İSLAMÎ KİMLİĞİN MUHAFAZASI
Literarüte "eş-Şurûtu'l-Ömeriyye"[1] diye geçen ve –el-Kevserî merhumun da vurguladığı gibi– kaynağını Sünet'ten alan uygulamaların en temel vasfı nedir?" diye sorulacak olursa, en kestirme cevap "Kimliğin muhafazası"dır. Müslümanlar'la gayrimüslimlerin, birbirlerinin ibadetlerine törenlerine, bayramlarına… iştirak etmemeleri, birbirlerinin şiarlarını (kendine mahsus kılık-kıyafet ve alametleri) kullanmamaları ve diğer hususlar hep bu amacın gerçekleşmesine yöneliktir.
Belirtilmesi gerekir ki, bu uygulama sadece Müslümanlar'ın değil, diğerlerinin kimlik ve aidiyetlerinin muhafazasını da tazammun eder. Yüzyıllar boyunca İslamî idareler altında yaşayan gayrimüslimlerin herhangi bir kimlik erozyonuna uğramadan günümüze kadar gelebilmiş olmasının başka hiçbir izahı yoktur. Gayrimüslimlerin idaresi altında yaşamak durumunda kalmış Müslümanlar'ın ne türlü dayatmalar altında kaldığını tarih en açık biçimde göstermiştir. Bugün de Batı Trakya'da ve sair yerlerde yaşayan Müslüman-Türk nüfusun isim değiştirmeye zorlanmaya kadar varan türlü dayatmalar altında ne türlü sıkıntılar yaşadığı herkesin malumudur.
Bu durum, içinde yaşadığımız (daha doğrusu bize şu veya bu biçimlerde dayatılan) hayatla İslamî uygulama arasındaki temel bir farkı ortaya koyuyor. Zira modern dönemde –bırakın Batı Trakya örneğinde olduğu gibi "azınlık" durumunda yaşayanları–, bizim gibi "bağımsız" ülkelerde bile topluma, emperyalist Batı tarafından "terbiye edilmesi gereken" toplumlar gözüyle bakıldığı, belli bir hayat tarzının, düşünme ve hatta inanma biçiminin dayatıldığı, toplumların ve insanların tektipleştirildiği inkâr edilmez bir gerçek. "Küreselleşme"nin vazgeçilmez bir unsuru da budur.
Bu durumun sebep ve sonuçları üzerinde belki daha sonra dururuz; burada vurgulamak istediğim husus, İslamî uygulama ile Batılı tarzın birbiriyle 180 derece zıddiyet arz ettiğidir.
Yusuf Kerimoğlu hocanın, diğer çalışmaları gibi, İslamî Hareketin Mahiyeti isimli kitabı da okuyucuya bu noktadan uyarıcı yoğun mesajlar veren bir özelliğe sahip. Kimliğimizi muhafazanın vazgeçilmez şartının kendi kavramlarımızla düşünüp konuşmak olduğu gerçeğinden hareketle bu çalışmada Kerimoğlu hoca, kendini "Müslüman" olarak tarif eden herkese doğru düşünmenin ve davranmanın yolunu gösteriyor.
Makasıdu'ş-Şeri'a'dan cemaat ve toplum meselelerine, siyasetten modern durum değerlendirmelerine kadar geniş bir yelpazede tarihi günümüze bağlayan, vukufiyet ve dirayetle yapılmış değerlendirmeler, çoğulculuk, hoşgörü, dinlerarası diyalog, medeniyetler arası ittifak, Ilımlı İslam… gibi zihin bulandıran kavram ve projeler bakımından tam bir "panzehir" niteliğinde.
Müslümanca düşünmek ve davranmak, öncelikle tasavvur dünyasının İslamî kavramlar üzerine inşa edilmesiyle mümkündür. İman-amel münasebeti etrafındaki bibliyografya, biraz da iman ile tasavvur arasında kopmaz bir bağ bulunduğu gerçeğini ortaya koymuyor mu?
Sonuç: Kimliğin muhafazası imanî bir meseledir ve ancak tasavvur dünyasının İslamî kavramlar üzerine kurulmasıyla mümkün olacaktır.
Yorum:
İslam İnancı ve İslam Düzeni
İslamiyet , Allah’ın tüm insanlık için gönderdiği ve hayatın hiçbir alanında boşluk bırakmayan düzendir. Allah insanları kendisine kulluk etmek için yarattığını bildirdiğinde bu kulluğun nasıl olacağını ve hayatın her alanında nasıl gerçekleşeceğini de kitapları ve peygamberleri aracılığıyla iletmiştir. Allah, nasıl inanmamız gerektiği hususundaki düsturlarla beraber , hukuk, ekonomi ve idari hayatımızı da ne şekilde inşa etmemiz gerektiğini beyan etmiştir.
Allah’a ve ahirete iman ettiğini söyleyen bir müslümanın , bu imanın gereği olan sorumluluklarının bilincinde olması gerekmektedir. Her hareketinin izlendiği ve karşılığını vereceği düşüncesi, insanın dünya hayatında Allah’ın isteklerinin gerçekleşmesi için çalışmaya yönlendirecektir. Bir müslümanın ticari hayatında , ekonomik ilişkilerinde faizi meşru görmesi veya meşru görmesede mecburen bu faaliyetlerde bulunduktan sonra faizin ortadan kalkması ve faizsiz bir sistem için çalışmaması , inanç yönüyle Allah’a kul olan fakat hayatın bir başka yönü olan ekonomide başkalarına kulluk eden bir duruma düşmesi demektir ki bu hal farkında olunmasada inancını da etkiler. Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmiş fakat Allah’ın ekonomik düsturlarını iman etmemiş biri olarak sakat bir inanç anlayışına bürünür. Hakeza hukuki ve idari olarak da bu şekilde düşünebiliriz. Bu nedenle İslam inancı ile İslam düzeni birbirinin ayrılmaz parçasıdır ve birbirini tamamlayan cüzlerdir. Faizli bir düzende ve onun oluşturduğu bir sosyal hayatta Müslümanların Allah’a kulluk ettiklerini söylemeleri cahilcedir.
Her düzen kendi sürekliliğini sağlayacak, ayakta tutacak insan tipleri ve hayat tarzı oluşturmak zorundadır. Bugün sıkıntısını duyduğumuz , zaman zaman anlam veremediğimiz tavırlar , davranışlar esasında tüm dünyaya hakim olan sistemin bir sonucudur.Özellikle İslam inancına sahip olanların çoğunlukta olduğu ülkemizde , ferdiyetçiliğin artması , “ben” neslinin ortaya çıkması , topluluğun faydası yerine bireysel faydanın öne çıkması gibi değişim ve dönüşümler hep sistemle ilgilidir. Kapitalizmin yaşayabilmesi için büyük balığın küçüğü yutması gerekmektedir, güçlünün zayıfı ezmesi olmazsa olmazdır, rekabet çıkar çatışması üzerine kuruludur. Böyle olunca da samimi tavır ve davranışlar ortadan kalkmakta, menfaatler öncelik kazanmakta, para, kariyer vs. insanların yegane hedefi durumuna gelmektedir. Kendimden örnek verecek olursam, çalıştığım iş yerinde arkadaşların çoğunluğu dindar insanlar, bu da beklentiyi yükseltiyor doğal olarak. Lakin sistemin havasına öyle kapılmışız ki kariyer için yanımızda oturan arkadaşın kalbinin kırılmasını önemsemeyerek hareket edebiliyor veya menfaat icabı arkadaşlıkları ünvanlara göre belirleyebiliyoruz. Bu sıkıntıları hepimiz yaşıyoruz , üzülüyoruz , daralıyoruz ama çözüm bulamıyoruz maalesef. Bunlar içimizde yara olarak kalıyor.
Tüm bu olumsuzlukları imani ve ahlaki eğitim ve öğretim eksikliğine bağlamak yanlış olur aksine tarikat ve cemaatler tarafından bu eğitimler hiçbir zaman olmadığı kadar fazlasıyla verilmektedir. Buna rağmen çıkar çatışması her kurumda , her şartta tüm hızıyla devam ediyor, mazlumlar ezildikleriyle kalıyor. İşte Müslümanların çoğunlukta olduğu ükemizde durum bu. Nasıl olur? Hani biz kendimizden önce başkalarını düşünen insanlardık, hayatımızın gayesi Allah’ın rızasını kazanmak değil miydi, mazlumların hakkını korumaktan neden vazgeçtik?
Bu sorulara siz ne cevap verirsiniz bilmiyorum lakin benim cevabım İslam düzenini yok saymamızdan dolayı bu hale düştüğümüz, bu sıkıntılara düçar olduğumuzdur. Her inanç kendi düzeni içinde yaşar, can bulur. İnancımızı yaşayabilmemiz, kulluğumuzu ifa edebilmemiz ancak İslam düzeninin hayata geçmesi ile tam anlamıyla gerçekleşecektir. Kapitalist düzende , sosyalist düzende veya İslami olmayan herhangi bir düzende ancak o düzenin istediği tipte,ahlakta biri olabilirsiniz ve o düzenin hayat tarzını yaşarsınız , buna mecbur olursunuz.
Allah’a tam anlamıyla kulluk edeceğimiz yani yaratılış gayemize uygun yaşamı sağlayacak İslam düzeni olan “Adil Düzen”i öğrenmek ve kurmak için çalışmak tüm müminlerin şu an en önemli görevidir. Adil Düzen içinde ancak mazlumlar korunacak , açlar doyacak ,açıkta kalanlar barklanacak , samimi davranışlar ve dostluklar tekrardan inşa edilebilecektir. Yoksa daha çok Müslüman ülkede doğup Müslüman olduğumuz için öyküneceğiz ve kendimizi kurtardığımızı sanacağız. Yahudiler gibi tavır alacağız , Allah’ın istediğini yapmadan en azından yapmaya çalışmadan kurtulduğumuzu düşüneceğiz.İyi ki Yahudiler var bütün kötü hasletler onlara iyiler bize , onlar hakkındaki bu kadar ayet bizim için hiç mi bir şey ifade etmiyor, hiç mi aklımızı başımıza almamıza sebep olmuyor?
Ümmetinin Yahudi tavrına bürünmesinden korkuyordu Peygamberimiz(S.A.V.), O’nun neden bu korkuya kapıldığını şimdi daha iyi anlıyorum. Allah’ım bizi büyüklenenlerden eyleme , Allah’ım kendini diğer insanlardan farklı görenlerden eyleme , Allah’ım bizleri nefsine uyanlardan eyleme , Allah’ım kitap yüklü eşekler olmaktan koru bizi , Senin rızan için mücadele edenlerle bir arada olmayı nasip et bizlere.