ADİL DÜZEN 349
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 1. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
الم(1) ذَلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ(2) الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ(3) وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ(4) أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُفْلِحُونَ(5)
الم (ELM) “Elif, Lâm, Mîm!”
Döllenmiş bir yumurta ikiye ayrılır. Birbirlerine bitişik kalır. Aralarında işbölümü yaparlar. Biri vücudun hareketli hücrelerini üretmeyi yüklenir, diğeri ise sabit yapı hücrelerini yüklenir. Sonra bunlar yine bölünürler. Hareketli hücrelerden biri üreme hücrelerini, cinsel hücreleri üretir, yeni nesli meydana getirir. Diğeri ise kan hücrelerini oluşturur. Sabit yapı hücresi de ikiye ayrılır. Biri vücudun iç yapısının dokularını oluşturur. Diğeri dış yapı hücrelerini oluşturur.
A) HAREKETLİ HÜCRELER
1) Üreme Hücreleri
a) Cinsel hücreler. Bunlar erkek ve dişiden oluşur. Bunların birleşmesinden başa dönülür. Yeni hayat başlar.
2) Kan Hücreleri
a) Alyuvarlar. Bunlar dışardan aldıkları oksijeni hücrelere dağıtırlar, hücrelerden aldıkları karbondioksiti, yakıt dumanını vücudun dışına atarlar. Ayrıca bazı maddelerin taşınmasına ve depolanmasına hizmet ederler.
b) Akyuvarlar. Bunlar vücudun askerleridir, güvenlik kuvvetleridir. Dışarıdan gelen veya içeride üreyen yabancı ve zararlı hücreleri veya maddeleri etkisiz hâle getirirler veya dışarıya atarlar.
B) SABİT HÜCRELER
1) İç Yapı Hücreleri
a) Kemik hücreleri. Vücudun betonarmesini, iskeletini oluştururlar. Kıkırdak dokular da bunlardandır. Kol ve bacakta 128 kemik vardır.
b) Et hücreleri. Bunlar kaslardır. Motor görevini görürler.
2) Dış Yapı Hücreleri
a) İç ve dış deri hücreleri. Dış deri hava almamıza ve terlememize, iç deri hücreleri ise sindirim işleri ile görevlidirler.
b) Sinir sistemi haber alma, haber ulaştırma ve beyinde bilgisayar işlemleri yapar.
Bölünmeler devam ederek bütün vücudu oluşturur. Bunu DNA denen özel moleküllerin dizilmesi ile oluşan genler yapmaktadır. Bu arada kromozom dedikleri zincirde, salsalda bazı olaylar olur.
a) Çift olan salsallar eşleşerek parçaları değiştirirler. Buna değiştirme diyoruz. Böylece yeni kromozomlar oluşmuş olur.
b) Değişme, bazen aynı genleri içerdikleri halde kromozomda sıra değişir.
c) Kopma bazen kromozomdan kopma olabilir. Kromozom küçülür.
d) Çoğu zaman kopan parçalar kaybolmaz, başka kromozom parçalarına eklenir.
Bir başka olay da;
a) Gen etkisiz halde iken etkin hâle gelir. Yahut etkin iken etkisini kaybeder.
b) Genler birlikte çalışır ve tek gen gibi olur. Yahut ayrılarak iki bağımsız gene dönüşür.
c) Gen bozularak atılır.
d) Gende başkalaşım olur. Mavi renk geni yeşil renk genine dönüşebilir.
Genlerdeki bu değişme yine genlerce yönetilir, böylece evrim olur.
İşte, bir canlı böyle oluştuğu gibi, canlılık âlemi de böyle oluşmuştur. İlk hücre dejenere oldu, bakteriler oluştu. Kromozomlar dışarıya atıldı ve virüsler oluştu. Sonra ikiye çeşitlendi, bitki ve hayvanlar âlemi meydana geldi, evrimleşerek bugünkü canlılar âlemi oluştu.
Bunu niçin anlattım?
Canlıdaki DNA’ların yerine harfler alınmıştır. Genlerin yerine de kelimeler alınmış, bunlar çoğaltılarak Kur’an oluşturulmuştur. Kur’an’ın oluşması tamamen canlıların oluşmasına analogdur.
Önce “H” harfi vardı. Bu Allah’ın ismidir. Sonra “H”den değişerek “L” var oldu. Bu moleküldür. Allah dışında her şeydir. “LeHu” her şey O’nundur demektir. “H” yeniden değişerek bölündü, “B” oldu. “B” sebepler âlemi demektir “Lam” değişmeden bölünerek “iki L” ortaya çıktı; “Billah” oldu. Yani, her şey O’ndandır demektir. Bölünmelere ve değişmelere devam ederek “Billahi er-Rahm” oldu. Son olarak “Bismi ellahi er-Ramhâni er-Rahîmi” olur. Bunlar Fatiha Sûresi’nde anlatılmıştır.
Kur’an’da “Besmele” çoğalarak “Yedi Besmele” ile “Fatiha” oluştu. Kendisi Kur’an’ın başında kaldı. Sonra ikinci defa çoğalarak “Büyük Kur’an”ı oluşturdu. Büyük Kur’an, Fatiha’nın açıklamasından ibarettir.
Büyük Kur’an’da 112 Besmele vardır. 112=7*16’dan ibarettir. Yani, Fatiha’nın harfleri sayısı kadardır. Sûreler canlılar gibi bölünerek oluşmuştur. İlk sûreler 64, orta sûreler 32 ve son kısa sûreler 16 kadardır.
Burada Kur’an’ın oluşum şeklini anlatmak gerekmektedir.
1- Allah’ın kelamı olan Kur’an Arapça değildir ve mahluk değildir. Allah’ın ilmi olarak her zaman vardır. Allah’ın kelamı Kitap yalnız yeryüzünün değil, bütün göklerin, galaksilerin, cinlerin ve hattâ meleklerin, ruhların kitabıdır. Bütün melekûtun bilgisayara geçirilmiş şeklidir. Diğer bütün kitaplar onun içindedir.
2- Allah kendi kelamını yeryüzündeki insanların anlayabilmesi için Cebrail ve yakını olan melekleri Arapçaya tercüme etmeleri için görevlendirdi. Onlar uzun çalışmalardan sonra Allah’ın kelamını Kur’an olarak Arapçaya tercüme ettiler. Allah’a arz ettiler, Allah tercümelerini tasdik etti. Allah Arapçayı da meleklerden daha iyi bildiği için bu tercüme ilahi kelama tam muvafık oldu.
3- Sonra Allah Cebrail’in bu Kur’an’ı zaman içinde Hazreti Muhammed aleyhisselâma öğretmesini emretti. O da Hazreti Muhammed’e gelerek Kur’an’ı okudu. İnsanda meleklerle konuşacak genler vardır. Ancak bu genler peygamberler dışındakiler için etkisiz hâle getirilmiştir. Kur’an’dan sonra vahiy olmadığı için şimdi aramızda onlarla konuşabilecek kimse yoktur.
4- Kur’an nâzil olduğu zaman Hazreti Muhammed aleyhisselâm okuma yazma bilmiyordu. Bugünkü kâğıt ve kalem yoktu. Kömürden yaptıkları mürekkeple kamıştan kalemi kullanarak, değişik araçlar üzerinde yazılar yazarlardı. Daha çok ticari kayıtlar tutulurdu. 600 satırlık cahiliye şiirlerinden başka herhangi yazılı bir kitap yoktu. Mekke’de 17 kişinin okuma yazmayı bildiği rivayet olunmaktadır. Kur’an âyet âyet veya sûreler olarak iniyordu. Vahyi mü’minlerin okur yazar olanları değişik parçalar üzerinde yazıyorlardı. İnen âyet veya sûrenin büyüklüğüne göre deri, taş, tahta, her ne bulurlarsa veya Mısır’dan gelen parşömen üzerinde yazıyorlar, raflara yerleştiriyorlardı. Âyet veya sûre, hangi âyet veya sûreden sonra gelecekse, o âyet veya sûrenin sonundaki kelime yeni yazılacak âyet veya sûrenin başına yazılır, böylece metnin sırası oluşturulurdu. Eğer sûre ayrı ise aralarına Besmele yazılıyordu.
5- Kur’an’ın yarısından fazlası Mekke’de inmişti. Medine’ye gelindiğinde aynı sistem devam etti. Ancak bu sefer Suffe Ashabı oluşturuldu, Kur’an bir okul hâlinde yazıldı ve okundu. Buradakiler maaş almıyorlardı. Ancak yemek yiyorlar, isteyenler orada yatıyorlardı. Cebrail her yıl Ramazan ayında gelir ve ondan önce inmiş olan sûre ve âyetleri iniş sırasına göre değil, kitap sırasına göre okurdu. Hazreti Peygamber aleyhisselâm da arkadaşlarına okurdu. Önemli husus, artık Kur’an uygulanarak anlamları öğretiliyordu. Kur’an’ın okunup yazılması ve uygulanması hususunda bazı yasaklar konmuştu.
a) Hazreti Muhammed aleyhisselâm sadece duyduklarını aktaracak, arkadaşlarının doğru okuyup okumadığını kontrol etmeyecek.
b) Yazdıklarına da kendisi karışmayacak, arkadaşları kendi içtihatlarına göre yazacaklar.
c) Kur’an’ın anlaşılması için arkadaşları soru sormayacaklar. Ne anlıyorlarsa onunla yetinecekler.
d) Hazreti Muhammed aleyhisselâm yorumlar yapmayacak, sadece uygulayarak gösterecek.
e) Kur’an’ı bir tek Mushaf hâline getirip kitaplaştırmayacaktır. Bu yasaklar Kur’an’da bildirilmiş, ondan okuma ve açıklama işini Allah ‘Biz yapacağız’ demiştir.
6- Hazreti Muhammed aleyhisselâm hayatta iken, Kur’an’ı uygularken içtihat yapıyordu. Yanlış yaparsa Cebrail gelir ve ona gösterirdi. Sünnet böyle oluşmuştu. Kur’an’ın ilk açıklaması Kur’an’ın mütercimi Cebrail’in yardımı ile Sünnet yoluyla yapılmıştır. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın ölümünden sonra artık melek görünmedi. Onun yerine Halifeler on civarında şûra oluşturdular. Onlara danışır ve uygulamayı öyle yaparlardı. Vahyin yerini istişare almıştı. Kur’an’da bu öğretilmişti. Birçok uygulamada peygamber de istişareye başvurmuştu. İşte Kur’an bu dönemde kitap hâline getirildi.
a) İlk nüsha Hazreti Ebu Bekir tarafından kendisi için kitap hâline getirildi. Bu kitap bugünkü Kur’an’ın aynı idi. Kişiler kendileri için Kur’an’ı kitap hâline getirmiştir. Gerek yazıda, gerek okumada farklar belirlenmeye başlandı.
b) Hazreti Osman altı tane hafız yazarı altı nüsha Kur’an’ın yazılması için görevlendirdi.
c) Onlara şu talimatı verdi. Hazreti Ebu Bekir’in nüshası esas alınacaktır. Bütün kurralar dinlenecektir. Nüshalar değerlendirilecektir. İhtilaflı olan hususlar Kur’an’da yer almayacaktır. Böylece bunlar 6 nüsha oluşturdular.
d) Arapça yazı eksikti. Mesela, ‘Fe’ ile ‘Kaf’ harflerini ayıracak noktalama işaretleri yoktu. Ayrıca esre ve üstün gibi harekeler de yoktu. Böylece değişik kıraatler okunacak şekilde Kur’an yazıldı. Yazısı değişik olan kelimeler altı nüshada yer almadı. Bir örnek olarak şunu verelim. Tevbe’nin ayrı sûre mi, yoksa Enfâl’in devamı mı olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Sonunda aralarında boşluk bırakılması ama Besmele’nin yazılmaması üzerinde anlaştılar. Bundan dolayı Büyük Kur’an’da 112 Besmele vardır. Sûre olarak 113 sûre vardır. Fatiha ile 114 etmektedir. Bu da 6*19’a tekabül etmektedir.
7- Altı ana nüsha değişik bölgelere gönderilmiş, ayrıca oralara kıraat muallimleri görevlendirilmiştir. Buna ihtiyaç vardı. Çünkü yazı tam değildi. Yazının doğru okunabilmesi için ayrıca okunması gerekirdi. Böylece yazının yanında ayrıca kıraat ilmi ortaya çıktı. Zamanla kıraatlerde de ihtilaflar olmaya başladı. Yine kurralar bir araya gelerek geçerli kıraatleri icma ile tesbit ettiler. Yedi kıraat üzerinde tam ittifak hâsıl olmuştur. Ayrıca üç kıraatin kıraat olarak kabul edilmesinin caiz olduğuna karar verdiler. Bunların dışındaki bütün kıraatleri icma ile reddettiler. Böylece Kur’an’ın yazısı dışında kıraati üzerinde de icma hâsıl olmuştur.
8- İcma ile kıraat kesinleşince, noktalama ve harekeleme işaretleri ile de yazı ile kıraat arasında uyum sağlandı. Şu var ki, değişik kıraatler için değişik mushaflar meydana geldi. Bunlar icma ile ortaya çıktığı için Hazreti Peygamber zamanında yapılmış seviyede ilahi kaynaklıdır.
9- Kur’an’ın yazılması üzerindeki bir başka ilerleme de Kur’an’ın sayfa ve satırları üzerinde olmuştur. Ramazan ayı içinde Kur’an’ın baştan sonuna kadar hatmedilmesi sünneti müekkede olmuştur. Müslümanlar bu sünneti bugüne kadar sürdürmüşlerdir. Bunun için Kur’an otuz cüze ayrılmış, her gün bir cüz oluşturulmuştur. Bu bölmeler tahminen yapılmış ve cüz, nısfı cüz gibi işaretler uygun satırların hizasına konmuştur. Osmanlılara kadar böyle yazılmıştır. Cüzler sahifelere uymuyordu. Osmanlı hattatları Kur’an’ı cüzlere göre yazdılar ve 15 satırı bir sayfa yaptılar. Bir cüz 20 sahife oldu. Burada Kur’an’ın bir mucizesi daha ortaya çıktı. Bütün âyetler sayfa sonunda bitti. Kur’an’ı açıp bakarsanız, bütün sayfaların sonu âyetlerin de sonudur.
10- Kur’an’ın yazılmasının son merhalesi Cumhuriyet döneminde Risale-i Nur şakirtleri tarafından yapılmıştır. Bu da sahifelerde “Allah” sözünün aynı sütunda yer alması, “Allah” kelimesinin üzerinden Kur’an kitabı iğne ile delinse birçok Allah kelimesi üst üste gelir. Buna mucizeli Kur’an demektedirler.
İşte Kur’an böylece icmalarla oluşa oluşa bugünkü hâle gelmiştir. Belki bir asra varmaz, sadece mucizeli basılacaktır. Yeryüzünde 1.5 milyar Müslüman vardır.
Kur’an’ın iniş sırası bilinmemektedir. Bu hususta ne hadis ne de tarih kitaplarda herhangi bilgi gelmemiştir. Kur’an’ı bozmak amacıyla uydurma sıralama yapılmıştır. Sadece sûrelerin Mekke veya Medine’de nâzil olduğu hususunda kitaplarda cümlelerin yazıldığı başlıklarda yer almıştır. Gerek ses üslubu gerekse konuları ile kesinliğe yakın olarak sûrelerin iniş sırası bilinmektedir.
Ayrıca Kur’an’da bazı sûrelerin başlarında harfler vardır. Bunlar sûrelerin gruplanmalarına işaret etmektedir. Harflerin mahreçlerine
UMVF*B MB, YV, HF, GĞ, XP, QC ,KE
GXHE RJ, LZ, NÜ, AÇ, OW, SŞ, ÖD
ĞPKQ
I* Y**C
* WŞ**
RJÖ*O
LZSTD
ANÜÇ*
UMVF*B
1- Harfler 29 sûrenin başına gelmiştir. Harfi medleri ayrı birer harf sayarsak, Arapçada 29 ses vardır.
2- 14 kameriye harflerinden 7’si zikredilmiş, 7’si edilmemiştir. MB, YV, HE, GĞ, XP, QC, KF (elif hemzeyi değil de A’yı temsil eder.)
3- 14 şemsiyeden 7’si zikredilmiş 7’si edilmemiştir. RJ, LZ, NÜ, AÇ, OW, SŞ, ÖD *T (29’un yarısı olmadığı için zikredileni yoktur.)
4- Sert süreklilerden yarı sürekliler zikredilmiştir. R,L,N,M W,J,Z,Ü,V (Y’nin yarı süreklisi yoktur.)
Kazi Beyzavi tefsirinde bu hususu daha teferruatlı anlatmaktadır.
Bütün bunlardan Kur’an müellifinin fonetik ilmine tamamen vakıf olduğu sabit olmaktadır. Oysa o tarihlerde fonetik ilmi dünyada dahi bilinmiyordu.
Şimdi sûreleri tasnif edelim.
İlk iki sûre “ELM” ile başlamaktadır. Medenî sûrelerdir.
Birinci sûre İbrani uygarlığından, ikinci sûre Hıristiyanlıktan bahsetmektedir.
Ondan sonra gelen iki sûre de Medenîdir.
Üçüncü sûre tüm insanlığa hitap etmektedir. Dördüncü süre ise mü’minlere hitap ederek başlamaktadır.
Bunlardan sonra iki Mekkî sûre gelmiştir.
Biri “el-Hamd” ile diğeri ise “ELMÖ[S]” olarak başlamaktadır.
İlk dört sûre İslâm şeriatını anlatmaktadır.
Bu iki sûre ise İslâmiyet’in tebliğini öğretmektedir. Altıncı sûre âhiret ile inzâr etmektedir.
Bunlardan sonraki iki sûre ise savaş hukukunu anlatmaktadır.
Besmelesiz son devlet sûresi savaştan sonraki hükümleri düzenlemektedir. Bu iki sûre Medenîdir.
Demek ki, ilk sekiz sûre (2+2)+(2+2) olarak bölümlenmiştir. Son iki sûre arasında Besmele çıkarılarak sekizlik sûre yedilik yapılmıştır. Böyle düzenlemeler doğada da vardır. Atomlar 7’lik olmak üzere düzenlenmiştir. Buna benzer olarak 15, 31, 63 de seçkin sayılardır.
Bu 8 sûreden sonra 16’lık sûreler gelmektedir. Bu sûrelerin ilk 12’si üçer üçer kümelenmiştir. Hepsi Mekkîdir. Son dört sûre ise Medenî, Mekkî, Medenî, Mekkî şeklinde yer alır. Böylece 15+1 şeklinde sınıflanmış olabilir. Bu 12 sûrenin 6’sı “ELR” ile başlamaktadır. Sadece ikinci üçlü grubun başına “ELR” değil de “ELMR” getirilmiştir. Böylece “ELMR” ve “ELMÖ[S]” sûre grupları arasına irtibat kurulmuştur. Bundan sonra gelen 6 sûrenin son üçünün başına “KHYGÖ” ile başlayan Meryem ve sonra “OH” harfleri getirilmektedir. Böylece üçlü grup oluşturulur. Bu sûreler daha çok Mezopotamya ve İbrani peygamberlerini anlatmaktadır.
Bu üçlü grup sûrelerinden sonra 3+4 şeklinde 7’li gruplar gelmektedir. İlk 3 sûre “OS”, “OSM” ve “OS” başlıklarını, sonraki 4 sûre “ELM” başlıklarını taşımaktadır. Bundan sonra Medine sûresi ile başlayan, Mekkî sûrelerle devam eden üçlü grup, ondan sonra “YS” ile başlayan dörtlü grup vardır. Bundan sonra “YS” ile başlayıp “Ö” ve “Tenzil” ile biten 4’lü sûre vardır. Bundan sonra 7 “XM” sûreleri gelir. Üçüncü sûrenin sonu “XMGSQ” şeklindedir. Sonra 3 Medenî sûre gelmektedir. Sonra “Q” ile başlayan 7 sûre vardır. Böylece 7’li sûreler tamamlanmaktadır.
(2+2+2+2) + ( 3+ 3+ 3 + 3) + 1+1+1+1 + 3+ {4 + 3] +4 + (3+[4) + 3 + 7}+10
4*2 + 4*3 + 7 4*7 +10
Önce 2’li 4 sûre kümesi var; 8 eder. Sonra 3’lü 4 sûre vardır; 12 eder. Sonra 7’li 4 sûre kümesi var; 28 eder. Sonra 10’lu Medenî sûreler gelmektedir. Bunların toplamı 58 etmektedir. Arada 7’li bir küme var. Toplam 65 eder. Tevbeyi çıkarırsanız 64 eder. Demek ki Tevbe hem ayrı sûredir, böylece sekizli grup oluşmaktadır, hem de ayrı sûre değildir, böylece bu sûreler 64’e tamamlanmaktadır. 1 1 1 1 sıralanan sûrelerden ilk üçü ele alınırsa, 5*3=15 eder, 1 eklenirse 16 eder. Bu 7’lere 3 eklenirse 31 eder. Birlerin son sûresi 7’lere eklenirse 32 eder. Dördü de eklenirse 5*7=35 eder. Burada bir sûre 7’lerde ve 3’lerde geçmekte veya geçmemektedir.
O halde bu sûrelerin sıralanması sûrelerin başlarına harf ve Medenî olup olması ile tamamen seçkin sayılarla sıralanmış bulunmaktadır. Sûrelerden birinin yerini değiştiremezsiniz. Böylece ilk 4*16=64’lük sûre oluşturulmuştur. Bundan sonra 32’lik, ondan sora 16 sûre kümeleri gelmektedir. (8+16+32+10+32+16) olarak bir dizi oluşturulmuştur.
Kur’an’daki sûrelerin bu şekilde seçkin sayılara göre dizildiğini ancak şimdi bilebiliyoruz. Seçkin sayılar yani norm sayılar sistemi XX. yüzyılın ikinci yarısında keşfedilip sanayide buna göre ölçülendirme başlamıştır. Demek ki Kur’an’da sûrelerin sıralanışı ilahidir. Kimse onu iniş sırasına göre sıralama gücüne sahip değildir.
Fatiha’nın kitabın başında 112 sûreyi temsil etmek üzere 112 harften oluşmuş olarak gelmesi kadar doğal bir şey düşünülemez. Fatiha zaten Kur’an’ı Büyük Kur’an’dan ayırmaktadır. Küçük sûreler sonlara doğru yer aldığı halde, Fatiha başa konmuştur. Onun Kur’an’daki yerini kim değiştirebilir? Oysa Fatiha’nın ilk sûre olmadığında ittifak vardır. Fatiha’da Allah ve insan tanımlanmaktadır. İnsan Allah’a “Bize müstakîm sıratı hidayet et” diye dua etmektedir. Çünkü Kur’an’la bu duasını Allah kabul etmekte ve hidayet olan Kur’an inzâl olunmaktadır. Adeta o duanın cevabı olarak ‘işte size hidayet’ denmektedir. Bu sûre bu yerden başka yani Büyük Kur’an’ın, ilk Kur’an’ın ikinci sûresi olmanın dışında nerede yerleştirilebilir.
Burada çok önemli bir husus daha vardır. İlk iki sûre “ELM” olarak başlamaktadır. Birincisinde insanlara yolu gösteren Kitabı tanıtmaktadır. Yani, yazar değil, yazı anlatılmaktadır. Çünkü insanların her söze kulak vermeleri ve bu sözlerin en iyisine uymaları gerekir. Kimin söylediği önemli değildir. Söylenen önemlidir. Bundan dolayıdır ki burada önce kitaptan bahsedilmekte, sonra Allah lafzı geçmektedir. Oysa “ELM” sûresinde ise önce Allah lafzı söyleniyor, sonra onun indirdiği kitap anlatılıyor. Bu iki sûre ne kadar birbirini tamamlıyor. Bu iki sûrenin başlarda olması dışında bir yer bulmak mümkün değildir. İki sûrenin başında aynı harflerin konması da aynı derecede önemli bir hususu bize öğretmektedir.
Kelamcılar, önce Allah’ın varlığını akıl yoluyla ispat ettikten sonra Kur’an’ın ilahi Kitap olduğunu istidlal etmektedirler. Oysa Kur’an aksini yapmakta, Kur’an’ın mucize kitap olduğu anlatıldıktan sonra, işte bunu indiren Allah diyerek Allah’ın varlığını Kur’an’la göstermektedir. Kur’an sadece peygamberin peygamberliğini ispatlayan bir kitap değildir. Kur’an Allah’ın varlığını da ispatlayan bir kitaptır.
Böylece sûre başlarındaki harflerden yararlanarak Kur’an sûrelerinin sıralanışları açıklanmış ve Kur’an sûrelerinin sıralanışının ilahi olduğu gösterilmiştir. Kur’an uygulanırken ve açıklanırken istediğimiz sırayı takip edebiliriz. Nitekim biz de tefsirleri ona göre yapıyoruz. Ama birisi çıksa ve bu benim açıklamalarım Kur’an’ın esas sırasıdır dese ne kadar kâfir olursa, Kur’an iniş sırasına göre sıralanmalıdır diyen de o kadar kâfirdir.
Adil Düzen Çalışanlarının bu dalâlete düşmemeleri için bu açıklamaları yaptım.
ذَلِكَ الْكِتَابُ (ÜAvLiKa elKİTAvBu) “O Kitap”
Arapçada da Türkçede olduğu gibi üç çeşit işaret ismi vardır. “Zâ” derseniz, “bu” demektir. “ZâKe” dersek, “şu” demektir. “ZâLiKe” dersek, “o” demektir. Birincisi yakın olana, ikincisi uzak olana işaret eder. Üçüncüsü ise çok uzakta olana veya görünmeyene işaret eder.
Burada işaret edilen kitabın lafzı değil, manâsı olduğu için bu denmiyor da o deniyor. Bu yazılan veya okunan sözlerin manâsı olan kitap denmek isteniyor. Konuşmalarda manâsına işaret ediliyorsa “ZâLiKe” denir.
Burada işaret edilen bütün Büyük Kur’an’dır. Fatiha onun fihristi olduğu için içine dahildir. Kur’an’da sûrenin başında böyle ‘bu kitap’ işaretiyle başlayan başka bir sûre yoktur. Öyleyse bu sûrenin kitabın başına gelmesi zorunludur. Bu sûreyi başka bir yerde yerleştiremezsiniz. Kitap kitabın başında tanıtılır.
Demek ki sûrelerin sıralanışı ilâhîdir ve son derece uygun bir şekilde yerlerini almışlardır. Kur’an’da neye itiraz ederlerse biz onun cevabını veririz denmektedir. Nüzul sırasına göre sıralayanlara bu kitap sözü ile susturucu darbeyi vurmuş olmalıdır. Kâfirler küfürlerine devam etseler de, mü’minlere şeytan yanaşamayacaktır.
“Kitap” kelimesi de mucizedir. Kur’an sûreler ve âyetler şeklinde iniyordu. Kağıtlara değil de, kemik ve deri parçalarına yazılıyordu. Ama bu bir bütün kitap olarak haber verilmiştir. “Ketbetmek” demek, deriden çıkarılan sırımla iki deriyi birbirine dikmek demektir. Su geçirmeyecek şekilde çift dikiş yapmaktır. Yazının satırları bu dikişe benzediği için satır veya sütun hâlinde yazılan parçalara kitap dendiği gibi, ciltlenmiş ve mushaf hâline getirilmiş esere de kitap denir. Kitabın mushaftan farkı vardır. Roman bir kitap değildir, çünkü hükümleri içermez. Kitap bir hüküm içermelidir. “Nasılsın, iyi misin?” veya bir haberi bildirmek için gönderdiğin yazıya risale denmektedir. Ama bir öneri yazısına mektup denir. Eğer bu kuralları içeren ciltlenmiş ve mushaf olmuşsa, kitap olur. Kur’an’ın şeriat kitabı olduğu ve kitap hâline geleceği daha önce bildirilmiş oluyor. Suhufu mükerreme olduğu söylenmektedir. Yani, mucizeli Kur’an, Kur’an’da bildirilmiş oluyor. Mucizeli değil de kerametli Kur’an dememiz gerekmektedir. Eğer sûrelerin yerini değiştirirsek, bugün elimizde olan Osmanlı hattı, keremli Mushaf olmamış olur. Şaşkınlara başka bir tokat da budur.
Demek ki, şeriat, kurallar demektir. Bu yasa demektir. İnsanın yaşaması için kişi olarak ne yapması gerektiğini “Bu Kitap” iğneden ipliğe kadar her şeyi içermektedir. Bu bakımdan bu bir takva kitabıdır. Ayrıca bir topluluk için gerekli olan kuralları da eksiksiz olarak bildirmektedir. Dolayısıyla bu bir hidayet kitabıdır.
İşte Büyük Kur’an’ın başında bu hususa işaret etmektedir. Bu kitabın içeriği, mahiyeti burada anlatılmaktadır. “Bu Kitab içinde reyb olmayandır.” şeklinde tercüme edilebildiği gibi; “Kitap budur”, yani “başka kitap yoktur” şeklinde de tercüme edilebilir. Gerçekten yeryüzünde içinde reyb olmayan başka bir kitap yoktur. Tevrat ve İncil’in ilâhi kitap olduğunda şüphe olmamakla beraber, tahrif edilmiş olduklarından dolayı içlerinde reyb vardır. Ancak Kur’an’ın tahrif edilmesi sözkonusu olmadığından reybsiz tek kitap Kur’an’dır.
Demek ki, daha Büyük Kur’an’ın başında bu kitabın tahrif edilemeyeceği bildirilmiş olmaktadır.
1400 yıl sonra bu tahrifin olmadığı kesin olarak belirlenmiştir, bundan sonra ise gelişmiş kayıt araçları nedeniyle artık kimse onu tahrif edemeyecektir. Bu da ilmen sabit olmaktadır.
Sadece bu ifade ve 1400 senenin şehadeti Kur’an’ın ilahi kitap olduğunu ispat etmeye yeterli olmalıdır.
لَا رَيْبَ فِيهِ (LAv RaYBa FIyHi) “İçinde rayb yoktur.”
“RiYBe” bulanıklık demektir. Suya tortu karışınca bulanır ve şeffaflığını kaybeder. Suda bozulma olmaz ama su kullanılamaz olur. Rayb var, şek var, şüphe var, zan var. Doğruluğu fazlaca muhtemel olan bilgidir. Yanlışlığı daha çok muhtemel olan raybdır. Şek, ikisi arasındadır. Şüphe ise benzer doğruluğu benzetme ile bilinen kesin bilinmeyen bilgidir. İçinde reyb yoktur deniyor. Asla yoktur deniyor.
“Lâ” nefyi cins içindir. Yani, Kur’an’ın içine beşer sözü girmemiştir, saftır. İlahi sözün Arapça tercümesidir. Tercümesi Allah tarafından onaylanmıştır.
Bu ifade Kur’an’da mevcut olan müteşabihlere ters düşer gibi görünürse de, teşabüh Kur’an’da değil, bizim onu anlamamızdadır. Bizim gözümüz, bizim kulağımız, bizim beynimiz onu algılarken parazitli almaktadır, bir kısmını hiç almamaktadır. Eksiklik yayında değil, alıcıdadır. Yapacağımız iş anladığımız kadar uygulamak, anlayamadıklarımızı anlamaya zorlasak bile uygulamaya kalkışmamaktır.
Rayb delilin kendisinde, zan ise delili anlamada eksikliktir.
“Lâ Rayba Fîhi” bu kitabın haberi olabileceği gibi; bu kitaptır, içinde rayb yoktur şeklinde ikinci haberi de olabilir. Kur’an Arapçadır ve bir harfi bile değişmemiştir, artmamıştır, eksilmemiştir. Tercümeleri Kur’an değildir. Kur’an’ın birer görüntüsüdür. Bundan dolayıdır ki Kur’an’ı yorumlarken Arapçası üzerinden yorumlamak zorundayız. Tercümelerinden yorum yapılamaz. Yorum ise Kur’an’ın bizim tarafımızdan görülen kısımlarını aktarır. Dolayısıyla kendi dilimizle yapmaya çalışırız. “Bi Lisanihim” diyor. Yani Kur’an’ın yorumunu her ulus kendi dili ile yapacak, ama yorum metni Arapça olacaktır.
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ (HuDayn Li elMutTaQIyNa) “Muttakiler için hidayettir.”
Haberden sonra ikinci veya üçüncü haberdir. Kitap hüdadır. Fatiha’da talep ettiğimiz müstakim sıratı gösteren ve ona götüren hidayet işte bu büyük Kur’an’dır. Fatiha’daki duaya icabettir. Allah’a dua ettik, Allah da bize Kur’an’ın manâsına hidayet etti. Yani Kur’an’ın doğru manâsını bize öğretecektir.
Kur’an’ı doğru anlayacağız. Bir koyun sürüsü yol alırken başkanları ortalarda durur. Herkesin gözü başkandadır. Ama başkan kararı öncü ve artçı kılavuzlara göre alır. Onlar gördükleri şeylere bakarak sağa sola sapar, durur veya ilerlerler. Başkan da onlara bakar, gerekli kararı alır ve bir tarafa yönelir, koşar veya durur. Sürü başkanın hareketine göre hareket eder. Bir yere atladı mı, onun ardından hepsi atlar. İşte bu öncü kılavuza “Hedy” denir. Kurbanlık olarak önceden Harem’e gönderilen küçük baş hayvanlara da “Hedy” denmektedir.
Başkanlar başka toplulukları ziyaret etmeden evvel iyi niyetlerle geldiğini anlatmak için gitmeden önce bazı bağışlar gönderir. Buna da “hediye” denir. “Hâdi” kılavuz demektir. Bir üstünlüğü olmayan, emretmeyen ama bilgili olduğu için yönlendirme yetkilerine sahip kimselere “Hüda” denmektedir. Kur’an bir hüdadır. Zorlamaz, arkasında askeri güç yoktur, ama yol göstericidir. Yola gitmek ise kişiye, okuyucuya bırakılmıştır.
“Muttakilere yol göstericidir.”
“Vıka” kulübe demektir. Sandık gibi katı çeperli kaptır. “Via” ise torba gibi yumuşak kaptır.
Çobanlar dağlarda, yollarda taştan kulübeler yaparlar. Üstünü otlarla ve dallarla kapatırlar. Yağmurlarda ve fırtınalarda buraya sığınılıp korunur, kurttan, ayıdan buraya girilir ve sopalarla savunulurdu.
“İttika etmek” demek, bu kulübeye, bu sığınağa girmek demektir. Kendisini korumak isteyen kimselere yol göstericidir, hattâ götürücüdür.
Kitap baştan takdim edilirken insanları iki gruba ayırıyor. Peşin fikirliler vardır. Kendileri ne yapacaklarını bilmektedirler. Onlar bir kitabı okumaya başladıkları zaman kendilerine uygun delil ararlar. Bunlar gerçeklere ulaşamazlar. Muttakiler ise şöyle başlarlar. Hak ne ise, doğru ne ise ben onu arıyorum. Allah varsa var olduğunu öğreneyim, Allah yoksa yok olduğunu öğreneyim. Öldükten sonra dirileceksek onu öğreneyim, yok dirilmeyeceksek onu da öğreneyim. Ondan sonra ne yapmam gerekiyorsa, kurtulmam için ne gerekiyorsa doğru öğreneyim. İşte Kur’an’ı bu inançla okumaya başlayacaklardır. Kişi olarak kurtuluşu isteyenlere kurtuluş yolunu topluluk içinde gösterir. Onun için muttakiler kurallı erkek çoğul gelmiştir. Kişi kendisini topluluğa katılmakla kurtarmış olur. Katılma çabası ittikadır. Katıldığında içinde elde edilen selâmet ise hidayettir.
Bu derece lâik, demokratik ve pozitif düşünce takdimi hangi kitapta vardır.
İşte Kur’an böyle takdim edilmektedir.
Bundan sonra muttakiler anlatılmaktadır.
Kur’an muttaki olmayanlara, yani kâfirlere ve münafıklara da yol gösterir ama onlar için Kitab’ın bir etkisi olmamaktadır.
Bununla beraber, Kur’an bütün insanlara hitap etmektedir..
ADİL DÜZEN 340
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 2. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
الم(1) ذَلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ(2) الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ(3) وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ(4) أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُفْلِحُونَ(5)
الَّذِين (elLaÜIyNa) “Onlar.”
Türkçedeki gel[en] ve gid[en]in sonundaki [en] eki karşılığıdır. Ayrı bir kelimedir. Buna sıla denir. Farsça’daki [est], Fransızca’daki [qe,qi] karşılığıdır. Arapça gramatikal dildir. Bin civarında kökün yanında bin civarında mebni kelime vardır. Arapçadaki sıla tanımlama kelimeleri gruplara ayrılır.
a) Akıllılar için “Men”, akıllı olmayanlar için “Mâ” kullanılır. “Ellezîne”nin erkek çoğulu yalnız akıllılar için geçerlidir. “Ellâti” dişi çoğul sistemler için geçerlidir. ‘
b) Marife ve nekire olarak da ikiye ayrılır, “Ellezî” ve çoğulları marifedir. Hem faili hem fiili marife kılar. “Mâ” ve “Men” ise fail olarak nekiredir, ama fiil olarak masdarı marifedir.
c) Tekil, çoğul ve tesniye olarak geçerler. Ellezî, Ellezâni ve Ellezîne.
d) Harfi tarifli ismi failler de sıla olarak gelebilir. Bu takdirde bunların failleri marife, filleri nekiredir.
Burada “Ellezîne” muttakilerin sılasıdır. Muttakiler marife olduğundan bunlar da marife gelmiştir ve ikisi de kurallı erkek çoğuludur. Olan kimseler diye tercüme ederiz. İman eden kimseler. Buradaki iman masdarı da marifedir. İman eden kimseler de marifedir. Kastedilen Kur’an okumaya başlayan ve başkanlarını seçmiş cemaattir. Bunlar bir araya gelerek dayanışma ortaklıklarını kurmuş olan kimselerdir. Bunların vasıfları ve işleri tarif edilecektir. İnsanlar için doğuştan tebliğ almadan yapacakları işler vardır. Ben bilmiyordum, onun için yapmadım diyemez, bu hususta bilmemek mazeret sayılmaz. Şöyle ki;
a) Herkes bir topluluk içinde yetişir. Aile, aşiret ve kabile içindedir. Bugün bunların dışında kalan bir insan tasavvur edilemez. Kişi kendisini yetiştiren topluluğa karşı cephe alıp onu yıkmak ve yok etmek isteyemez. Onlardan kötülük görebilir, onları düzeltmeye çalışır ama onlara düşman olamaz. Bu sebepledir ki sûre “”muttaki” diye değil de, “muttakiler” olarak başlamaktadır. “Ellezîne” de böyledir. Örgütlü çoğul sığası kullanılmıştır.
b) Kişi cemaati içinde ittika etmelidir. Cemaat olarak ittika etmelidirler. Nasıl kişi kendi kendisini korumak ve kurtarmak isterse, topluluk da bu koruma ve kurtarma için yol aramalıdır. Bunu aramayan kimseler âhirette sorumludurlar. Kendin yaşamak için çaba gösterdin de, yetiştiğin topluluk içinde birlikte yaşamak için çaba göstermedin diye elbette sual edilecektir. Bunun için vahye gerek yoktur.
c) Kişi zaten doğup büyüdüğü topluluk içinde anne babasına itaat ederek yetişmiştir. Erginlik çağına gelince de yaşadığı aşiretin ve kabilenin başkanlarına itaat etmek durumundadır. İtaat etmek istemiyorsa o ocağı veya bucağı terk edip başka ocağa ve bucağa gitmelidir. Onların içinde kalarak onların başkanına karşı çıkamaz. Kimse bana tebliğ gelmedi diyemez. Çünkü anne babasına itaat ediyordu. Anne babası da ocak ve bucak başkanına itaat ediyordu.
d) İnsan insandır. Hazreti Adem’in çocuklarıdır. Onu sadece anne babası değil de, tüm insanlık yetiştirmiştir. O halde çevresine bakarak, kendisini insanlığa karşı kışkırtanlardan uzak durmalıdır. Anne baba da olsa, böyle olanların yanında durmamalıdır. Uzaklaşmalıdır, hicret etmelidir. Çünkü babası madem ki itaat etmesi gereken topluluğa karşı asidir, kendisi de artık onu dinlemek zorunda değildir.
İşte bu özellikleri taşıyan topluluğa hitap ederek, “Bu Kitap böyle ittika edenlere yol gösterir, doğru yola götürür” demektedir. Bunların ana özellikleri nelerdir, bundan sonra bunları anlatacaktır.
َ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ(YuEMiNUvNa Bi eLĞaYBi) “Gayba iman ederler.”
Canlılar kendilerini güven altına almak için sırt sırta verip halka olurlar. Düşmanla öyle mücadele ederler. Saldırıyı böyle gözetler ve def ederler. Yaban keçilerinin dallı budaklı boynuzları bunun için vardır. Halka olup o boynuzlarla adeta dikenli tel örgü oluştururular. İnsanlar da kulübeleri böyle halka şeklinde sıralamışlar ve kapıları iç avluya açmışlardır. Bu avlunun adı “mena”dır. “Emine er-reculü” demek, adam menaya girdi demektir. Mena eman yeri oldu. Sonra if’al bâbından “âmene” de benzer şekilde kullanıldı.
Türkçede kaldırmak var, bir de kaldırtmak vardır. Kendin bir şeyi kaldırıyorsun . Zaten müteaddi fiildir. Kaldırtmak dediğinde başkasına kaldırtmak, ikinci defa geçişli yapmak olur. Arapçada bu ikinci geçişli yapılır. “Ekreme Zeyden bilebenin” dediğimizde, Zeyd sütü ikram etti demiş olursunuz.
“Emine” kendisi güven içinde oldu demek olur. “Âmene” ise başkasını güven altına aldı demektir.
“Emene Zeyden” demek, Zeyd’e güvendi demek olur.
“Âmene bi Zeydin” derse, Zeyd ile kendisini güven altına aldı demektir.
Burada “Âmenû” değil de, “Yü’minûne” gelmiştir. Yani, geçmişte iman etmiş de gelecekte iman edecek kimseler demektir. Yani, birlikte Kur’an okumaya başladıkları zaman Kitap hakkında herhangi bilgileri yoktur. Peşin hükümlü değildirler. Ne iman etmişlerdir, ne de reddetmişlerdir. Onu tetkik edip öğrendikçe onun hakkında hükme sahip olacaklardır. İşte onun hakkında hükme sahip olduğunda ona inanacaklardır. O yolu tutacaklardır. Kitap saçma sapan şeylerle dolu olabilir. O zaman onun yanlışlarını reddedecek, doğrularını kabul edeceklerdir. Her söze kulak verecek ve en iyisine uyacaklardır. Kur’an’da bile müteşabih âyetlere rastlayacaklar ve onları geçeceklerdir.
Şimdi önemli bir hususu ortaya koymaktadır. Gaybı temin etmek yani gaybı güven altına almak yahut gayb işe kendini güven altına almak. Şimdi Kur’an’da geçen bazı kavramları hatırlayalım.
a) Bâtın ve zâhir. İç ve dış demektir. Bizim duyu organlarımızla algılayamadığımız, âletler yapsak bile onları göremediğimiz âlem vardır. Buna bâtın ve zâhir denmektedir. Matematikte bu sanal sayı ile gösterilmektedir.
b) Cehr ve hafi. Etkisi açık veya zayıf olan demektir. Televizyon dalgaları şimdi burada vardır ama bizim gözümüz onları algılayamamaktadır. Gerekli araçları yaparsak onları da görür hâle geliriz.
c) Gayb ve şehadet ise; şimdi yanımızda olmadığı için göremediğimiz ve bilemediğimiz şeylerdir. Ama oraya varırsak veya o gün gelirse onu görebiliriz. Demek ki gayb demek uzak olduğu için perde arkasında olduğumuz şeyi göremiyoruz. Yahut zaman içinde ya geçmişte kalmıştır, ya da gelecekte olacaktır. O gaybdır.
d) Sır ve aleniyet ise; biz biliyoruz ama başkalarına bildirmiyoruz. Kendimize saklıyoruz. Bu içe dönük olaydır.
İnsanlar gaybı bilirler. Geçmişte ne oldu, onu biliyorlar. Yıldızlarda ne oluyor, onu bilirler. Gelecekte ne olacaktır, onu bilirler. Atomun içinde ne var, onu bilirler. Bunları nasıl bilirler? İlimle bilirler. Onları bilmek yeterli değil, o olacaklardan nasıl yararlanacaklarını da bilirler. Baharda toprağa tohumu attıklarında yazın hasat yapacaklarını bilirler. Ekin ekerler. Kışın üşüyeceklerini bilirler. Yakıt alırlar. O halde gayba iman etmek demek, gelecekleri güven altına alırlar demektir.
Biz bir marketten veya ahşap evlerden bahsederken hemen ‘bir yerde var mı’ derler. Adil Düzenden bahsederken ‘nerede var’ derler. Çünkü onlar gayba iman etmezler, yanı ilme inanmazlar. Onlar hayvanlar gibi günlerini yaşarlar. Hattâ daha da edeldirler, çünkü hayvanlar da gelecekleri için birşeyler yaparlar.
Demek ki muttakilerin en önemli vasfı, geleceklerini güven altına almak için çaba sarf etmek, bunun için de ilimden yararlanmak demektir. Zaten ilim demek, geçmişte olanları delil kabul edip gelecekte ne olacağını ortaya koyarak ne yapılması gerektiğini tesbit etmektir.
İşte Fıkıh İlmi budur. Usûlü Fıkıh budur. Delillerden hükümler çıkarmak.
Delil, geçmişte olan olaylardır. Hüküm, gelecekte olacak veya yapmamız gerekenleri ortaya koymaktır.
وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ (Va YuQIyMUvNa elÖaLAvTa) “Ve salâtı ikame ederler.”
“İkame etmek” ayağa kaldırmak, durdurmak demek, kayyumluk yapmak demektir. Kayyum ne demek? İşveren ile işçi arasında eşitlik varsa ona kayyumluk denir. İşveren üstünse, ona hizmetçilik diyoruz. İşçi üstünse, ona da hükmetme diyoruz. “İkame etmek” demek, eşitlik içinde işleri görmek demektir.
“Yusallûne” denmiyor da “Yukiymûne” deniyor. Çünkü burada namaz kılmaktan çok, namaz müessesesini oluşturmadır. Bunun için namazın yerini belirlemek, vaktini belirlemek, şartlarını ve erkânı belirlemek demektir. Namazın tanımlanması ve tanınması, onun müesseselerinin oluşturulması farz kılınmıştır.
“Sılv” üzerine et koyup kuruttukları taşa denmektedir. Güneşte böylece pişmekte ve yenir hâle gelmektedir. Bozulmaktan korunmadır. “Salyetmek” veya “Salvetmek” eğitme, hamlıktan çıkarma anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Et nasıl ateşte pişer de ıslah olursa; at, öküz veya deve de eğitilerek hamlıktan çıkarılır, ondan sonra ona binilir veya tarlaya koşulur hâle gelir. Köylüler hamlıktan çıkar şeklinde kullanırlar. Bir tür hayvanı terbiye etme demektir.
“Salât” insanın bedenen ve zihnen hamlıktan çıkarılması ve eğitilmesi demektir. Bu amaçla insanlar sık sık bir araya geliyor, dersler yapıyorlar. Burada hem öğreniyorlar, hem de birlikte nasıl davranacaklarının eğitimini alıyorlar. Burada dikkat edilecek husus, ikame etme veya ikame eden kimseler çok olduğu halde, “Salât” kelimesi müfrettir, tekildir. Çünkü namaz vakitleri ile, mekânları ile, erkânı ile bir tek müessesedir. İttika etmek isteyen topluluk bu müesseseyi yaşatmalıdır. Kur’an gayba imandan sonra salât müessesesini ortaya koymuştur. Bundan sonra Kur’an okunurken hep bu çerçeve içinde okunacağı için namaz müessesesini burada sekiz yüzlüde takdim edeceğim.
Namazın iskeleti vardır.
a) Ezan ile halk toplantıya çağrılır. Halk toplanır. Sonra birlikte harekete geçilir. Toplantı açılır. Tekbirlerle belirlenmiş hareketler yapılır ve selâm verilerek toplantı sona erdirilmiş olur.
b) Namazın ikame edilmesi için harici dört şart vardır. Giyinmek şarttır, temiz olmak şarttır. Vaktin belirlenmiş olması gerekir. Toplantı yerinin belirlenmiş olması gerekir.
c) Halk divanı başkanın bulunduğu tarafa dönmelidir. Bu da baştan bilinmedir. Halk sıraya geçip saf tutmalıdır. Bir imam hareketlere komuta eden başkan olmalıdır. Toplantıda aynı amaçla bir araya gelinmeli yani gündemi olmalıdır.
d) Hareketler de dört tanedir. Ayakta durmak, eğilmek, yere kapanmak ve oturmak.
e) Dört tane de sözlü kıraat vardır. Birincisi metni sözleri ile okumak, ikincisi sözlerin manâsını anlamak, üçüncüsü dua etmek, dördüncüsü tesbih etmektir.
f) Kunut, kulak kesilip okunanları dinlemek. Huşu, dünya ile ilişki kesme, sağa sola dönmeme, ona buna bakmama, konuşmama, yememe. Üçüncüsü huşu içinde kendini dinlemek, gelecek ilhamlara kulak vermek. Hareketleri vakur olarak tadili erkân ile yapmak.
İşte her toplantıda bu eğitim yapılır. Bunun dışında namaza girmeden önce Kur’an yorumu ile okunur. Namazdan çıkarken de o günkü işler istişare edilir. Böylece namaz topluluğun kalbi olur. Halkı toplar ve salar, toplar ve salar, böylece vücutta kalb ne ise, beyin ne ise, namaz da topluluk için odur.
Vakitler şöyle ayarlanmıştır. Sabahleyin saat 4’te ezan okunur, herkes ayağa kalkar, temizlenir, giyinir. Kendi evinde vitir namazını kılar. Mescide gelir. Sabah namazı kılınır. İşyerine gidilir. Öğleyin namaz kılınarak mesai tatil edilir. İkindi namazı için mescitte toplanılır, akşam mesaisi başlar. Akşam olunca akşam namazı kılınır ve iş tatil edilir. Evde yemek yenir. İsteyen kişiler evden ayrılmadan önce evlerinde evvab namazını kılarlar. Sonra gece sohbetine katılırlar. Yatsı namazı kılınarak dağılırlar.
Haftada bir güm öğle namazı Cuma Namazı olarak kabilenin mescidinde kılınır.
Ramazan Bayramı Namazı il mescidinde kılınır, Kurban Bayramı Namazı ülke mescidinde kılınır.
Senede bir gün Mekke’de hac yapılır. Buraya gücü yetenler gider.
Günde yedi vakit namaz vardır. Beşi cemaatle mescitte kılınır. Biri evde vitirdir, tek başına kılınır. Evvab namazı ise sünnettir. İsteyenler kılar. Süryaniler bu yedi namazı farz olarak kılarlar.
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ(3) (Va Min MAv RaZaQNAvHuM YuNFıQUvNa)
“Ve rızıklandırdıklarımızdan infak ederler.”
“Min” cinsin beyanı için olabilir. O takdirde onlara neyi “rızık” olarak vermişse onu yerler, onu harcarlar. Rızık olarak vermediklerimizden yemezler. Kıyas yoluyla giymezler demek olur. İnsan kendisine neyin rızık olduğunu bilir. Zaten daha küçükken ihtiyaçlarını görüp bilmektedir. Gözü ile, burnu ile, ağzı ile onun kendisine rızık olup olmadığını bilmektedir. Herkes acıkır, bebek de acıkır. Herkes susar, bebek de susar. Herkes üşür, giyinmek zorundadır. Bebek de giyinir. Ama hiçbir bebek sigara ihtiyacını duymaz, içki ihtiyacını duymaz. Ergin yaşa geldiği zaman çocukluktaki ihtiyaçları ile yetinmelidir. Anne baba himayesinin yerini de eş ve çocuklar almalıdır.
“Min” teb’iz için de gelmiş olur. O zaman bu zekât müessesesidir. Yani, kazandıklarından topluluğun payını verirler. Çünkü onlar bütün insanlara ait olan toprakları kullanarak üretim yaptılar. O halde onun kira payını topluluğa vermelidirler. Bunlar nelerdir?
a) Maden gibi sınırlı ve tükenen kaynakları kullanarak üretim yapar, hâsılanın beşte birini topluluğa verirler.
b) Toprak gibi sınırlı tükenmez kaynakları kullanarak üretilenlerden hasadın onda birini verirler.
c) Mera gibi sınırlı tükenmeyen herkese açık olanlardan sermayeden kırkta bir alınır.
d) İnşaatın beşte biri de topluluğundur.
Bunları on yere dağıtırlar.
1) Bucak içinde servetleri vasat servetin altında olanlara fakir denir ve bunlara eşit olarak bölüştürülür.
2) Bucak içinde fakir olup gelirleri vasat gelirin yarısından aşağı olanlara eşit olarak dağıtılır.
3) Bucak içinde kamu hizmeti görenlere hizmetleri nisbetinde dağıtılır.
4) Bucak içinde eğitim hizmeti verenlere eşit olarak dağıtılır.
5) Borçlu olup iflas edenler desteklenir ve iflastan kurtarılır.
6) Yurtsuz köleler azad edilerek vatandaş hâline getirilir.
7) Yol ve su gibi ortak ulaşım vakıflarının işletme masrafları giderilir.
8) Buradaki işletme hizmetini verenlere aylıklar verilir.
9) Devlette bunların dışında yetimler ve yaşlılar için pay ayrılır. Ülkenin imarı yapılır.
Namaz topluluğun sosyal kalbidir, zekât da ekonomik kalbidir. Böylece topluluk bu iki müessese ile bir beden olur. İşte Kur’an böyle bir vücut hâline gelmiş olan kimselere hidayettir. Müstakim sıratı göstermiş olur. Müstakim sırat budur. Kendilerine inam edilen kimselerin müstakim sıratı budur. Böylece, demek ki namaz ve zekât müessesesini kuran kimseler demektir.
Biz bunu ne zaman başaracağız? Marketi kurduğumuz zaman başarmış olacağız. Marketler zincirini mescitlerin altında oluşturmalıyız. Olmazsa, Adil Düzenciler cem evleri gibi toplanma yerleri oluşturmalıdırlar. Mescitlere gidip ibadet edeceğiz. Ama Adil Düzen iktidar olmadan evvel bizim cem evlerimiz olmalıdır. Adil Düzen iktidar olunca, Aleviler de, Sünniler de, ehli kıble herkes bizim mescidimize gelip istedikleri şekilde ders görebilmeli ve ayinleri icra edebilmelidir. Gerçek lâiklik budur, gerçek demokrasi budur.
Biz her namazda Fatiha Sûresi okuyoruz, günde 20 ile 40 defa arasında Fatiha Sûresi okuyoruz. “Allah’ım, bize müstakîm sırâtı hidayet et” diyoruz. Allah da hemen sûrenin başında ne yapacağımızı bildiriyor. Toplantılar yapın, ortak bütçeniz olsun. Yani, marketinizi olsun demek istemektedir. Çünkü mala-mal marketi aynı zamanda herkese iş ve herkese aştır.
***
َوَالَّذِينَ (Va elLaÜIyNa) “Ve o kimseler.”
Buradaki “Ve” harfi Kur’an’ın bütün manâsını alt üst edecek bir harftir. Çünkü bu harf farzlardır. Neden muttakiler tek kimsedirler. Bunlar kitaplara iman eder, âhirete iman eder, namaz kılar ve zekât verirler.
O halde buradaki “Ellezîne” ile yukarıdaki “Ellezîne” aynı kimselerdir. “Ve” niye gelmiş? Çünkü “Ve” harfi atfedilen şeyleri farklı kılar. Eğer Kur’an’a bir harf ilave etme yetkimiz olsaydı, yahut bir harf çıkarma yetkimiz olsaydı, bu harfi buradan siler ve rahat ederdik. Ama buna yetkimiz yoktur. Çünkü Kur’an’ın değişmediğine inanıyoruz. O halde buradaki “Ve”ye uygun mânâ vermek durumundayız. Eğer “Ellezîne” tekrar edilmiş olmasaydı da “Ve Yü’minûne” olsaydı, o zaman kişiler aynı ama iman farklı olurdu. Oysa, en doğrusu Fi’l-Gaybi” ve “Bimâ Ünzile” olmalıydı. Biz olsaydık öyle yazardık. Ama Allah öyle yazmamış. Neden?
Çünkü insanlar iki gruptur; lâikler ve mü’minler. Lâikler araştırmaya önce akılla başlarlar. Kendileri neyi anlıyorlarsa onu değerlendirirler. Başkalarının söylediklerine kulak vermezler. Sonra kendi bulduklarına uygun nakil de varsa onları da doğrularlar. Mü’minler ise işe tersinden başlarlar. Önce başkalarını dinler ve onların ne söylediklerini öğrenirler. Sonra da onların içinden yanlışları ayıklarlar. Bu iki metottan her ikisi de iyi metottur. Düşünmek, ondan sonra deney yapmak, deney yapmak ve ondan sonra düşünmek. Kur’an her ikisini de kabul eder. Ama önce düşünüp sonra deneyi, önce deneyip sonra düşünmenin önüne geçirmiştir.
يُؤْمِنُونَ (YuEMiNUvNa) “İman ederler.”
“İman ederler” sözü tekrar edilmiştir, çünkü imanlar arasında fark vardır. Biri gayba iman ediyor, yani müsbet ilme iman ediyor, onun verilerine göre mali ve ekonomik düzen kuruyor. Diğeri ise önce tarihe inanıyor, geçmişe inanıyor. Ondan sonra onların söyledikleri ile gerçekleri bulmaya çalışıyor. Yani, biri muhakkik, diğeri ise müttebi. Biri aklî delille gerçekleri buluyor, diğeri de naklî delille gerçekleri buluyor. Kur’an her ikisini de kabul ediyor. Ancak aklî delillere öncelik veriyor.
Eski peygamberler de böyle yaptılar, ancak Hazreti İbrahim’in dışındakiler nakli önde tuttular.
بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ (Bi MAv EuNZıLa EiLaYKa) “Sana inzâl olunana.”
Burada “Mâ” mevsuledir. Genelleştirme sılasıdır. Hem nekiredir, hem geneldir. Sana ne gelmişse hepsine iman ederler. Bu Kur’an değildir, bu kitap değildir. Öyle olsaydı “Ellezî Ünzile” getirilirdi. “Billezî Ünzile” olurdu. O halde buradaki inzâl topluluğa o esnada gelen ilhamlardır. Kamuya gelen manâlardır.
Buradaki “iman etmek” kararlı olmak demektir. Baştan düşünürsün. Ama karar verdikten sonra kendi kararına kendin inanırsın. Artık tereddüt göstermezsin. Geri dönüşü unutursun.
“İnzâl” olmak demektir, konaklamak demektir. Eğer insanda doğru bilgiler hâsıl olursa, bu bilgiler ona onu var eden tarafından gelip konar. Bazen şeytan girer, doğru olmayan vesveseler de konar. O inzâl olmuş değildir. Biz içtihatlarımızla amel ederiz. Ama kesin kanaatlerimize de iman ederiz.
Buradaki “Ke” kimdir, kime inenden bahsetmektedir? İlk vereceğimiz manâ, buradaki “sen” Hz. Muhammed’dir. Ona inzâl olunana iman etmek olur. Bu Kur’an değildir. İlk muhatap o olduğu için ona hitap etmektedir. Ama şimdi Kur’an bize hitap etmektedir. “Sana inzâl olunana onlar inanırlar” denmektedir. Kastedilen her mü’min olamaz. Çünkü onlar iman edecekler. Demek ki “sen” onlardan başkasıdır.
Bu sûrenin sonunda “Resul kendine inzâl olunana iman etti, mü’minler de iman etti.” diyor.
O halde buradaki “sen” o mü’minlerin atfedildiği resuldür. Bizim için Hazreti Muhammed aleyhisselâma indirilene inanmamız sözkonusu ise, Kur’an’ın dışında “Mâ” ile aşlatılmak istenen nedir?
Sünnettir. Yani, Kur’an doğrudan anlaşılamaz. Sünnete ve Tevrat’a göre anlaşılacaktır. Böylece muttakilere gösterilen yol olarak, Hazreti Adem’den Hazreti Muhammed’e gelinceye kadar gelen bütün kitaplara ve peygamberlere iman ederler. Müstakim sırat tektir. Kendilerine in’am edilenler de tek ümmettir. İşte Kur’an böyle muttakilere hidayet edecektir. Evet, yalız Tevrat’a veya Furkan’a iman eden de cennete gidebilir. Ama bu kitap bütün insanlara gönderilmiştir. Bütün insanların saadeti için onu okurlarsa ondan yararlanabilirler.
Kur’an’ı nasıl doğru anlayabiliriz? Kur’an önce akıl yoluyla anlaşılacaktır. Okunacak, söyledikleri ilmen tasdik edilecektir. Böylece Kur’an müsbet ilme yardımcı olmaktadır. Daha kolay bilmek için yol göstermektedir. Diğer taraftan Kur’an insanlığa indirilen bütün kitaplara iman ederek onları anlamamıza yardımcı olmaktadır. Ona yol göstermektedir.
وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ (Va MAv EuNZiLa MiN QaBLiKa) “Senden önce inmiş olanlara da.”
Bakınız, burada “Yü’minûna” kelimesi iade edilmemiştir. Tek başına sana indirilene iman yetmez, senden önce inmiş olanlara da iman edilmesi gerekir. Kendilerine in’am edilen kimseler bunlardır. Böyle muttakilere bu kitap hidayet eder. Demek ki, Kur’an’ı anlamak için sünnete ve öteki kitaplara ihtiyacımız vardır. Çünkü onlar Kur’an’ın birer örnekleridir. Örenlerine bakarak Kur’an’ın ne demek istediğini anlayabiliriz. Ama bir taraftan da Kur’an onlara yol gösterdiğine göre onların yani senden önce indirilenin anlaşılması için de Kur’an’a gerek vardır. İnsanlık Kur’an’dan yararlanmalıdır. Bugün yeryüzünde dört büyük din vardır; Hıristiyanlık, Müslümanlık, Budistlik ve Brahmanlık. Kur’an’ın doğru anlaşılması için bunların kitaplarını okuyacağız. Adil Düzenciler olarak Kur’an’ı onların anlattıkları ile birlikte doğru anlıyoruz. Ama bütün insanlar da kendi dinlerindeki yanlışları ve eksiklikleri düzeltmek için Kur’an’a başvurmalı, onun hidayetinden yararlanmalıdırlar. Bir taraftan Kur’an’ı sünnetin yardımı ile anlayacağız ama diğer taraftan sünnet olarak bize anlatılanların gerçekten sünnet olanlarını ve manâlarını Kur’an’a dayanarak ayıklayacağız, anlayacağız. Hazreti Peygamber’in miratta zikredilen bir hadisi vardır. “Benden sonra size bir çok sözler rivayet olunacaktır. Kur’an’la karşılaştırın, uyuyorsa alın, uymuyorsa atın.” demiştir. Bu söz diğer semavi kitaplar için de doğrudur.
Buradaki “sen” ve “âmenerrasulü”deki “resul” bugün mü’minlerden oluşan cemaatte anlaşılabilir, o manâ verilir. Takdirde onlar başkanlarına nâzil olana iman ettiler, başkanlarından önce gelenlere de iman ettiler denmektedir. Yani, Kur’an muttakilerin oluşturacağı bir cemaate hidayettir. O muttakiler bütün Allah’ın kendilerine in’am ettiği şecereye, tarihten gelip gitmekte olan büyük ırmağa katılan kimselerdir. Ama bu katılma tek başına olmayacak, cemaat oluşturacaklar ve aralarından birini kendilerine imam yapacaklardır. Bu imam onların resulüdür. Kur’an’ı onun ağzından anlamaya başlayacaklardır. Tarikatlar bu resulü atama suretiyle seçerler. Ona biat ederler. Adil Düzenciler ise kendileri cemaat olurlar, onu ittifakla yahut sıralama usulü ile seçerler. Medine devrine geçildiğinde yani hicretten sonra siz Akevler İstanbul Adil Düzen Cemaati de bir başkan seçecektir. O başkana nâzil olana iman edeceksiniz.
Tarikatlar şeyhlerine ilham yoluyla nâzil olduğuna inanır ve onun dediklerini nass kabul ederler. Adil Düzenciler ise başkanlarını kendileri seçtikleri gibi başkanın nezdinde diğer kararları istişare yoluyla verirler. İşte, istişare sonunda başkanın aldığı kararlar başkanlarına nâzil olandır. Ona inanır ve onun dediklerini yaparlar.
Nitekim dört raşit halife böyle yapmışlardır. Hazreti Peygamber’den sonra vahiy yoktur. Cebrail gelip de insanlara bir bilgi vermemektedir. Dolayısıyla şeriatçılar ilhamı, başkana gelen ilhamı kendileri için delil kabul etmezler. Adil Düzenciler, şeriatçılar şeyhi değil de, kabilenin reisini kendilerine imam kabul ederler.
Halk kendilerine birer âlim müşavir seçer. Onlarla istişare eder. Onlar aynı zamanda başkanın yanında temsilcileridir. Yani, müşavirlerin iki görevi vardır. Biri, kendine tâbi olana istediği fetvayı verecektir. Bir de, kendisine tâbi olanın vekili olarak başkanın, yanı imamın, yani resulün meclisinde bulunacaktır. Kendisine tâbi olanların vekili olarak reyini beyan edecektir. Şurada herkes kendi düşüncelerini oradakilere anlatır. Şura üyelerine anlatır. Eğer bir hususta ittifak etmişlerse, işte o onlara nâzil olan bir hükümdür. Bunun böyle olduğuna yine başkan karar verecektir. Eğer bir hususta ittifak edilmesi gerektiğinde ittifak eder ama çözümde ihtilafa düşerlerse, birini kendilerine vekil atarlar, ortak vekil atarlar. Ortak vekil sıralama usulü ile atanır. Sıralama sonucunu kabul etmeyen o bucaktan hicret eder. Bu başkan aynı uzmanda o kabilenin Cuma imamıdır. Şura üyeleri ile istişare ettikten sonra aldığı karar ona nâzil olan karardır. Artık o karar vekâleten alındığı için bütün halk tarafından ittifakla alınmış kabul edilir. İşte burada “sana nâzil olan” veya “ona nâzil olan” demek, istişare sonunda kabile başkanının aldığı karardır demektir. Buna cemaat inanmalı ve ona göre amel etmelidir.
Cemaatin bu kararlara karşı hakemlere gitme hakkı vardır. Hakemin birini muhalif kişi seçer, hakemin birini de başkan seçer; iki hakem de baş hakemi seçerler. Baş hakem de imamın kararını tasdik etmişse, artık buna muhalefet caiz değildir. Fiilen muhalefet caiz değildir.
Kur’an işte bu usulü benimseyen kimselere yol gösterir. Başkanlarını seçip başkanlarının istişareden sonra aldığı ve hakemlerce de onaylanmış karar, inzâl olunmuş karardır. Böylece buradaki “sen” başkan olarak anlaşılır, “inzâl olmak” da istişare ve yargı yoluyla müeyyed olan karardır. Demek ki buradaki “Ke” harfini Hz. Muhammed olarak anlarız, doğrudur. Tüm insanlığa gelen kitapları birleştirmiş oluruz. “Ke”yi başkan olarak anlarız, istişarî kararlar anlamındadır. Bu da doğrudur.
Burada bir şey öğreniş oluyoruz. O da, bir cemaatin başkanı istişare edip karar almış ise, o başkan değişse bile karar yürürlükte olmaya devam eder. Şuranın veya başkanın değişmesi kararları iptal etmez.
İşte buradaki “Min Kablike” eski başkanların aldığı kararlardır. Buradaki başkan bucak başkanıdır. İl başkanının kararları kendi merkez bucağında ve ilçelerinin merkez bucaklarında geçerlidir. Devlet başkanının kararları da kendi merkez bucağında, merkez ilinin ilçe merkez bucaklarında ve bölge illerinin merkez ve ilçelerinin merkez bucaklarında geçerlidir. İnsanlık başkanının istişarî kararları Mekke’de ve diğer kıta merkezlerinde geçerlidir. Hakemlik ise tüm insanlık için geçerlidir. Bir bucakta alınan bir karar icmaa aykırı ise, ilme aykırı ise, dünyanın herhangi bucağında hakemlere gidilebilir. İşte Kur’an böyle muttakilere da hidayettir.
وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ(4) (Va Bi elEaPıRaTı HuM YUvQıNUvNa) “Âhireti de onlar yakın ederler.”
Cümlenin düz olanı “Ve Yukınûne Bi’l-Âhireti”dir. “Ve Bi’l-Âhireti Yukınûne” dersek mef’ulü başa almış oluruz. Vurgularız. Cümle fiil cümlesi olarak kalır. Ama aralarında “Hum” koyarak dediğimizde isim cümlesine dönüşür. “Hum Yukınûn” cümlesi müpteda olur, “Bi’-Âhireti” de haberi olur. Âhirete iman tahsis edilmiş olur. Âhireti yakına bunlar getirmiş olur.
“Âhiret” öldükten sonraki hayatın adıdır. Kur’an’da marife olarak âhiret geldi mi, bunun tek manâsı vardır, o da öldükten sonraki hayattır. Öldükten sonraki hayatı da içererek bu dünyada sonlarda kastedilmiş olabilir. Âhiret senin için ilkten daha hayırdır denmektedir. Mü’minler hayatlarında önce sıkıntı çekerler, ama sonlarına doğru daha hayır içinde olurlar. Burada âhirete yakın getirmek demektir. Yakın “Vekr” kelimesine akrabadır. “Vıkr” yük demektir. “Himl” merkebin yüklendiği yüktür. “Vizr” sırta alınan yük demektir. “Sıkl” ağırlıktan doğan kuvvettir. Üzüm sıkmak için yapılan cenderelere ağırlık yapması için konan taştır. Böylece taş yerine oturtulur. Manivela kuvvetidir.
“Yakın getirmek” demek, bir bilgiyi beyinde tam yerleştirmek demektir. Akıl yoluyla iman edenler gayba iman etmektedirler. Gelecekte olacaklar hakkında gayb bilgileri vardır. Ama âhiret hakkında yakınları yoktur. İnsan duygu ve düşünceleri ile öldükten sonra ölmediğine inanır. Komünistler bu sebepledir ki Lenin’e mezar yapmaktadırlar. İnsanlar ölüleri hep gömmüşler, onlara saygı göstermişlerdir.
İnsan her zaman yaptığı kötülükten korkmuştur. Herkesin bir vicdanı vardır. Ama bunlar hakkında tam bilgiyi ancak vahye dayalı olarak bilebiliriz. Allah bildirdiği için öldükten sora dirileceğimize yakınımız vardır.
Bugün ilim yoluyla âhiretin varlığı üzerinde delillerimiz vardır.
a) Önce dört ve beş boyutlu uzayın varlığı sabit olduğuna göre ölüm sadece yer değiştirmedir, yok olma değildir. Bunu biliyoruz.
b) Var olan hiçbir şey yok olmamaktadır. Ölen beden yok olmuyor, dağlıyor, toprak oluyor. Ruh ise tektir. Parçalanamaz. O halde o da bedenden ayrılmakla yok olmaz, sadece ayrılmış olur.
c) Bütün insanlar tekrar dirilmek istiyorlar. Doğada eğer bir duygu varsa, onun gerçekleşmesi de vardır. Çünkü doğa yalancı değildir. Gereksiz hiçbir şey yoktur. Yalan bir şey yoktur.
d) Ölüm yeni hayat içindir. Sonbaharda yapraklar dökülür. Çünkü ilkbahardaki yeni yapraklara yer açılıyor. Ölenin yerine daha iyisi gelsin diye ölüm vardır. Kâinat on dört milyar yıl önce yoktu. Yirmi milyar yıldan sonra da olmayacaktır. Bir defa var olup yok olmanın anlamı yoktur. O halde, daha gelişmiş kâinat için bu kâinat yok olmaktadır.
Bu deliller gayba imanı getirmektedir. Ama açıkça ne olacağını bilmemekteyiz. Oysa İncil ve Kur’an cennet ve cehennemi ile âhireti çok açık olarak anlatmaktadırlar. Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu ilmen biliyoruz. Onun verdiği habere tereddütsüz iman ediyoruz. Bunun yararı şudur ki, âhirete yakın getirenler bütün faaliyetlerini âhiret hayatlarını düzenlemek için yaparlar. Allah bu dünyada insanlık için, topluluk için çalışanlara âhireti de “vaat etmiştir. İki misli kazançları var; hem dünyalarını, hem âhiretlerini kurtarırlar.
***
أُوْلَئِكَ (EuLAEıKa) “İşte onlar.”
“Zâ” erkeklere işaret için kullanılır. Bu demektir. “ZâKe” şu demektir. “ZâLiKe” o demektir. Bu erkekler için kullanılır. Dişiler için “Tâ, TâKe ve TiLKe” kullanılmaktadır. Bunlar tekil içindir. Tesniyeler için ise “ZâNi” veya “ZeyNi”, “Tâni” veya “TeyNi”, “ZâNiKe” veya “TâNiKe”, “ZâLiKâni” veya “TâniKâNi” veya “TilKâNı” kullanılır. Çoğullarda ise “ULâi, ULâTi ULâKe ve ULâiKe, ULâiKe ve ULâTiKe” kullanılır. Eğer muhatap iki kişi ise “Ke” yerine “Kuma” gelir, kadın ise “Ki” gelir, “KuMâ, KünNe” gelir.
Demek ki “ULâiKe” işte onlar anlamına gelir. Başına “Ve” harfi getirilmedi çünkü yukarıda anlatılanlar burada açıklanıyor. Aralarında kemali ittisal vardır. Buradaki onlar muttakilere gitmektedir. “Ellezîne” ile tarif edilen gruplara ayrı ayrı gitmektedir. Her ne kadar akılcılarla nakilciler başlangıçta ayrı ayrı yerden yola çıktılar ama, sonunda yolları birleştir, aynı yere vardılar. Yani, işe ister nakilden, ister akıldan başlayın, varacağınız sonuç aynıdır. Lâikler insanlığı esas alırlar, sonuçlara onunla ulaşırlar. İnsandan giderek şeriata ulaşırlar. Dindarlar ise Allah’tan yola çıkar, Allah’ın insanı halife ettiğini öğrenirler ve onlar da insanlığın sorunlarını çözerler. Yani insanlığa hizmette lâikler de dindarlar da birleşirler. Dindarlar Allah’tan insana varırlar.
Burada “ULâiKum” denmemiş de “ULâiKe” denmiştir. Çünkü hitap resule, yahut inanmış olan mü’minedir. Okuyucuyadır.
عَلَى هُدًى (GaLAy HuDayn) “Hidayet üzerindedirler.”
“Bize müstakim sıratı hidayet et” diye dua edenlere yol gösterilmiştir. Muttaki olacaklardır. İster akılla, ister nakille yola çıksınlar, onlar hakkı bulacaklardır. Onlar doğru yol üzerinde olacaklardır.
Burada “Alâ’l-Huda” denmemiş, “Alâ Huden” denmiştir. Bir tek doğru yol üzerindedirler anlamındadır. Huda çoktur. Onlardan biri üzerindedirler. Yani, inançları bütündür, hedefleri birdir. Ama yolları farklıdır. Şeriatta cadde tektir. Ama şeritler farklıdır. İşte onlar bir caddededirler ama şeritleri farklıdır. İmanları birdir, amelleri farklıdır. İcmaları bir ama içtihatları farklıdır.
مِنْ رَبِّهِمْ (MiN RabBiHiM) “Rab’leri tarafından bir hidayet üzerindedirler.”
İster akıl, ister nakil yoluyla yola çıksınlar, eğer o yollardan birinde yürümekte samimi iseler, inanmışlarsa ve hedefleri ittika ise; yolların farklı olması onları farklı yere götürmez, hepsi aynı cadde üzerinde trafik kuralları içinde hedefe kaza yapmadan ulaşırlar. Çünkü şeriat çok çeşitli şır’alardan oluşmuştur. Her biri Rabb tarafından çizilmiştir. İman edip ittika edenler şaşırtılmaz, selâmete ererler.
وَأُوْلَئِكَ هُم الْمُفْلِحُونَ(5)ْ (Va EuLAiKa HUmu eLMuFliXUJvNa) “Ve yine onlar müflihtirler.”
Burada kelime kelimeye atfedilmemiş, cümle cümleye atfedilmiştir. ‘Ben bu adama borç verdim ve bu adam beni dövdü’ dediğiniz zaman, burada işaret edilen adam birdir. İkinci bu tahsis için gelir. Yani, ‘ben buna borç verdim, başkası değil, bu beni dövdü’ demek istiyorsunuz. Burada atfedilen borç ile dövmedir. Bu sözler değildir. “Hidayet” sosyal düzeni ifade eder. “Felah” ise ekonomik refahı ifade eder.
Bir topluluk uygun hukuk düzenine ulaşırsa, o topluluk ekonomik bakımdan da refaha ulaşır. Peygamberler şeriatı getirdiler, insanların sosyal yapılarını düzelttiler. Ekonomileri arkasından kendiliğinden düzeldi. İşte 1950’den sonra cumhuriyet hükümetleri hep halkın ekonomisini düzeltmekle meşgul olmuşlar; sosyal yapıyı, adaleti ve hukuku hiç kâle almamışlardır. Refah Partisi bile önce maneviyat diyerek tarikatla işin biteceğini sanmıştır. Oysa topluluk şeriatla hidayete erer. AK Parti de “Adil Düzen” yerine zalim düzende servet peşinde koşmaktadır. Oysa ittika edip şeriatı kurmamış olanlar, adaleti tesis edemeyenler refaha ulaşamazlar. Refaha erenler de yalnız bunlardır deniyor. Adaletsiz servet refah getirmez, serap gibi sadece peşinden koşturur. Hidayeti Avrupa Birliği’nden arayan zavallılara Kur’an diyor ki; hidayeti Rab’lerinde aramalıdırlar.
Büyük Kur’an’ın ilk sûrenin ilk âyetleri bize bugün çok açık olarak yolumuzu göstermiştir.
a) Kurtuluşu, sorunların çözümünü müsbet ilimlerde aramalıyız. Müğdalarda değil.
b) Kurtuluşu bütün hak dinlerde birlikte aramalıyız. İslâmiyet, Hıristiyanlık (Tevrat onların da kitabıdır), Budizm ve Brahmanizm; tümü birden değerlendirilmelidir. Sadece İslâm fıkıhçılarının o zamanki içtihatları ile de yetinilemez.
c) Değişik hak dinler ve mezhepler olacaktır. Herkes kendi içtihat ve icmaları ile amel edecektir. Ama ittikada birleşmeliyiz. Yani, kurtuluş yolunu insanlık ittikada aramalıdır.
d) Kur’an ittika yolunu gösteren son, değişmiş, incelenmiş ve bütün sorunlara cevap veren bir kitaptır. İnsanlık ondan yararlanmalıdır.
Buların gerçekleşmesi için de biz önce aşiretimizi, sonra kabilemizi oluşturup III. Bin Yılın Medine’sini ve medeniyetini kurmaya çalışmalıyız. Bunu yalnız biz değil, muttaki olan herkes, Kur’an’ın hidayeti içinde bunu yapmaya başlamalıdır. Sonra birbirimizle birleşerek merkezî bucaklarımızı kurar, iller oluştururuz. Ondan sonra merkezî ülkemizi kurar devletleri oluştururuz. Ondan sonra merkezî insanlığımızı kurar, insanlığı Adil Düzen III. Bin Yıl Medeniyetine götürürüz.
a) İşe başkalarını ıslahla değil, kendimizi düzeltmekle başlamalıyız.
b) İşe büyükten değil, küçükten, aşiretten başlamalıyız.
c) İşe silah zoru ile değil, meşru demokratik yoldan gelmeyi hedeflemeliyiz. Kuracağımız sitelere saldırırlarsa onu koruyabiliriz.
d) İşe Kur’an’ı birlikte tedris ile başlayıp adım adım uygulamakla sonuca varabiliriz.
Osmanlı âyet başlı sahifelerle yazılmış Kur’an’ın istisnası vardır. Fatiha 15 satır olmadığı halde bir sahife olarak yazılmıştır. Sahife sayılmamıştır. Onun karşısında Bakara’nın ilk âyetleri de 15 satır olmadığı halde, tam sahife olarak Fatiha’nın karşılığında yerleştirilmiştir. Manâsı olarak da öğreniyoruz ki bu âyetler Fatiha’daki duaya karşılık verilen cevaptır. Bu böyle yazılarak bundan sonra âyetler sahife başlarını tutmuşlardır. Sûreler arasında iki satırlık boşluk bırakılmış ve Besmele bir satırda yazılarak düzen oluşmuştur. “Allah” sözleri bu sayede sıralanmış ve üst üste gelmiştir. Demek ki bu âyetlerin Kur’an’da özel yeri vardır. Dua etmeden önce bu sebeple Fatiha ile birlikte bu âyetleri de okurlar. “Âmenerresûlü” de bu girişi bağlayan âyetlerdir. Her yatsı namazından sonra da onun için onları okurlar.
.
ADİL DÜZEN 341
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 3. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ(6) خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ(7) وَمِنْ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ آمَنَّا بِاللَّهِ وَبِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ(8) يُخَادِعُونَ اللَّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ(9) فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمْ اللَّهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ(10)
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا (EinNa elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olan kimseler.”
Bundan önce muttakilerden bahsetmiş ve onları iman eden kimseler olarak zikretmişti. Şimdi küfretmiş olan kimselerden bahsetmektedir. Bunların muttaki olmadıklarını belirtmek için de arada “Ve” getirilmemiş, “İnne” getirilmiş ve mâzi sığasını kullanmıştır. “Yekfurûne” denmemiş, “Keferû” denmiş.
Muttakilerin Kur’an’ı okumaya ve anlamaya başladıkları zaman herhangi bir peşin hükümleri yoktur. Bu kitap hak ise hak olarak bilelim, bâtıl ise bâtıl olarak bilelim. İçinde haklar varsa onu hak olarak alalım ve onların ahsenine uyalım, bâtıl ise de bâtıl olarak bilelim ve ondan kaçınalım demektedirler. Onlar okumaya başladıkları zaman inanmış değillerdir. Hakkı gördüklerinde inanmaya hazırdırlar.
“Küfretmiş olan kimseler” ise baştan kitabı okumaya başladıklarında kendilerince benimsedikleri akla ve ilme uymayan düşünceleri ile peşin hükümlüdürler. Mesela, akşam İzmir Televizyonu’nda solu savunan biri, AK Parti İmam-Hatip Okullarına geçiş sağlamakla tevhidi tedrisatı deliyor diyor ve saldırıyor. Önce tevhidi tedrisat doğru mudur, değil midir? Dün tek parti zamanında devletin ilk kuruluşunda doğru olsa bile, bugün çoklu sisteme geçildiğinde o kanunun yürürlükte olup olmadığı bugün tartışılmalıdır. Sonra, böyle muadelet tevhidi tedrisatı delme midir? Çünkü İmam-Hatip Okulları da devlet okullarıdır. İşte bu küfürdür. AK Parti sözcüsü AK Parti’nin her yaptığını doğru kabul ediyor, solun temsilcisi ise AK Parti’nin her yaptığını yanlış olarak takdim ediyordu. Yani; ya yanında olmak, ya da karşı olmak.
“Küfretmek” demek ne demektir? Baştan tahkik etmeden bir şeyin yanında olmak veya karşısında olmak küfürdür. Böyle okumaya başlayan kimseler Kur’an’dan yararlanamazlar. Eğer karşı iseler, onun doğru söylediklerini reddetmek durumunda kalırlar, bu da hakkı reddetme olacağı için küfürdür; yanında iseler, daha ne söylediğini bilmeden onu tasdik etmek demek, onu kendine uydurmak demektir. İleride Kur’an’ı okudukça Kur’an’ı hep kendi bildiğine göre anlamaya çalışacak ve manâsını tahrif edecektir.
Böyle olan kimseler yani Kur’an’ı reddeden veya Kur’an’ı kendine uydurmaya çalışan kimse kâfirdir. İnsan küfürden kurtulabilmek için kendi görüşlerine zıt görüşleri taşıyan kimselerle müzakere etmelidir.
“Küfretmek” tohumu toprağa gömüp üstünü kapatmak demektir. Görünmez hâle getirmek demektir.
“Hafretmek” kabri kazmaktır. “Küfretmek” ise kabri toprakla kapatmak demektir. “Ğafara” üstünü şalla örtmek demektir. Bunlar birbirine akraba kelimelerdir.
سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ (SaVAyEun GaLaYHiM) “Onlara sevadır.”
“Seviya” seviye kökünden gelmektedir. İki kişinin tam ortası sevadır. Birdir, eşittir anlamına gelir.
Eğer bir kimse Kur’an’ı baştan peşin fikirlerle okumaya başlarsa, o eğer Kur’an’ı baştan reddetmişse Kur’an onu çeviremez. Yok eğer baştan kabul etmişse, Kur’an onu da yola getiremez, Kur’an’ı sadece kendi bildiği gibi okur ve anlar. Onlar için okuyup okumama aynıdır. Onlar bu kitaptan yararlanamazlar.
أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ (Ea EaNÜaRTaHuM EaM LaM TuNÜıRHuM)
“İnzâr etsen de inzâr etmesen de.”
“Uyarsan da uyarmasan da birdir.” Onlara etki etmez.
Kur’an burada çok önemli bir hususa tekrar işaret etmektedir. Yukarıda “Sana inzâl olunana iman ederler” denmişti. Biz buradaki “sen”in Hazreti Muhammed değil de, mü’minlerin başkanı olduğuna işaret etmiştik. Buna delil olarak da “Ellezî Ünzile” denmeyip “Mâ Ünzile” denmiş olmasını göstermiştik. Burada da “Onlar Kur’an’ı okusalar da okumasalar da birdir” denmiyor, “Sen onları uyarsan da uyarmasan da birdir” deniyor. Bugün Hazreti Muhammed sağ olmadığına göre onun uyarması mümkün değildir.
İki şeyden birini kabul etmek durumundayız. Ya Kur’an bize değil, günümüzün kâfirlerine değil, sadece o asrın insanlarına hitap etmiş olur. Ama bu anlayış Kur’an’ın baştan sonuna kadar anlattıklarına aykırıdır. Çünkü Kur’an bütün insanlara hitap eder ve hiçbir devrin boş bırakılmadığını bildirir. O halde tek çözüm kalır, günümüzün münzirleri bu inzârı yapacaklardır. O da “Sana inzâl ettiğimiz” ifadesindeki “sen”dir. O sen müminlerin Cuma imamıdır. Cuma imamı kendi kabilesindeki kâfirleri inzâr edecektir. Ama onlar küfürlerinde devan edecektir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm da önce Mekkelileri, sonra Medinelileri inzâr etmiştir.
“İnzâr” uyarma demektir. Gelecek olan tehlikeyi bildirir. “Nezr” kelimesi “nezl” kelimesine akrabadır. Nezle, burundan akan sümüktür. Bu akıntı nezle hastalığının habercisidir, tehlikenin habercisidir.
AK Parti’ye; zulüm düzeninden vazgeçmez, “Adil Düzen”e geçmez iseniz helak olacaksınız demek inzardır. “Adil Düzen”i getirirseniz işsizlik önlenecek, dış borçlar ödenecek, yargı bağımsızlaşacak ve basın millileşecektir derseniz, bu tebşirdir. Tezkir ise bunların ortak adıdır.
Mü’minlerin Kur’an’ı tebliğ etmeleri farzdır. Başkanları aracılığı ile Kur’an onlara ulaştırılır. Ama onlardan yalnız muttakiler ondan yararlanırlar, kâfirler ise küfürlerine devam ederler. Kimin kâfir olduğunu bilemediğimiz için herkesi inzâr etmekle yükümlüyüz.
Adil Düzenciler bunu nasıl başaracaklardır. Bunu şöyle özetliyorum.
a) Bir apartmanda toplanarak her gün en az üç-dört saat Kur’an’ı tezekkür edip öğrenecekler.
b) Sonra bin hanelik bir sitede toplanacaklardır. Bu siteyi muhaceret yoluyla oluşturacaklardır. Şeklini şartlar belirler.
c) O sitede Kur’an’dan öğrendiklerini uygulayarak yaşayacaklar, Medine devletini oluşturacaklar.
d) Ondan sonra mektuplar yazıp bütün insanlığı “Adil Düzen”e göre kurulmuş ve işlemekte olan bir site düzeninde oluşmaya dâvet edeceklerdir. “Adil Düzen Anayasası”nı insanlığa takdim edeceklerdir.
İşte, Kur’an’a iman eden mü’minlerin görevi budur. Bunlar mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmışlardır. Başka Adil Düzen cemaatleri oluşmuşsa, onlarla birleşeceklerdir.
“III. Bin Yıl Medeniyeti”ni işte bunlar kuracaklardır.
يُؤْمِنُونَ(6) (Lav YuEMiNUvNa) “İman etmezler.”
Muttakilerden bahsederken ona iman edenler diye tavsif etmiştir. Küfretmiş olan kimseler ise uyarılsalar da uyarılmasalar da iman etmeyecek kimselerdir. Burada küfür iman karşılığı değil de, ittika karşılığı kullanılmıştır. Yani, muttaki olan mü’min olur. Hakkı gördüğü zaman teslim olan mü’mindir.
Bir gün bir mollayla tartışıyordum. Kendisi Demokrat Partililerden zulüm görmüş, bu sebeple koyu Halk Partili idi. Radyoya şiddetle karşı idi. Çünkü orada ahlâksızlık neşrediliyordu. Ben kendisine bu radyonun değil, naşirlerin günahı dedimse de, şiddetle karşı çıktı ve ‘Kur’an’da böyle bir şey olsa ben buna inanmam’ dedi! İşte bu molla Allah’a inanıyordu, gününü ibadetle dolduruyordu ama küfretmişti. Çünkü o kendisinin istediği Allah’a inanıyordu. Allah ona muhalefet ederse o zaman o da ona küfrediyordu.
Mü’min kimdir? Hakka iman edendir. Hak ne ise ona iman edendir. İman ederken hakkın ne olduğunu bilmesi gerekmez. Hak ne ise ona iman etmiştir. Buna bir misal verelim. Bir fabrikaya iş için müracaat etmiş ve işe alınmıştır. Artık o fabrikanın işçisidir ama onu yani patronu tanımamaktadır. O her kim ise onun işçisidir. Onun patronluğuna inanmak demek, onun kim olduğunun bilinmesini gerektirmez.
“Hamd âlemlerin Rabb’inindir” dediğimiz zaman, O’nun kim olduğunu bilmemiz gerekmez. Kim ise. Güneşse güneş, Mustafa Kemal ise o, inekse inek; her kimse biz hamdın ona ait olduğunu ifade ediyoruz. Patronumuzun kim olduğunu öğrenmeye çalışırız. İş yaparken patronumuzu bilmek gerekmez.
Bu fabrikaya giren işçi onu Ahmed’in zannederken, baktı ki Mehmed’in çıktı; Mehmed’in patronluğunu kabul etmeyen işçi kâfirdir. Ahmed’in patron olduğu sabit olduğunda eğer olmasaydı onu patron olarak kabul etmeyecek idiyse o yine kâfirdir. İşte kâinatın patronu kimse biz O’na iman ediyoruz. Muttaki olanlar onu ararlar. Patronu atamazlar, patronu bulurlar.
***
خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ (PaTaMa elLAHu GALAy QULUvBiHiM)
“Allah onların kalblerini hatmetmiştir.”
Buraya kadar “Allah”ın adı geçmemiştir. “Onlar Rableri üzerinden hidayettedir” denmiştir. “Sana inzâl olunana” denmiştir. “Rab” yetiştiren demektir. Şimdiye kadarki ifadelerden inzâlin Rab’den olduğu bildirilmektedir. Rab kimdir? Kim ise, bizim patronumuz kim ise oradan indirilmiş olduğu anlaşılıyor.
Bizim Rabbimiz kimse, güneşse güneş aysa ay. Şimdiye kadar O’nun adı zikredilmemiştir. Şimdi burada O’nun adı zikrediliyor. Rabbimiz kimmiş; Allah’mış. Kim inzâl ediyormuş; Allah inzâl ediyormuş. Kim kâfirlerin beyinlerini mühürlemiş; Allah mühürlemiş.
“Allah” kelimesinin bir etimolojisi yoktur. Yani kökü yoktur. Merkezinde “Hu” vardır, O demektir. Hiçbir şey yokken O vardı. Zaman yoktu, mekân yoktu, madde yoktu, enerji yoktu, bitki yoktu, hayvan yoktu, insan yoktu, topluluk yoktu... Oysa O vardı. “Hu” O demektir. O’nun adı “O”dur. O’nun ne olduğunu bilmemize imkân yoktur. Varlığını biliriz ama mahiyetini bilemeyiz. Tüm melekütun sahibidir. Her şey O’nundur anlamında “LeHu”dur. Sonra her şey O’ndandır anlamında “Billah”tır. Billah, halik ile mahluku ifade eder. “B” kopar esbab âlemi alem olur. “Ellah” zatının adının adı olarak ortaya çıkar. “Huve” kâinat yaratılmadan önceki adıdır, “Ellah” ise kâinatın yaratılmasından sonra O’nun adıdır.
“Hatmetmek” mühürlemek, sona erdirmek demektir. İlk insanlar meyve ile geçindikleri zaman ortak olarak topladıkları meyveleri kaplara doldurur. Üstlerine kimlere aitse onu gösteren işaret koyarlardı. Buna “hatem” yani mühür demekteydiler. Bunun başka anlamı da; bu tam paydır, ilave etmeyin, buradan eksiltmeyin demektir. Yazılan mektuplara basılan mühürler de bunu ifade eder. Sözler tamamlanmıştır demektir. Parmağa takılan yüzüğüm adı da hatemdir. Yüzüğün kaşı mühür olarak kullanılmıştır.
Allah kâfirlerin beyinlerini mühürlemiştir. Artık orada değişiklik olmaz. Bilgisayarları kullananlar bilirler. Bazı disketler kapalıdır; okursunuz ama onda değişiklik yapamazsınız. Onların beyinleri de işte bu şekilde kapatılmış, dondurulmuştur. Çünkü onlar kâfirdir. Kötülüğü baştan seçmişlerdir. Allah onları kitabı ile hidayete ulaştırmayacaktır.
“Kalb” merkez demektir. Kalb, alıp verme kelimesinden gelir. İçi dışa dönmüş demektir. Damarlardaki kanları toplayıp temizledikten sonra tekrar vücuda pompalayan organın adı kalbdir. Yine sinir damarlar ile duyu organlarından aldığı sinyalleri değerlendirip sonra organlara emir veren organın adı da kalbdir. Buradaki kalb düşünen beyindir. Beyinlerindeki idrakler kilitlenmiş, artık yeni şeyleri onlara kabul ettiremezsiniz.
وَعَلَى سَمْعِهِمْ (Va GaLAv SaMGıHıM) “Sem’lerini de”
“Üzn” kulak demektir. “Sem’” ise işitmek demektir. Kulağın algıladığı sesi beyne ulaştırıp onun anlaşılması ve kavranması demektir. “Deve” dediğimiz zaman bir sestir. Türkçe bilmeyenler için sadece bir sestir. Ama Türkçe bilenler için o bir hayvandır. Eğer duyulan ses insanın hafızasına ulaşır ve anlamını yüklenmezse, o ses hafızada saklanmaz, gerisin geriye dönüp kaybolur.
İşte küfretmiş olan kimseler için inzârın anlamı yoktur. Sesleri duyarlar ama manâsına ulaşamazlar.
“Şam’” mum demektir. Aydınlığı ifade eder. “Sem’” ise seslerin aydınlanmasıdır. Sesler sem’ ile kavram hâline dönüşmektedir. Burada ‘kalb’ ile ‘sem’’ birbirine bağlanmıştır. Çünkü beyindeki düşünme alan içinde değil hat üzerinde olur, yani sıralama sistemi ile olur. Hatta sıra vardır. Oysa basarda alan hakimiyeti var, sıra sistemi yoktur. Aynı “hateme” fiiline bağlanmıştır. Yani, bir mühürle hem kalb hem de sem’ mühürlenmiştir. Bugün düşünmenin dil ile olduğu, kelime ve kavramları bilmeden düşünmenin mümkün olmadığını biliyoruz. Çünkü beyin sıfır-bir sırasına göre çalışır, alansal çalışma yapamaz.
وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ (Va GALAy EaBÖAvRıHıM ĞiŞAVaTun)
“Ve basarlarında ğişave vardır.”
“Ayn” gözdür. Işığı alıp beyne ulaştırır. “Basar” ise onu şekil veya renk olarak algılamadır. Renk ışık dalgasının sırasıdır. Renk olarak mevcut değildir. Biz onu renk olarak görürüz. Renk körleri dalgayı algıladıkları halde rengi algılayamazlar.
“Ğişave” perde demektir. Yaşlanınca gözde bir perde oluşur, buna katarakt denmektedir. Onun adı ğişavedir. Bitkilerin kabukları da ğişavedir. Gözlerinde ğişave yoktur, basarlarında ğişave vardır. Görülenleri kavramazlar. Sem’ olayları sıra ile anlamadır. Basar ise olayları kuş bakışı toptan kavramadır. Basarı sem’ ve akıldan ayırmıştır. Fiil cümlesinden isim cümlesine geçilmiştir.
“Hatm” Allah’a izafe edilmiş, “Ğişave” ise kendiliğinden oluşmuş gibidir. “Hatm” ile “Ğişave”nin birbirinden farklı olduğunu ifade eder. Basar zahirî görüştür. Sem’ ise onun içine girme, mahiyetini kavramadır.
Kâfirler hem basardan hem de sem’den mahrumdurlar. Ne mikroda ne makroda denge kuramazlar. Burada “Ğişave” müfreddir (tekildir), “Ebsâr” ise cemdir (çoğuldur). Ortak perde vardır. Yani, onlar birbirlerini kör etmektedirler. Gerçekleri görmemelerine aralarındaki sosyal baskılar sebep olmaktadır.
Sem’de fıkıhta kişi daha çok kendi yapısı dolayısıyla küfretmektedir. Toplu bakışta ise sosyal baskı dolayısıyla öyle görmekteler. Mü’min olanlar ise laimlerinden korkmaz, sosyal baskıyı ilmî sebep sonuçlara dayandırırlar. Küfretmiş olanlar kendi özel işlerinde nefislerinin şehvetleri ile hareket ederler. Topluluğa ait işlerde ise gelenekleri dinlerler. Mü’min demek, şehveti ve geleneği aklıyla ve ilmiyle yenen kimse demektir.
وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ(7) (Va LaHUM GaÜABun GaJIyMun) “Onlara azim azap vardır.”
İman eden mü’minler hidayette ve felahtadırlar. Oysa küfredip iman etmeyenlere ise azim azab vardır. Bu “azim azab” dünyada onlara çarpacaktır. Ayrıca öldükten sonra da onlar için azap vardır. Mü’minler âhirete yakın getirmiş olduklarından azabı bu dünyada anlayabilir. Âhiret azabı azim azab olarak tavsif edilmiştir.
“Kocaman azab” ne demektir? İnsanlar için çeşitli azaplar vardır. İğne derine battığında acı duyarsın, bu azaptır. Acıktığın zaman veya kabız olduğun zaman acı duyarsın, bu da bir azaptır. İşin bozulur, geleceğinden endişe duyarsın, bu da azaptır. Yahut sevdiğin birinden kötü söz duyarsın, bu da azaptır.
Acaba “azim azap”tan kasıt nedir? Genel azap anlamında olabilir. Yani, her çeşit azaba duçar olurlar.
***
وَمِنْ النَّاسِ (Va MiNa elNAvSı) “Nâstan, insanlardan.”
Bu kitap muttakilere ait idi. Kitabın yazarının mü’minlerin Rableri olduğu bildirilmiş, sonra da ismi söylenmiştir. Muhataplar kimlerdir? Muttakiler ve kâfirler; ama onlar kimlerdir?
İşte şimdi buradaki “Ve Mine el-Nâsi” ifadesi ile muhatapların insanlar olduğu anlaşılmaktadır.
Mü’minler iki grupta ele almıştı. Aklen iman edenler ile naklen iman edenler gruplara ayrılmıştı. Şimdi de kâfirleri iki gruba ayırıyor. Küfredenler, bile bile aksini iddia edenlerdir. Münafıklar ise inanmadıkları halde inandım diyenlerdir. Bunlarla “Nâs” dört grup olarak tamamlanmıştır. İkisi hakkın yanında yer almakta, diğer ikisi de bâtılın yanında yer almaktadır. “Min” kelimesi teb’iz içindir. Muttakilerden ve küfretmiş olanlardan ayrı ama küfretmiş olanlarla beraber olan münafıklar. “Va” harfi münafıkları küfretmiş olanlara bağlamaktadır.
مَنْ يَقُولُ آمَنَّا (MaN YaQUvLu EaManNA) “İman ettik diyen kimseler var.”
İnsan yaşamak zorundadır. Daha ilk doğan çocuk bir şeye ihtiyacı olduğunda ağlamaya başlar. Süt verilince yahut altı temizlenince susar. Anasından uzak kalınca ağlar. Anasının kucağına varınca huzura erer. Gelişip büyüdüğünde kişi kendisine bir yol çizer. Eğer ne yapacağına karar vermiş ve hedefini tayin etmişse huzurludur. Sıkıntılı günler yaşasa da ümidini kesmez, belirlediği hedefe doğru ilerler. Doğal olarak insanlardaki bu hedef evlenmek, çocuklar yetiştirmek ve neslini sürdürmek ideali olmaktadır. Çağımızda insanlar bu doğal hedefi yitirmiş, hedeflerini okumaya kilitlemişlerdir. Okumanın arkasında da para kazanmak vardır. Çoğu zaman kazanacakları paraların onların ne işlerine yaradığını bile bilmemektedirler.
Muttaki olanlar bu güvensizlikten ve huzursuzluktan uzaklaşmışlardır. Aşiretleri var, kabileleri var, şa’bleri var, kavimleri var, insanlık vardır. Bütün bunların Rabbi olan Allah vardır. Onları Rab yaratmıştır. O’nun emirlerine uymaya çalışanlar huzur içindedirler. O ne emretmişse onu yaparlar. Ölümü de son derece sükunetle beklerler. Allah’a teslim olmuşturlar. Onlar kendilerine düşeni yaptıktan sonra, ne olursa olsun onları endişelendirmemektedir. Bu huzuru bulmak için Kâinat’ın var edicisi, bizi her an gözetleyen, bizim işlerimizle ilgilenen bir Allah’ın varlığını kabul edip de kendini güvende hissetmek gerekir. Bu yetmez. Öldükten sonra tekrar yeniden dirileceğimizi, eğer salih amel sahibi isek cennete gideceğimizi bilmekteyiz. Huzurluyuz…
Buna karşılık kâfirler ise kendilerinin uzay içinde sahipsiz fırlatılıp atıldığını, tüm çevrenin kendilerine düşman olduğunu sanmakta, kin ve nefret içinde, ümitsizlik ve korku içinde hayatlarını geçirmektedirler. Bunlar Kur’an’dan yararlanamazlar, onları uyaranlardan da yararlanamazlar.
Yine insanlardan öyleleri vardır ki, ‘biz de Allah’a ve âhirete inandık’ dedikleri halde inanmamışlardır. Şimdi burada onlar anlatılmaktadır. Küfretmiş olan kimseler küfürlerinde karar kılmışlar, inanmamayı iman hâline getirmişlerdir. Oysa bu grup, bu münafık grubu mütereddit olarak ne onlardan ne bunlardandır.
Bugün şöyle düşünelim. Kilise ve tarikat mensupları Allah’a ve âhirete iman etmişlerdir. Kendilerine yapılan zulüm ve işkenceler onların yaşama zevkini kırmamıştır. Gördükleri zulme sabrettikleri için zulüm onlar için nimet olmaktadır. Çünkü sabır sayesinde âhirette yüce derecelere ulaşacaklar ve Allah’ın rızasını kazanacaklardır. Komünistler vardır. Kırk milyon insanı öldürmüşlerdir. Onlar da zulümleri ve inançsızlıkları sebebiyle daha ciddi ve daha mücadelecidirler. Ama birçok insan vardır ki, ‘Allah’a inandım, âhirete inandım’ dediği halde, yalan söylemekte, içi reyble dolu olmaktadır. Onlar ne iyilikte, ne de kötülükte kararsızdırlar.
بِاللَّهِ (Bi elLAHi) “Allah ile kendilerini güven altına almışlardır.”
Birçok kimse inanmayı bilme şeklinde, kanaat şeklinde anlamaktadır. Oysa şeytan Allah’ı bizden daha iyi bilmekte ama O’na inanmamakta, yani O’na güvenmemektedir. O’nun dediklerini yaparsa sonucun iyi olduğuna kanaat getirmemektedir. “Adil Düzen”i bilmekte, bunun Allah’ın şeriatı olduğu hususunda tereddüdü yok; ama Allah’a güvenmediği için, O’nun yolundan gidenlerin başarıya ulaşacaklarına inanmadığı için O’nun dışında yollar aramaktadır. Ama konuştuğunuz zaman Allah’a inandığını söylemektedir!
Bugün Türkiye’de “Ben Allah’a inanmıyorum” diyen insana rastlamak mümkün bile değildir, ama; “öyleyse haydi O’nun şeriatını uygulayalım” deseniz, mumla arasanız yapacak olanı bulmak çok zordur.
Adil Düzencilere karşı iktidar olduklarında adeta öğünürler ve “biz faizi kaldıracağız demedik ki” derler!
Biz onlara faizi kaldırın demiyoruz, biz onlara “faizsiz müessese kurun” diyoruz. “Allah’tan korkun da O’nun için bir adım atın” diyoruz. Meclis Başkanı Bülent Arınç beye ‘istişare meclisi kur’ diye yazı yazdım. Cevaben, “o durumu bilmiyor” demiş! Bunun anlamı, ‘ben bilmiyor değilim’ dememiştir. Farkına varmadan “Allah durumu bilmiyor” demiş oluyor!..
Market işletmeye başladığımız zaman karşımıza birçok engeller çıkacaktır. Hemen; “Evet, bu Allah’ın emridir, ama şimdi bu uygulanamaz” der de taviz verirsek, o zaman işte biz de “Allah’a inandık” demiş oluruz, ama inanmamış oluruz. Bununla, gerektiğinde taviz vermeyeceğiz demiyorum. Ama onu Kur’an’a danışacağız, eğer Kur’an izin veriyorsa o tavizi vereceğiz. Hattâ vermek durumundayız. Bunu bir misalle anlatalım.
Tansu Çiller, “Adil Düzeni bırakırsanız sizinle koalisyon yaparım” demişti. Refahçılar bunu kabul ettiler ve hükümet kurdular. Hükümet “Adil Düzen”den bahsetmeyecekti. Bu tavize Kur’an izin verir, emreder. Ama bu sefer parti de “Adil Düzen”i bıraktı. Oysa, koalisyon hükümeti başka, “Adil Düzen”i hedef edinen parti başkadır. Bıraktı ve hâlâ bırakmış haldedir. İşte inandık dendiği halde inanmamış olma budur. Basit bir bahane ile terk etme budur. Erbakan’ın zoru ile “Adil Düzen”i kabul edenler, fırsat bulunca hemen terk ettiler. Yetmedi, “Adil Düzen suçtur, Anayasa Mahkemesi yasakladı!” deyip bir de yalan söylediler, partilileri ‘kapanırız’ diye korkuttular! Allah’ın onları kapatacağını düşünemediler.
وَبِالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va Bi eLYaVMı eLEAPıRı) “Âhiret yevmine de iman ettik derler.”
Muttakiler, ister kendilerine peygamber gelsin, ister tebliğ ulaşsın ulaşmasın, iki şeye inanıp güvenirler.
1) Biri; onlar Rablerine inanırlar. Ben yoktum. Anne rahminde var edildim. Doğdum, büyüdüm, yetiştim. Ben bunu nerede kazandım? Aşiretimde, kabilemde, şa’bimde, kavmimde ve insanlıkta. Kâinat içinde. O halde bir Rabbü’l-âlemin yani herkesin ve her şeyin Rabbi vardır. O Rab beni buraya kadar getirdiğine göre, bundan sonra da beni yokluklar içinde bırakmaz. Buna inanırlar. Rab var ki ben varım. İşte bu Allah’a iman etmedir, O’na güvenmedir, O’na dayanmadır. Bunu aklı ile her insan bulur ve bilir.
2) Diğeri de; ben sorumluyum, beni Rab bir işe yarayayım diye yaratmıştır. Eğer ben görevlerimi yerine getirmezsem, kötülük yaparsam sorumluyum der. Bu da âhirete inanmadır. Öldükten sonra da sorguya çekileceğini kabul eder. Daha dört-beş yaşındaki bir çocuk bile suç işlediği zaman bilir ve ‘ben yapmadım’ der.
“Âhirete inanmak” sorumluluğa inanmak. Hesaba çekileceğini bilmek demektir. Muttaki olmak demektir. Bir bakıyorsunuz ki, insanlar öldükten sonra hiç sorulmayacakmışlar gibi rahat hareket ediyorlar. Allah’tan korkuyorlar ama sadece bu dünyadaki azabından korkuyorlar. Âhireti hiç düşünen yok!
Burada “Bi’l-Âhireti” denmiş olsaydı, geleceklerine inandık demiş olurlardı. “Yevm” kelimesi getirilmiştir ve “Yevm” kelimesi marifedir, belirlidir. Bu da ancak öldükten sonra dirileceğimiz bir gün olabilir. Çünkü başka böyle maruf gün yoktur. Sonra “Billahi ve’l-yemi’l-âhireti” denmemiş, “Bi” kelimesi tekrar edilmiştir. “Bi’l-Yevmi’l-Âhireti” denmiştir. Allah’a iman ile âhirete iman farklıdır. Biri Allah’a güvenmektir. Diğeri ise âhiret gününü emniyete almak demek, yani âhireti düşünerek amel etmek demektir.
وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ(8) (Va MAvHuM Bi MüEMiNIyNa) “Oysa onlar iman eden değildirler.”
“Va” harfi hâl vavıdır. Durumu bildirir. Türkçede bazen ‘oysa’ ile tercüme edilir. Çünkü burada aynı zamanda “Bel” veya “Lâkin” anlamı vardır. İnandık diyorlar, lâkin inanmış değildirler demek olmaktadır.
“Mü’min” güven altına alan demektir. Kendini güven altına alan demektir. Bunları topluluk olarak zikretmektedir. Onlar iman eden olmadılar. İnanmadılar, inanacak da değildirler.
İnsan kolay kolay kâfir olmaz. Çünkü küfür zâhirîdir. Alenen ve bile bile bir şeyin aksini iddia etmedikçe küfretmiş olmazsın. Körü körüne bir şeyi veya kimseyi savunmak veya bir şeye veya kimseye saldırmak küfürdür. Adil Düzen Çalışanları da zaman zaman bu tür hatalara düşebilirler ama bunun tevbesi kolaydır ve basittir. Ama ‘inandım’ dedikten sonra inanmamış olmak çok tehlikeli bir hastalıktır. Bunun için kedimizi devamlı olarak kontrol etmemiz gerekir. Bunun yolları nelerdir?
a) Toplantılara katılıp devam etmek. Beş vakit aşiret içinde kılınan namaz insanları münafıklıktan uzaklaştırır. Cemaatten uzak kalan kimsede nifak hastalığı çimlenmeye başlar. Bu toplantılarda birlikte Kur’an okumak, tezekkür etmek insanı nifak hastalığından korur.
b) Mü’minlerin birbirlerine hakkı tavsiye etmeleri, hatalarını yüzlerine söylemeleri gerekir. Bu söylenenlere sabretmemiz gerekir. Yenibosna cemaatinde bu tür hakkı tavsiyeler vardır. Sabretmektedirler. Birbirine sabredip dağılmamaktadırlar. Bu onların nifaktan kurtulmalarına ve korunmalarına en büyük zırh olmaktadır. Türkiye’de saldırgan basın vardır. Ama onu savunan bir basın yoktur. AK Parti hakkı söyleyen bir televizyonu faaliyete geçirmemiştir. Saldırgan, müfteri basın bizim için rahmettir. Böylece biz nifaktan kurtuluyoruz. Ama hakkı söyleyen ise yoktur. Böylece insanlar bâtıla şartlanmaktadırlar. Şimdi AK Parti TMSF aracılığı ile meddah kanallar üretmek istemektedir. Bu ülkeyi bölmekten başka bir işe yaramaz. Öyle yayınımız olmalıdır ki, halk doğruyu öğrenmek istediği zaman ona kulak versin. El-emîn yani güvenilir bir medya olmalıdır.
c) Bir iş yaparken namaz cemaati arkadaşlarınızla istişare etmektir. İstişare ettikten sonra kararı kendin vereceksin. Ama istişarede her türlü zıt görüşlere önem vereceksin. İnsanları nifaktan uzak tutan en önemli husus istişaredir. Çevredekilerin görüşlerini alıp ona göre karar vermektir. Kendin için kararı kendin vereceksin, ama çevredekilerle istişare ettikten sonra vereceksin.
d) Nifaktan insanları uzak tutan en önemli müessese hakemlik müessesesidir. Her türlü nizalarda hakemlere gideceksiniz ve hakemlerin verdikleri kararlara da seve seve uyacaksınız.
Bunları yapmadan imanı korumak mümkün görülmüyor.
***
يُخَادِعُونَ (YuPAvDiGUvNa) “Muhadaa ediyorlar.”
“Huda’” siper, pusu, çatlak gibi karşı tarafı yanıltan araçtır. Mü’minlerin en büyük özelliği olduğu gibi görünmektedir. İnsan zenginse zenginliğini, yoksulsa yoksulluğunu, biliyorsa bildiğini, bilmiyorsa bilmediğini, Türk ise Türk olduğunu, inanıyorsa inandığını, inanmıyorsa inanmadığını açıkça ifade etmelidir. Umumiyetle kâfirler de böyle yaparlar. Münafıklar ise bulundukları ortama uyarak düşüncelerini ve inançlarını farklı gösterirler. Araziye göre renklenmek isterler.
“Muhadaa etmek” demek, karşılıklı olarak öyle görünmelerini isterler. Sizin de olduğunuz gibi değil de farklı görünmenizi isterler. Türkiye’deki başörtüsü davası budur. Siz mü’min olun, müslim olun, ama bize öyle görünmeyin. Bizim gibi inançsız lâik olarak görünün. Böylece herkesin yalan içinde yaşamasını isterler.
Çağımız böyle kandırma dünyasıdır. Herkes biliyor ki KDV’nin %10’u ödenmiyor. Ama KDV Kanunu devam ediyor. İhalelerde yolsuzluk olduğunu herkes biliyor ama yine de ihaleler yapılıyor.
1961’lerde İzmir Hava Limanı’na kontrol mühendisi olarak gittim. Müteahhitler bizim yanımızda alenen ahlâksız müteahhitlerden bahsediyorlardı. Artırmada ayrılık çıkmış, uymamışlardı. İhalelere birkaç kişi girer, diğerleri hep düşük verirler. Alacak olan en fazlasını verir. Ama bu dörtte bir ile yarı bedel arasındadır. İhale ona kalır, o da diğerlerine bölüştürür. Eğer birisi ahlâksızlık yapar da anlaşamazlarsa, ona kalmasın diye zararlı bir miktar teklif ederler. Sonra rüşvetle o ihaleyi iptal ettirirler. Bu oyunları Özal’a varıncaya kadar herkes bilir ve meşru karşılardı. İşte böylece tüm ülke birbirini kandırıyordu. Sovyetler’de bunun şahanesi yapılırdı.
اللَّهَ (elLAHe) “Allah’la muhadaa ediyorlardı.”
Burada “Allah” deyince kendi zatını anlamayacaksınız. Çünkü onlar O Allah’a inanmıyorlar, inansalar bile O’nunla muhadaa olmayacağını bilirler. Şimdi bu vesile ile Kur’an’ın bundan sonraki manâlarını takip edebilmek için bazı kelimelerin manâlarını bilmemiz gerekir.
Bu kitabı inzâl eden Rabbimiz kendisinden bu kitapta değişik şekilde bahsetmektedir.
a) “O” olarak söz etmektedir. Kâinat yaratılmadan önceki zatının adıdır. Yahut zamirdir.
b) “Ben” olarak zikretmektedir. Eğer yaptığı işi doğrudan yapıyor ve melekleri yahut insanları veya cin ve ruhları istihdam etmiyorsa, doğal kanunlarla oluşmuyorsa “Ben” diye söz eder. “Ruhumdan nefh ettim”in manâsı budur.
c) Yahut “Biz” diye bahseder. O zaman Allah mahlukatı aracılığı ile yapmaktadır. “Mimmâ RazakNâhum”daki “Nâ” böyledir. Çünkü Allah rızkı araçlarla vermiştir. Siz çalışırsınız, kazanırsınız.
d) “Allah” olarak zikretmektedir. Adını söylemektedir. Okurken buna göre okumalısınız. Bunu böyle yapmaktadır. Çünkü eğer hep “Allah” veya “O” bahsetseydi, okuyucu bu kitabı Hz. Muhammed’in yazdığına hükmedecekti. Hep “Ben” veya “Biz” bahsetseydi, Hz. Muhammed’in kendisini tanrı olarak takdim ettiği sanılırdı. Böylece bu kitabın Allah’ın sözleri olduğu sûrelerin uygun yerlerinde hatırlatılmaktadır. Diğer sıfatlarla da bahsetmekte, Allah’ın vasıflarını anlatmak için bunu yapmaktadır.
Bir de muhatap olarak “Sen” geçmektedir. Bu muhatap kimdir? Bunun da dört değişik manâsı vardır.
a) Kur’an’ı ilk telakki eden Abdullah’ın oğlu Muhammed’e hitap etmektedir. “Zeyd boşadı, seni nikahladık” derken, oradaki “Sen” Hazreti Muhammed’dir. Kur’an’ın birçok âyetlerine bu şekilde manâ verilir. Kur’an’ın tarihini yazarken bu manâları doğrudur.
b) Kur’an’ı tebliğ ile yükümlü olan Nebi’nin halifeleri. Bunlar dünyanın her yerinde bulunan ulemadır. Onlar nebilerin vârisleridir. “Ey Nebi” derken onlara hitap etmektedir.
c) Kur’an’ı uygulamakla mükellef olan mü’minlerin kabile reisi olan ve resulün halefi olan başkanlar. Şimdiye kadar sen deyince biz bunları anladık.
d) Nihayet Kur’an’a iman eden herkes muhataptır. Anne baban senin yanında yaşlanırsa onlara ‘uf’ bile deme âyeti bu anlamdadır. Bu âyet Hazreti Muhammed aleyhisselâma hitap etmez, çünkü onun anne ve babası çocukluğunda bile yoktu, erken ölmüşlerdi. O halde Kur’an’ı okurken muhatap olarak alınan “sen” kelimesini bu dört manâdan birine hamledeceksiniz. Sıra ilerleyecek, uyarsa iki, hattâ üç kimseye ayrı ayrı hitap etmiş olur.
Çok önemli bir husus da, Allah Kâinatı şuurlu varlıklar için var etmiştir. Şuurlu olmayan varlıklar için bir yarar düşünülemez. Allah’ın zaten bir ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde insanı kendisine halife yapmıştır. Yeryüzünü ise insan olan Ademoğluna vermiş, orada onu halife kılmıştır. Dolayısıyla Allah’a ait olan hak ve görevler, O’nun halifesi olarak insana devredilmiştir. İnsanlığı da yaşayan insanlar temsil etmektedir. İnsanlık ülkeler, iller, bucaklar ve ocaklar şeklinde bölünmüştür. O halde dünyevi konularda düzenle ilgili, hak ve hukukla ilgili konularda “Allah” kelimesinin anlamı “kamu”dur, “Resul kelimesinin anlamı da “başkan”dır, bucak başkanıdır. Kur’an’ı böyle takip ettiğimizde artık onun ne demek istediğini kolay bir şekilde anlamış oluruz.
وَالَّذِينَ آمَنُوا (ValLaÜINa EAvMaNUv) “Ve iman eden kimseler.”
“Allah’ı ve iman etmiş olan kimseler kandırıyorlar.” Allah, kamu demektir. İnsanlığı, devleti, ili ve bucağı yani onların halkını kandırmaktadırlar.
Bir örnek daha verelim.
Sovyetlerde taşınmaz mülkiyeti yoktu. Oturduğun kadar oturur, çıktın mı çıkıp gider, başka kiracı gelir. Daha altmışlarda Özbekistan’dan biri gelmişti. Oranın ahvalini sorarken dairelerin 55000 ruble olduğunu söylemişti. ‘Orada alış ve satış var mı?’ demiştim. Resmen yoktur ama alan-satan anlaşır ve parayı verir, sonra tapuya gidilir. Eski kiracı ‘ben burasını boşaltıyorum’ der, diğeri de ‘ben talibim’ diyor. Biraz da rüşvet verilerek sorun çözülür. Alış-satış kiracı değiştirme şeklinde yapılmakta idi. Bunu devlet başkanından sağır ve kör olan vatandaşa kadar herkes biliyordu ama hep bu şekilde kamu kandırılıyordu.
“Allah” kelimesi işte bu tüzel kişiliği ifade etmektedir. “İman etmiş kimseler” ise düzeni korumakla yükümlü kamu görevlileridir Askerlik hizmeti yapan görevlilerin oluşturduğu teşkilattır, ordudur.
Askerlik hizmetini yapmayanlar “müslim”, askerlik yapanlar “mü’min”dir, devleti yönetme hakkı bunlarındır. İşte münafıklar halkı, insanlığı karşılıklı bilerek kandırmaktadırlar. Yöneticileri yani kamu kuruluşlarının yönetim kadrosunu da kandırmak istemektedirler.
وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنفُسَهُمْ (Va MAv YaPDaGUvNa EilLAv EaNFuSaHuM)
“Kendilerinden başkasını kandıramazlar.”
Böyle sahtekârlık ve yalancılık üzerine oturmuş bir topluluk yaşamaz. Kendilerini helâk ederler.
Nitekim Sovyetler yıkılıp gitmiştir. Cumhuriyet dönemi de bir türlü iflah olmamıştır. Çünkü birçok şey inanmadan sırf gösteriş olarak yapılmıştır.
Mü’minlerle kâfirlerin teşhisi kolaydır. Onlara ne muamele yapılacaksa bellidir. Bunlar ise karşı çıkmıyorlar, itiraz etmiyorlar, ama direnip yapmıyorlar. Mü’minler ise tam tersini yapıyorlar. Söz vermiyorlar ama verdiler mi sonuna kadar sözlerinde duruyorlar.
Yalancının mumu yatsıya kadar sürecektir. Bütün partilerin içinde böyle münafıklar vardır. Onlar kendilerini helâk ediyorlar. Allah ve iman etmiş kimseler ise bu tür yanılmalara kulak vermezler.
وَمَا يَشْعُرُونَ(9) (Va MAv YaŞGuRUvNa) “Şuurunda olmazlar.”
“Şuur” “Şa’r”dan gelir, saç ve tüy demektir. “Şa’îr” kılçıklı olduğu için arpaya denmiştir.
İnsanın bilincine “şuur” denmiştir. Topluluğun bilinci de şuurdur. Onlar kendi kendilerini kandırmaktadırlar ve bunun farkında bile değildirler.
***
فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ (FIy QuLUBiHiM MaRAWun) “Onların kalblerinde maraz vardır.”
Onların beyinlerinde hastalık vardır. Sağlıklı düşünememektedirler.
Nasıl hastalıklı vücut fonksiyon icra edemezse, hastalıklı sakat beyin de hakkı bulamaz.
فَزَادَهُمْ اللَّهُ مَرَضًا (Fa ZAvDaHuMU elLAHu MaRaWAv) “Allah da onların marazını ziyadeleştirir.”
Maraz ve sakamet hastalıktır. Maraz, eza, curuh, sakam kelimeleri geçmektedir. Eza, çıban veya kaşıntı gibi görünen eziyettir. Cerh, yaradır. Sakam, halsizliktir. Maraz, genel olarak hastalıktır.
Beyinlerinde hastalık vardır. Allah da hastalığı arttırmıştır. Bilgisayarları düşünelim. Disket çizilse veya tuş basmasa arıza olur. Bu arıza fizikî arızadır. Bunu gidermek genellikle mümkün olmakta veya atılmaktadır. Nöroloji bütün hastalıkları tedavi eder. Bir de bilgisayarın programında arıza olur. Devreler bozulur veya virüs girer. Bunu makineyi tamir etmekle tamir edemezsiniz, ancak yine programla tamir edersiniz.
İnsan beynine de böyle virüsler girer. Biyolojik hiçbir arıza olmaz ama program arızası olur. Bunu tedavi eden doktorlara psikiyatrist denmektedir. Tabii ki başarılı sonuç almamaktadırlar. İyi olmayan haber de bu tür beynin program hasarlarını Kur’an’la da tedavi edememektedir. Bunların tedavisi için tevbe şarttır. Tarikat şeyhleri bu tür hastaları tedavi eden doktorlardır. Okuma, üfleme, muska yazma, çeşitli ameliyelerden geçirme metotları ile bunlar tedavi edilmektedir. Nasıl ki bilgisayara bulaşmış bir virüs ancak programla tedavi edilmekteyse, bu tür hastaların tedavisi de programla olmaktadır. Tarikat ehlinin uygulamaları yararlı sonuçlar vermiştir. Hastahanede nasıl herkes tedavi edilemezse, tekkede de herkes tedavi edilemeyebilir.
Biz tedavi yolunu yukarıda gösterdik: Cemaatle namaz kılmak... Hakkı ve sabrı tavsiye etmek… İstişarede bulunmak… Hakemlerin kararlarına tam teslimiyet...
وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (Va LaHuM GaJABun ELIyMun) “Onlara elemli azab vardır.”
Kâfirlere azim azap, münafıklara elemli azap vardır. Kur’an münafıkların derki esfelde olacaklarını söylemektedir. O halde elim azap azim azaptan daha kötüdür demektir. Elim azap, ayakkabı ayağı sıktığı zaman duyduğumuz azaptır. Derinlemesine azap demektir. 100 sopa yerine 200 sopa vurmak azim azaptır. Dikenli sopa ile vurmak elemli azaptır. Münafıklara daha acıtıcı ceza verilecektir.
بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ(10) (Bi MAv KANUv YaKÜiBUuNa) “Kizb ettiklerinden dolayı.”
Münafıklar yalan söylediklerinden dolayı elemli azaba uğrayacaklardır. Böylece yalan söylemenin de haram olduğu anlaşılıyor. Gerçi yalan söyleyene biz ceza vermiyoruz ama günah olarak günahtır ve âhirette azabını çekecektir. Mü’min müstesna zamanlarda yalan söyler. Sonunun hayır olacağına kesin olarak kani olursa yalan söyler. İşte bu sebepledir ki mü’minler takiyye yapmaz, yalan söylemezler. Muttakiler sadık kimselerdir.