ona ulaşmaz.”

Burada zamirler kişiye ve ağza veya ağza ve kişiye gitmektedir.

Kişi suya baliğ olamaz. Ağız suya baliğ olamaz. Su kişiye ulaşamaz yahut su ağıza ulaşamaz. “Huve” ile “hi” değişik yerlere gönderilerek bu manalar elde edilir.

Müsbet ilmin aracılığı ile Kur’an’a ulaşıp ondan gerekli talimatı almadıkça su içmek mümkün değildir. O halde Avrupa’nın veya ABD’nin arkasından koşanlar serap peşinde koşuyorlar.

Yapacağımız nedir?

Beşeriyetin ortak malı olan müsbet ilmi sonuna kadar öğrenip geliştirmek. Yine beşeriyete ait olan ilâhi kitapların tamamını öğrenip onlarla insanlığa Allah’ın yolunu tesbit edip insanlığı barış düzenine götürmeliyiz.

Bu arada solcuların Marx’ına ne diyeceğiz?

Bunlara vereceğimiz cevap şudur. Biz her söze kulak veririz. En iyisini aklımızla ilmî metotlarla seçeriz. Elbette Marx’ın da bir katkısı var sayabiliriz. Ne var ki filozofların fikirleri kendi çağları için geçerli olup bugün Marksizm’in ütopik olduğu ortaya çıkmıştır. Kurun bir komünizm sitesini, kimseyi orada zorla tutmayın, görelim bakalım yeniliklerini ve biz de yararlanalım. Siz insanları zorla komünist yapıyorsunuz.

Biz İslâmî site kuralım diye Akevler’de harekete geçtik. Kanunlara uyduk. Mahkemelerde hep aklandık. Ama sizin zalim yönetiminiz elimizden kırk milyar lira değerindeki arazimizi zulümle gasbetti. Tapulu yerimizi hâlâ alamıyoruz. Sizin zulmünüzün canlı tanığı Akevler’e yaptığınız gayri kanuni zulümdür. Biz daha kuruluş merhalesinde herkes kendi sitesini kursun ve uygulasın dedik. İnsanlar oraya koşarlarsa kim ne diyecek. Bizi de serbest bırakın. Gelen olmazsa biz zorla getirecek değiliz. Hiç ümitlenmeyin. Sizin bize yaptığınız zulme Allah izin vermiştir. Çünkü bizde eksiklikler vardı. ‘Tamamlayın’ diye bize ihtar verdi. Er geç “Adil Düzen” Türkiye’ye gelecek ve Yaylabelen Akevler’in olacaktır. İstediğiniz rüşveti vermeyeceğiz. Zulme devam ediniz. AK Parti de devam etsin!

Yanlış mı söylüyorum.

Yaylabelen’in tapudaki kayıtları sizin zulmünüz delili için yeterlidir.

  1. Dört bin dönüm hudutlar belli değil diye mahkeme kararı ile 600 dönüme indirilmiştir. Tapu kaydında “hali arazi” şeklindedir.
  2. Mahkeme bunu çok görmüş, 400 dönüme indirmiş.
  3. Akevler 120 senelik tapusu ile burasını satın alıyor.
  4. Burasının orman olduğu mahkeme kararı ile sabit.
  5. Mahkeme, rüşvet vermediğimiz bir teknisyenin tamamen hilafı hakikat raporuyla orman yapıyor ve elimizden alınıyor.

Bundan sonrasını burada anlatmayacağım. Devletime zarar vermek istemiyorum.

وَمَا دُعَاءُ الْكَافِرِينَ إِلَّا فِي ضَلَالٍ(14)

(Va MAv DuGAvEu eL KaFİRIyNa eilLAav FIy WaLAvLın)

“Kâfirlerin duası dalâletindedir.”

Burada “Ve” harfi ile atfetmiştir. “Kâfirler” kelimesini tekrar etmiştir.

Burada ortaya konan genel kuraldır. Yukarıdaki, Allah’tan başkasına dua edenlerin hâline uygun durumu göstermektedir. Allah’tan başkasına dua edenlerin kıyas yoluyla dalâlet içinde olduğunu gösterir.

Buradaki incelik şudur. İnsanların birbirlerine yardım etmesi, birbirlerinden yardım istemesi yasaklanmıyor. Asla ABD’den uzaklaşın, onların yardımını istemeyin demiyor. AB’ye girmeyin de demiyor. Kur’an’ın yasakladığı, onları Kur’an’dan ve Allah’tan üstün tutmalarıdır. Yani Hak olan Kur’an’ı bırakıp onların sömürü isteklerini yerine getirmektir.

Yoksa İslâm barış dinidir. İslâm tüm insanlığa rahmettir. İslâm tüm insanları eşit seviyede görür, herkes kendisi Allah’la ilişkiyi kurar. İslâm kötülerle değil, kötülükle mücadele eder. Kötü insanların iyi olması için çalışır. Kimseye düşmanlığı yoktur. Müslümanlar herkesi sever.

Yazımızı ve konuşmamızı yine altın kurallarla bitirelim:

  1. Her söze kulak verecek, en iyisine uyacaksın.
  2. Herkesle iyilikte yardımlaşacak, kötülükte yardımlaşmayacaksın.
  3. Onlar seni sevmeseler de sen onları yani herkesi seveceksin.
  4. İnsanlar arasında hükmettiğinde, şahitlik yaptığında adaletle hükmedeceksin. Yakının da olsa seni taraflı söyletmeyecek.

İşte Kur’an düzeni budur, İslâmiyet budur.

Hıristiyanlık, Brahmanizm ve Budizm de bunları emretmiştir. Çünkü bunların hepsi kâinatı var eden Allah’ın insanlığa rahmetidir.

Üstün ırk olduğunu iddia edenler bunu ispatlasınlar. Bizden daha fazla iyilikler getirsinler. Kore’ye, Kosova’ya, Afrika’ya, Irak’a bizi çağırmasınlar.

 

 


RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
1-RAD 1-4 AYET
2497 Okunma
2-RAD 5-9 AYET
2122 Okunma
3-RAD 10-14 AYET
2541 Okunma
4-RAD 15-17 AYET
3379 Okunma
5-RAD 18-21 AYET
2308 Okunma
6-RAD 22-25 AYET
2730 Okunma
7-RAD 26-30
2031 Okunma
8-RAD 31-34
1997 Okunma
9-RAD 35-40
2009 Okunma
10-RAD 41-43
3046 Okunma

© 2024 - Akevler