İBRAHİM SURESİ TEFSİRİ(14.SURE)
Süleyman Karagülle
980 Okunma
İBRAHİM SÛRESİ 47-52.AYETLER TEFSİRİ

İBRAHİM SÛRESİ - 11. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

***

 

فَلَا تَحْسَبَنَّ اللَّهَ مُخْلِفَ وَعْدِهِ رُسُلَهُ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ (47) يَوْمَ تُبَدَّلُ الْأَرْضُ غَيْرَ الْأَرْضِ وَالسَّمَوَاتُ وَبَرَزُوا لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ (48) وَتَرَى الْمُجْرِمِينَ يَوْمَئِذٍ مُقَرَّنِينَ فِي الْأَصْفَادِ (49) سَرَابِيلُهُمْ مِنْ قَطِرَانٍ وَتَغْشَى وُجُوهَهُمُ النَّارُ (50) لِيَجْزِيَ اللَّهُ كُلَّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (51) هَذَا بَلَاغٌ لِلنَّاسِ وَلِيُنْذَرُوا بِهِ وَلِيَعْلَمُوا أَنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَلِيَذَّكَّرَ أُولُو الْأَلْبَابِ (52)

 

***

 

فَلَا تَحْسَبَنَّ اللَّهَ مُخْلِفَ وَعْدِهِ رُسُلَهُ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ (47)

Fa LAv TaXSaBanNa elLAvHa MuPLiFa VaGDiHIy RuSuLaHUv EinNa elLAvHa GaZIyZun Üü iNTıQAMın

“Allah’ın resullerine yaptığı va’dinden ihlaf edeceğini hesab etme. Allah intikamlı azizdir.”

Onların mekr yaptıklarını ve onların mekrinin Allah’ın indinde olduğunu beyan ettikten sonra, Allah’ın resullerine va’dinden rücu etmeyeceğini beyan etmektedir. Bunun aksini düşünme diyor.

Bu surede “hesab” kökü dört defa geçmektedir; ikisi hesab şeklinde, ikisi de sen hesab etme şeklindedir. Bundan önce geçen hesab etme ayetinde sen Allah’ı gafil olarak hesab etme, şimdi de Allah’ı resullere va’dinden ihlaf eder hesab etme denmektedir. Allah her şeyi bilmektedir. O’nun bilgisi dışında hiçbir olay cereyan etmemektedir, hattâ O’nun takdiri ile olmaktadır. Bütün bunları resullere yaptığı va’din yerine getirilmesi için yapmaktadır.

“Adil Düzen”i anlatırken iki düzen vardır diyoruz: Hak düzeni ve kuvvet düzeni yahut “Adil Düzen” ve zalim düzen. Allah’ın hizbi var, şeytanın hizbi var. İkisini de var eden O’dur, ikisine de görev veren O’dur. Birini peygamberler insanlara anlatmaktadır, birini de şeytan kışkırtmaktadır.  Peygamberler insanlığın yaşaması ve uygarlaşması için halka önderlik olmak üzere görevlendirilmiştir. Sonunda siz ve size tabi olanlar galip geleceklerdir diyor. Bunu vaat ediyor. Şeytanın hizbine de kuvvet uygarlıklarına da hak uygarlıklarının hatalarını hatırlatmak, engelleri kırmak için görev vermiştir. 

Uygarlaşmanın gerçekleşmesi için ömrünü doldurmuş yaşlı müesseselerin ortadan kalkması gerekir. Baharda ve yazın ağaçların yeni yapraklar çıkarabilmesi için eski yaprakların sonbahar ve kışta dökülmesi gerekir. İşte, yeni uygarlıklara yol açılması için eski uygarlıkların ortadan kalkması gerekmektedir, bu işi yapan da kuvvet uygarlıklarıdır.

Yani Allah iki takım kurmuş. Takımlardan biri insanlığın iyiliğine olan ne ise onu yapmaktadırlar, bunlar yapıcıdırlar. Diğer takımın işi ise insanlık için kötü ne ise onlar da onu ortadan kaldırmaktadırlar. Bir arsa üzerinde yeni bina yapmak istediğinizde önce yıkıcıları çağırırsınız, onlar yıkım yaparlar. Sonra yapıcı ustaları çağırırsınız, onlar da yenisini yaparlar. İnsanlık da böyledir. Bin senede bir uygarlık yenilenir. Önce yapıcı peygamber karnı (nesli) gelir ve yapıyı kurarlar, yeni topluluk doğar, gelişir, olgunlaşır ve yeryüzünü imar ederler. Zamanla bunlar da yaşlanırlar. Artık yeni uygarlığın gelmesi zamanı gelmiştir. Bu eski uygarlığı ortadan kaldırmak üzere kuvvet uygarlıkları görevli kılınır, onlar yaşlanmış işe yaramaz sosyal yapıyı yıkarlar, ortadan kaldırırlar, sonra peygamberlerin izinden gidenler ileri yeni uygarlıklar kurarlar. Yıkım yapılırken Allah peygamberlere demiştir ki; üzülmeyin, sıkılmayın, ben va’dimi yerine getireceğim, yeni uygarlık kuracağım.

Yirminci asır böyle bir asırdır. Dünyada peygamberlerin izinden giden binlerce yıllık uygarlıklar ve kapitalizm, sosyalizm, nasyonalizm gibi ideolojiler yaşlanmış uygarlıkları bir bir ortadan kaldırmışlardır. Yirmibirinci yüzyılda yani şimdi de Allah’ın vaadi gerçekleşiyor. Sosyalizm ve kapitalizm çökmekte, yerine “ADİL DÜZEN” gelmektedir.

Henüz gelmemiştir, henüz işin başındayız ama gelecektir.

Allah her mümine diyor ki; sen Allah’ın resullerine vaat ettiğinden ihlaf edeceğini sanma. كَتَبَ اللَّهُ لَأَغْلِبَنَّ أَنَا وَرُسُلِي إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ  )65/ (21 “Allah ‘ben ve resullerim galip gelecektir’ diye yazdı” diyor. Allah yazıyor ve diyor ki; ben galip geleceğim. Şeytan hizbi benimle ve benim düzenimle mücadele etsin ama sonunda ben galip geleyim diyor; O böyle bir düzen kurmuş.

Allah azizdir, sözünü geçirir, O’nun dedikleri yapılır. Sonra intikam sahibidir, onların yaptıklarının cezasını verir.

Kur’an çok açık olarak görünürde çelişkili bir düzen ortaya koyuyor; hem düzen gereği, görev gereği insanlar kötülük yapıyorlar, hem de yapanlar cezalanıyorlar.

Bu çelişki şöyle giderilmektedir. Toplulukların muhasebesi ayrıdır, kişilerin muhasebesi ayrıdır. Takdir-i ilâhi olarak kişinin kendisi kuvvet uygarlıkları içinde bulunabilir ama iyi insandır, cennete gidecektir yahut kader onu Hak uygarlıkları içinde görevlendirmiş olur ama kendisi kötüdür, o da cehenneme gidebilir. Bunu inceleyip karar vermek bizim için imkânsızdır ama Allah için kolaydır, bunu âhirette yapacaktır ve bunu yaparken de hiç kimseye zerre miktarında zulmedilmeyecektir. Ama bu dünya hayatında ise kişiler değil topluluklar galip veya mağlup olacaklardır. Zulüm düzeninde olan kişiler de kurtulmuş olabilir, hak düzeninde olanlar da şehit olabilir.

Ayetin ibare ile vurguladığı, bize öğrettiği şudur: Bugünkü zulüm düzeninin devam edeceğini zannetme. Allah nurunu tamamlayacak, zulüm düzeni ortadan kalkacak, adalet düzeni (“Adil Düzen”) gelecektir. Kur’an, bunun aksinin düşünülmemesi gerektiğini onu okuyan herkese demektedir. Sermaye istediği kadar çırpınsın, siyaset de istediği kadar onunla bir olup Hak düzenin gelmesini önlemeye çalışsınlar, hiç fark etmez. Allah ve resulleri yani Hak düzen galip gelecektir, “Adil Düzen” gelecektir.

فَلَا تَحْسَبَنَّ اللَّهَ

Fa LAv TaXSaBanNa elLAvHa

“Allah’ı … hesab etme.”

“Hesab etmek” demek, nişan alıp hedefe yöneltilen ok veya mermiyi hedefe ulaştırmak demektir. Hedef uzaksa namluyu biraz yukarı kaldırırsın, hedef yakınsa namluyu daha aşağıda tutarsın, çok yakınsa düz tutarsın. Ok veya mermi matematikçilerin parabol dedikleri eğriyi çizer. Mesafe bilinirse namlunun eğimi hesaplanır ve şaşmaz.

Ne var ki uygulamada mesafe bilinmediğinden açıyı ölçme de mümkün olmaz. İnsanlar ok veya mermiyi atarken göz kararı atarlar, zamanla alışırlar ve hedeflerini vururlar.

O halde zannetmek zaten hesaplanması mümkün olmayan tahminlerdir. Mesela, havada bulut var, yağmur yağacak diye karar vermek zandır,  mermide ise hesaptır.

“Hesab etme” demek, “Allah bilmiyor veyahut söz verdi ama şimdi değiştirmiştir, deme” demektir. Allah sözünde duracaktır ve Kur’an düzeni gelecektir.

Allah herkesin ilahıdır. Düzen içinde olanlar suçludur anlamında değildir. Kötü insan ve iyi insan iki tarafta da vardır. Ama kötüleri bulup cezalandırmak ve iyileri bulup mükâfatlandırmak O’na aittir. Bize verilen görev düzeni değiştirmedir, yoksa suçluları bulup cezalandırma değildir. O halde bir kötülük olduğu zaman önce kendimizde bir eksiklik var mıdır diye ararız ve varsa onu gidermeye çalışırız. Baktık ki kendimizde bir eksiklik yok, o zaman suçu başka kimselerde aramayız, düzende ararız, düzeni düzeltmeye çalışırız.

İşte, AKEVLER FELSEFESİ budur. Kötülükler ya düzenden doğmaktadır veya bizde eksiklik vardır. Onun dışında başkalarının eksiklikleri bizi ilgilendirmez. Biz kimseye sen kötüsün diyemeyiz, senin yaptığın bu iş kötüdür deriz.

مُخْلِفَ وَعْدِهِ رُسُلَهُ

MuPLiFa VaGDiHi RuSuLaHu

“Resullerine vaat ettiğinden ihlaf eden”

Evet, burada resulüne vaat ettiğinden demiyor, resullerine vaat ettiğinden diyor.

“Resul” bütün resuller veya azim sahibi resullerdir. Vaad müfrettir. Resuller ise çoktur. Demek ki bütün resullere bir tek vaatte bulundu. “Ben ve resullerim galip geleceklerdir” vaadidir. Hazreti İsa’ya tabi olan Hıristiyanlar ve Müslümanlar kıyamete kadar sonunda galip geleceklerdir. Bu da vaattir.

O halde bize saldıran Sermaye mağlup olacaktır.

O Sermaye papalara ve patriklere saldırmadı mı?

O Sermaye Hilafete ve Humeyni’ye saldırmadı mı?

Sonunda kim galip geldi ve bundan sonra da kim gelecek?

Bundan 50 sene öncesinde bu ayetleri okuduğumuz zaman zor anlar ve inanırdık; ama şimdi ayetlerde söylenenleri yaşıyoruz.

إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ

EinNa elLAvHa GaZIyZun

“Allah azizdir”

Bir kimse eğer silah zoru ile veya maddi çıkarla kendisine itaat ettiriyorsa, bu kişi kuvvet sahibidir ama eğer sevdirerek veya inandırarak sözünü geçiriyorsa o azizdir.

Allah azizdir. Silah kullanmadan da insanları ve tüm canlıları emrinde gezdirmektedir.

Bu ifade üçüncü cihan savaşı olmadan da üçüncü binyıl uygarlığının geleceğine işaret etmektedir. İnsanlar savaş dışında eğer Hak düzenine gelirse, Allah’ın aziz sıfatı tecelli etmiş olur, yoksa kahhar sıfatı tecelli etmelidir.

Surede “aziz” kelimesi Allah’ın sıfatı olarak dört defa geçmektedir, bunların ikisi marife, ikisi nekredir. Marifede “hamid ve hakim” sıfatları eklenmiştir, nekrede Allah için bu aziz değildir demektedir; zor değildir manasındadır.

ذُو انْتِقَامٍ (47)

Üü iNTıQAMın

“İntikamlıdır.”

Burada da intikam sahibidir demektedir.

Akevler Lügati’nde şöyle açıklanmaktadır: "Lokma, ağza alınan bir parça yemektir. Sonra ağızla yakalayıp parçalamaya intikam denmiştir. Nimetin karşılığı, nikmet olarak da kullanılır. Nimet yemek ise nikmet ise çiğnemektir. Nimet nikmete göredir."

Ne var ki Kur’an’da bu manada NQM kökü geçmemektedir.

Kısas ile intikam arasında ne fark vardır?

Kısasta yargı kararı ile sana yapılanın cezası verilmektedir. İntikamda ise bizzat kendin tarafından sana yapılanın benzerini yapmadır. “Nakama” kelimesine yakın “rakaba” vardır. “Rekabet” kelimesi yarışı ifade etmektedir. “Rakam” kelimesi vardır. Kavramların şekille gösterilmesi anlamındadır.

İntikamı şöyle anlayabiliriz. Bir kimsenin kendisine yapılana karşı denk olmayan mukabeledir. Kısasa da benzerdir. Allah intikam sahibidir, kötülere cezalarını verecektir.

Bu ayeti bugün anlarsak; kendilerine bu kadar büyük bahşedilmiş nimetlere hamd etmeleri gerekirken, onlar küfranı nimet edip kendilerinin tanrı olduğunu ilan ederek insanlığı dalalete sokmuşlardır. Allah Sermaye’ye ve siyasete verdiği büyük nimetlerinin karşılığını soracaktır. Sermaye’den ve siyasetten Kur’an’ın istediği şey laik olmalarıdır. Şöyle ki, herkes kendi görev alanı içinde kalacaktır. Küfranı nimetin cezasını verecektir. Bize vaadini yerine getirecektir, onlara da vaadini yerine getirecektir.

يَوْمَ تُبَدَّلُ الْأَرْضُ غَيْرَ الْأَرْضِ وَالسَّمَوَاتُ وَبَرَزُوا لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ (48)

YaVMa TüBadDaLu eLEaRWu ĞaYRa elEaRWı Va elSaMAvVAvTu Ve BaRaZUv LilLAvHi elVAXıDı eLQahHARı

“O yevm arz arzın gayrısına, tebeddül olur, semavat da. Ve onlar kahhar olan vahid Allah’a buruz ederler.”

Bu sure yeryüzünü ve insanı anlatmaktadır, Kur’an’ın niçin indirildiğini izah etmektedir. Bunun için aşağıdaki hususları anlatmıştır.

1- Allah semavatı ve arzı yaratmıştır. Semavat ve arzın yaratılışını üç defa anlattıktan sonra şimdi de kıyamette semavat ve arzı beyan etmektedir. Böylece insan için yaratılmış olan Kâinatın o gün yine insan için başka şekle sokulacağını bildirmektedir.

2- İnsanların iki grup olduğu ve iki gruptan birinin görevi yapmak, diğerinin görevi ise ortadan kaldırılmaları gerekenleri kaldırmaktır. Hayat ve uygarlaşma daima galip gelip belli güne kadar insanlık varlığını sürdürecektir.

3- Kur’an’ın nüzulü, uygarlaşma adımlarından bir adımı daha insanlığın atması içindir. Son Peygamber bunu yapmıştır. Kur’an bin yılda bir yeniden nazil olacaktır; her kavme ayrı ayrı nazil olacaktır. Şimdi bu yorumlar Kur’an’ın ikinci defa insana nazil olduğu günleri anlatmaktadır. Peygambersiz bir dönemdir bu dönem. Ben şimdi yorum yapıyorum. Başkaları da yapıyor. Herkes bu yorumlara kulak verecek ve sonunda kendisi için kendisi yorumlayacaktır.

4- Böylece yeni uygarlıklar gelecek ve sonunda yıldızların hidrojeni tükenecek. Yıldızlar kara delikte toplanıp yeniden patlama olacak ve o gün yer ve gökler başka şekilde yeniden ortaya çıkacaklardır. Surenin sonu böyle bitmektedir. Ondan sonra âhiret hayatı başlayacaktır.

Surede aynı kelimeler tekrar olarak kullanılmakta, geçmiş ve gelecek benzerlik içinde birbirine bağlanmaktadır. Bu surede onlar cemian Allah’a buruz ettiler diye geçmişti. “Beraze” kelimesi 9 defa geçmektedir, “Berazû” iki defa bu sûrede geçmektedir, “Berzah” üç defa geçmektedir.

Demek ki “beraze” ile “berzah” eş kelimelerdir.

“Kahhar” kelimesi altı defa geçmektedir. Altısı da “el-vahid” kelimesinden sonra sıfat olarak gelmektedir.

“Kahr” ovalarda yükselen münferit dağlara denir. Savaşta tepeyi ele geçiren taraf galip gelirdi. Kaleler de buralara yapılırdı. Mastar olarak kahretmek, ezmek anlamlarını kazanmıştır. “Kahretmek” çatışmadan galip gelmek demektir. Dağın heybeti gibi gücünü göstererek karşı tarafı teslim almak kahretmek demektir.

يَوْمَ تُبَدَّلُ الْأَرْضُ

YaVMa TüBadDaLu eLEaRWu

“Arz tebeddül edecek”

“Bedr” dolunay demektir. Güneş’in yerini aldığı için bedel anlamında kullanılmıştır. Tebdil etmek yerine başka bir şey koymak demektir. “Bedel” malların takas edildiği pazar yeri demektir. “Tağyir” ise varlığı değiştirmektir. “Tebdil”de eskisi gitmekte yenisi gelmekte, “Tağyir”de eskisi yok olup yenisine dönüşmektedir. “Gayr” kelimesi “ondan başkası” olur.

Arz bu arzdan başkasına tebdil olunacak. Bu yer yerinde kalacak, başka yer olacaktır.

Dört boyutlu uzayın çubukları devam edecektir. Başka arzın çubukları ile karşı karşıya gelecek ve oradan başka arza geçilecektir. Yani mevcut yer tağyir edilmeyecek, başka arz ile tebdil edilecektir.

غَيْرَ الْأَرْضِ

ĞaYRa elEaRWı

“Arzın gayrına”

“Dune’l-erd” ve “gayre’l-erd” vardır. “Dun” arzdan başka hepsini içerdiği halde, arzdan başkası ama dışarıdaki hepsi olmaz. Ayrı iki daire birbirinin gayrıdır. Bir dairenin dışında olanın tamamı dundur. Yani bu arzdan başka arz da olabilir. Üç boyuttaki parçacıklar dört boyutta çubuklardır. 

13,7 milyar yıl önce patlamadan önce de yerimizin çubukları vardı. Patladığı zamandan bugüne kadar arz oluştu, sonunda yine aynı şekilde büzülerek küçülebilir. Bir daha patlayabilir ama biz orada olmayacağız.

Bizim bu arzla o arz kesişmekte, kesitten biz oraya geçeceğiz. Yani biz aktarma olacağız, kimimiz cennete kimimiz de cehenneme aktarma olacağız.

Cennette ve cehennemde güneş ve arz varsa, o zaman bu geçiş birden olacak, yoksa önce geçiş arza aktarılacak, sonra arzdan başka yere gönderilecek. 

وَالسَّمَوَاتُ

Va elSaMAvVAvTu

“Ve semavat”

“Semavat” kelimesi arza atfedilmiştir. Gayre es-semavat da olabilir yahut o sıfatı taşımayabilir. Sema da başka semaya mı tebdil olacak, yoksa yalnız arzlar mı başka arza tebdil olunacak? Yerimiz başka arza dönecek, bu arz ile o arz aynı semada olacak ve biz oraya seyahat edeceğiz. İki dört boyutlu uzay üçboyutlu uzay içinde kesişir ve biz bu üç boyutlu uzaydan öbür üç boyutluya geçeriz. Yahut kesişmiş iki dört boyutlu uzay birleşebilir. Bir dört boyutlu uzayda devam edebiliriz. O takdirde semavat ne tebeddül etmiş ne de tebeddül etmemiş olur.

“Doğru” “yay”a dönüşünce tagayyür olur. Doğru başka doğru olarak devam ederse tebeddül eder. Ama iki doğru birleşerek birlikte devam ederse ne tagayyür ne de tebeddül etmiş olur. Tagayyür ederse tebeddül etmiş olmaz.

وَبَرَزُوا

Ve BaRaZUv

“Ve buruz ettiler”

“Berze” kelimesinin kökü ile “zemre” kelimesinin kökü arasında bir akrabalık vardır. “B” kapı gibi, bölücü ayırıcı harftir. “Beyt” de ayrılmış yer demektir. “Beriye” bölük demektir. “Z” harfi zümredeki birleşme anlamındadır.

“Bariz oldular” demek topluluk oldular ama görünmek için toplandılar anlamı çıkar.  Kamunun denetlemesi için toplanarak buruz ettiler manasındadır. Allah’ın onları görmesi için toplandılar anlamı çıkar.

لِلَّهِ

LilLAvHi

“Allah için”

Allah’ın kendilerini görmesi için kümelendiler demektir. O gün tekmil verme günüdür yani neler oldu, neler yaptılar, onun hesabını verirler.

Demek ki ibraz etmek demek rapor vermek demektir.

Dünyada yaptıklarının hesabını alacaktır. Daha cennet cehenneme gitmeden önce bu durum olacaktır. Kara delikte toplandıktan sonra yeniden patlama olacak ve o yeni patlamadan sonra arz başka arza dönüşmüş olacaktır, arzımız değişmiş olacaktır.  Dört boyut içinde başka arzda hayata devam edeceğiz.

الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ (48)

elVAXıDı eLQahHARı

“Kahhar olan bir”

Allah vahid sıfatı ile getirilmiştir. Yani bir başkasının huzuruna çıkmak için toplanmayacaklardır. Tek olan Allah’ın huzurunda toplanacaklardır.

İmamın namaz kılarken kıbleye dönmesinin hikmeti budur. Başka ilah yoktur, tek ilahtır. Biz O’na ibadet ediyoruz, imama değil anlamındadır.

Kıblenin tek olması da tüm insanlığın bir tek mabuda ibraz edilmesidir. Kimsenin kendisini Tanrı’nın yerine koyamayacağını ifade eder. Kahhar olan Tanrı zorlama yapmadan herkesin kendiliğinden teslim olduğu anlamındadır.

Nasıl “kün” dediği zaman her şey olmaktadır,  Allah da sadece biraz asık suratlı bakışla tüm Kâinatı istediği düzene sokma gücüne sahiptir. O’nun huzuruna çıkarılacaksınız ve herkes O’na karşı gelme değil de O’na nasıl itaat edeceği üzerinde duracaktır.

وَتَرَى الْمُجْرِمِينَ يَوْمَئِذٍ مُقَرَّنِينَ فِي الْأَصْفَادِ (49)

Va TaRa el MuCRiMIyNa YaVMa EiZin MuQarRaNıyNa FIy elEaÖFADı

“Ve mücrimleri o gün esfad içinde mukarranlar olarak görürsün.”

Burada kâfirler demiyor, müşrikler demiyor, zalimler demiyor, fasıklar demiyor, “mücrimler” diyor. “Cürüm” fiilen işlenen suçtur. Temel kural şudur. Suç fiilini işleyen cezalandırılır, fail cezalandırılır.

“Cürame” hurma döküntüsü demektir. Hurma toplarken işe yaramayan hurma döküntüsüdür.

Buğdaydan veya hurmadan kopup dökülen döküntü veya ağaç kesildikten ve dalları koparıldıktan sonra kalan kütük veya insanın bedeni demektir.

“Darb” insanın bedeninde iz bırakmayan ama eziyet veren etkidir.

“Cürüm” ise insanı parçalayan veya öldüren müessir fiildir.

“Cürüm” bozgunculuk yapmadır. Amel-i salihin zıddıdır. Düzenin çalışmasını aksatmak demektir. “Mekr” sistematik daha büyük plandır.

سَيُصِيبُ الَّذِينَ أَجْرَمُوا صَغَارٌ عِنْدَ اللَّهِ وَعَذَابٌ شَدِيدٌ بِمَا كَانُوا يَمْكُرُونَ  (En’âm-124)

Allah’ın indinde sagar olanı yakında isabet edecektir ve mekr ettiklerinden dolayı da şiddetli azab vardır, deniyor.

Cezalar ve ağır cezalar vardır. Hükümleri farklıdır. Sagarın affı caizdir, diyete dönüşür. Ama mekrin affı caiz değildir.

Kur’an’ı yorumlarken takip edeceğimiz usul şudur. Mademki burada sagar ile mekr tefrik edildi; demek ki küçük suçlar vardır, büyük suçlar vardır. Birinde isabet söz konusudur, diğerine şedit azab söz konusudur. İşte bunlar arasındaki farkı siz araştıracak ve ona göre hükümler ortaya koyacaksınız. Bu içtihattır. Zamana ve zemine uyarlanabilsin diye bunların tanımları müçtehitlere bırakılmıştır.

“Yevmeizin” kelimesi tekrar edilmiştir. Çünkü o gün görülecektir. “İzin” ile daha önce zikredilen “yevm”in kastedildiği anlatılmaktadır. “Karn” çağdaş demektir, aynı zamanda yaşayan ve birbirlerine etkili olan kimselerin oluşturduğu topluluk demektir. Mukarraninler çağdaş olacaklar. Artık beraber yaşayacaklar demektir. Bir bardak içindeki suya koyduğunuz çay zerreleri mukarranin olanlardır. Çünkü her atom birbirleri ile çarpışmaktadırlar. Ayrı bardaktaki çay zerreleri mukarranin olmadıkları gibi şimdi ayrılmış olanlar eskiden bir olsalar da artık mukarranin değildirler. Nisab akrabalığı değil de mekân ve zaman akrabalığı esastır.

“Esfad” kelimesi “safd”ın cemidir. “Safd”ı zincir ve halat olarak anlamaktadırlar. Başka manası ise atiyye dedikleri imkânlar, çevre anlamındadır. Ağaçların kabuklarından alınan kabuklardır. Onunla halat yaparlar yahut örer kumaş yaparlar. Kumaş atiyyeleri yani çevre doğa imkânları anlamındadır. Halat da bağlamadır.

“Bi” ile kullanıldığı zaman bağlama zincirleme anlamındadır. “Fî” ile kullanıldığı zaman da atiyye doğa çevresi demektir.

“El-Esfad “çoğul olarak getirilmiştir. Çevre anlamı verilmesinin sebebi kapalı alanda bulunanlar aynı ortamda yaşadıkları için ortak özellik taşırlar. Bir çay bardağında bir an bütün moleküllerin hızlarını ölçsek ve hızlarına göre molekülleri sıralasak çan eğrisi meydana gelir. Şimdi de bir molekülü uzun zaman takip edip sıralasak yine aynı çan eğrisi meydana gelir. Yani bir çevrede bulunanların mekân içindeki miktarları her birinin zaman içindeki kaderidir. Kapı alan onları birbirine bağlamıştır. Bu sebeple halat ile mekân arasında fark yoktur. Sadece aynı mekânda bulunmaları değil, aynı zamanda etkileşip durumlarını birbirlerine katmaları da söz konusudur.

İşte, mücrimler bir araya getirilip topluluk oluşturacaklardır.

Sen görürsün demekle o gün bizim onları göreceğimizi ifade etmektedir.

Bugün mikro âlemi göremiyoruz, atomları ve elektronları göremiyoruz. Çünkü bizim gözümüz onları idrak edecek durumda değildir. Ama mikroskopla görür hale gelmiş oluyoruz. Henüz atomları görecek seviyede mikroskopları bulmuş değiliz. Yarın böyle bir mikroskobu bulduğumuzda Güneş’teki cinleri veya aramıza gelen cinleri görebilecek hale geliriz.

İşte, âhirette de böyle araçlarımız olacak ki cehenneme gidebilecek, ateşten korunabilecek ve oradaki cinlerle konuşabileceğiz. Yahut onları görebileceğiz. Güneş sıcaklığına dayanıklı elbise yapmamız gerekir. Bu da çekirdek kimyasını keşfedip onlardan gömlek yapmamıza bağlıdır. Yani cinlerin tekniğini biz de bir gün kullanabiliriz.

Âhirete vardığımızda böylece onların arasına girebilir ve icat ettiğimiz moleküllerle biz onları görebiliriz.

Bir bilgisayarın yapılması o teknikten daha kolay değildir ama yaptık ve kullanıyoruz.

سَرَابِيلُهُمْ مِنْ قَطِرَانٍ وَتَغْشَى وُجُوهَهُمُ النَّارُ (50)

SeRABiLuHUm MiN QaOıRANın VaTaĞŞAv VuCUvHaHuM elNAvRu

“Serabilleri katrandır ve vechleri nâr ğaşyeder.”

“Serabil” şalvarlar demektir. Şimdi pantolon denmektedir.

İnsanlar başlangıçta ağaç yaprakları ile örtündüler. Sonra dokuyarak şal yaptılar. Gürcücede pantolonun adı şaldır. Şal kumaşın değil dikilmiş pantolonun adıdır. Kadınların entari altında giydikleri pantolon benzeri giysiye de şalvar denir. Vikipedide; "Şalvar, genellikle ağı çok bol olan, bele bir uçkurla bağlanan geniş bir tür pantolondur."

İlk atı binek olarak kullanan Orta Asya halkıdır. Hem kolay insin ve binsinler hem de eyer yerine kullansınlar diye entari yerine şalvarı kullanmışlardır. Araplarda pantolon olmadığı halde adı bilinmektedir, serbile şeklinde söylenmektedir. Cehennemde serbileleri giymiş olacaklardır. Türkçede asfalt ve zift olarak kullanılan kömür ürünüdür. C ve H’den oluşan bileşimdir. Çekirdek kimyası ile yapılmış anlamını verebiliriz.

“Vecihleri nâr gaşyeder” deniyor, yüzleri ateş örter demektir.

“Gişave” kabuk demektir, vücudu kaplayan deri demektir, perde demektir.

“Yüzleri ateş örter” deniyor. Ateş dünyada yanıp kül olan maddelerin çıkardıkları saldıkları ışıktır. Orada ise ateş yüzü kaplayan deri olacaktır. Çekirdek kimyasına vurgu yapmaktadır. Bu söylediklerime kanaatinizin gelmesi için önce atomun yapısını bilmeniz gerekmektedir ve elektronlar merkezden bizim Güneş’ten uzakta olduğumuz kadar uzaktadırlar. Çekirdek kimyasında ise nerede ise bitişiktirler.

Yine söylediklerimi kavrayıp inanabilmeniz için kuantum teorisini bilmek ve yarım yük kuralını kavramak gerekir. Bir babanın iki oğlu olmalıdır. Bir de arabaları vardır. Arabayı satamıyorlar ama sıra ile kullanıyorlar. Biri bir hafta, diğeri diğer hafta kullanıyor. Bu sebeple bu iki kardeş birbirilerinden uzaklaşamıyor. Çekirdek kimyasında da durum budur. Elektron çekirdeğe girdiğinden diğer elektronlar onu kovarlar, çünkü çekirdekten çok onlar alana hâkimdirler. Dışarıya çıktıklarında bu sefer çekerler.

Bu ayet o hayata işaret etmektedir.

وَتَرَى الْمُجْرِمِينَ

Va TaRa el MuCRiMIyNa

“Ve mücrimleri re’yedersin”

Ahirette cehennemdekiler bize gelemeyecekler ama biz cehenneme gidip onları ziyaret edeceğiz. Cehennemde dayanıklı elbise giyeceğiz. Bugün uzaya gidildikçe böyle yapılmaktadır. Mücrimler kendi çevrelerinde kendi imkânları ile düzen kurmuşlardır.

Büyük suçların cezaları yargı tarafından verilmektedir. Küçük cürümleri ise doğal kanunlar ve sosyal kanunlar cezalandırmaktadır. O suçları işleyenler sonra cezaları kendileri çekerler. Mücrimler haramı işleyenlerdir. Cezaları Allah’ın indindedir. Mekr yapanların cezaları ise yargı tarafından verilir. Âhirette ise mücrimler de cezalandırılacaklar, haram işleyenler de azab çekecekler yahut ayrı yerde toplanacaklardır. 

Buradan şöyle sonuç çıkabilir. Azab acı çektiren bir işlemdir. Ama acı çektirmeden hapishanede oldukları gibi sadece ruhi sıkıntı içinde olanların cezası musibettir. Bu dünyada ceza yurtları olacaktır. Yüz lojmanlı apartman olacak. Bodrum katında çalışacaklar ve yaşayacaklar, apartmanın içinde serbest olacaklar. Dışarıdan gelenler onları ziyaret edecek, çocukları ve eşleri yanlarında bulunacak ama kendileri dışarı çıkamayacak. İşte, cehennemde olanların durumu budur. Biz oraya gidebileceğiz ama onlar bize gelemeyecekler.

Yukarıda “ellezîne ecremû”dan bahsetti, burada ise mücrimlerden bahsetti. “Ve” harfi ile getirdi. “Veterahüm” denebilirdi. Ama icram edenler başka, mücrimler başkadır. Müminler iman etmiş olanların ayrıldıkları gibi ayrılmış olurlar.

Bunlar cennet hapishanesinde de olabilirler yahut araf hapishanesinde de olabilirler. Çünkü bunları ateşin kapladığından bahsetmemektedir.

يَوْمَئِذٍ

YaVMa EiZin

“O gün”

Yani bir kısmı cehennemde bir kısmı da esfada mukarranin olarak anlatılmaktadır.

Görülüyor ki Kur’an’da daha çözeceğimiz pek çok müteşabihler vardır. Bunlar üzerinde çalışıp çözmek çok zevklidir. Siz Kur’an’ı bu şekilde okuduğunuz zaman yalnız ondan yararlanmayacaksınız, zevk de alacaksınız.

مُقَرَّنِينَ فِي الْأَصْفَادِ (49)

MuQarRANıyNa FIy elEaÖFADı

“Esfad içinde mukarranin olarak.”

Görünür veya görünmez bağlarla bir yerde birbirine etki ederek yaşayan kimselere “akran” denir. Türkçedeki “karın” da bu demektir. Bebeğin hayatı rahim içinde geçmektedir.

Ceza lojmanlarında da böyledir.

Ahirette de mücrimler için böyle olacaktır.

Bir arada olanlar birbirlerine etki ediyorlarsa topluluk oluşturuyorlar demektir. Etkileşme çok boyutlu ise esfada olur.

İnsanlarda etkileşim dört meleke üzerinde olur; fikir, his, irade ve ünsiyet. Düşüncelerini birbirlerine aktarırlar. Duygularını aktarırlar, yaptıklarını aktarırlar, yaşamalarını birlikte yaparlar.  Bundan dolayı kelime çoğul gelmiştir.

لِيَجْزِيَ اللَّهُ كُلَّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (51)

Lı YaCZiYa elLAHu KülLa NaFSin MAv KaSaBaT EinNa elLAHa SaRIyGu eLXıSABı

“Her nefsi kesbettiği ile cezalandırsın diye. Allah hesabı seri olandır.”

Allah Kâinatı yaratmış, insanları buraya eğitmek için getirmiştir. Cennette yaşayacak hale gelmeleri için eğitilmeleri gerekir. Başaranlar cennete giderler, başaramayanlar ikmale kalırlar. Bu imtihan şeytan hizbi ile yapılmaktadır. Şeytan bunları yanlış yollara sürükler. Kişiler yanlışlarını görecek ve tevbe edecekler ve böylece eğitilmiş olacaklardır.

Bu sebepledir ki herhangi bir musibetle karşılaştığınızda suçu başkasına atıp rahat etmeyin, kendinizde kusur arayıp düzeltin. Allah böylece âhirete hazırlansınlar diye insanları bu dünyaya getirmiştir. Kur’an’ın dayandığı temel hikmet budur.

Oraya geldiğinde her nefse kesbettiğinin karşılığı verilecektir. Günah işlemişse karşılığı görülecek. Eğer sevap işlemişse de karşılığı görülecektir. Kâinatın yaratılışı, insanların var edilişi, peygamberler ve uygarlıklar, âhiret hayatı anlatılmış, sonunda “liyecziyellahu” denerek tüm bu kıssaların sonucuna gelinmiştir.

Allah öyle bir varlık yaratmak istemiştir ki, kendi iradesiyle yaptığının meyvesini alsın. Tanrı’ya rakip olsun. Ancak rekabeti de ortadan kaldırmasın.

Liberalizmde esas şudur. Serbestlik olsun, herkes istediği gibi yapsın ve yarışsın. Kazanan kazansın, kaybeden kaybetsin ve elensin. İşte bu sistem ilahi sistemdir. Ne var ki eğer liberalizmde faiz serbestse, altyapı karşılıksız halka sunulmamışsa, genel hizmet kooperatiflerce yapılmıyorsa, gelir vergisi sistemi varsa, o liberalizm yaşamaz, önce kapitalizme, sonra da sosyalizme dönüşür. O sebepledir ki liberalizmin kapitalizme dönüşmesi tedbirini şeriat almaktadır. Allah da kendi liberal düzenini, hukuk düzenini bozup tekelciliğe doğru gidilecekse buna müsaade etmez, kendi düzenini kendisi korur.

Evet, Allah müdahale etmiyor. Herkes çalışsın ve karşılığını bu dünyada da öbür dünyada da alsın. Allah serbest bırakıyor ama bu düzeni bozacak olanlara da dur diyor. İşte bu sure bize bunu anlatmıştır. Sermaye’nin veya devletin tekelleşip serbest liberal düzeni bozmasına müsaade etmeyeceğini değişik şekillerde anlatmıştır.

Liberal sistemin çalışması için kişi yaptığının karşılığını hemen görmelidir. Alacağı varsa benim alacağım budur diye bilmelidir. Borcu varsa borcunu hemen bilmelidir. Öyle bir sistem kurulmalıdır. Sözleşmeler ona göre yapılmalıdır.

Süleyman Akdemir bir arkadaşını getirdi. Cari sistemde muhasebeyi tuttuğunu ve her şeyin iyi gittiğini söyledi. Bu düzende onun bu söylediği mümkün değildir. Diyelim ki siz bir işletme yapıyorsunuz. Sizin geçek kârınız hiçbir zaman belli olmaz. Çünkü daha ödenecek vergileriniz var, yılsonunda belli olacaktır. Daha teftiş geçireceksiniz. Belki de tüm kazançlarınız elinizden alınacak. Vergi beyanları ancak bir sene sonra sona erer, hesapları bir-iki sene sonra belli olur. Onun dışında maliyeye karşı beş, sigortaya karşı on sene daha defterlerinizle sorumlu durumdasınız. O halde gerçek kârınızı ancak on sene sonra tam olarak hesaplayabilirsiniz. Şimdi ödeyebilirsiniz. Yine bitmez. Çünkü ödemeyi şimdi yaptığınız için bir on sene daha rizikodasınız.  O halde bugünkü bu düzende tek yapılacak iş kayıt dışı çalışmak ve muhasebeyi de havaya çıkarmak!

Allah seriu’l-hisabdır. Kişinin haklarını ve görevlerini hemen hesaplar ve bildirir, gerekirse icra eder. Biz de Akevler ile sözleşmesini yaparken hesabı süratle gören bir sistem kurmalıyız. Bu sistem hem şeriata hem kanunlara uygun olmalıdır. Kayıt dışı bir satırımız olmamalıdır. Akevler bunu yarım asırdır başarmıştır.

لِيَجْزِيَ اللَّهُ

Lı YaCZiYa elLAHu

“Allah tecziye etsin diye”

Türkçede ceza sadece suçlara karşı verilen uygulamadır. Arapçada, dolayısıyla Kur’an’da ceza karşılık demektir. Kötülüğe karşılık kötülük, iyiliğe karşılık iyilik...

Buradaki “Li” harfi neye tekabül eder?

Surenin başından sonuna kadar anlatanlara tekabül eder. “Zalike” veya “Tilke” kelimesi mahzuftur. Hazfedilmesinin sebebi gerektiğinde özel mananın verilmesi içindir.

Maanide hazf ve zikr bahsi vardır. Asıl olan zikrdir. Belli manaları ifade etmesi için hazfedilmiştir. Bu surenin başındaki ELR kitabdır. Biz onu sana nâsı zulumattan nura çıkarıp ihraç etmen için inzal ettik ayetlerinin bedeli olarak görüp Allah’ın her nefsi cezalandırması için şeklinde yorumluyoruz.

كُلَّ نَفْسٍ

KülLa NaFSin

“Her nefis”

Buradaki “her nefis” insanların nefsidir. Allah’ın nefsi veya meleklerin, cinlerin ve ruhların nefsi değildir. Yaptıklarının karşılığını hemen değil de sonra alan varlıklardır. Diğer canlılar da yaptıklarının karşılığını alırlar ama o anda alırlar. Oysa insanlar borç ve alacak sahibidirler. Ya alacaklarını ya da vereceklerini zamanla geciktirerek ödeme yaparlar. 

İnsanın kişiliği ceninle başlar, mirasının taksimi ile biter. Görevleri doğumla başlar, hakları ölümle sona erer. İşte bu nefistir. O halde yalnız erginlerin kesbettiği değil, kişinin kesbettirildiği de dâhildir. Yani çocuk doğduğu andan itibaren hakları başlar.

Bu haklar dünyada verilmezse âhirette verilecektir. Bazı kimselerin haklarını Allah bu dünyada vermez. Kişi sakat doğar, Allah âhirette onun mükâfatını verir. Bazı kimseler dünyada başkaları tarafından haksızlığa uğrarlar. Onlar da haklarını Allah’tan alırlar.

Allah zulüm edenlere rücu eder veya rücu etmez.

Hâsılı, biz bu dünyada adil olmalıyız. Onun hesabı verilecektir. Ama bu dünyada adalet yoktur, katlederler ve katlolunurlar. Savaşta haklı haksız değil, taraflar ölüverirler.

مَا كَسَبَتْ

MAv KaSaBaT

“Kesbettiklerinin”

Kesbettiklerinin karşılığını görmeleri için bütün bu düzen oluşturulmuştur. O nedenledir ki insanın iradesine mani olunmuyor. Hukuk düzeninde suç önlenmiyor, suç işlendikten sonra ceza veriliyor. Böylece fiil onun oluyor. Eğer suç işlemeye mani olursanız veya zorla siz fiil ettirirseniz sorumlu o değil siz olursunuz.

Bundan dolayıdır ki işçilik yoktur. İşçi iradesini patronuna tesbit etmiş olur.

Bundan dolayıdır ki 15 yaşını doldurmuş olana artık anne babası karışmaz ve anne babasının onlara karşı sorumluluğu da yoktur. Topluluk onları evlendirir, topluluk onları tedavi eder. Ama sosyalizm de yoktur. Kimse kimseye hükmedemez, karışamaz. Hakem kararları dışında kimse başkasının emri ile hareket etmek zorunda değildir. Hakem kararlarına uymayanlar da dışlanır. Hukuk onları korumaz.

إِنَّ اللَّهَ

EinNa elLAHa

“Allah”

“Allah” kelimesi tekrar edilmiştir.

Allah herkese yaptığını versin deniyor, sonra da Allah seriu’l-hisabdır deniyor.

Bir kimse birden fazla kişiliğe sahip olur. Diyelim ki Erdoğan cumhurbaşkanıdır, kişiliği vardır; bir de ailede babadır, kişiliği vardır. Topluluk içinde ayrı kişiliği vardır.

İşte, değişik kişiliğe sahip olan kimse değişik kişiliği ile fail veya meful veya muzaf olursa zamir gönderilmez, isim zikredilir. Bir hesaplamada Allah seri olabilir. Bir de hesaplandıktan sonra hesabın tediyesi ve tahsilinde seriu’l-hisab olabilir. Allah bu ikisini ayırmıştır. Ahirette zerre miskalince ne yapmışsa bir defa görecektir. Orada değişiklik yapılmayacaktır. Karşılık verilirken haseneye bire on, seyyieye sadece bir verilecektir. O da azaltılabilecektir. Tecziyede kişilerin lehinde Allah’ın ihsanı olacaktır ama hesaplanmada herhangi bir eksiklik veya fazlalık olmayacaktır. Ondan dolayıdır ki Allah kelimesini izhar etti, izmar etmedi.

سَرِيعُ الْحِسَابِ (51)

SaRIyGu eLXıSABı

“Hesabı süratli olandır.”

İnsanların borç ve alacağını hemen bildirebilmelisiniz. Öyle muhasebe kurmalısınız, öyle sözleşmeler yapmalısınız. Hesap yıllarca sürmesin, saati saatine hesabı verebilmelisiniz.

Seriun fi’l-hisabdır manasınadır. Hesabın süratidir. Tanrı tanrılığı ile hisabdır. Haliktir. Hesabın vasfıdır. Benzin motorun süratidir. Allah da hesabın süratidir.

Kâinat öyle yaratılmıştır ki Allah’ın iradesi matematiğin içine girmiştir. Allah kâinatta bir hesab olarak tecelli etmiştir. İşler hep matematiğe dayalı olarak yürür. Aynı birimlerin olması, aynı matematiğin olması kâinatta vahdeti tesbit eder. İnce hesaplara uygun kâinatın var edilmesi de O’nun varlığına en beliğ delildir.

هَذَا بَلَاغٌ لِلنَّاسِ وَلِيُنْذَرُوا بِهِ وَلِيَعْلَمُوا أَنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَلِيَذَّكَّرَ أُولُو الْأَلْبَابِ (52)

HAvÜAv BaLAvĞun LinNAvSi Ve LiYuNÜaRUv BiHIy Va Li YaGLaMUv EanNaMAv HuVa EiLAvHun VAXıDun Va Li YaüÜakKaRa EuvLuv eEaLBABı

“Bu, nâs için ve onunla inzar olunsunlar diye ve sadece vahid ilâh olduğunu bilsinler diye ve elbabı olanlar tezekkür etsinler diye belağdır.”

Sure başlarken, الر كِتَابٌ أَنْزَلْنَاهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّور “ELR bir kitaptır. Onu biz sana insanları zulumattan nura çıkarman için inzal ettik” demiş, sure başlamıştır.

Burada, “Bu nâsa belağdır…” diyerek sure bitmektedir. Bu ayette artık sen yoktur, nâsa belağdır. Onunla inzar olunacaklar, onunla tek ilahı bilecekler, elbab sahipleri tezekkür edeceklerdir. Tüm insanlara ulaşabilmesi için bir örgüt kurulacak, bir kurum oluşacak.

Bu kurum BİN DİL ÜNİVERSİTESİ olacaktır.

Dünyanın her yerinden bu üniversiteye ailecek gelecekler ve on sene çalışıp okuyacaklar, Arapça öğreneceklerdir. Arapçadan kendi dillerine çevirecekler, kendi dillerinden de Arapçaya çevirecekler. Yüz Lojmanlı Apartmanın bodrum katında ülkelerinden getirttikleri malları satacaklar, ülkelerine de Türkiye’de üretilen malları satacaklar. Mallar takas yapılacak, para ile alınıp satılmayacak. Kazançları bu olacaktır. Burada on sene okuyup çalışacaklar. Günün yarısını çalışarak, diğer yarısını da okuyarak geçireceklerdir. Böylece inansın inanmasın, Kur’an’ı ve kendi dilini öğrenmiş olarak ülkelerine döneceklerdir. Burada edindikleri meslekle orada iş kuracaklardır. Ayrıca on senede biriktirdiklerini kendilerine sermaye yapacaklardır.

Yüz Lojmanlı Apartmanın her katı ayrı dile tahsis edilecektir. Kur’an Arapçası ilim dili olacaktır. Ortak konuşma dili Türkçe olabilir. Yüz apartmandan oluşan dünyadaki bölgelerden her birinden bir mahalle kurulmuş olacaktır. Yeryüzündeki diller de korunarak tarihi hazine insanlığın hizmetinde olacaktır.

Hazreti Muhammed gelip bugün bunları yapamayacağına göre bunu siz ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARI yapacaksınız. Artık peygambersiz uygarlığın peygamberlik görevi için siz görevlisiniz; yerinizi bilin ve ona göre hareket edin.

İnzar yapmamız için de bir ARAPÇA DERGİ çıkarmalıyız. Bu dergi dünya dillerine çevrilip internete girecektir. Bin Dil Üniversitesi’nden inanmış olarak memlekete dönenler orada okul açacaklar ve bu dergiyi takip edeceklerdir. Kendi dillerine kendileri çevireceklerdir. O dergide Kur’an’ın tebliği ve inzarı yer alacaktır.

SEMT KOOPERATİFLERİ kurmalıyız. Orada “Adil Düzen”e göre üretim yapmalıyız ve “Adil Düzen”e göre bölüşmeliyiz. Müsbet ilimlerle Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu ve ondan başla ilâh olmadığını anlatmalıyız.

İmana gelmeyebilirler ama herkes tek ilâha inanacaktır.

Dinler arasındaki tefrika kalkacak ve tek kelimeye geleceğiz.

Sonunda Allah bizden YENİ İÇTİHATLAR istemektedir. Bin Dil Üniversitesi’nde yetişen ilim adamları içtihatlar yapacaklar, icmalar olacak, uygulamaya devam edeceklerdir. Ulu’l-elbabın tezekkürüne bırakması, bu surenin kendi zamanına değil sonraki zamanlara hitap ettiğinin başka delilidir.

Ayette tebliğ, inzar, ilim ve içtihat yer almaktadır. Önce tebliğ edeceğiz ve inzar edeceğiz. Tebliğ demek “Adil Düzen”i anlatmak demektir. Bizim gayemiz onların düzenini yıkmak değildir, bizim gayemiz yeni düzeni kurmaktır. Önce bunu anlatacağız. Bunun teorisi denemeleri ile anlatılmış bulunmaktadır.

Akevler bunu Millî Görüşçülere ve cemaate anlattı. Onlar da tüm insanlığa ulaştırdılar. Artık herkes Erbakan’ın “Adil Düzen”ini duyurmuştur. Bu husustaki çabamız başarı ile bitmiştir.

Millî Görüşçüler her ne kadar “Adil Düzen”i buzdolabına koysalar da, Ak Parti gömlek çıkarsa da, sonuç olarak insanlık “Adil Düzen”i fazlasıyla duydu.

Şimdi bizim yapacağımız eksik kalanı tamamlamak ve onları inzar etmek. Bu da Bin Dil Üniversitesi’nde olacaktır. Böylece onlara ulaşmış olacağız.

Üçüncü görevimiz bilmelerini sağlamaktır. Bunu onlara “Adil Düzen” uygulamasını göstererek anlatabiliriz. Semt Kooperatiflerini kurmamız gerekmektedir. Başarılı işletmeler kurmamız gerekmektedir. Böylece gerçekleri bileceklerdir, inanmasalar da bileceklerdir.

Ondan sonra içtihat dönemi başlamalıdır. İkinci ve üçüncü hicri asırda başlayıp dördüncü asra kadar devam eden benzer ilmi çalışmalara ve içtihatlara başlamalıyız.

هَذَا بَلَاغٌ

HAvÜAv BaLAvĞun

“Bu bir belağdır”

“Belağ” ulaştırma demektir. Allah Cebrail vasıtasıyla Hazreti Muhammed’e iblağ etmiştir. O arkadaşlarına iblağ etti, ondan sonrakiler onlara; böylece devam edip bize kadar ulaştı. O günkü şartlarda iblağ tam olmamıştır. Şimdi nasıl olacaktır?

Önce Kur’an lafızları dört dille yazılacaktır. Latince harf yazısıyla, Arapça hareke yazısıyla, Çince hece yazısı ile ve geliştireceğimiz şekil yazısı ile yazılacaktır. Şekil yazısından bilgisayar dünyanın bin diline çevirecektir. Her yıl bin dilde güncelleme yapılacak ve her yıl bin dilde yeni tercümeler yapılacaktır. Kişi internete girdi mi kendi dillerinde tercümesini bulacaktır.

Önce ayetin anlatmak istedikleri anlatılacak, kısa tefsir yapılacak.

Ayetin manasını kavradıktan sonra kendi dillerinde ayetin tercümesi okunacak.

Sonra kelimeler Arapça kullanılacak, sadece cümleler yerli dile çevrilecek.

Sonra Arapçası Arap alfabesi ile okunacak.

Ayrıca, ayetlerin tefsirini bitirenlere imtihan yapıp mükâfat verilecektir. Bunun için bir KUR’AN VAKFI kurulmalıdır. Sonra kendi diliyle şekil yazısından tercümesi okunacaktır. Yine imtihan ve mükâfat söz konusu olacak. Sonra şekil yazısından Kur’an’ın Arapçası okunacak. Sonra da Kur’an yazısı ile Kur’an’ı okuyan mükâfatlandırılacaktır.

Bunun dışında Kur’an ayetleri üzerinde düşünüp yeni anlamı bulanlara da mükâfat verilecek, sertifika verilecek. Bu sertifikalara sahip olanların resmi ücretleri farklı olacaktır. Resmi ücrete göre resmi saat ücreti belirlenecek ve buna göre ekonomi oluşacaktır.

Semt lojmanlarında çalışan kimselere dört yerde resmi ücret uygulanacaktır. a) Kamu işlerinde, b) başka türlü ücret tesbit edilmemişse, c) tazminatlarda, d) emeklilikte resmi ücrete göre ücretler hesaplanır. Krediler de resmi ücrete göre verilir.

Bütün bunlar için kişilerin inanmaları ve ona göre amel etmeleri istenmeyecek, sadece bildikleri için bu ödülleri alacaklardır.

لِلنَّاسِ

LinNAvSi

“Bütün nâs için”

Sure baştan “li’n-nâs” olarak başladı ve öylece bitecek.

Kimseyi ibadete zorlamayacağız. Sadece bilene ödül vereceğiz. Bu ödülün miktarı öyle seçilir ki en çok insan bu imtihanlara girsin. Bunun için birincisine tüm tahsisatın rakamı seçilir. Birincisine misal olarak onda bir verilirse, sonra gelene onbirde bir, daha sonra onikide bir olarak devam eder. Sonunda herkese bir pay verilmiş olur.

Böylece tüm nâsa Kur’an’ı ulaştırmış oluruz.

وَلِيُنْذَرُوا بِهِ

Ve LiYuNÜaRUv BiHIy

“Ve onunla inzar olunsunlar”

Tebliğ ulaştıktan sonra mevcut olan düzenin aksaklıkları anlatılacaktır. Faizin ve zinanın getirmekte olduğu felaketler ilmen izah edilecektir. Bunun için onların düzenini çok iyi öğrenmemiz ve sonuçlarını görmemiz gerekir. Önce onlara doğrusunu ulaştıracağız, sonra kendilerinin yanlış olduğunu göstermeliyiz.

Ne var ki bizim doğruyu gösterebilmemiz için uygulamış olmamız gerekir. Zira artık bize melek gelmiyor. Doğru yaptığımızı ancak uygulama ile bilebiliriz.

İşte, Akevler’in gayesi budur. İçtihatlar yapıp uygulamak, böylece içtihatlardaki hataları gidermek; ondan sonra iblağ/tebliğ etmek, ondan sonra da inzar etmek.

وَلِيَعْلَمُوا

Va Li YAGLaMUv

“İlmetsinler”

İlim nedir?

Arabaya binersiniz. Alet size “evinize saat 10’u 10 geçe varacaksınız” der. Gerçekten o vakte yakın bir zamanda varırsınız. İşte bu ilimdir.

İçtihat yapacaksınız. Onların uygulamasına imkân sağlayacaksınız, gerçek olduğunu görecekler. Bin Dil Üniversitesi bunu yapmaktadır. On sene sonra ülkesine dönen kişi orada yaptığı uygulamalarla Kur’an’ın mucizesini gösterecektir.

Hazreti Yusuf Peygamberin yedi kıtlık yılı uygulaması böyle olmuştur.

أَنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ

EanNAMAv HuVa EiLAvHun VAXıDun

“Onun vahid ilah olması”

Tüm insanlık öğrenecek.

Başta dünyayı fitne fesada veren Yahudiler ve onların sömürenleri öğrenecek.

Sonra Müslümanlar öğrenecek ki Allah tek ilâhtır, yalnız kendilerinin değil tüm insanların ilâhıdır ve Kur’an tüm insanlara gelen kitaptır.

Sonra Hıristiyanlar öğrenecek, Kur’an’ın da Allah’ın kelâmı olduğunu öğrenecek.

Sonra Hindular ve Budistler öğreneceklerdir; onların da İbrahimî dinden olduğunu öğrenecekler.

Hepimizin ilâhı birdir. Hep birlikte dünyayı kana bulayan zalimlerin karşısına çıkmamız gerektiğini öğreneceğiz.

وَلِيَذَّكَّرَ

Va Li YaüÜakKaRa

“Ve tezekkür etsin diye”

“Tezekkür etmek” kendi kendine anlamak demektir.

Kur’an’ı okuyorsunuz. Gerekli istişareleri yapıyorsunuz. Ondan sonra kendiniz içtihat yapıyorsunuz. İşte bu tezekkürdür. Kur’an’da bunları ancak ilimde rusuhu olanların yapacağını Âli İmrân Suresi’nde bildirmekte, burada da onu teyit etmektedir.

İslâmiyet’te sadece ilmi sınıflar vardır. Bu sınıfların da herhangi bir yetkileri yoktur, sadece ona göre hareket ederler. Bir üst sınıfın içtihatlarına alt sınıfta olanlar uyarlar. Müçtehitlerini kendileri seçecekleri gibi, uyup uymamakta da serbesttirler, sadece teminattan yararlanamazlar.

Bunlardan üçü ameli içtihattır. Bunlar müçtehitlerini kendileri seçmezler, nesepten velileri olanlar tarafından seçilirler. Sonra o ustalarına uyarlar. İşçi olanlar kendileri seçerler. Velileri onaylar. Kalfalar ise müçtehitlerini kendileri seçer ve uyar. Ondan sonra ehli zikr gelir. Değişik konularda değişik müçtehitler vardır. Ondan sonra fakihler gelir. Bunlar ehli tercihtirler, kendileri bütün konularda içtihat yapmazlar ama tercihler yapabilirler. En üst seviyede rasih müçtehitler vardır. Bunlar bütün konularda kendileri içtihat yapar ve ona göre amel ederler. Bunu yapmak zorundalar. Başkalarının fetvası ile hareket edemezler.

أُولُو الْأَلْبَابِ (52)

EuLuv eLEaLBavBı

“Lubları olanlar.”

“Lub” beyindeki girinti ve çıkıntı olan yüzeydir, insan zekâsı orada faaliyet gösterir.

Allah iki türlü insan yaratmıştır. Biri bir işte sebat edip değişiklikten hoşlanmayan, diğeri ise bir yerde sorunu çözdü mü orada artık çalışamayanlardır. Birinciler çoktur. İkinciler azdır. Az olanlar içtihat yapacaklar, çok olanlar onları uygulayacaklardır.

Rasihlerin beyin bilgisayarları gelişmiştir, iyi düşünürler. Diğerlerinin sinir sistemleri gelişmiştir, iyi iş yaparlar.

İşte, Kur’an’ı yorumlamak iyi düşünenlere aittir. “Adil Düzen’e Göre İnsanlık Anayasası” buna göre hazırlanmıştır, deliller de bulunmuştur, Akevler internet sitesinde (www.akevler.org) vardır.

Böylece Mekke dönemi suresinde de müçtehit düzenini ortaya koymuştur. Hâlbuki Hazreti Muhammed zamanında bu müessese henüz vahiy kesilmediği için yoktu. Demek ki bu sure onlardan çok bize hitap etmektedir.