Ruşen Çakır - rcakir@gazetevatan.com
23.09.2011
Türkiye’de bilim çevreleri son günlerde yoğun olarak Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) yepyeni bir şekil vermeyi hedefleyen 27 Ağustos 2011 tarihli Kanun Hükmünde Kararname’yi (KHK) tartışıyor. Yeni düzenlemeye göre TÜBA’nın üyelerinin üçte birini Bakanlar Kurulu, üçte birini YÖK, üçte birini de akademi üyelerinin kendileri seçecek. Halbuki 1993’te kurulan TÜBA’ya yeni üyeleri, dünyadaki diğer örneklerde de olduğu gibi, akademinin genel kurulu tarafından seçilmekteydi. KHK ile TÜBA’nın “özerk” konumunu kaybedeceği eleştirileri giderek artıyor ve yurtdışında da büyük yankı buluyor.
TÜBA üyeleri geçtiğimiz bayram boyunca Ankara ve İstanbul’da birer toplantı yaptı. Tartışmalarda Akademi üyelerinin hemen istifa edip yeni ve özerk bir Akademi kurulması önerisi dile getirildi fakat bu aşamaya geçmeden önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüşülmesi kararı alındı. Bugün yapılması beklenen bu görüşmenin TÜBA’nın geleceği konusunda belirleyici olacağını tahmin etmek güç değil.
Şerif Mardin’e yapılan ayıp
Özellikle medyada konuyla ilgili çıkan yazıların hemen tümünde TÜBA Başkanı Yücel Kanpolat veya herhangi bir başka akademi üyesinden çok Prof. Şerif Mardin’in adı geçiyor. Bu da son derece anlaşılır bir durum çünkü TÜBA Genel Kurulu, tam üç kez Prof. Mardin’in üyeliğe alınmasını çoğunlukla reddetti. Gerekçe, Prof. Mardin’in genel olarak din sosyolojisi, özel olarak da Bediüzzaman Said Nursi üzerine yaptığı çalışmalardı. Şahsen ülkemizde bir bilimler akademisinin varolduğunu, Prof. Mardin’in üyeliğinin veto edilmesi vesilesiyle öğrendim ve bu kurumun sırf bu nedenle “bilimsel” ve “özgürlükçü” gibi sıfatları hak etmediğini düşündüm. Bu noktada yalnız olmadığımı da düşünüyor ve biliyorum. Örneğin Zaman’da Şahin Alpay, Yeni Şafak’ta Kürşat Bumin de, son KHK’yı sert bir şekilde eleştiren yazılar kaleme aldılar ama bunu yaparken TÜBA’nın Şerif Mardin ayıbının altını da kalın bir şekilde çizdiler.
Bu noktada, sözünü ettiğim tartışmaların Prof. Mardin’de ne tür duygu ve düşünceler uyandırdığını merak ettim ve bu nedenle dün kapısını çaldım. Şerif Hoca’nın tutumunu basitleştirerek, “Her iki taraf da beni bu işe bulaştırmasın” şeklinde özetleyebilirim. Tabii ki kendisi böyle bir cümle kullanmadı ama şöyle konuştu: “Bakıyorum da bazıları benim ağlayışımdan istifade etmek istiyor. Halbuki ben TÜBA’ya üye kabul edilmedim diye hiç ağlamadım. Zaten kimseye ‘beni üye alın’ filan da demedim.”
Mahalle baskısı
Yeni KHK’yı savunanlar, kendilerini haklı çıkarmak için “Şerif Mardin ayıbı”nı ileri sürünce TÜBA’nın varolan yapısını korumasından yana olanların bazılarının da Hoca üzerinde bir nevi “mahalle baskısı” (Bildiğiniz gibi bu kavram Prof. Mardin tarafından geliştirildi) uyguladıklarını ve ondan yeni düzenlemeye alenen karşı çıktığını ilan etmesini istediklerini duyuyorum. Hoca ise, dün kendisine karşı yapılan ayıbı engellemede yeterince gayret göstermeyen bazı kişilerin gözünde bugün “birden önemli bir adam” olmaya başlamasını epey yadırgamış. Şu sözler onun: “TÜBA beni reddettiğinde hep arka planda kalmaya özen gösterdim. Şimdi ön plana çıkmamı istiyorlar ki hiç böyle bir niyetim yok.”
Peki Prof. Mardin TÜBA’ya yönelik yeni düzenleme hakkında ne düşünüyor? O konuda tavrı çok açık ve net: “Dünyanın hiçbir yerinde bilim akademilerinde böyle cımbızla adam seçmece yok!”
Devamı için TIKLAYINIZ.
Yorum:
TÜBA’yı duyan var mı?
Şahsen Sayın Çakır’ın bu yazısıyla varlığından haberdar olduğum TÜBA hakkında ne yazık ki sizlere anlatacak hiçbir şeyim yok.
Kısa bir google gezintisinden sonra bu kuruluşun neden adını dahi duymadığımı çok net bir şekilde anladım. Bu arkadaşlar bilim adına tek bir fidan bile dikememişken, bir akademi kurmaya kalkmışlar, bir de cunta zihniyetine sahip olmuşlar, bu yüzden bilinmemeleri gayet normal. Hatta bu kadar işlevsellik fukarası bir akademiye zaman ayırıp, KHK hazırlama gereğini niye duymuşlar, anlayabilmiş değilim. Bunu yapacaklarına bir bilim enstitüsü nasıl oluşur, çok özür dilerim önce bir bilim adamı nasıl seçilir, çok pardon ondan da önce “İlim nedir?” in üzerinde çalışılması gerekmez mi?
Bu kavramların tamamen muamma olduğu, insanların hala gardırop alışkanlıklarına göre eğitim alabildiği bir ülkede, ‘Bilim Akademisi’ yüksek ekolu bir anons kadar ağır kalmaz mı?
Akademiye alacakları adamları siyasi görüşlerinin süzgecinden geçirerek seçenler, bugün üye seçimlerine Bakanlar Kurulu ve YÖK’ün müdahil olmasından rahatsızlar, hatta etekleri tutuşmuş bir vaziyette Abdullah Gül ile görüşmüşler. Ne olacaksa?
Ambiyans şu: BİZ kuralım, BİZ seçelim, BİZ yönlendirelim, BİZ karar verelim, BİZ kabul edelim, BİZ reddedelim, adı BİLİMSEL olsun.
Şaşıracak bir şey yok ne de olsa ‘başarı’ kavramını anlamlı kılan, bu zihniyetin değer yargılarıdır. Bugün sistemle paralellik göstermeyen bir çalışma yapın. Diyelim kaynağınız da Kur’an olsun ya da o kadar uçmayalım kaynağın adı olmasın. Ne olmasını umarsınız? Akademik ünvan mı, kürsüde layıkıyla bir kadro mu, takdir mi, teşekkür mü?
Koca bir ‘hiç’e fit olacağınız bir duruma sokarlar sizi. Öyle derin bir sosyal baskıya maruz kalırsınız ki, gerçek idealistlerin bile uzun bir tatil hayali kuracağı türden olur.
O yüzden akademik etiketleri çok da ciddiye almamak lazım. Yanlış anlaşılmasın, ilmi derecenin oldukça önemli ve bir o kadar da gerekli bir gösterge olduğunu düşünüyorum. Ancak bizim ülkemizde işler pek de öyle yürümüyor. Ne söylediğinizden ve ne yaptığınızdan çok, işin ucunun kime, kimlere varacağı hesaplandığı için bağımsız çalışmalar yapıp, fiili tebliğlerde bulunmak daha evladır, diye düşünüyorum.
Mevcut sisteme karşı yapılan en ufak bir eleştiride ise savunmaları hazırdır: “Hadi ama özgürlükler ülkesinde yaşıyoruz, demokratik haklar var, tarafsız medya var, adil yargı var…”
Var da niyeyse sadece gelenekçilere görünür cinsten. Yenilikçilere ise menüde hep aynı cunta.