İBRAHİM SURESİ TEFSİRİ(14.SURE)
Süleyman Karagülle
1020 Okunma
İBRAHİM SÛRESİ 23-26.AYETLER TEFSİRİ

İBRAHİM SÛRESİ - 6. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

***

 

وَأُدْخِلَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا بِإِذْنِ رَبِّهِمْ تَحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلَامٌ (23) أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ (24) تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ (25) وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ الْأَرْضِ مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ (26)

 

***

 

وَأُدْخِلَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا بِإِذْنِ رَبِّهِمْ تَحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلَامٌ (23)

Va EuDPiLa elLaÜIyNa EAvMaNUv Va GaMiLUv elÖAvLıPAvTı CanNAvTin TaCRIy MiN YaXTıHAv eLEaNHAvRu PAvLıDIyNa FIyHAv BiEiÜNı RabBiHiM TaXıyYaTuHuM FIyHAv SaLAMun

“Ve iman etmiş ve salih ameli amel etmiş olan kimselere, Rablerinin izni ile tahtından nehirlerin cereyan ettiği cennata dâhil olacaklardır. Orada tahiyyetleri selamdır.”

Bu surede üç defa “elemtere” geçmektedir. Kâinatın ve insanın yaratılmasından bahsettikten sonra âhirete geçmiş ve orada zaiflerin büyüklenenlerle mükalemesi ve şeytanın onlara olan hitabı anlatılmış, burada iman etmiş olanları beyan ederek yeni elemtereye geçilecektir. Bu ayet geçen dersin devamıdır ve oraya atıftır, cehennemlikler ve cennetlikler açıklanmıştır.

“İdhal olundular” denmektedir. İnsanlar kendi iradeleri ile cennete veya cehenneme gitmemektedirler, Allah tarafından veya melekler aracılığı ile ithal olunacaklardır. Nasıl çocuk dünyaya geldiğinde ona sorulmazsa, bize de cennet veya cehenneme gitme sorulmayacaktır. Burada “dehalû” denmediği gibi “edhalallahu” da denmiyor. O halde duhul birtakım merasimlerden sonra olacak, cennete gidenlerin de cehenneme gidenlerin de yapılarında değişme olacaktır. Hayat bu dünya hayatına benzeyecek ama ölüm olmayacaktır. Zevk alınacak ama acı çekilmeyecek, acıkma iştihanın gelmesiyle olacaktır. İşte, insan DNA’larında tüm vücut yapısında birtakım değişiklikler yapılacaktır. Cehenneme gidecekler moleküler yapıdan atomik yapıya geçecekler, cennetlikler de kısa zamanda atomik yapıdan tekrar moleküler yapıya geçeceklerdir. Kur’an buna “illa variduha” ayeti ile işaret etmektedir.

“İman etmiş olan kimseler” kurallı erkek çoğuldur; bir cemaattir, bir topluluktur. Âhirette herkes şahsi hesap verecektir ama cennette yaşama yine topluluk halinde olacaktır. Bu dünyada birlikte yaşayanlar orada da birlikte olacaklar, eşlerle beraber olunacaktır. Bu dünyadakilerin ikisi de cennete gitmişlerse orada da beraber olacaklar, orada da yeniden evlenme ve eşleşme vardır. Bunun dışında orada da erkekler için çok eşlilik vardır. İnsanın orada da derece yükseltme ameli vardır. Bu dünya benzeri kıskançlıklar ve haset orada yoktur. O hayatı bugün tam olarak kavramamız mümkün değildir. Şu kadarını söyleyebiliriz ki oradaki hayat buradakinden çok daha ileri hayat olacaktır.

İman edecekler ve salih amel işleyecekler.

İman etmek demek güven içine almak demektir, başka insanların güvenini korumak demektir. Ordu halkın güvenini korumakta, halk da ordunun yaşamasına imkân vermektedir. Bu anlamda müslimler de iman etmiş olmaktadır. Yani iman müfâele babında karşılıklı iki kimsenin birbirine güven vermesi demektir. Müslimler ile müminler birbirlerine güven verirler. Müminler güveni sağlarlar, müslimler ise üretim yaparak müminlerin geçimlerini sağlarlar yani zekât verirler. Dolayısıyla iki grup birbirine eman vermiş olur.

“Salihat amel edenler” denmektedir. Müslimler çalışarak zekâtlarını verirler. İkisi birden olacaktır. Silahlı güçler güvenliği sağlayacak, yargı üstünlüğünü sağlayacak, halk da çalışarak ekonomik yapılaşmayı sağlayacaklardır. Bu sebepledir ki “âmenû” mufaale babından gelmiş de tefaul babından gelmemiştir. Bu anlamda müslimler de müminlerdir. Ebu Hanife’nin “iman ve İslâm birdir” ifadesinde bu yönüyle isabet vardır.

“Salihat amel”in başka manası da dişi çoğul olmasıdır. Aynı ameller ayrı ayrı değil birbirine uyumlu olacaktır. Kişiler ayrı ayrı iş yapacaklar ama planlı projeli iş yapacaklar. Biri kapı yapacak, diğeri kasa yapacak ama bu kapı bu kasaya uyacaktır. İşlerde ilkel üretim şeklinden planlı üretim şekline geçilecektir.

Eskiden bir usta alır bir evi ağaçtan taştan başlayarak bitirirdi. Böyle değil. İşler plan ve projeye bağlanacak, herkes birbirinden habersiz ve görüşmeden anlaşmadan ayrı ayrı işler yapacaklar, sonunda herkes projeye göre iş yaptığı için uyumlu işler olacaktır. Peygamberler insanlara hep bunu öğrettiler ve ancak yirminci yüzyılda insanlık bu seviyeye ulaştı.

Türkiye henüz bu seviyeye gelmedi. Başbakan ve cumhurbaşkanı görevlerini bilmiyor, yasalara göre görev yapmıyorlar. İlkel usul içinde, emir ve komuta zinciri içinde iş yapıyor. Bu yaptıkları amel-i salih değildir.

“Altından ırmaklar akar” denmektedir. Bugün artık açık suları içmiyoruz ama bahçemizi suluyoruz. Gelişmiş düzende ve cennette açık sular yoktur. Borular içinde ve toprağa gömülmüş borular ve künkler ile su dolaşacaktır. Nehirler yalnız su nehirleri olmayacaktır. Su boruları, süt boruları, bal boruları ve içecek boruları olacaktır. Çeşmelerden akacak ve atıklar yine çeşmelere verilecektir. Bugün insanlık buna doğru gitmektedir. Cennette ise tam da bu düzen kurulmuş olacaktır.

“Orada haliddirler”, artık süreklidirler. Beş boyutlu uzay içinde dolaşabilecekler ama cennetli olma vasfını değiştirmeyecekler. Hastalanmayacak ve bedenleri bozulmayacaktır. Saçlarımız nasıl acı duymadan yenileniyorsa, vücudumuzdaki bütün atomlar sürekli yenilenmektedir. Nasıl bir akarsu aktığı için temiz kalabiliyorsa, insan vücudu da sürekli olarak akış içindedir, atomlar durmadan yer değiştirmekte, böylece arada karışan pis maddeler temizlenmektedir. Ama biz bu akıştan habersiziz. Âhirette de bugün olduğu gibi beslenecek ve bugün olduğu gibi atılması gerekenler atılacak ve durmadan yapımız değişecektir.

“Rablerinin izni ile” diyerek bu işlerin Rab sıfatı ile olacağı ve âhirette de evrim olduğunu ifade eder. Uygarlaşma, ileri gitme, daha çok bilgi elde etme orada da devam edecektir. Burada Rablerinin izniyle denmektedir. Rablerinin emriyle denmemektedir. Eğer Allah’ın iradesi kişilerin lehine ise ona Allah’ın izni ile denmektedir. Ama eğer Allah’ın iradesi kişilerin aleyhine ise o zaman Rablerinin emri denmektedir. Demek ki Rabbinin izni ve Rabbinin emri aslında oluşum bakımından aynıdır. Orada izin kelimesi kişiler isterse yapmayabilir anlamında değildir. Bunun fıkhî anlamı şudur. Bu görevli izin talep etti ve ona da izin verildi. Gidip gitmemekte serbest değildir. İzin verildi demek onun yerine başkası bulundu demektir. Dolayısıyla artık onu yapmakla yükümlüdür.

Cennet halkını bu şekilde tavsif ettikten sonra, “orada tahiyyetleri selamdır” demektedir. “Tahiyye” sağlık dilemektir. Asıl selamlamak o manadadır. “Selam” ise barıştır, barış içinde yaşamak demektir. Yani burada iki mana verebiliriz. Orada sağlık dile emri barış sözü iledir. Ama kelime anlamları orada yaşama barış içinde olmaktır. Hayat kavga ve çatışmaya değil barışa dayanmaktadır.

İnsanlar arasında denge iki şekilde sağlanmaktadır. Aralarında niza olduğu zaman kılıçlarını çekerler, biri diğerini yener, yenilen ya köle olur ya da ölür. Bu durum selamla/barışla yaşama değildir. Oysa Müslimler aralarında çıkan nizaları hakemler yoluyla çözerler. Dolayısıyla yenen-yenilen yok, haklı-haksız vardır.

Âhirette niza olmayacak mı?

Birlikte iradeleri ile yaşayan topluluklarda elbette nizalar olacaktır.

O halde orada da hakemlik sistemi var mıdır?

İşte, Kur’an baştan sonuna kadar âhiret hayatını anlamak için okunmalı ve âhirette hakemliğin olup olmadığı ortaya konmalıdır. Şimdi ben kesin olarak bir kanaat sahibi değilim.  Bu konu kelam ilminin bir doktora tezi olabilir.

وَأُدْخِلَ

Va EuDPiLa

“Ve idhal olundu”

“DuHul” ve “Huruc”un birer harfleri ortaktır, “H” harfi ortaktır. Diğer iki harf da birbirine çok yakındır. L ve R harfleri titrek harflerdendir ve bunlar dört tanedir: LRMN. L, N ve R şemsi harflerdir. M ise kameriyedir, dudaktan çıkar. Diğerleri ise şemsiyedir, diş diplerinden çıkar. Ama yine ortak özelliği vardır. İkisi beyniyye harflerdendir. Sert sürekli harflerdir. Böylece duhul ve huruc kelimeleri oluşmuştur. Kelimelere farklı mana verdiren D ile C dir. D devam, devir. Manasındadır. “Cae” geldi anlamındadır. “Cem” de dışarıdan gelip birleşme anlamındadır. Buna göre “dâhil” evimiz demek, “hariç” de evimizin dışı demektir.

Cennet beş boyutlu uzay içinde bizim hayatı sürdüreceğimiz bir mekân olacaktır.

Bizim semt kooperatifleri de cennete örnek olacaktır.

Oraya dâhil olanlar orada istedikleri gibi yaşayacaklar, dâhil olacaklardır.

الَّذِينَ آمَنُوا

elLaÜIyNa EAvMaNUv

“İman etmiş olanlar”

Kur’an’da cennete gireceklerden bahsederken Müslümanları iman edenlere ekler.

Kâfirler ile Müslimler arasında şu fark vardır. Her ikisi de yargı kararlarını kabul ederler ama kâfirler cizye vermezler. Askere gitmedikleri gibi cizye de vermezler. Müslimler ise askere gitmezler ama onun yerine bedel verirler. Bedel vermekle güvenlik işlerine katılmış ve onlar da müminler grubuna girmiş olurlar. Bedel vermeyen kâfirler de müşrikler grubu içinde olurlar. Dar manada iman etmiş olanlar askere gidenlerdir. Geniş manada iman etmiş olanlar askerlik yapanlar yahut bedel verenlerdir. Kâfir deyince de dar manada müşrikleri içermez ama geniş manada alındığında müşrikleri de içerir.

Bu dillerin özelliğidir. “Baba” kelimesi dar manada annesinin eşidir ama geniş manada anlayınca atalar ve amcaları da içerir. Türklerde amca ve teyze karşılığı kelimeler yoktur, çünkü Türkler büyük aile yaşayan topluluktur, amcalar da babadır, teyzeler de annedir. Türklerde abla ve ağabey kavramları vardır, diğer dillerde yoktur.

Burada “Ellezîne Âmenû” geniş manada getirilmiştir.

وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

Va GaMiLu elÖAvLıPAvTı

“Ve salihatı amel ettiler”

İman ile amel “ve” harfi ile bağlanmıştır. Dolayısıyla tek başına amel, tek başına iman değil de ikisinin birlikte olmasıdır. Topluluk içinde işbölümü yapılır. Kimi emanla, kimi de imalatla meşgul olur. O halde iman demek sadece Allah vardır ve âhiret vardır demek, bunu kabul etmek demek değildir. Böyle olsaydı en büyük mümin şeytan olurdu. Şeytan ne Allah’ı ne de ahireti reddediyor, tam tersine o zamana kadar bana mühlet ver diyor. Gerek iman gerek amel-i salih kavlî değil fiilîdir. Batılılar planlı projeli çalıştıkları halde iman etmiş değildir. Yargı üstünlüğünü kuramadılar. Ama planlı projeli hareket ettikleri için de salihat amel içindedirler. Müslümanlar ise ne iman etmektedirler ne de amel-i salihatı yapmaktadırlar.

Medhal grubunda Bünyamin Demir ve Ahmet Kırtekin ile başladığımız proje yapımı çalışmalarında gayemiz, halkımızı projeli çalışmaya yani salihatı amele götürmektir. Hiç kimse projede yazılı olmayanı yapmayacak. Kur’an’ın emrine uyarak az olsun çok olsun üşenmeden projeye yazılacak. Amel-i salihatın başka şartı da muhasebedir. Herkes aldığını ve verdiğini yazacak ki proje uygulaması ne safhadadır. Ne yapıldı, daha ne yapılacak?

Salihat-ı amel demek projeli ve muhasebeli çalışmak demektir. Daha işin başındayız. Biz bu iki dev sorunu çözmedikçe, bunların uygulanmasını en az on kişiye öğretmedikçe, “Adil Düzen” iddiası serap bile değildir. Serapta hiç olmazsa perdede su görünür. Burada perde de görünmez. Kur’an’ın ilâhi kitap olduğunu kanıtlamak için sadece bu kelime, salihatı amel kelimesi yeterlidir.

جَنَّاتٍ

CanNAvTin

“Cennatın”

“Cennat” nekre gelmiştir. Demek ki tek tip cennet değil değişik cennetler olacaktır. Sonra dişi çoğul gelmiştir. Demek ki değişik bahçeler olacaktır.

Dünya bahçelerinde de işbölümü olacaktır. Karadeniz’de fındık ve çay yaygındır. Buralarda üretilenler dünyaya satılmaktadır. Sanayi sitelerinde olduğu gibi tarım sitelerinde de değişik bahçe tipleri olacaktır. İklim ve toprak şartlarına uygun bir ürün seçilecek ve o semt halkı onu ekecektir. Başka semt halkı başka şeyi ekecektir. Her semtin mahsulü farklı olacaktır. Mübadele yoluyla başkaları da istifade edecektir.

Peki, âhirette de üretim para ile satılarak mübadele ile mi olacaktır? Buralardaki işçiler kimler olacaktır? Dünyadaki mülkiyet kavramı orada da varlığını sürdürecek midir? Mülkiyet devam edecek midir?

Buradaki “cennatin”in dişi kurallı cem nekre olarak gelmiş olması, âhirette bütün bunlar devam edecektir demektir. Çalışanlar belki insanlar olmayacak, huriler ve gılmanlar olacaktır. İnsanlar orada patronlar durumunda olacaklardır. İşyerlerimiz olacak ve onları yöneteceğiz, ürünlerimizi para ile satacağız.

Bizim düşündüğümüz dünya şöyledir. Çalışanlar çalışıyorlar, emek veriyorlar, onlara emeklerinin karşılığını veriyoruz. Artırmış oluyorlar ve onunla yatırım yapılıyor. Çalışmayanlar veya çalışanlar ise diğer yarısını bölüşürler. Demek ki “Adil Düzen” bir cennet düzenidir.

1973 seçimlerinde seçim konuşmalarını yapıyordum. Prof. Sabahattin Zaim İzmir’e gelmiş, bizimle görüşmek istediğini bildirdiler. Tanışıyorduk. Gittim. Bana düzenimizi sordu. Cevaplar verdim. Sonra Avni Özyürek adlı bir yakınlısı vardı, o da Akevler kurucularından idi. Evine bırakmaya giderken seçim konuşmalarında anlattıklarımı ona da anlattım; Sabahattin Zaim ‘insan kendisini cennette hissediyor’ dedi.

Yani insanlık uygarlaşa uygarlaşa cennet hayatına ulaşacaktır. Cennet hayatını örnekle anlamak isterseniz “Adil Düzen”i kavramaya çalışınız. İnsanlar cennet hayatında yaşamayı öğrenecekler. Cennete gittiğimiz zaman tecrübeli komşularımız olacak, ortaklarımız olacak, onlar bize cennet hayatına uyum sağlamamızda yardımcı olacaklardır.

تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ

TaCRIy MiN YaXTıHAv eLEaNHAvRu

“Altında ırmaklar akan nehirler”

Kur’an nazil olduğu zaman basınçlı boru sistemi yoktu, insanlar suları su kemerleri ile aktarıyorlardı. Cebri boru sistemini Müslümanlar su makineleri yapıp su saatleri ve boruları geliştirince kullandılar. Tekerlek büyük buluş kabul edilir. Oysa boru tekerlekten daha önemli buluştur. Müslümanlar bunu damarlardaki akışla keşfetmişlerdir. Bugün artık sular borular içinde evlere kadar gelip dağılmaktadır. Henüz süt boruları tesisatımız yoktur, henüz bal tesisatımız yoktur. Gaz tesisatımız vardır. Bu geçicidir. Gaz yerine elektrik kullanılacak. Gaza ihtiyaç duyulursa hidrojen üretilip tüketilecektir. Termik makinelerin verimi artırılacaktır. Belki buhar tesisleri olacaktır.

Şimdi su ve gaz tesislerini bazı kentlerimizde sıcak su tesislerini göz önüne alarak altta sıvıların akışı üzerinde durabiliriz. Kur’an’da müteşabihler vardır. Onların çoğu şimdi tevil edilmektedir. Ne demek istediklerini bugün anlıyoruz.

Kur’an’ın Allah sözü olduğunu kabul etmeseniz bile, klasik Arapçayı öğrenip de onun üzerinde yorumlar yapmayı öğrendiğiniz zaman büyük zevk alırsınız. Bilmece çözmek, roman okumak gibi zevklere Kur’an’a inanmadan da devam edebilirsiniz.

“Fî Tahtiha” denmeyip “Min Tahtiha” denmiş olmasının sebebi nedir? “Fîha” denmeyip “Tahtiha” denmesinin sebebi nedir?

“Taht” kelimesi üzerinde durmamız gerekmektedir. “Taht” ayakların altıdır, tabandır. “Tahta” kelimesi de ayakların bastığı düz ağaçtır. Kur’an’da çoğunlukla “taht” kelimesi “fevk” kelimesinin karşısında kullanılır ve enharla birlikte geçmektedir.

خَالِدِينَ فِيهَا

PAvLıDIyNa FIyHAv

“Orada haliddirler”

“Halid” demek sürekli demektir. Sonu olmayan manasında “ebed” kelimesi kullanılır. Sonu olmayandan çok sonuna kadar anlamındadır. Bir yola çıkıp sonuna kadar gitmek ebeden gitmek demektir.

Allah âlemlerin rabbidir, insanı var etmiştir. Sonuna kadar gidilecektir. Dünyanın sonu kıyamettir. Âhirette de semavat ve arz olacak ve o periyod tamamlanıncaya kadar insan cennette kalacaktır. Sonra ne olacaktır? Milyar ve trilyon yıllar sonra daha ileri, daha evrimleşmiş bir hayata gidilecektir.

Halidlik zaman kavramı içinde söz konusudur. Zaman izafidir.

Einstein’in ikinci göreceliği eksiktir ama birinci göreceliği doğrudur.

تَحِيَّتُهُمْ فِيهَا

TaXıyYaTuHuM FIyHAv

“Orada tahiyyetleri”

“Tahiyye” tef’îl babıdır.

“Hayat” yaşamak demektir.

“Tahiyye” sürekli yaşatmak demektir.

İnsanlar hep birbirlerine muhtaçtır. Birinin ürettiğini diğeri tüketir. Bu sebeple dünya hayatı tahiyyedir. Âhiret hayatı da tahiyyedir. Demek ki orada da işbölümü ve orada da birlikte yaşamaya muhtaç olma düzeni vardır. İnsanın genetiği değişmeyecek, insan insan olmaktan çıkıp başka insan olmayacak, insan yine insan kalacak, sadece fazlaca uygarlaşmış olacaktır. Daha çok araçlara sahip olacaktır. Tıpta çok ileri gidecek, acı çekmeyecektir. Cenneti bu dünya hayatının ileri bir şekle girdiğini düşünün, işte o hayattır. Örnek olarak bugün biz ölüme çare bulamıyoruz, orada bulunmuş olacaktır. İnsanların ölüme çare buldukları gibi zaman içinde geri dönerek eski ölüleri dirilttiğini farz ediniz. Bugünkü teknolojinin çok ileri gittiğini düşünün. Dört boyutlu uzayda seyahat edebiliyoruz. Zamanın ilerisine ve gerisine gidebiliyoruz. Yani Kâinat filmini istediğimiz ekrandan seyredebiliyoruz.

İşte âhiret budur. İşte âhiret hayatı budur.

سَلَامٌ (23)

SaLAMun

“Selamdır.”

Diğer özelliği, bugün barış ve savaşla denge sağlanmıştır. Adil Düzen Siteleri kurulmuş, barış taraftarı olanlar kendi semtlerine çekilmişler. Yargı kararlarını dinliyorlar. Öyle gün geliyor ki hakemliği kabul etmeyenler itilmiş ve kendi yurtlarına sürülmüşlerdir.

İşte orası cehennemdir.

Hakemlerden oluşan yargı üstünlüğünü kabul edenler kendi sitelerine çekilmişlerdir. Orada artık çatışma yok, tüm sorunlar barış içinde çözülür. Ölüme de çare bulunmuş, hastalıklara çare bulunmuş, acı çektirmeden tedavi olunuyorlar.

İşte âhiret hayatı budur.

Şimdi mulhidlere sorunuz. Siz bile cennet hayatını var etme gücünü kendinizde tasavvur ediyorsunuz da, sizi ve bu Kâinatı var edene mi zor gelecektir? Allah’tan ve âhiretten şüphe etmek demek, akıl hastası olmak demektir.

أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ (24)

Ea LaM TaRa KaYFa WaRaBa elLAvHu MaÇaLan KeLiMaTan TayYıBaTan Ka ŞaCaRaTin TayYıBaTin EaÖLuHAv ÇaBiTun Va FaRGuHAv FIy elSaMAvEı

“Allah’ın bir tayyib bir şecere gibi olan meseli, tayyip kelimeyi nasıl darb ettiğini re’y etmedin mi? Aslı sabittir, fer’i ise semadadır.”

Burada “rey etmedin mi” sözünü mazi fiil olarak getirmiştir.

Arapçada geniş zaman ve hâl sigaları bazen mazi fiil bazen de muzari fiil olarak kullanılır. Burada Allah mesel darb ediyor. Daha darb etmiş değil ki re’y etmiş olalım, o halde mazi, hâl sigası yerine kullanılmıştır. Türkçede “etmez misin” “et” anlamındadır.  Bizim “Lem” gelen fiil-i muzariler, hâli de içerir kuralımız burada teyit ediliyor. “Mâ” ile yapılan maziler geçmişte bir zamanda yapılmamış anlamındadır. “Lemma” ile yapılan muzariler geçmiş bütün zamanı içerir. “Lem” ile yapılan ise şimdi hâlen devam eden mazidir. “Kad” harfine tekabül eder.

Kur’an darb edilen meseli re’y et demiyor da nasıl darb ettiğini re’y et diyor. Bize analoji ilmini öğretiyor. Mantıkta tümdengelim ve tümevarım vardır. Kur’an ise iki metodu daha getirdi. Biri kıyastır. Yandan gelen, kıyastır, benzerine bakarak hüküm vermedir.

Cengiz Demirci tümevarımın yanında tümegelimi eklemektedir, tümdengelime tümdenvarımı eklemektedir. Bunlar kıyastır. Kıyas Kur’an’da bir derenin bir yakasından öbür yakasına geçmedir. Mesel ise analojidir.

Fıkıhçılar kıyası iyi bir şekilde incelediler ama analoji ilmi henüz gelişmemiştir. Analoji ilmi mesel ilmidir. Usule ithal edilmesi gerekmektedir. Sistemi karşılaştırmaktır.

Bir hayvan ilk bakışta bitkiye hiç benzemez. Oysa mikroskop altına koyup incelediğinizde birbirinden küçük farklarla ayrıldığını görürüz. Hücreler, DNA’lar, genler, çekirdekler, kromozomlar, çoğalmalar hep aynıdır. Biz ağzımızla yeriz, bitkiler kökleri ile yerler. Biz burnumuzla soluruz, bitkiler yaprakları ile solurlar. Bizde anlaşma aracı sinirlerdir. Oysa bitkilerde havaya saldıkları kokulardır. İşte, bize temsil usulünü öğretmek için Allah’ın nasıl darb ettiğini re’y etmemizi istemektedir.

Burada kelime ağaca benzetilmektedir. Kelimeler de yani cümleler de bir bitki gibi doğarlar, filizlenirler, çoğalırlar, olgunlaşırlar, yaşlanırlar ve sonunda ölürler. Bir tohumu toprağa atarsınız, çoğu kemirgenler onu yerler ama postunu kurtaranlar çoğalır ve orası ağaçlık olur, mera olur. Kelimeler ve cümleler de böyledir. Bir cümle söylersiniz yahut bir proje yaparsınız. Siz söylediğinizi unutur gidersiniz ama sonra dilden dile çoğalır, değişir, gelişir ve bir orman gibi karşınıza çıkabilir.

Bu ayetlerde “tayyib” kelimeleri ile “habis” kelimeleri mesel olarak getirilmekte ve karşılaştırma yapılmaktadır. “Tayyib” demek sağlıklı ve işe yarar anlamındadır. “Habis” demek zararlı demektir. Armut tayyibdir ama sigara habistir. Kelimeler de böyledir. Cümleler de böyledir. Öyle söz söylersiniz ki o söz sayesinde insanlık birçok afetlerden kendilerini korurlar yahut zarar verirler. Burada tayyib kelimeler ile habis kelimeleri karşılaştırıyor. Dünyayı fesada vermek habis sözlerdir. Barışa çağırmak tayyib sözlerdir.

Burada çok önemli bir hususa işaret vardır. Altı okta iki kelime bir arada zikrediliyor; milliyetçilik ve inkılâpçılık. Milliyetçi olma kendi geçmişine bağlanma demektir, kökleri ile sabit olan demektir. İnkılâpçılık ise dünyaya açılma ve yenilikleri yapma demektir. Bunlar arasındaki denge de işte üçüncü binyıl uygarlığının yolu demektir. CHP bunu programına yazdı ama milliyetçiliği ırkçılık olarak anladı, inkılâbı da ateizm olarak gördü.

İşte burada “tayyib” kelimesi ile “habis” kelimesi arasındaki farkları Kur’an bize bu şekilde öğretmektedir.

Kökleri sabit olacak, yapı malzemesini kendi geçmişinden alacak, gıdasını ise çevredeki tüm insanlığa taşıyacak.

Yüz lojmanlı işyeri apartmanlarını yapacak, orada yerleşecek ve oradan ayrılmayacak, aslı sabit olacaktır. Ama ürettikleri semada olacak, tüketecekleri semada olacak, satacak ve alacak. Yapılaşırken kapalı ekonomiye sahip olacak ama üretip tüketirken açık ekonomiye sahip olacak.

Bir işletmeyi kurduğu zaman o işletmede sebat edecek, işyerini ve işletmesini değiştirmeyecektir ama sürekli olarak işletmesini geliştirecektir.

Demek ki milliyetçilik ile inkılâpçılık beraber yürütülecektir.

Mustafa Kemal âlimlerden çok yararlanmıştır, İslâm âlimleri ile de yakın istişarelerde bulunmuş, dolayısıyla altı ok gibi ilkeler ortaya çıkmıştır.

Erbakan da Akevler gençlerinin âlim olmasına katkıda bulunmuş ama sonra da onlardan yararlanmıştır. AK Parti ise Akevler’den uzak durmayı değişmez ilke kabul etmiştir.

Ağaçların kökleri yerlerdedir, sabittir, yer değiştirmezler ama dalları yukarıdadır, yaprakları, çiçekleri ve tohumları hep yukarıdadır, yeni tohumlar yetiştirir ve çevreye salar.

Devlet yapısının kökleri vardır. Kavim dediğimiz gövdesi vardır. Şa’b dediğimiz dalları vardır. Nihayet rical vardır, bunlar yapraktır. Çalışıp üretirler. Sonra nisa vardır. Bunlar bu ürünleri insan yaparlar, çocuk yetiştirirler. Çocuklar tohumdur. Çiçekler kadındır. Sonra tohum gibi yetişenler dağılıp gider, başka yerlerde yeni aileler kurar, yeni çiçek ve tohumlar yetiştirirler.

Erkekler kadınlara hâkim değildir, hadimdir, üretim yaparlar, kadınlara verirler. Onlar da çocuk yetiştirirler. Erkekler ayrı ayrı üretim yapamadıkları için devlet kurarlar. Devleti erkekler kurar ve onlar yönetirler ama devlet kadınlar için vardır, çocuklar için vardır.

Tayyib şecer budur, tayyib yönetim budur. Kadınlar yönetimin üstünde semadadırlar. Onlar temiz hava ve güneş içinde yaşarlar, köklerini çamurlara pisliklere bulamazlar. Siyasetin, yönetimin, silahın baskını içinde yüksek varlıklarını helak etmezler. Çiçeklerin köklerde çıktığını varsayın, onlar görevlerini yapabilirler mi?

أَلَمْ تَرَ

EaLaM TaRa

“Re’y etmez misin?”

“Re’y” gözle veya gözsüz görmek anlamındadır. Beyin dışarıda olan olayların haritasıdır. Bir evin yerini tesbit ederken durduğu yere bakarsın, evi görürsün. Bir de haritaya bakarsın, haritada yerini görürsün. Kuleye çıkıp eve bakmak nazardır, evi görürsün. Çevresine bakarak konumunu görmek basardır. Haritaya bakıp haritada yerini tesbit etmek re’ydir.

İnsanın beyninde Kâinatın haritası vardır, her gün güncellenmektedir. Haritaya baktığınız zaman düşündüğünüzde re’y edersiniz.

Burada kelime ağaca benzetilmiştir. Yahut bir düşünce ormana benzetilmiştir. Gerçekte bakarak bu benzetmeyi görmek mümkün değildir. Çünkü bunlar bir yerde olmazlar. Beynimizde bunları benzetebiliriz. O sebeple re’y etmez misin diyor.

كَيْفَ

KaYFa

“Nasıl?”

Bir şeyin kendisi ma ile ifade edilir. Ma darebe derseniz neyi darb etti. Tayyib kelimeyi tayyib şecere gibi darb etti. “Keyfe” ise nasıl darb ettiğini, nasıl gösterdiğini ifade ediyor. Temsilde her cüz başka cüze denkleştirilir. Kelime şecere, Asla devlet, fer'e halk denkleştirilir. Kökler topraktadır, hareket etmez. Devlet istikrarı sağlar. Fer’ ise semadadır, yüksek yerdedir, halktır. Kök ve gövde onu yukarıda tutmak için vardır. Kökler yere tutunur, rüzgâr, kar, hayvan onu yıkamaz. Yaprakları ve çiçekleri yüksektedir, korunmuştur. Hayvanlar onlara ulaşamaz.

ضَرَبَ اللَّهُ

WaRaBa elLAvHu

“Allah darb etti”

Türk dilinin gramerini daha yazmadık.

Örnek olarak “Allah diyor” ile “Allah darb etmektedir” arasında ne fark vardır?

Türk dili de Arapça gibi kurallı dildir. İki fark vardır. Türkçenin kuralları tesbit edilmemiştir. Bir de kurallar içinde yeni kelimeler üretileceğine yabancı kelimeler ithal edilmiştir. Uçak bıçak gibi ismi alettir, tutmuştur, kimse tayyare kelimesini kullanmıyor.

Türkçede olduğu gibi Arapçada da yardımcı kelimeler vardır. “Kevn” olmak demektir. “Ca’l” kılmak demektir. “İkame etmek” de yerine getirmek demektir. “Mesel” için de “darb” kelimesi kullanılmaktadır. Üst üste koyarak karşılaştırma demektir. “Mesel” misli, benzeri, örneği anlamındadır. Allah darb etmektedir. Kur’an’da anlatmaktadır.

Darbe, beyazlaşmış baldır. Soğuktan katılaşarak donar. Ekmeğin pişmesine darbetme denir.

مَثَلًا

MaÇaLan

“Bir mesel”

Çamurdan yapılan ve bir şeye benzetilen nesne, heykeldir. Dengi, benzeri anlamına da gelir. Eş manası da taşır. “Adl” ağırlıkla birbirine eşit olan demektir. “Şebih” görünüşte birbirinin benzeri olandır. “Misl” ise fonksiyonda, işte ve yarayışta birbirine benzer olandır. Heykellere “timsal” denmektedir. Modelleme anlamındadır. Kelime aynı zamanda proje demektir, plan demektir. Bir proje yaparsınız, onunla birçok üretim yaparsınız. Proje aslından da daha sağlıklı kabul edilir. Aslında büyüklükler ölçülerek bulunur. Oysa projelerde miktar yazılıdır. Mühendislikte modeller üzerinde yapılan ölçmelerle imalat men edilmiştir.

Burun kokuyu gazı algılar. Dil ise tadı algılar. Dil sıvıyı algılar. O halde burun ve koku, dil ve sıvı ile birer meseldir. Allah Kâinatı hep benzer var etmiştir. Her yerde benzer kurallar vardır. Kur’an örnekleri verir. Diyelim insan bedeninde bir şey anlatıyorsa onun benzeri toplulukta da vardır. Karşılaştırarak oradaki kuralları orada keşfederiz. Örnek olarak “kalb” kelimesi merkez demektir, beyin de yürek de kalbdir, pompa da kalbdir, otogar da kalbdir, deniz de sular için kalbdir.

Kur’an her şeyden birer misal verir, kalanı biz darb ile buluruz. Genel kurallar yerine örneklerle açıklar. Üzüm şarabı içkilerin haramlığına bir birim olur. Onunla alkolün yüzdesini tayin ederiz.

كَلِمَةً طَيِّبَةً

KeLiMaTan TayYıBaTan

“Tayyib bir kelime”

“Kelime” sözü ile “kalem” sözü birbirine çok benzerler, mana yakınlığı vardır. İkisi de kesme demektir. Bir dalı ağaçtan koparma, budama teklim olduğu gibi tırnak kesme de taklîmdir. Aşı için kullandıkları çubuklara da “kalem” demektedirler. Bir ağacın yapısını öbür ağaç üzerine taşımadır. Kelimeler cümlelerde ifade ettiği manaları taşıdığı için kelime denmiştir. Proje de bir kelimedir. “Tayyib kelime” yarayan sağlıklı ve yararlı proje demektir.

İnsan bir şeyi yemeden önce rengine bakar, sonra eliyle dokunur, sonra koklar, sonra tadar. Bunlar onun hoşuna giderse onu çiğneyip yutar.

İlk insan bu özelliği taşıyan meyveye “tayyib” demektedir.

Bunun bozulması, çürümesi halinde görünüşü, sertliği, kokusu, tadı bozulur. Buna da “habis” denmektedir. Bugünkü deyimimizle tayyibe faydalı, habise zararlı denmektedir. Sadece besinde değil bütün oluşlarda habis örf vardır, tayyib örf vardır, habis kanun vardır, tayyib kanun vardır.

Kelime bir projedir, kuraldır, cümledir.

كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ

Ka ŞaCaRaTin TayYıBaTin

“Tayyibe şecere gibi”

“Şecer” orman demektir. “Şecere” bitki demektir.

Şecer yalnız yüksek ağaçlar değil bütün canlı topluluğudur. Bitkidir.

Örnek olarak çilek şecere-i tayyibedir. Bunun yanında meyvesi yenmeyen bitki şecere-i habisedir. Kelime bir cümle veya bir proje şecere gibidir. Eksiksiz olmalıdır. Nasıl bir canlının her şeyi tam olmalı ise proje de tam olmalıdır, bütün incelikleri içermelidir.

أَصْلُهَا ثَابِتٌ

EaÖLuHAv ÇaBiTun

“Aslı sabit olan”

Kökü sabittir. Bir kelimenin dört kademe manası vardır. Vaz’i manası, isti’mali manası, delalet manası ve vukuf manası. Lügatlerdeki manası vaz’i manadır. Söyleyen ona bir mana yükler, o da isti’mali manasıdır. Bir de hakemlerin ona vereceği mana vardır. Örfi manadır. Bir de her duyanın anladığı mana vardır. Bu manalardan bir kısmı vardır ki o herkes tarafından o şekilde anlaşılır. Aslı sabittir. Bir de değişik kimselerin anladıkları değişik manalar vardır. O da dışarıda kalan mana değildir. Mantıktaki çarpım (ve) asli manadır. Toplam (veya) ise isti’mâli manadır.

Bitkilerin genleri vardır, o değişmez, buna irsi özellikler denir. Bir de bulunduğu yere ve şartlara göre aldığı özellikler vardır. Bunlara da kesbi mana denir.

Ağaçta da aynı özellikler vardır.

İrsi manalar icma ile sabit olur, birlik sağlar.

Kesbi manalar içtihatla sabit olur, hayata uyumu ve kişilerin özgürlüğünü sağlar.

وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ (24)

Va FaRGuHAv FIy elSaMAvEı

“Ve far’i semadadır.”

“Fer’” dalları demektir.

İnsanlık bir asılsa, kavimler şa’bler, kabileler, aşiretler birer fer’dir. Çalışan erkekler yapraklardır, çiçekler kadınlardır, çocuklar da tohumlardır.

“Sema” yükseklik demektir, serbestlik demektir.

Bir topluluk ağaç gibidir. Sosyal kurum da ağaçtır. Bir işletme de ağaçtır. Parti bir ağaçtır. Doğarlar, yaşarlar, gelişirler, üretirler, yeni nesiller meydana getirirler ve ölürler. Temeli ülke içinde, il içinde olur. Faaliyetleri ise tüm yeryüzünde olur. Sosyal kurumların yapıları sabit ve yerinde olmalıdır. Faaliyeti ise tüm dünyada bulunmalıdır.

Bir işe başladığınız zaman işinizi değiştirmeyeceksiniz ama çevre ile ilişkiniz olacak, onlarla uyumlu olmalıdır.

وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ (25)

VaYaWRiBu elLAvHu eLEaMÇALa LilNAvSı LaGalLaHuM YaTaÜakKaRUvNa

“Ve Allah tezekkür etsinler diye nâsa meseller darb ediyor.”

Allah’ın meseli nasıl darb ettiğini düşünmedi demiş, sonra da bunu genişletmiş, Allah tezekkür etsinler diye misaller koyar kuralını getirmiştir. Yukarıda verilen misal genişletilmiş, bütün misaller hakkında kurallar koymuştur.

Kur’an bunu dört şekilde yapar:

a) İstisna şeklinde yapar. İstisna edilene kıyas yapılmaz.

b) Beyan şeklinde yapar, o hükmü açıklamış olur, aralarına bir harf koymaz.

c) “Ve” harfi getirir. Onun asıl olduğunu, illet bulunursa kıyas yapılacağını anlatır.

d) “Fe” gelirse illet bulunsun bulunmasın yukarıdaki hüküm bütün benzerlerinde uygulanır.

Burada “Ve” getirilmiştir. O halde eğer illet varsa o misalle ifade edilir. İlletle genişletilir. İllet yoksa genişletilmez anlamındadır. Usulü fıkıhta kıyas bölümünde bunlar anlatılıyor. Onlar istihsanla bunları buldular. Kur’an burada tansîs ediyor.

Mesel darbetmek yalnız insan için söz konusudur. Diğer canlılarda düşünme olmadığı için misallerle hükümler konmaz. Hattâ içtihat Kur’an’dan sonra teşri edildi. Daha önce sünnete uyma vardı, içtihat yoktu.

Burada “li’n-nâsi” denmektedir. Kur’an’ın bu hükmü bütün diğer dinlere de şamildir. Kur’an’dan sonra onlara da yeni peygamber gelmeyecektir. O halde onlar da sorunlarını içtihatla çözeceklerdir. İçtihat ve temsil usulünü Allah onlara Kur’an’da bildirmekte, böylece o dinlerde zamanın gereği değişen hükümler de Kur’an’da bildirilmektedir. Bu sebepledir ki burada “size” denmiyor da “bütün insanlara” deniyor.

Kur’an’da örneği olmayan bir olay yoktur. Kur’an’da hükümleri konmuş olan asıl alınıp onlardan uygun olanla kıyas ettiğimizde bütün soruların cevabı bulunur. Kıyas da Kur’an’dan olduğu için diyoruz ki; o halde Kur’an’da çözülmeyen sorun yoktur. Kur’an’ı müsbet ilme dayanarak yorumladığımız zaman Kur’an’da bulunmayan hiçbir şey yoktur.

Kur’an’a göre ilmin kaynağı ikidir; akıl ve nakil.

Ne var ki bunların toplamı değil çarpımı ilimdir: İlim=Nakil*Akıl.

Bunu nerden biliyoruz?

Kur’an diyor ki; biz onu ilimle tafsil ettik.

وَيَضْرِبُ اللَّهُ

V aYaWRiBu elLAvHu

“Ve Allah darb ediyor”

Bir ağacın köklerini, gövdesini, dallarını, yapraklarını, çiçeklerini ve tohumlarını görmek ve kavramak kolaydır. Oysa bir topluluğun köklerini, gövdesini, dallarını, yapraklarını, çiçeklerini ve tohumlarını bilmek zordur. Onu ancak temsille kavrayabiliriz.

Kur’an’ın kabul ettiği anlatma metodudur. Benzer olaylardan bir tanesi örnek olarak seçilir. Buna “asıl” denir. Ortak vasfa “illet” denir. Bulunması gereken ikinci özelliğe de “hüküm” denir. Kardeşlerin mirasında erkek kardeşin kız kardeşinin iki misli alınması hükmü kız ve erkek kardeş için asıldır. Mirasçı oldukları zaman altıda bir alan anne babanın da bire iki alması kıyasla tesbit edilir. Kur’an da kıyası öğretmek için örnek vermektedir.

Bu teknik bugünkü kanun tekniğine aykırı bir tekniktir. Bugün örnek verilmemektedir. Sadece kurallar konmaktadır. Bu da sınırı belirsiz hâle getirmektedir. Metre tarif edilmeden şu kadar metredir denmektedir. Oysa Kur’an’ın metodunda asıl birim olarak verilmektedir. Örnek olarak üzüm şarabının alkolü %12’dir. Onun yarısından fazla alkolü içeren içki haramdır. Bundan dolayıdır ki bira haram değildir, sarhoş olacak kadar içmek haramdır.

الْأَمْثَالَ

eLEaMÇALa

“Meseller”

Marifeli çoğul gelmiştir. Marifeli gelmiş olması, analojinin kurallara dayandırılmış olmasından dolayıdır. Örnek olarak her şey ikili sistemde yaratılmıştır. 25’lik sekizyüzlü benzeri sisteme dayandırılmalıdır.

O halde bizim sekiz yüzlüdeki 24’lük ve bölünme benzeri sistem esas alınmalıdır.

Mürselât üzerindeki tasnife dayalı olarak sekizyüzlü oluşturulmuştur. Böylece karşılaştırma buna göre yapılacaktır. Marifeli gelmesi ve çoğul olması değişik temsil sistemleri olmasındandır.

Çok kısa size buradaki marifenin nasıl oluşacağı hakkında bilgi vermeye çalışacağım.

Her şeyi iki çiftten oluşturduk diyor Kur’an. İki çift dört eder. Ayrıca kurallı çoğulun en azı dörttür. Çünkü en küçük çift çoğul dörttür. Kur’an bunlara mürselat, asıfat, naşirat, farikat ve mülkiyat demekte, altıncısı örfen, zikren, üzren ve nüzren olarak ifade edilmektedir. Zahir ve batın, gayb ve şehadet, sır ve aleniyet olmak üzere üç çift kutup ve bunların bağlantıları da 24 ve kendisi ile 25 olmaktadır.

Şimdi burada usulden bir kuralı da size anlatmış oluyorum. Eğer Kur’an’da bir marife kelime geçmişse o maruftur yani tarif edilmiştir. Kur’an’daki diğer ayetlere dayanılarak onun tarif edilmesi gerekir yani içtihatla sabit olması gerekir. Bizim sekiz yüzlü sistemimiz böylece ortaya çıkar. Marifeli emsal bunu ifade eder.

لِلنَّاسِ

LilNAvSı 

“Nâs için”

“Sizin için” denmeyip “nâs için” denmiş olmasının sebebi bütün ilimlerde uygulanması içindir.

Biyoloji ders kitabını açarsanız; hücre bahsi, iskelet bahsi, dolaşım bahsi, beslenme bahsi genel olarak okunur. Sonra bitkilerde ve canlılarda farklı şekilde uygulamaları anlatılır.

İşte bu emsal ile anlatmadır.

Bütün ilimlerin 24’lü olarak tanzim edilmesi gerekir.

Âlem yani yaratılanlar, kâinat ve insan olarak ikiye ayrılır. İnsanda bilme ve yapma vardır. Kâinatta kendini bildirme ve yapılma vardır. Ana eksen böyle oluşur. Kâinat atom ve dalga, insan ise kişi ve topluluk olarak kutuplanır. Tüm ilimler bu şekilde 24’er kurum olarak incelenmelidir. Bu yalnız müminlere ait bir usul değil tüm insanlara ait usuldür.

لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ (25)

LaGalLaHuM YaTaÜakKaRUvNa

“Tezekkür ederler diye.”

Evet, İslâmiyet Fıkıhtan öğrendiği kıyas metodunu Milattan sonra 1000 yıllarında müsbet ilimlere uygulamaya başladı ve Biruni, İbni Heysem, Harizmî, Cabir gibi meşhur âlimler yetiştirdi. Müsbet ilmin ilk hamlesini MS 1500 yılına kadar onlar yaptı.

İstanbul’un fethi ve Amerika’nın keşfinden sonra Avrupa İslâmiyet’in etkisinde Rönesans yapmış ve büyük ilim adamlarını yetiştirmiştir. Newton, Descartes, Keppler gibi klasik âlimlerin yanında çağımızın büyük değişikliği gerçekleşti ve Planck, Einstein, Schrödinger gibi âlimler bu emsal içinde ileri adımlar atmışlardır.

Şimdi biz Türkiye’de sekizyüzlü metodunu sizlere sunmakla yeni araştırma dönemi başlamış olacağız. Tüm insanlık tezekkür etmektedir.

Kur’an’ın bir mucizesi de müsbet ilimlerdeki büyük adımların sadece müminlerin değil diğerlerinin de katkısı ile olacağını bildirmesidir. Burada “tetezekkerûn” denmeyip “yetezekkerûn” denmesi bir mucizedir.

Bugünkü müsbet ilimleri Kur’an ehli değil de Tevrat ve İncil ehli bulmuştur.

وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ الْأَرْضِ مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ (26)

Va MaÇaLu KaLiMaTin PaBİyÇaTin Ka ŞaCaRaTin PaBIyÇaTin üCTüçÇaT Min FaVQı eLEaRWı MAv LaHAv MiN QaRARın

“Ve habis kelimenin meseli habis şecereninki gibidir. Arzın fevkinden ictisas etmiştir. Kendisine hiç bir karar yok.”

“Ve meselen kelimeten habiseten” denmemiş de “meselü kelimetin habisetin” denmiştir. Tayyib meselde kelime mesele bedel yapılmış, burada ise habis kelimesi mesele izafe edilmiştir. Bunu ifade etmeden de Allah emsal darbeder diyor. Çünkü Allah usul olarak habis kelimeleri anlatmaz, tayyib kelimeleri anlatır, olumsuzları değil olumluları ortaya koyar.

Kötülüklerin nasıl yapıldığını anlatmak insanları kötülükte itmektir. Tarikatlar hep evliyanın kerametlerinden ve iyiliklerinden bahsederler. Böylece insan iyileri örnek olarak öğrenir, onlara özenir ve ahlaklı insan olur. Sermaye ise bugün hep kötülükleri ve pislikleri anlatır. Basın, yayın, okul hep bunlarla meşguldür. Allah ise kötülerle mücadeleyi anlatırken bile onlardan çok peygamberleri anlatır.

Mezopotamya medeniyetini peygamberlerin cihadı şeklinde bize naklediyor. Bu sebeple Allah meselleri darb ederi araya aldı ve habis meselleri darb eder demiyor da habis meseller böyledir diyor. Allah onları rızasına aykırı olarak bildiriyor. Allah darb etmiyor da kendiliğinden oluyor gibi gösteriyor.

Habis şecere. Habis bozuk demektir. Tayyib yiyecek ekşir, çürür, bozulur. Artık insanlara besin olmaz, hayvanlara yem olmaz, zehir olmaya başlar.

İşte, kötü projeler, kötü cümleler böyledir.

“Cisiyye” demek çökme demektir. Dizüstü yere çökmedir. “İctisas etmek” demek kendi kendine çökme demektir, ağırlıkla çökme demektir. Üstelik kökleri toprakta değildir, yeryüzüne yayılmıştır, rüzgâr veya sular onları oradan oraya sürüklemektedir.

Mevcut olan bitkileri değil de hayali bir bitkiyi tarif etmektedir. Yukarıya yükselen dalları olmadığı gibi tutunduğu kökleri de yoktur.

Bir işe başladığınız zaman artık onda sebat edeceksiniz. Her işletme bazen zarar eder, bazen kâr eder. Sabredeceksiniz, zarar ettiğiniz zamanlarda işlerinizi değiştirmeyeceksiniz.

İstikrar deniyor.

Akevler 50 sene önce kuruldu. Çetin günler geçirdi. Bir yerleşim yeri oldu. Sabretti, dayandı. Şimdi yeniden canlanmaktadır.

Mekke Hazreti İbrahim Peygamber tarafından kuruldu, 4000 senedir hâlâ varlığını korumaktadır. İstanbul Konstantin (MS 272-337) tarafından 1686 sene önce (MS 330) kuruldu, hâlâ varlığını sürdürmektedir. Siz bir işletme kurduğunuz zaman da o işletme eğer uzun zaman yaşarsa gelişir. Miras bunun için meşru kılınmıştır. Erkek evlada baba ocağını yaşatsın diye bunun için mirasta fazlalık verilmiştir. İki çeşit mülkiyet, yararlanma mülkiyeti ve işletme mülkiyeti bunun için geliştirilmiştir.

İslam düzeninde kadınlar tepede, çocuklar onların da üstündedir.

Bugünkü Batı düzeninde olay tersine dönmüş, dallar, yapraklar ve çiçekler en aşağıya inmiş, devlet bunlara binmiştir. Ezilen kadın ve çocuklar şimdi kadın ve çocuk hakları masalları ile korunmaktadır. Merkezi yönetim ile halk yönetimi arasında bu fark vardır. İster kapitalizm, ister sosyalizm, ister karma yönetim olsun; gerçek olan şudur ki, en başta yöneticiler hükmetmekte, çalışanlar yöneticilere hizmet etmekte, sermayeye hükmetmekte, çalışanlar da kadınları köle gibi hizmetçi yapmaktadır.

Habis şecer gibi bir kelime işte bunu anlatmaktadır.

Oysa ilâhi düzende, halk düzeninde kadınlar çocuklara hizmet eder ve onları yetiştirirler. Böylece ağaç meyvesini verir. Yönetim ve sermaye de çalışanlara hizmet eder. Yönetim hâkim değil hadimdir.

Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethedince hutbe okuyan hocanın “Hakimü’l-Harameyn” sıfatını düzeltmiş ve “Hadimü’l-Harameyn” demiştir. Yani Mekke ve Medine’nin hâkimi Sultan Selim yerine Mekke’nin ve Medine’nin hizmetçisi Sultan Selim.

Bir evde çocukların anası olma şerefinden daha büyük şeref var mıdır?

Kadın hakları deyip devlet dairelerinde ve işyerlerinde az maaşla kadınları sekreter yapıyorlar ve biz kadınlara haklarını verdik diyorlar.

“Cennet anaların ayakları altındadır” sözü kadar acaba kadınlara kim hak verebilir?

Devlet güçlü olmalıdır. Ordu güçlü olmalıdır. Ama devlet halka hükmetmemeli, hizmet etmelidir. Ordu da devletin bekçisi olmalıdır.

وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ

Va MaÇaLu KaLiMaTin PaBİyÇaTin

“Ve habis kelimenin meseli”

“Ve” harfi ile atfedilmiştir, “Darabellahu meselen” cümlesine atıftır. Tayyib kelimeyi Allah darbediyor. Habis kelimeyi ise Allah rızası olmadan bildiriyor. Kelime söz anlamına da olduğu gibi plan proje anlamında bir kurum, bir müessese de kıyasen de olsa olabilir.

Devlet kuruluşu bir ağaca benzetiliyor.

Devletin olmadığı kabile dönemi ilkel dönemi köksüz yerlerde sürünen bir bitkiye benzetilmiştir. Merkezi sistemde tüm gövde yerlere serilmiştir. Oysa yerinden yönetim sisteminde devlet toprağa bağlıdır. Ordu ile korunmaktadır. İllere ayrılmakta, iller bucaklara ayrılmakta, bucaklar ocaklara ayrılmaktadır. Halk semtler içinde kişiler olarak malik olmaktadır. Herkes görevini bilmektedir. Dallar aşağıya doğru değil yukarıya doğru çatallaşmaktadır. Devlet halka binmemekte, halk devlete binmektedir.

Bugünkü merkezi sistem yönetimi ile “Adil Düzen”in içtihat ve icma yönetimi karşılaştırılmaktadır.

كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ

Ka ŞaCaRaTin PaBIyÇaTin

“Habis bir şecer gibi”

Habis olması yapısının habis olmasından dolayı değil, hastalandığı için ve bozulduğu için olmasındandır. Yıkılmış bir ağacın hâlidir. Bozuk ağaç denmektedir. Kendisi sağlam değil, kendi içinde hastalığa sahip. Dayanışmaya ve birleşmeye değil de çatışmaya ve boğuşmaya dayanan bir gövde. Partiler, resmen devlet içinde ayrılık çıkarma şeklindedir. Parti parçalanma demektir. Oysa dayanışma (velayet) birbirleri ile birleşmedir.

Demek ki İslâmiyet’te birlikte yaşamak için birleşilir, sıbtlara ayrılınır. Kuvvet düzeninde ise karşı tarafa çatmak için birleşilir. Savaşla kurulan denge. İslâmiyet’te ise barışla kurulan denge. Biri sağlam vücuttur. Diğeri kanser olmuş bir dengedir ve ülkenin halkı birbirleri ile boğuşmaktadır.

Halka binen ve halkı sömüren bir güç, birleşmeden doğan rantı başkalarını öldürmek için harcayan bir sistem. Oysa tayyib şecer birleşmeden doğan gücü kendi halkını çoğaltmak ve geliştirmek için harcar. Savaş barış için meşrudur.

Şimdi Türk ordusu dağda savaş veriyor ama bunu barış için yapıyor.

اجْتُثَّتْ

üCTüçÇaT

“İctisas etmiştir”

“CSY” ve “CSS” akraba kelimelerdir. CSY çökme demektir. CSS de yere uzanma demektir, yerde sürünme demektir. Serilmiş anlamındadır. Yukarı çıkınca çiğnenmekten korunmuş olur. Kabile hayatı, devlet öncesi yaşama hayatı o şekilde idi. Halk göçebe olarak yaşardı. Bir merkezleri yoktur.

İnsanlar toprağa yerleştikten sonra uygarlaştılar.

Otlar köklerini toprağa gömerler, kışın yapraklar kurur ve çürür ama ilkbaharda bir daha dirilirler, çünkü kemikleri sağlamdır.

Kelimeler de böyledir. Ortak sözleşmeleri ve değişmez ilkeleri olan topluluklar varlıklarını sürdürürler. Kitabı olan dinler onun için yaşamaya devam ediyorlar. Kur’an birinci uygarlığı tamamladı ama şimdi köklü kitap olduğu için üçüncü binyıl uygarlığını kurmaktadır. İkinci Kur’an uygarlığı yeniden yeşeren bitki gibi yeşerecektir.

مِنْ فَوْقِ الْأَرْضِ

Min FaVQı eLEaRWı

“Yerin üstünden”

Kökleri toprağa girecek, dalları da semaya vereceksin. Güneşi ve havayı semadan alacak, suyu ve maddeleri topraktan alacak ve ormanları oluşturacak.

Kelimeler de lügavi manalarını eskilerden alacak ama yeni meyveler verecektir. Biz onu kullanırken kendimiz mana yükleriz. Kur’an kendisi bize değişmeli istikrarımızı sağlayacak, içtihatlarımız bizi semalara doğru yükseltecektir.

مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ (26)

MAv LaHAv MiN QaRARın

“Ona hiç bir karar yoktur.”

Türkçede istikrar için barajlar konmakta, istikrar için başkanlık sistemi istenmektedir.

Oysa topluluğun icma ile sabit olan kuralları olur. Onlar o devlet yıkılıncaya kadar değişmez. Böylece icmalar oluşunca devlet büyür. Bu süreç 300 sene sürer. İstikrarını bulur ve 400 sene de o kararlarla refah içinde ve gelişme içinde yaşar. Yeni uygarlık doğunca eski kurallar işe yaramaz olur ama değişmesi de imkânsız hâle gelir. Halk eski kuralları terk etmeye başlar. Yeni kurallar da getirilmediği için uygarlık veya devlet yaşlanır, çöker ve yerine yeni uygarlık kurulur.

Bugünkü dünyanın durumu budur. Yeni teknolojinin gelişmesi nedeniyle eski kurallar yani tarım dönemi hukuk kuralları işe yaramamaktadır. Ama yeni kurallar da gelmiş değildirler. Kural yönetimi iş görmez hâle gelir, kişi yönetimine geçilir. Hukuk sadece dillerde ve kitaplarda kalır, halk mevcut şeriat kurallarına uyamaz.

İşte bu uyumu sağlamak için tohumu yeniden yeşertmek gerekir. Bu da ancak kurulacak yüz lojmanlı işyeri apartmanlarında ve onun katlarında başlayacaktır. Çalışmada ve yaşamada anlaşmış olanlar buralarda bir araya gelir. Atalarının yaptıklarını yaparak değil, ilmin ve ilâhi kitapların hükümlerini uygulayan topluluk oluştururlar. O topluluk genişleyerek bugünkü düzeni elde ederler.

 

***