BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
2629 Okunma
bakara 94-101

 

ADİL DÜZEN 365

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 27. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

قُلْ إِنْ كَانَتْ لَكُمْ الدَّارُ الْآخِرَةُ عِنْدَ اللَّهِ خَالِصَةً مِنْ دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوْا الْمَوْتَ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(94) وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ(95) وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ وَمِنْ الَّذِينَ أَشْرَكُوا يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنْ الْعَذَابِ أَنْ يُعَمَّرَ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ(96) قُلْ مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللَّهِ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ(97) مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِلَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللَّهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرِينَ(98)

 

قُلْ (QuL)  “Kavlet/Söyle”

Kur’an Bakara Sûresi’nde Adem oğullarına hitap etmiştir. Bu hitap insanlığadır, Hz. Adem’den kıyamete kadar gelmiş ve gelecek insanları içermektedir. Sonra ‘Ey nâs’ diye insanlara hitap etmiştir, bu hitap da bugün yaşayan insanlaradır, beş vakit namaz kılan aşiretleredir. Sonra Cuma namazı kılan kabileleredir. Sonra Ramazan Bayramı Namazı’nı temsilen kılan şa’bleredir. Sonra Kurban Bayramı Namazı’nı temsilen kılan kavimleredir ve temsilen hac yapan bütün yaşayan insanlaradır.

KUL/Söyle” emri de adım adım bunların fertlerine ve başkanlarına emirdir.

KUL/Söyle” sen ey inanmış insan, Kur’an’ı Allah’ın sözü olarak kabul eden ey mü’min; Allah’ın halifesi olarak İsrail oğullarına, onlar gibi düşünen diğer kavimlere söyle. Aşiret başkanına söyle, Allah’ın halifesi olan aşiret adına aşiretin elçisi olarak söyle; sonra Allah’ın halifesi olan kabilenin elçisi olarak kabile adına söyle, şa’b adına söyle, kavmin elçisi olarak kavmin adına söyle...

O halde burada emredilenler, mü’minlerin her biri ve özellikle başkanlara emrolunmaktadır. Kur’an İsrail oğullarına doğrudan hitap ettikten sonra, artık mü’minler aracılığı ile de tebliği ulaştırmaktadır.

إِنْ كَانَتْ لَكُمْ الدَّارُ الْآخِرَةُ (EiN KAvNaT DAvRu eLEaPiRaTi)  “Âhiret dârı sizin ise.”

Tevrat’ta âhiretten bahsetmemektedir. Ancak Yahudilikte de cennet ve cehennem anlayışı, âhiret ve dünya kavramı, farksız olarak Hıristiyanlıkta ve Kur’an’da olduğu gibidir. Hattâ Hazreti İsa’ya Tevrat âhiretten bahsetmiyor diye söylemişler, Hazreti İsa da âlimâne cevap vermiştir: “Musa çalıda Rabbi ile konuşurken Allah ona ne demiştir? Ataların İbrahim, İshak ve Yakub’un Rabbidir demiştir. Rabbi idi dememiştir. Öyleyse İbrahim ve oğulları yok olmamıştır. Onlar hâlâ vardırlar ki, O onların hâlâ Rabbidir.” demiştir.

Usûlde buna ‘dâllun bi’l-işareti’ (işaret ile delâlet) denmektedir. Gerçekten de onlar ‘Âhiret yurdu yalnız bizimdir’ dediklerine göre, o zaman âhirete inanmaktadırlar demektir.

Ahir” son demektir. Bir tavuk karnında yumurta yapar, onu önce dışarıya çıkarır ve bekletir. Yeterli sayıya ulaşınca onların hepsi üzerinde kuluçkaya oturur ve birden çıkarır, sonra yurda, yani dünyaya bırakır.

Allah da bu dünyayı anne karnı gibi yaratmıştır. Buraya getirmektedir. Bu yumurtanın anne karnında var edilişi gibidir. Ölüm ise yumurtanın dışarıya çıkarılmasıdır. Sonra, kıyamet tavuğun kuluçkaya yatması gibidir. İşte ondan sonra civcivlerin birden yumurtalarından çıkması gibi bütün insanların âhiret yurdunda toplanmalarıdır. Nasıl yumurtada gaye civcivden oluşacak tavuk ise, bu dünya hayatı da âhiretteki olgunlaşmış insanları oluşturmadır. Bu anlayış Hazreti Adem’den beri insanların inandıkları bir anlayıştır.

Yirminci asrın son yarısında keşfedilenler bütün bunları kanıtlamaktadır.

a)      Önce dört ve beş boyutlu uzay bulunmuş, hiçbir şey var olmamakta ve yok olmamaktadır. Sadece biz beş boyutlu uzay içinde seyahat etmekteyiz. Yolumuz çok kolaylıkla cennet ve cehennem ayırımına gelebilir. Sol cehenneme, sağ da cennete giden kavşak olacaktır. Bileti dünyada almış olanlar sağdan cennete gidebilirler. Yani, dört ve beş boyutlu uzayın varlığı cennet ve cehennemin imkanını ispatlamıştır.

b)      Bundan 15 milyar yıl önce Kâinat yoktu, zaman yoktu, mekân yoktu. Kâinat büyük patlama ile oluştu ve şimdi genişlemektedir. Sonra hiç olmazsa galaksilerde bir daha toplanma olacak ve bir daha patlama olacaktır. Bu da bize bu fani dünyadan sonra da yeniden bir Kâinat oluşmasını haber vermektedir. Bu durum fiziki bakımdan da kendisini belli etmektedir.

c)       Kâinatta evrim kanunları geçerlidir. Ölüm evrim içindir. Sonbaharda yapraklar dökülür ki ilkbaharda tazeleri çıksın. Yaşlanan insan gençlere yer açmak için ölür. Gençler ölenlerden daha ileri bir hayata kavuşurlar. Evrimin olması için hayatın yenilenmesi gerekir. İşte Kâinat da ölüme gidiyor, o halde bu âlemden daha ileri hayat gelecektir demektir. Her gece bir gündüzü, her akşam bir sabahı müjdeler.

d)      İnsanlar ilk yaratılıştan beri hep yaşamak istemektedirler ve bunların hepsinde öldükten sonra yaşama duyguları vardır. Algılar yalancı değildir. Eğer bir duygu ve inanışı telkin ediyorsa onda gerçeklik vardır. İnsanlar sebepsiz bir şeyin varolacağına inanmamışlar, dolayısıyla her zaman Allah’a inanma ihtiyacını duymuşlardır. Allah’ın da abesle iştigal etmeyeceğini ve kendi yarattığı bu varlıkları yok etmeyeceğini kabul etmişlerdir.

e)       Bunların dışında tarihte peygamberler gelmişler ve mucizeler göstermişler, insanlar da onların Allah’ın elçileri olduklarına inanmışlardır. Bugün yeryüzünde yedi milyar insan vardır. Bunların yüzde doksan dokuzu bu peygamberlere inanmakta, yüzde biri de moda olsun diye inanmamaktadır.

Kırgızistan Bişkek’te bir küçük şehir belediye başkanının evine misafir gitmiştim. Evdekilerden herkesin İslâmiyet’e yakınlığı vardı. Sadece belediye başkanı ateist olduğunu söylüyordu. Sohbet esnasında, ‘Sen Allah’a inanmıyor musun?’ diye sordum. ‘İnanıyorum!’ dedi. ‘Öyleyse nasıl ateistsin?’ dedim. Sustu! Moda olsun diye veya bazı mecburiyetlerden ‘inanmıyorum’ diyor, çünkü başkandır.

Son olarak Kur’an gelmiş ve kendisinin ilâhi söz olduğunu ispat etmiştir.

Kur’an ilâhi söz olduğunu ispatlamak için şu delilleri getirmiştir.

1-      Her varlığın kendi matematiği vardır. Onunla diğerlerinden ayrılır. Kâinatın matematiği ile Kur’an’ın matematiği aynıdır. 1, 3 ve 7 tabanlarına dayanan 2’li ve 10’lu sistemdir. Kâinatın matematiği budur, Kur’an’ın matematiği de budur.

2-      Kur’an geçmişi doğru olarak anlatmıştır. Tabiat kanunlarından doğru olarak haber vermiştir. Verilen bilgiler arasında bir hataya rastlanmamıştır. Müsbet ilim geliştikçe, tarih aydınlandıkça, Kur’an’ın bildirdiklerinin doğru oldukları ortaya çıkmaktadır. Mesela Kâinatın büyümesi, mesela Mezopotamya tarihi.

3-      Kur’an gelecekten haber vermiştir ve haberler bir bir gerçekleşmektedir. Mesela, Perslerin yenileceği, Rumların galip geleceği bildirilmiş, bu gerçekleşmiştir. Bugün de bunu yaşayarak görüyoruz. Mesela Kâinatın fâni olduğunu bildirmiş, entropinin büyümesiyle bu ispatlanmıştır.

4-      Kur’an sosyal düzen getirmiştir. O düzene uyanlar binlerce yıl yaşamışlar, uymayanlar helâk olmuşlardır. Mesela, Osmanlılar 700 sene yaşadılar, Sovyetler 70 sene yaşadılar.

İşte bu Kitap da diğer peygamberler gibi âhiretten haber vermektedir. Kur’an’ın ilâhi söz olduğu sabit olduğuna göre, âhiretin varlığı ve biçimi de müsbet ilimle sabit olmuş olur. Biz hiçbir zaman İstanbul’u Fatih’in fethettiğini görme imkânına sahip değiliz, ama belgelere dayanarak inanıyoruz, şüphesiz inanıyoruz. Diğer dinler ve Kur’an da kesin doğru belge olarak bize âhireti haber veriyor, o halde ona da inanmak zorundayız.

İsrail oğulları her ne kadar dünyaya ‘âhiret yoktur’ diye telkin edip insanları dinsizleştirmek için çaba gösteriyorlarsa da, kendi aralarında oldukları zaman onlar da âhirete inanıyor ama, âhiretin yalnız kendilerine ait olduğunu söylüyorlar. Kur’an da bizden onları uyarmamızı istemektedir.

عِنْدَ اللَّهِ (GıNDa elLAHi)  “Allah’ın indinde.”

Olan âhiret yurdu sadece onların ise bir diyeceğimiz yoktur!

Burada bu vasfın zikredilmesi, cennetin kastedilmiş olmasıdır. Cehennem veya âraf da olabilir.

Diğer insanlar oralarda yerlerini alabilir. Ama Allah’ın indinde olan, onun makbulü olan cennet ise onlara göre sadece İsrail oğullarına aittir.

Allah mekândan münezzehtir, ama cennette Allah doğrudan mü’minlere muhatap olacaktır.

İnsanlar nasıl bu dünyada peygamberlerle muhatap ise orada Allah doğrudan mü’minlerin hepsi ile peygamber imişler gibi muhatap olacaktır. Sadece bu hâl bile mü’minlere yapılan ikram için yeterlidir.

Orası ne İsrail oğullarına mahsustur, ne de ‘Ben Müslümanım’ diyenlere mahsustur; oraya lâyık olanlara mahsustur, kalbi selim ile gelenlere mahsustur.

خَالِصَةً مِنْ دُونِ النَّاسِ (PAvLiÖaTan MiN DUvNı elNAvSi)  “Nâsın dununda onlara hâlis ise”

HALAS” kurtulmak demektir. Hâlis, su demek, içinde toz toprak olmayan, içine başka şey karışmamış su demektir. ‘Halasü neciyya’, neciyyen hâlis oldular, yani yanlarında kimse yoktu demektir.

Cennet de onlara göre yalnız kendilerinin olacak, diğer insanlardan kimse orada olmayacaktır.

Bu inanç bugün de bütün dinlerde yaygındır. Eskiden kabilelerden her biri kendine ayrı tanrı kabul eder, tanrıları savaştırır, kendilerini de kendi tanrılarının askerleri kabul ederlerdi. Büyük peygamberlerin dinleri çok tanrıyı iddia etmeyince kendi tanrılarını savaştırmadılar. Bu sefer inandıkları tek tanrıyı kendi tanrıları olarak kabul ettiler, diğer din mensuplarını Allah’ın düşmanları olarak görmeye başladılar. Hattâ mezhepler arasında bile din savaşları olmuştur. Bu savaşların temeli, insanların Allah’ı sadece kendilerinin tanrısı olarak görmeleri ve cenneti de sadece kendilerine tahsis etmeleridir. Dinler arasındaki diyalog ancak Kur’an’ın bu hükümlerini doğru olarak insanlığa anlatmakla sağlanabilir.

فَتَمَنَّوْا الْمَوْتَ (Fa TaManNAVuv eLMaVTa)  “Ölümü temenni ediniz.”

‘Cennet bizimdir, biz kötü olsak da iyi olsak da cennete gideceğiz!’ diye inanıyorsak, o zaman burada ne işimiz var? ‘Allah’ım, bu sıkıntılı dünyadan bizi kurtar’ diye dua ve temenni ederiz.

Oysa herkes ölümden korkmakta ve ömrünü uzatmak için uğraşmaktadır. Bu hastahaneler ve sigorta müesseseleri hep ölümü biraz olsun geciktirmek için değil midir? Mü’minlere verilen vazife yaşamaya çalışmak, kendi ellerimizle kendimizi tehlikeye atmamaktır. Bunu duygularımız bize emrettiği kadar, dinimiz de bize bunu emreder. Bir devlet ne kadar zalim olursa olsun, biz onu yıkmaya çalışmayız.

Bizim görevimiz canımız pahasına da olsa onu yaşatmaktır. Ama zalim devleti Allah belki de başka zalimlerin eliyle yıkar. Bizim görevimiz devletimizi yaşatmak ve düzeltmektir. Devletimizi savunurken, onu zalim olmaktan kurtarırken ölebiliriz, ama biz ölümü isteyemeyiz. Çünkü Allah ona ruhsat vermemiştir. Ama eğer Allah bize verilen bir görevi yerine getirmek için bu dünyaya gelmeseydik, burada kalmamızın mânâsı olmazdı. İsrail oğullarının veya müslimlerin düştükleri hata burasıdır. Burası orasını kazanmamız için var edilmiştir. Ne kadar çok yaşarsak o kadar çok kazanırız demektir. Günahlarımızın da tevbesi mümkün olur.

Onlar da ölümü istemediklerine göre, onlar da cennetin kendilerine has olmadığını bilmektedirler.

إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(94)  (EiN KuNtUM ÖaDıQIyNa)  “Sadık iseniz ölümü temenni ediniz.”

Sadık değilsiniz. Yani, onlar da çok iyi bilmektedirler ki, cennet onlara halis değildir.

Bunu Hıristiyanlar da, Budistler de, Hindular da bilmektedirler ama, birbirlerini kandırarak diğer dinlere karşı nefret ve savaş aşılamaktadırlar. Ne yazık ki Kur’an’ın bu kadar açık ifadelerine rağmen, Kur’an ehlinin çoğu da hâlâ buna inanmaktadır: Allah’a ve Hazreti Muhammed’e inanmış kimse, ameli kötü olsa da azabını çeker ve cennete gider, buna inanmayan kimse ise cehenneme gider ve ebediyen orada kalır.

Bu saçma ve bâtıl inanç nereden gelmiştir? Bu emperyalist devletlere asker hazırlamak için uydurulmuş bir hikâyedir. Bunu insanların beyninden söküp atmak mümkün olamamaktadır. III. Bin Yıl Uygarlığı eğer din savaşlarına dayanmayacaksa, bu bâtıl inanışın insanlığın beyninden uzaklaştırılması gerekir.

Bugün İsrail oğulları Kur’an’ın bu açıklamalarına karşı sadece kendi halkı ile ilgili anlayışı değiştirdiği için karşı çıkmamaktadırlar. 7 milyon civarında olan İsrail oğulları 7 milyar yani kendilerinin bin katı olan insanlığı yönetmek için böl, çatıştır ve yönet düsturundan olacaklarından dolayı istememektedirler. Ne yazık ki, insanlığın bu bâtıl inanışı içinde dinlerarası diyaloga bile hâlâ karşı çıkmaktadırlar. Adil Düzen Çalışanları içinde bile hâlâ bilmeden sömürü sermayesinin askerliğini yapmakta olanlar vardır. Dinleri ve ırkları ne olursa olsun, iyi olanlar cennete, kötü olanlar cehenneme gideceklerdir. İyi olan insanlar kimlerdir?

a) İyi insan kendisini diğer insanlardan farklı kabul etmeyen kimsedir. Kendilerini üstün görenler, kendilerini tanrı yapmış olurlar. Başkalarını üstün kabul edenler, onları tanrı yapmış olurlar. O halde iyi insan, Kâinatı var eden ve bizi yaşatan kimseye şerik yani ortak koşmamakta, şirkten uzak durmaktadır.

b) İyi insan, kendisi başkasına ne yapmayı uygun görüyorsa, benzerinin kendisine yapılmasına da razı olandır. Böylece diğer insanlarla birlikte barış içinde yaşamayı benimseyen kimsedir.

c) İyi insan topluluk içinde yaşar, diğer insanlarla ilişkilerini sözleşmelerle düzenler ve o sözleşmelerde yazılı olanlara riayet eder. O halde, iyi insan sözünde duran kimsedir.

d) İyi insan, kendi hak ve hürriyetlerinin sınırının, başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırı olduğunu bilen kimsedir. Bu sınırı belirleyenler de hakemlerdir. Ben kendimi haklı göreceğim değil, iki kişi beni haklı görürse haklıyım diyecektir. Hakem kararlarını kabul eden kimse iyi insandır.

Görüyorsunuz ki, iyi insan olmak için ne bir ırka, ne de bir dine mensup olmak yetmez.

Dinler ve devletler bu iyilikleri içlerinde yaşatan müesseselerdir. Ne din ne de devlet gaye değildir. Gaye insanın kendisidir. Hepsi insana hizmet etmek için vardır. Savaşmak için değil, savaşları önlemek için vardırlar. Savaş ancak barışın korunması için olursa meşrudur.

***

وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا (Va Lan YaTaManNaVHu EaBaDan)  “Ebeden onu temenni edemezler.”

Kur’an başka yerde insanların cehennemde ölümü temenni edeceklerini söylemektedir. Onlar cehennemlik olduklarını bildikleri halde orada ölümü temenni etmeyecekleri anlamı çıkmaz. O halde buradaki “EBEDEN” sözü âhireti içermemektedir. İster cennetlik ister cehennemlik olsunlar, ebedi kılma demek, cennet ve cehennem durdukça ebedilik demektir. Burada da ebedilik demek, kıyamete kadar veya ölünceye kadar ebedilik demektir. Çünkü âhirette yeni zaman başlayacak, yeni mekân ortaya çıkacaktır. Onun da sonu olacak, âhiretin âhireti daha evrimleşmiş bir hayat olacaktır. İnsan Allah’ına biraz daha yaklaşacak ama hiçbir zaman varamayacaktır. Yeryüzünden bir taş atsak, hızı küçükse taş biraz sonra yeryüzüne döner, fazla ise yerçekiminden kurtulur ve bir daha yeryüzü ile ilişkisi kalmaz. Ama öyle bir hızı vardır ki, ne yeryüzünden kurtulabilir, ne de geri dönebilir. Daima uzaklaşır, ama hiçbir zaman kopma sınırına varamaz.

Allah’a yaklaşmak da böyledir. Âhiretlerin âhiretleri de böyledir. Hint felsefesindeki tenasuh bu anlayışı dile getirmektedir, ancak bunu bu kâinatımıza çevirmişlerdir, onun için yanlıştır.

Demek ki, bu âyet göstermektedir ki ebedden kasıt sadece kendi zamanı içinde ebedidir.

بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ (BiMAv QadDaMaT EaYDiHiM)  

“Yedlerinin takdim etmiş olmaları nedeniyle.”

Burada “BİLLEZΔ değil de, “BİM” getirilmiştir.

Yapılan bir kötülük değil, nekire olarak yapılan kötülüklerden her biri. Burada klasik Müslümanların anlayışlarına da cevap vermektedir. “Bimâ Taammedet Kulubuhum” dememekte, yani imandan bahsetmemekte, “Bimâ Kaddemet Eydîhim” demektedir. Beyinlerinin düşündüğü değil de, ellerinin yaptığı.

Takdim etmek” ilerisi için hazırlamak demektir. İsrail oğulları 500 yıldır insanlığa kan kusturmaktadır. İnsanları birbirleriye savaştırmakta, aralarında ticaret yapmalarını engellemekte, dinsizliği ve ahlâksızlığı telkin etmekte, karşılığı olmayan para ile insanları sömürmektedir. Elleri ile takdim ettikleri bunlardır. Tabi ki günahkâr olma bakımından yalnız İsrail oğulları değildir. Hiçbirimiz ölümü temenni edemediğimize göre, hepimiz ölümü temenni edemeyen kötü işler yapmışız demektir. Osmanlı sarayı aynı zamanda katl ve zulüm sarayı değil midir? Fitneyi sokan sömürü sermayesi ama, bunlara âlet olan tüm insanlar.

وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ(95)  (VaelLAHU GaLİyMun Bi elJAvLiMIyNa)  

“Allah zalimleri bilmektedir.”

Burada “ALÎMÜN” kelimesi nekire gelmiştir. Dolayısıyla Allah’tan kasıt yalnız Kâinatı halk eden Allah bildiği gibi, onun halifesi olan nâs da yani insanlar da bunların yaptığı zulmü bilmektedir.

İsrail oğullarının bir kısmı, hakim olan kısmı zalimdir. Bu zalimlikler de insanlık tarafından, tarih tarafından bilinmektedir. Gerçekten de bunlar çok açık olarak insanlık tarafından bilinmektedir.

***

وَلَتَجِدَنَّهُمْ (Va La TaCiDanNaHuM)  “Onları bulursun.”

“Sen onları bulursun.” Kimdir bu sen? “Kul/Söyle” emrini alan kimsedir.

Onlarla işbirliği yapsak, birlikte savaşa gitsek, bizim askerlerimiz ölmeyi şehadet mertebesine yükselme olarak görürler. Onlar ise ölmeyi yok olma şeklinde görürler.

Onlar için âhiret hayatından ziyade dünya hayatı önemlidir. Gerek Müslümanlar, gerek Hıristiyanlar, gerekse diğer din mensupları yaşamak isterler, ama şunu bilirler ki, bu hayatın sonu ölümdür ve ölümden sonra da hayat vardır. Bir an önce veya bir an sonra, gitmenin fazla önemi yoktur. Bazı işleri görmek, hizmet yapabilmek, âhiret hayatına daha yüklü gitmek için hayat istenir, yoksa elden gideceği kesin olan bir hayatın gitmesine çokça üzülmek gerekmez. İsrail oğullarındaki böyle bir korku diğer nâstan daha fazladır.

أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ (aPRaÖa elnNAvSı GaLay XaYAyTin)  “Hayat için nâsın en harisi.”

Kendileri nâs içinde seçilmiş kavimdir. Görevleri büyüktür. Sayıları da çok azdır. Bu sebeple Allah onlara daha çok yaşama hırsı vermiştir. Onlar bilmektedirler ki, o sayıları ile cihad yapıp ölmeye gitseler, başaracakları bir şey yoktur. Dolayısıyla kendileri savaşıp ölmekten ziyade, başkalarını savaştırıp birbirlerine öldürterek kendi üstünlüklerini korumaktadırlar. Bunun için İsrail oğullarını korkak olarak biliriz.

Onlara göre maşa varken neden ellerini yakacaklar. Bugün Filistin’de cereyan eden olay da aslında budur. Bir Yahudi ölüyorsa, on tane de Filistinli ölmektedir. II. Cihan Savaşı’nda Yahudilerin katliamı iddia edilmiştir. Avrupa kaç milyon insan kaybetti, onlar kaç kişi kaybettiler? Katliama uğradılarsa, bugünkü İsrail nüfusu nereden geldi? Dünyada da sayıları azalmamıştır. Allah bu yönü ile de onları korumaktadır.

وَمِنْ الَّذِينَ أَشْرَكُوا (VaMİNa elLaÜIyNa EaŞRaKUv)  “İşrak edenlerden de.”

Burada “MİN” getirilmiştir. Yukarıya atfedecek olursak işrak edenlerden de nâsın ahrasını/hırslısını bulursun mânâsı çıkar. Onların hepsini hayata ahras/hırslı bulursun. Müşriklerden de kimilerini öyle bulursun demektedir. Âhirete inanmayan kimselerin dünya hayatına haris olmaları gerekir. Bu da normaldir. İsrail oğulları da onlar gibi haris durumdadır. Kur’an başka bir yerde de İsrail oğulları ile müşrikleri birbirine yakın gruplar olarak zikretmektedir. Son 500 yıldır onlar şirkin ve ateizmin şampiyonluğunu yapmaktadırlar.

Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler ve Hindular hep zulme uğramış, mağlup olmuşlardır.

Dünyayı saran kapitalizm ve sosyalizm hep İsrail oğullarının yanında olmuştur. Sovyetler sermaye düşmanı değil midir? O halde en çok zulmü orada görmüş olmalıdırlar. Ama hayır! Öyle olmamıştır. Tam tersine, tüm Sovyet yönetiminde en seçkin kavim olmuşlardır. Tüm Sovyetlerin kasa ve ambar anahtarlarını kendileri taşımış, çalmayı meşru saymışlardır. Gerek kapitalist ülkelerde, gerekse sosyalist ülkelerde müşriklerle bir olarak, yani komünistlerle bir olarak ateizmi yani dinsizliği onlar yaymışlardır.

Burada “Ve Tecidenne” hazf olmuş olur. Çünkü izafetle gelmemiş, teb’iz “MİN”i ile gelmiştir. Yahut ‘Vellezine Eşrekû’nun başına ‘Hum Ve Min Ellezîne Eşrekû’ şeklinde de düşünebiliriz. O zaman hazf baştandır. Bundan sonra gelen haberdir.

يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ (YaVadDu EaXaDAHuM LaV YuGamMaRu EaLFa SaNaTin)  

“Onlardan biri elf/bin sene muammer olmayı meveddet eder.”

Bu cümle İsrail oğullarının ve bazı müşriklerin hâli olabilir. Onları bu halde bulursun anlamında olur. Yahut da haberi olabilir. Onlar yani müşrikler böyle uzun yaşamak isteyenlerdir anlamı çıkar. Burada “EHEDUHUM” ‘onlardan her biri değil’ de ‘birisi elf sene muammer olmayı meveddet ediyor’ şeklindedir. Buradaki “EHAD” kişiye işaret ettiği gibi, onların topluluğuna da işaret edebilir. Yani tüzel kişiliği de ifade edebilir.

20. yüzyılın tarihi yazılırken bu âyet daha iyi anlaşılacaktır. 20. yüzyılın iki kanlı savaşı ile ondan sonraki soğuk savaşı, ihtilalleri ve isyanları bir araya getirdiğimizde, bu kanlı asrın içinde inanmış insanların durumları ne olmuş, İsrail oğulları ile ateistlerin yani o zamanın solcularının durumu ne olmuştur?

Savaşa katılmışlar ve basit çıkarları için ülkeleri yıkmışlardır. Kendilerinden ölecek bir kişiye karşılık kitleleri imha etmişlerdir. Bu fitne hâlâ durmamakta, Irak’ta ve Filistin’de devam etmektedir. Günümüzde İran’a karşı da benzer davranışlar içine gidilmektedir.

وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنْ الْعَذَابِ (Va MAv HuVa BiMUZaXZiXiHIı MiNa ElGaÜABi)  

“O kendisini azaptan zihzah edecek değildir.”

“O kendisini kurtaracak değildir” demektir.

ZAHZAHA” kelimesi bir ses taklidi değildir. Bir hayvana seslenme kelimesi de değildir. İkili sesin tekrarıdır. Deve sürüsünden bir deveyi ayırıp çıkarmak demektir. Belki de deveye ‘gel gel’ deyip sürüden uzaklaştırma anlamında kullanılan sestir. Çekip çıkarmak demektir. Oynatarak sıkışmış bir kazığı çıkarmak gibi, bir kimseyi zaman içinde oynatarak ateşten çıkarmaktır. O kendisini azaptan zihzah edecek değildir.

İnsan yaşayarak kendisini azaptan kurtarabilir mi? Amel-i sâlih kurtarır. Ama yaşanan uzun ömür aksini de yapar. Eğer hep kötülük işliyorsa daha çok günahla âhirete gitmiş olur. Dolayısıyla uzun ömür istemek de yanlıştır, kısa ömür istemek de yanlıştır. Allah’tan hayırlı ömür istemek gerekir. Allah’ın uzun ömür vermesinden ziyade, hayırlı ömür vermesini istemek gerekir. Onun için onların tahiyyeleri selâmdır denmektedir. Tahiyye, yaşmayı dilemek ama selâmet içinde yaşamayı dilemek gerekir.

أَنْ يُعَمَّرَ (EaN YuGamMaRa)  “Tamir olunması onu azaptan zihzah edecek değildir.”

Ömür, iyi kötü geçen zamandır. Hayat ise sağlıklı olma çabasıdır. Selamlı hayat ise iyi hayattır.

Buradaki ömür sadece kişilerin ömrü değildir. Bir bakarsınız ki, bir vakıf gayesine göre hareket etmemeye başlar, sebebini sorarsanız; ‘Efendim, kapanırız!’ derler! Hele siyasi partiler hep kapanırız bahanesiyle kendilerine düşen vazifeleri yapmamaktadırlar. Mazeretleri neymiş? Kapanırız!..

Dernek böyle söyler, vakıf böyle söyler, parti böyle söyler... Oysa, o hizmetleri görmeyeceklerse partilerin, derneklerin, vakıfların varlıklarına ne gerek kalır? Asker savaşmıyor! Niçin savaşmıyor; ölürüm diye! Peki, savaşıp ölmeyeceksen, o zaman ne diye asker oldun? Oysa yaşamaları onları kapanmaktan kurtaramaz. Nitekim böyle kapanmayalım diyen partiler de kapanmış, vakıflar da tasfiye edilmiştir.

Burada ‘azap’ kelimesi kullanılmıştır. Bu azabın âhiret hayatında olması gerekmez.

وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ(96)  (VaelLAHu BaÖIyRun Bi MAv YaGMaLUvNa)  

“Allah amel ettiklerine basirdir.”

Allah hiçbir şeyi boş yere yaratmamıştır. Taç yapraklarının görevi böcekleri çiçeğe çekmek, bu sayede döllenmenin olmasını sağlamaktır. Döllenme olduğu zaman işleri bittiği için dökülürler. Çünkü artık görevleri bitmiştir. Her insanın bir görevi vardır. Görevini yaptıkça varlığını sürdürür. Görevi bittiğinde âhirete intikal eder. Toplulukların da görevleri vardır. Şeytanın da görevi vardır.

Mü’minler kendi görevlerini bilmeli ve yapmalıdırlar. Zaten iman etmek demek, görevini canından aziz tutmak demektir. Askerlik bu demektir. Görevi için ölümü göze alan kimse demektir.

Cephede bir asker nasıl vatan için ölmeyi göze almak zorundaysa, bir hakim de karar verirken ölümü göze alarak karar almalıdır. Bunu yapamayan asker olmamalı, hakim de olmamalıdır.

Partililer idam iplerini kollarına dolayarak gezmelidirler. Bunu yapamayacaklar siyaset yapmamalıdırlar. Yapılması gerekenleri yapmayıp ‘yapamayız, çünkü kapanırız’ diyorsa, onunla siyasi arkadaşlığı ayırmalısınız. Allah onların bütün yaptıklarını bilmektedir. Gözetlemektedir. Görevini yapmayanları kendisi yok eder.

İsrail oğulları da ölümden korkmadan “Adil Düzen”in yanında yer almalıdırlar. Almazlarsa kendilerini kurtaramazlar. Belki yaşarlar ve varlıklarını sürdürürler ama azap içinde yaşarlar.

Allah İsrail oğullarından ve mü’minlerden cennet karşılığı mallarını ve canlarını satın almıştır. Onlar yaşamak için değil, insanlığın saadetini ve güvenini sağlamak için varedilmişlerdir. Mü’minler kendi istekleri ile bu göreve talip olmuşlardır. Onlar ise misak sebebiyle o görevi yüklenmişlerdir.

Ama Allah bugünkü İsrail oğullarından ağır yükü kaldırmış, yükün ağırını Kur’an ehline vermiştir. Onlara verilen görev ise ilimde ve ticarette Allah’ın emirlerine göre hareket etmeleridir. Aleyhlerine olsa dahi, ilmî gerçekleri gizlememelidirler. Zarar etseler bile, faize tevessül etmemelidirler. Ölüm korkusuyla tavizler verilmeyecek. Sorunları zamanla çözmek, Tevrat’ın ve Kur’an’ın verdiği ruhsatlar içinde geri çekilmek, korkudan değil, Allah’ın öyle emretmiş olmasından dolayıdır.

Kur’an’da İsrail oğullarından ve Hıristiyanlardan bu kadar çok bahsedilmiş olmasının hikmeti, dünyayı onlarla beraber güvene kavuşturacağımız içindir. III. Bin Yıl Uygarlığında bu din mensuplarının büyük katkıları olacaktır. Bir gün göreceksiniz ki “Adil Düzen”in bu yanları Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından tartışılmaya başlanmıştır ve katkıları olmaktadır. Belki de bu gelişme Adil Düzenci olmayan Müslümanlardan, tarikat ehlinden, Nurculardan önce gerçekleşecektir. Ne zaman ve nasıl olacağını Allah bilmektedir. Bizim görevimiz “Adil Düzen”in mahiyetini ortaya koymak ve gücümüzün yettiği uygulamalarla onlara gösterebilmektir.

***

قُلْ (QuL)  “Kavlet/Söyle.”

KUL/Söyle” sözünü tekrar etti. Muhatapların aynı ise ve zaman da aynı ise, yeniden ‘kul’ söylemene gerek olmaksızın devam edilir. Konu değişiyorsa ‘kul’ dersin. Ama muhatap veya zaman farklı olacaksa, başka yerde başka kimselere söylenecekse, arada ‘Va’ harfi koymadan ‘KUL’ denir ve kemal-i infisal olduğu anlaşılır.

Burada da İsrail oğullarına yapılan hitap genelleştirilmiş, herekse söyle, bu arada onlara da söyle anlamında ‘Kul/Kavlet/Söyle’ denmiştir.

مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِجِبْرِيلَ (MaN KAvNa GaDuvVan Li CiBRIyLe)  “Kim Cibril’e aduv olur.”

CİBRİL”e düşman olmamak gerekir. “ADUV” olmak, cephe kurmak demektir. Cephe savaşlarında bütün yollar meşrudur. Karşı tarafı yenmek zorundasın. Nasıl yenersen yenersin. Bir defa galip geldin mi onun işi biter, bir daha onunla karşılaşmazsın. Mağlup oldun mu da senin işin biter.

Muhalefet böyle değildir. Muhalifler birbirlerine halef olmaya çalışırlar. Futboldaki oyuna benzer. Galip gelen zafer elde eder ama karşı tarafı ortadan kaldırmaz. Kur’an’da buna hayırda yarış denmektedir, müsabaka denmektedir. Cebrail’e aduv olmamak demek, düşman olmamak demektir.

Uzun zaman bu âyetin mânâsını anlamamıştım. Sonra çok açık olarak anladım.

Cibril ne yapıyor?

Allah’tan haber getiriyor, kitap getiriyor, uygulamaya karışmıyor. Uygulamayı resul yapıyor.

İlim adamları da böyledir. Müsbet ilmin verilerini ve münzel kitapların söylediklerini sadece tebliğ ediyorlar. İş adamlarından, siyaset adamlarından ve din adamlarından bir şey istemiyorlar. Onların makamlarını da talep etmiyorlar. Sokrat hiçbir şeye talip değildi ama zehirlediler. Ebu Hanife kadılığı kabul etmediği için döverek öldürdüler. Batı’da ‘dünya dönüyor’ dediği için diri diri yakılanlar olmuştur. Bediüzzaman hangi servete veya hangi makama talip olmuştu? Hiçbirine talip olmamıştı ama hayatı hapishanelerde geçmişti.

Adil Düzen Çalışanları kendileri veya yakınları için hiçbir zaman bir kuruşluk çıkar istememişlerdir. Akevler ne devletten ne de zenginlerden kredi veya yardım almıyor. İnanan vasatın altındaki insanları ortak etmiştir. Getirdiği ilkelerden hemen herkes yararlanmıştır. Bu İslâmiyet’in demokratik, lâik, sosyal ve liberal bir düzen olduğu teorisi idi. Böylece ilim ile din arasındaki çatışma dünyada son bulmuştur. Rejimlerarası diyalog, dinlerarası diyalog Akevler’de başlamıştır. Necmettin Erbakan ve Fethullah Gülen bu ekolün mensubu olarak bu başarılara ulaştılar. Turgut Özal da, hattâ onun kanalıyla Süleyman Demirel de Akevler kanalıyla bu yeni dünya görüşüne ulaştılar. Akevler yeni bir keşif yapmadı, sadece Cibril gibi Kur’an’da olanları aktardı.

Akevler’in Cibril’den farkı, o hata yapmıyordu, tercümede ise pek çok hatalar vardır.

Ne oldu? Bir de bakmışsınız ki, dost düşman bir olmuş Akevler’e karşı cephe almıştır.

Akevler’in getirdiğine vâris olup anayasa ekseriyetine ulaştılar, şimdi ise ona muhalefeti ve onu dışlamayı kendilerine şiar edindiler. Siyonistlerle görüşüyorlar, PKK ile görüşüyorlar, Kıbrıs Rumları ile görüşüyorlar, hortumcularla görüşüyorlar ama bizimle görüşmüyorlar!..

Kimler görüşmüyor?

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan.

Akevler’in anlattıkları ile orada oturuyorlar ama aracıya düşman oluyorlar!..

İşte buradaki Cibril bu ulaştırıcıları temsil ediyor.

CİBRİL” kelimesi cebirden gelmektedir. Çıkık veya kırık bir kemiği yerleştirdikten sonra onu sallanmaz hâle getirmek, alçılamaktır. İkrah, tehdit etmek suretiyle zorlamaktır. Emir ve nehiylerde durum böyle değildir. İnzâr ederler, cebretmezler.

Cebr ise zorla yaptırmadır. İkrahta yalnız rıza kalkar, cebrde irade de kalkar.

Cebir kelimesi de buradan gelir. Çünkü cebirde serbestlik yoktur. Bilinmeyenler sıkışmıştır. Yerlerinden kendilerinin ne olduğunu biliriz.

CİBRİL” demek, sıkışmaktan dolayı zorunlu hareketler yapan kimse demektir. Allah’ın risaletini nebilere ulaştırırken sadece söylenenleri getirir ve söyler. Kendisinin herhangi bir şey katma hakkı yoktur.

Biz “Adil Düzen”i anlatırken kendiliğimizden bir şey söylemiyoruz, Kur’an’dan anladıklarımızı aktarıyoruz ve diyoruz ki; Bunlar bizim anladıklarımızdır. Bizlere ve başkalarına kulak verin ve dinleyin, kendi aklınızla en iyi olan ne ise ona uyup onunla amel edin. Kendi içtihadınızla amel edin.

Ama hayır! ‘Sizinle görüşmeyeceğiz’ diyorlar. Niye görüşmüyorlar? Çünkü onlar biliyorlar ki, Adil Düzencilerin söyleyeceklerini bir duydular mı, artık onları reddetmek mümkün değildir.

‘Onları duyarsak yapmaya kalkışırız. O zaman da ABD’dekilerin veya AB’dekilerin dediklerini yapamayız! Mahvoluruz!’ Onun için söylenenleri işitmek istemiyorlar...

Allah bu gibilere işte bu âyetle Cebrail’e düşman olanları örnek vererek hitap ediyor.

فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللَّهِ (Fa EinNAHUv NazZaLa GALAy QaLBiKa Bi EiÜNi elLAHi)  

“Allah’ın izni ile senin kalbine o tenzil etti.”

Burada vahyin mahiyetini anlatmaktadır. Bunu anlayabilmek için önce insanın kendisini tanımamız gerekir. İnsan beden ve ruhtan oluşur. Beden zâhir âlemdedir, ruh ise bâtın âlemdedir. Batılıların imajiner dedikleri uzay içindedir. Bize görünmez ama o da vardır. Bedende ruh ile irtibat kuracak düzen vardır, buna hayat denmektedir. Hayat DNA’ların birleşmesinden oluşan kromozom ve aminoasitlerden oluşur.

Ruhta bedenle irtibat kuracak özellik vardır, buna nefis diyoruz. Ruhun insanın bedeni ile irtibatı beyin yoluyla sağlanmaktadır. Beyinde iki türlü olaylar olmaktadır. Bedene ya dışarıdan gelen veya içeride oluşan etkiler beyine intikal etmekte, beyin onu ruhun anlayacağı şekle sokmaktadır. Ayrıca beyin de beden aracılığı olmaksızın ruhun verdiği komutla iç işlemleri yapar ve sonunda çıkan sonuçları yine beyine bildirir veya o komutları bedene iletir ve beden de iş yapar.

İşte, şeytan ve melek beyinde devreye girerler, bedende girmezler. Cin çarpar ama bedende değil, beyin içindeki elektriki devreleri bozar. Bilgisayarın virüsü gibi olur. Melek de virüsü düzelten program gibidir.

İnsan rüya görürken sadece beyinde olan olayları görmektedir.

Bu âyette kalbe tenzil etmiş olduğu bildirilmektedir. Vahiy uyanıkken olmaktadır, ancak rüyada olduğu gibi bedenle ilgisi olmadan sadece beyinde olmaktadır. Bu sebepledir ki yanındakiler Cebrail’i görmemektedirler. Savaşlarda da meleklerin yardımı böyle olmaktadır. Melek bunu Allah’ın izni ile yapmaktadır. Melek istediği zaman gelip istediği gibi de görüşmemektedir. Rüya veya ilham gibi olmaktadır.

Şimdi Kur’an’ın Hazreti Muhammed aleyhisselâma rüyada veya sezi ile bildirildiğini kabul edelim. Bunun gerçekten Cebrail tarafından olup olmadığını ancak onun getirdiği ile biliriz. Kur’an elimizdedir. Buyursunlar, ilim adamları müsbet ilmin metodu ile bunun 23 senelik rüya olduğunu söyleyebilirler mi? Kur’an’ın 1400 senelik etkisi onun rüya olmadığını gösterir. Varsayalım ki tanrı yoktur, doğal kanunlar vardır. Rüya da o doğal kanunların gereği değil midir? O halde Kur’an da o doğal kanunların sonucu olacaktır. İnsanı var eden doğa Kur’an’ı da var edebilmektedir.

Hangi felsefe ile gidersek gidelim, Kur’an’ın insan üstü olduğu çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Burada “SENİN KALBİNE” diyor. Hazreti Muhammed’in kalbine indirmiştir. Kur’an’ın metni bize öyle gelmiştir. Ondan sonra bu Kur’an’ı bize ulaştıranlar da Cibril’dirler. Çünkü onlar metne bir şey ilave etmediler. Kur’an’ın metnini bozmadan, değiştirmeden bize ulaştırdılar. Cebri hareket ettiler, yahut böyle mecbur oldular. İşte fukahaya, sahabelere, eski âlimlere düşman olanlar da Cibril’e düşman olanlar gibidir.

Adil Düzenciler de o halkadan birileridir. Kur’an’ın yalnız lafzını değil, mânâsını da aktarıyorlar. Kurallar içinde yapılan içtihat ve icmalar cebridir. İçtihatlarda alternatifler var, hatalar var; icmalarda yok. İcmalar Cibril’e geldiği gibidir. Bize karşı cephe kuranlar, Cibril’e karşı cephe kuranlardır.

Allah her şeyi herkese ilham etmemektedir. Nasıl matematikte ve ilimde ilk bulana ilham ediyor ama sonra onu herkes anlıyorsa, Kur’an’ın dedikleri de böyledir. Bize ilham ettikleri var, size ilham ettikleri vardır. Birbirimizi dinlemek zorundayız. Görüşmeden kaçma, Cebrail’den kaçmadır.

مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ (MuÖaDIQan LiMa BaYNa YaDAYHi)  

“İki yedinin beyninde olanları musaddık olarak gelmiştir.”

Kur’an kendisinden önce gelen kitapları ve peygamberleri tasdik edicidir.

Biz de bizden önce gelen ulemayı ve fukahayı tasdik ediciyiz. Ehli sünnetten olma demek bu demektir, eskilerin icmalarına uyma demektir. Biz fukahanın icmalarına muhalefet etmiyoruz. Bizim muhalefetimiz, içtihadın kapısını kapatıp şeriata kendi heva ve heveslerini katanların bu katkılarına muhalefettir. Bu sebepledir ki biz Risale-i Nurları tasdik ediyoruz. Süleymanilerin medreselerini tasdik ediyoruz. Biz ehli sünnetin yolunda olanlara muhalefet etmiyoruz. İçtihatta hataları olsa da onlar için o şeriattır. İçtihatta ihtilaf tekzib değildir. Aksine, sen senin içtihadınla, ben de benim içtihadımla amel edeyim derken, onları tasdik etmiş oluyoruz.

Hattâ bu kâfirlere bile söylenmektedir. Müşrikleri tanımıyoruz, ama kâfirleri tanıyoruz.

Batıcılara da diyoruz ki, elinizdeki müsbet ilmin musaddıkıyız. Batı’nın doğrularını kabul ediyoruz. Sizin gibi düşündüğümüz halde bize karşı cephe kurmanızın sebebi nedir? İsrail oğullarına da aynı sözleri söyleyebiliriz. Demokratız, lâikiz, sosyal ve liberaliz. Hukuk düzenine inanıyoruz. Bizden daha ne istiyorsunuz? Neden bize düşman olup otel odalarında aleyhimizde necvalar yapıyorsunuz?!.

وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ(97)   (HuDan Va BUŞRay Li eLMuEMiNIyNa)  

“Mü’minlere hidayet ve büşradır.”

Buradaki mü’minler sadece Kur’an ehli mü’minler değildir. Sadece “Adil Düzen” mü’minleri değildir.

Irkı ve dini ne olursa olsun, bütün insanlardan kendi istekleri ile “Adil Düzen”i tesis etmek için malını ve canını Allah’ın halifesi olan insanlık için, onların güven ve selameti için feda edecek olanlar mü’mindir.

İşte onlara büşradır, onlara müjdedir.

***

مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِلَّهِ (MaN KAvNa GaDuvVan LilLAHi)  

“Kim Allah’a aduv olursa, kim Allah’a cephe kurarsa.”

Peygamberler arasında ayrılık yapıp onlardan birine cephe alan hepsine cephe almıştır.

Biz mü’minler olarak namaz kılanları bizim cephede sayarız. İçkiyi, kumarı, zinayı, adam öldürmeyi meşru saymayanı bizim cephede sayarız. Bize cephe almadıkça da biz karşımızdakine cephe almayız. Ama şeytanla bir olup bize cephe alanlara karşı da biz yek vücut olup cephe oluruz. Bu sebepledir ki bize cephe almamış kimseler kötü de olsalar onlara cephe almayız. Onları düzeltmeye çalışırız ama onlara karşı olmayız.

وَمَلَائِكَتِهِ وَرُسُلِهِ (Va MaLAvEıKaTiHIy Ve RuSUvLiHIı)  “Meleklerine ve resullerine.”

Meleklerine ve resullerine cephe kuranlar denmektedir. Melekler Allah’ın görevlileridir, O’nun bürokratlarıdır. Kâinatı onlarla tedvir etmektedir. İnsanlar içinde kamu görevlileri onların yerini almaktadır. Allah’ın sünneti bir tanedir. Kâinatı O nasıl idare ediyorsa, bizi de öyle yaratmıştır ki, O’nun gibi O’nun adına yöneteceklerdir. Resuller de O’nun elçileridir, başkanlardır. Başkanlar topluluğun elçileridir, halifeleri değildir.

وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ (Va CiBRIyLa Va MIyKALa)  “Cebrail’e ve Mikail’e aduv olan.”

Bu ikisi iki melektir. Bunlar Tevrat’ta dört melek olarak zikredilmektedir. Kur’an’da ölüm meleği olan Azrail’in ismi yoktur, ama ona ‘melekü’l-mevt’ denmektedir. İsrafil ismi de yoktur, ama sura üfürme, kıyamet borazanını çalma görevi vardır.

MÎKÂL” vekilden gelen bir kelimedir. Âlemin dayandığı sünnetullahla görevli melek demektir. Allah Kâinatı insanların dünyayı idare ettiği gibi idare eder.

Bizim anayasada dört başbakan yardımcılığı vardır.

Cebrail, ilmî dayanışma hizmetlerinin başbakan yardımcısıdır.

Azrail, dinî dayanışma hizmetlerinin başbakan yardımcısıdır.

Mikail, siyasî dayanışma ortaklıklarının başbakan yardımcısıdır.

İsrafil, meslekî dayanışma ortaklıklarının başbakan yardımcısıdır.

Yani; Allah insanların kurduğu devlet gibi devlet kurmuştur. Kâinatı öyle idare ediyor. Çünkü Kâinatı onlar için yaratmıştır. Yeryüzünde de benzer teşkilatı teşri etmiştir. Buna karşılık insanlarda karşı cephe oluşturmuş ve şeytanı başa geçirmiştir. Kâinatta da böyle bir kuvvet vardır. Entropinin büyümesi böyle bir kuvvetin eseridir. Allah bize bu tarafta görev vermiş ve bizi kendi cephesinde toplamıştır. Karşı cepheyi de onlara bırakmıştır. Bu cephede veya karşı cephede olmayı da bizim irademize terk etmiştir. O sebeple mükâfat ve mücazat ile karşılanmaktayız. Böyle yapmıştır. Neden böyle yaptın diye sorma yetkisini bize vermemiştir.

فَإِنَّ اللَّهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرِينَ(98) (Fa EinNa ElLAHa GaDuvVun Li eLKAvFiRIyNa)  

“Allah kâfirlerin aduvvudur.”

Allah burada melekleri, resulleri, Cebrail’i ve Mikail’i hep “VE” harfi ile birbirine bağlamış, onlar bir olarak ele alınmıştır. Düşmanlık sistemedir. Sistemin bir parçasına düşmanlık bütününe düşmanlıktır. Demokrasi bir bütündür. Halkı temsil eden partiler demokraside yer alırlar. Bir partiyi dışlıyorsanız, tümünü dışlamış olursunuz. Halkın tamamının temsil edilmediği bir yönetim demokratik yönetim olamaz.

Anayasa ekseriyetini almış bir partinin cumhurbaşkanını seçemeyeceğini iddia etmek, ekseriyet sistemini dışlamak demektir. “Adil Düzen” iktidar olduğunda hiçbir oy zayi edilmeyecektir. %5 oyu toplayan orgeneral aday olabilecektir. Milletvekillerinin sıralaması ile birinci olan cumhurbaşkanı olacak, diğerleri de eğer yüzde olarak ilk sıraları almışlarsa, askeri şurayı oluşturacaklardır. Askeri şura askerlerden oluşacak, ama kendi kendilerini seçmeyeceklerdir. Korgeneralliğe kadar askeri sistem, atama sistemi olacak, ama orgeneral olma demokratik usulle ve korgenerallerden seçilme şeklinde olacaktır.

Buradaki önemli husus, bunlara düşman olanlar kâfir olarak nitelendirilmektedir.

Batı’nın ilmini alacağız, ama Batı’ya düşman olacağız. Bu mantık yanlış mantıktır. Adil Düzenciler 1950 kadarki Osmanlıların ve CHP’nin sistemini bunun için kabul etmezler; ama 1950’den sonraki teslimiyetçi sistemi de kabul etmezler. Biz eşitlik içinde bütün insanlıkla uzlaşma içinde olmanın yollarını ararız.

ADİL DÜZEN 366

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 28. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

وَلَقَدْ أَنزَلْنَا إِلَيْكَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَمَا يَكْفُرُ بِهَا إِلَّا الْفَاسِقُونَ(99) أَوَكُلَّمَا عَاهَدُوا عَهْدًا نَبَذَهُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ(100) وَلَمَّا جَاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَرِيقٌ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ كِتَابَ اللَّهِ وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ كَأَنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ(101)

 

وَلَقَدْ أَنزَلْنَا إِلَيْكَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ (Va LaQaD ENZeLna EiLaYKa EaYaTin BayYiNAvTin)  

“Sana beyyinât olan âyâtı inzâl ettik.”

VE LAKAD” bu sûrede bundan önce üç defa geçmiştir. Bunları birbirine bağlamaktadır.

a)      Sebt gününe saldıranları bilmiştiniz.

b)      Hazreti Musa’ya hitap etmiş ve onu resullerle takfiye etmiştik.

c)       Hazreti Musa size beyyinât ile gelmiş, siz ondan sonra ıcli ittihaz ettiniz.  

d)      Sana beyyinât inzâl ettik.

Hazret Musa’ya beyyinât verdik, sana da beyyinât verdik.

Buradaki “BEYYİNÂT” nekiredir. Hazreti Musa’ya verilen de nekiredir. O halde bunlar Kur’an ve Tevrat’tan başka beyyinelerdir.

ENZELN” denmekte, Hazreti Musa için “Size beyyinnât ile ciet etti” denmektedir.

Kur’an’dan önce gelen kitapları peygamberler açıklardı. Kur’an’dan önce gelen kitaplar âyet değildi. Âyet peygamberlerin mucizelerindendi. Kur’an ise kendisi mucizedir, yani âyettir. Ayrıca Kur’an’ın açıklanması peygambere âyet değildir. Ondan sonra gelen âlimler onu açıklayacaktır.

“Sana âyâtın beyyinâtını inzâl ettik” denmektedir.

“İLEYKE/Sana inzâl ettik” deniyor.

Hazreti Musa beyyinâtı getirdiği halde, Hazreti Muhammed beyyinâtı getirmemiştir. Allah onu inzâl etmiştir. Yani, Kur’an ve sünnet Allah tarafından inzâl edilmiştir. Hazreti Muhammed Kur’an’ı açıklamaktan men edilmiştir. Açıklama ulemaya ait bulunmaktadır.

Buradaki “Ke/Sen” kimdir? Kim kastedilmektedir. Her zaman anlattığımız gibi burada da tekrar edelim.

a)      Kur’an’ı Cebrail’den ilk alan Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır.

b)      Risaletinin halifesi olanlar ümeradır; başkanlardır, cuma namazı imamlarıdır.

c)       Nübüvvetinin halifesi olanlar ulemadır; müçtehitlerdir, rasihlerdir ve fakihlerdir.

d)      Mü’minlerden her biridir. Çünkü bütün mü’minler müçtehittir. Çünkü herkes müçtehidini kendisi seçer. Müçtehidini seçmek de bir içtihattır. Ve bütün mü’minler bilkuvve imamdır. Çünkü tek başına kaldığı zaman bile ezanı okur, kamet getirir ve kendi kendine imam olur. İnsan Allah’ın halifesi olarak imamdır, O’nun kulu olarak da cemaattir.

ÂYÂT” mucizelerdir. Kur’an’ın kendisi bir mucizedir.

a) Sesleri ifade eden harfler ve kelimeler 1, 3 ve 7 tabanı üzerine oturan ikili ve onlu sistemde yer almışlardır.

b) Geçmişi, geleceği, doğa kanunlarını yanlışsız bilmektedir.

c) Lafzıyla ve diliyle bozulmadan bize intikal etmiştir.

d) Bütün sosyal, ekonomik, dinî ve idarî sorunları ideal içinde çözmektedir.

İşte bunlar âyâttır, mucizelerdir.

BEYYİNÂT”: Beyyine, ispat demektir. Mesela, tek şahidin şehadeti beyyine değildir. Hukukta iki şahidin birlikte şehadeti beyyinedir. Ceza davalarında üçün şehadeti beyyine değildir, dördü birden olursa beyyinedir. Beyyinede ispat bir bütündür. Sistem içinde desteklenirse beyyine olur. Dolayısıyla beyyinât bütünlüğü içerir. Bu sebeple dişi çoğulu kullanmıştır. Bu çoğul sistem çoğuludur. Bunun anlamı şudur ki, tüm beyyineler arasında çelişki olmamalıdır. Eğer bir beyyine diğer beyyinelerle çelişki içeriyorsa, o beyyine terk edilmedikçe diğerleri beyyinât olamaz.  Bunun birtakım uygulamaları ortaya çıkar.

a) Müçtehidin içtihatları arasında çelişki olmamalıdır.

b) Bir delille hükme varılamaz, bütün deliller değerlendirilerek sonuca varılır.

c) Müçtehit aklî ve naklî delilleri değerlendirerek sonuca ulaşır.

d) Dolayısıyla, Kur’an’ın bir âyeti veya bir hadis hüküm değildir, delildir. İçtihatsız onlarla amel edilemez. İlim bir delilin bütün hükümlerini ortaya koymaya çalışır. İçtihat ise bir yere etki eden bütün delilleri birleştirerek sonuca varmaya çalışır. Mühendislik, doktorluk ve hakemlik de böyledir.

Burada âyetler de beyyineler de nekiredir. Yani, başka âyetler ve başka beyyineler de vardır demektir.

Kelamcı aklî ve naklî bütün delilleri değerlendirerek imani sahada hükme varır. Madem ki Kur’an’dan başka beyyineler ve âyetler vardır, beşeri icmanın oluşması için bütün din mensupları ile ilim mensuplarının icmada yeri vardır demektir. İşte bu âyet bizi dinler arası diyaloga ve uygarlıklar arası diyaloga çağırmaktadır. Âyât, ilimler arası diyalogu; beyyinât, dinler arası diyalogu ifade etmektedir. Bu durum Kur’an’ın ‘Her söze kulak verirler’ âyeti ile de teyit edilmektedir.

Hemen ilave edelim ki, diyalog asla taviz değildir. Diyalog, görüşmeler yapıp herkesin kendi içtihat ve icmaları ile hareket etmesidir. Taviz ise, harekette birinin diğerinin içtihatlarına ve icmalarına uymasıdır. Bu İslâmiyet’te haram kılınmıştır. Kimse başkasının içtihadı ile amel edemez. İsabet etse bile günah işlemiş olur. İçtihat ehli olanlar da başka müçtehidin içtihadı ile amel edemezler. Görüşme, hakkı bulmak içindir, yoksa haktan taviz için değildir. “ÂYÂTİN BEYYİNÂTİN”in mânâsı budur. Beyyineler arasında çelişki olmamalıdır.

Bunun için dört hüküm sayıyoruz. Bir içtihadın sahih olması için:

a)      Kişinin içtihatları arasında çelişki olmamalıdır.

b)      İçtihatlar icmalara muhalif olmamalıdır. Bu içtihatla amel edilmez.

c)       İçtihatlar yapılabilir olmalıdır. Kişilere kaldıramayacakları yükleri yüklememelidir.

d)     İçtihatların bütünü uygulandığı zaman istenen sonuç elde edilebilmelidir.

وَمَا يَكْفُرُ بِهَا إِلَّا الْفَاسِقُونَ(99)  (Va MAv YaKFuRu BiHAv EilLav eLFaSiQUvNa)  

“Fâsıklardan başkası onları küfretmez.”

“Âyâtin Beyyinâtin”i kanıtlanmış belgeler şeklinde anlayabiliriz. Müsbet ilmin bir metodu vardır. Bir şeyi kanıtladığınız zaman onun hatalı olması nedir, o da hesaplanır. İlkbaharda buğdayı ektiğiniz zaman sonbaharda ne kadar buğday alabileceğinizi nasıl bilebiliriz? Şimdiye kadar o tarladan alınan buğday miktarları hesaplanır. Elimizde yirmi yılın değerleri varsa, bugün ihtimaliyat hesabı ile bu yıl bu tarladan beş ton ile altı ton arasında buğday alınma ihtimali %98’dir deriz. İşte hesaplarınızı buna göre yapar ve ona göre kârlılık hesaplarını yaparız. Şimdi siz tarlanızı ekmemeniz için bu kadar buğdayı almama ihtimali kaç olursa ekmezsiniz.

İşte ‘Beyyinât’ çok yüksek isabet değeri içeren bir olasılığı taşır. ‘Âyâtin Beyyinâtin’ ise daha yüksek, mesele milyonda bir bile yanlışlık ihtimali olmayan bir nisbeti taşır. Mesela, bir gün sonra Kâinatın yok olma ihtimali vardır, 10 üzeri 20 yıldır. 2*10 üzeri 10 yıldır. 10 üzeri 3 de yılın günleri ise, Kâinatın ömrü bu olduğuna göre, 10 üzeri 13 gün yaşamıştır. Bir gün daha yaşaması bu kadar muhtemeldir.

Kimse hiçbir işini yarın Kâinat yok olacak diye ayarlamaz.

O halde bu kadar açık ve ispatlanmış bir sistemi, bir düzeni insanlar acaba neden inkâr ediyorlar?

Adil Düzen”in getirdikleri, beyyinât ile sabit olanlardır. Eksiklikleri varsa, itiraz edenlerin katkıları ile düzelebilir. O halde insanlar neden bu kadar açık ve ispatlanmış bir şeye karşı çıkıyorlar?

Kimi diyor ki; efendim, anlaşılmıyor! Öyle ise anlaşılır hâle getirelim. Bize neresini anlamadığınızı söyleyin, onu  anlatmaya çalışalım. Ama öyle değil, sadece fâsık olduklarından dolayı anlamıyorlar.

Küfredenler fâsık oldukları için küfrediyorlar. Yahut küfredenler fâsık oluyorlar.

FISK” düzeni yarıp dışarı çıkmadır.

Suçlar iki çeşittir. Biri, suç işleyenin zararı kendisine aittir, yakınlarına aittir. Suç işlenir ve fiil etkisini yapar, cezalandırırsınız, iade edilir. Oysa öyle suçlar vardır ki, onları işleyen topluluğun düzenini bozar.

Mesela, zinayı ele alalım. Evlilik dışı ilişkide, sadece ilişkide bulunanlar arasında bir kötülük bitmez, doğacak çocuk ile bitmez. Zina yapan bir kadın birkaç erkeği cinsel ilişkide doyurur. Böylece birkaç erkek evlenme ihtiyacı hissetmez, evlilik sıkıntısına, aile külfetine katlanmak istemez. Bu sebeple birkaç kadın kocasız kalır. Bu sefer de onlar zina yapma ihtiyacını duyar. Böylece artan zinacı kadının birkaç katı zinacı erkek ortaya çıkar, birkaç katı zinacı kadın ortaya çıkar. Bunun üzerine aile düzeni ortadan kalkar. Böyle bir durum da o topluluğun soykırımı demektir. Çünkü ailesiz insanlar yaşayamamaktadır.

O halde, zina topluluğun düzenini parçalayan, topluluğun düzenini koruyan kabı çatlatan, duvarı yıkan bir suçtur. Bu tür suçlara ‘fısk’ denmektedir. Fısk öyle bir suçtur ki, suçu körükler ve sonunda düzeni alt üst eder.

Faiz de böyledir. Faiz zenginleri daha çok zengin eder ve sonunda halkın elinde satın alma gücü bırakmaz. Bu da ekonomik kriz ve çöküntü demektir.

O halde, insanlar bu tanımı yaptıktan sonra hangi fillerin fısk olduğunu tesbit ederler.

***

أَوَكُلَّمَا عَاهَدُوا عَهْدًا (Ea Va KulLaMAv GAHaDUv GAHDan)  

“Her ahdi ettiklerinde onlar şöyle yapmadılar mı?”

Arapçada Türkçedeki ‘mi’ soru edatına mukabil iki edat vardır: ‘HeL’ ve ‘E’.

‘HeL’, olumlu soruyu sormak için getirilir. ‘E’ ise olumsuz soruyu sormak için kullanılır.

‘Sen de mi geliyorsun?’ dediğinde, ‘Niye geliyorsun?’ demiş olursun ‘E’ ile sorarsın.

‘Sen gelmeyecek misin?’ dediğinizde, o zaman ‘HeL’ ile kullanılır.

Arapçada da menfiler ile Türkçede olduğu gibi aksi mânâ kazandırılır. Yani, Türkçede iki şekilde soru sorabildiğiniz halde, Arapçada dört türlü sorulabilir. Türkçedeki ‘Mı’ Arapçadaki ‘E’ gibidir. ‘HeL’ ile ‘E’nin kullanılmasında fark vardır. ‘HeL’ atıf harfinden sonra gelir, ‘Fa HaL’ dersin. ‘E’ ise önce gelir, ‘E Fa’ dersin.

“Her ahdi ettiklerinde onu bozmadılar mı?” diyor. Yani, bozdular, kötü ettiler diyor.

Burada her seferinde bir fırkanın ahdi bozduğunu ifade etmektedir.

AHD” “AKD” kelimesi ile akrabadır. “AKD” düğümlemek demektir. İki kişiyi birbirine bağlayan sözleşmedir. “AHD” ise tek taraflı yapılan söz vermedir. Ama burada kullanılan karşılıklı ahitleşmedir.

Bir parti programını yapar ve ahitlerde bulunur. Halk onu seçerse halk ile parti arasında ahit olmuş olur.

Adil Düzen”de böyle ekseriyet seçimi yoktur. Ama ayrı site kurmak isteyenler sözleşme yaparlar ve yönetimi oluştururlar. Site için yer bulurlar ve halkı dâvet ederler. Katılanlar bir topluluk oluştururlar. İşte o sözleşmede yapılan taahhüt ahittir. Katılanlar da o ahdi kabul etmiş olurlar.

Burada ahit yapanlar çoğul olarak getirilmiştir. Karşılıklı ahitleşme yapılmaktadır.

Toplulukta halkı temsil eden dayanışma ortaklıkları bir taraftır. Başkan ve başkanın başkanlığında oluşan hükümet de karşı taraftır. Hükümet meclise taahhüt etmiş olur. Yönetici kadro şuraya taahhüt etmiş olur. Bugün bu muhalefet ve iktidar olarak anlaşılır.

Benzer şekilde bizim MİLAD MARKET’te de sermaye sahipleri vardır. Bunlar para vermişler, bilgisayar almışlar, rafları yapmışlar, dükkanı satın almışlar, sermaye koymuşlar. Bunlar bir taraftır.

Buna karşılık buraya mal alanlar ve satanlar da taahhüt eden yöneticilerdir.

Yarın çevrede “Müşteri Ortaklar” oluştuğu zaman, artık onların katkısı ile ahit alanlar olmuş olacaktır. MİLAD MARKET ve KOOPERATİF ahitleşenlerin tarafıdırlar. Ahdin akitten farkı, akitte karşılıklı imza konduğu halde, burada müşteri olma veya hisse senedi alma şeklinde ahde katılınmış olur.

Buradaki çok önemli husus, her ahd ettiklerinde bir fırkanın ahdi mutlaka bozacağıdır. Muhalefetsiz iktidar olmaz diyorlar. Sünnetullah da böyledir. Ancak, muhalefet meşruiyet kazanmaz. Allah her oluşa bir muhalif çıkarır. Onlara ortaklıkta ve ahitlerde meşruiyet vermek yanlıştır.

Demek ki, bir topluluğa katıldığımız zaman iki türlü tavır takınabiliriz. Kimimiz ahitlere riayet ederiz. Kurallar ne ise uyarız. Kurallara uymayacak olursak, o zaman ya o topluluğu terk edip ayrılırız, ya da kuralların uygulanmasında direniriz. Bırakıp gitmeyiz. İşte her oluşta bunların olacağı belirtiliyor.

MİLAD MARKET için bu çok önemlidir. Önce kurallar tesbit edilirken uyulmayacak kurallar konmamalıdır. Böyle kural konmuşsa hakemlere gidilecek ve iptal edilecektir. Ama kurallar konduktan sonra mutlaka uyulması gerekir. Uyamayacaksak ayrılıp gidilmesi gerekir. “Adil Düzen İşletmeleri”nde bu husus çok önemlidir. Bu âyetin “KÜLLEM” işaretine dikkat edilmelidir.

Her işletmenin Genel Hizmet Sorumlusu vardır. İşletme kurallarını istişareden sonra Genel Hizmet Sorumlusu karara bağlayacaktır. Kararlarına herkes kayıtsız şartsız uyacaktır. Ne var ki, Genel Hizmet Sorumlusunun aldığı kararlara karşı hakemlere gidilecek, hakemler acilen karara bağlayacaklardır. Hakemlerin verdiği karar kesindir. Başkan dahil herkes hakemlerin kararlarına uymak zorundadır.

Peki, hakem kararlarına uyulmazsa ne olur? İşte topluluğun “Adil Düzen” olup olmadığı burada anlaşılır. Hakem kararlarına uymayana karşı herkes cephe alıyorsa ve boykot yapabiliyorsa, işte o zaman o topluluk “Adil Düzen Topluğu”dur. Yok hakem kararlarının dışında, ortaklık gruba ayrılıyor ve aralarında kavgalar devam ediyorsa, o topluluk “Adil Düzen Topluluğu” değildir.

İslâmî bir topluluğun oluşması için bu şart olduğundan dolayı önemlidir. Onun için üzerinde duruyorum.

Saadet Partisi’nde ‘başkana itaat, başkana itaat’ diyorlar. Zalim düzende de itaat vardır. “Adil Düzen”de başkanın kararlarına itaat edilecektir. Ancak bu başkan aşiret ve kabile başkanı olacaktır. Yani, her gün karşılaştığımız başkana itaat edilecektir. Onun için Hazreti Peygamber’e, “Facire de itaat mı edeceğiz?” dediklerinde; “Evet, sizinle namaz kılıyorsa itaat edeceksiniz.” şeklinde cevap vermiştir.

Uzaktan kumanda yoktur. Onun dışında başkanın kararlarına da hakemler nezdinde itiraz edilebilecektir ve hakem kararlarına başkanlar da uymak zorundadır.

Hazreti Musa’ya, “Sen de zina yapsan recm edecek miyiz?” dediklerinde; “Evet, ben de zina yaparsam recmedeceksiniz.” diye cevap vermiştir. Yani, yargı kararları herkesi bağlar.

Yenibosna’da henüz örgütlenemedik. Genel Hizmet Sorumlusu ve Hakemler oluşmadı. Günlük toplantıları yapamıyoruz. İşte günlük toplantıları yapıp da sözleşmeleri yapar, muhasebeyi çalıştırır hâle geldiğimiz zaman cenin doğmuş olacaktır. Şimdilik yumurtada faal haldedir.

  نَبَذَهُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ (NaBaÜaHUv FaRİyQun MiNHuM)  “Onlardan bir fırka ahdini nebz etti.”

NABIZ” bilekte atan kan damarıdır. Vurup atmak demektir. Yani, ahde vefa göstermeyen kimseler mutlaka çıkacaktır. Mikropsuz vücut olmadığı gibi, ahde vefasızlık gösterenin olmadığı bir topluluk da “Adil Düzen” topluluğunda olmaz. Onları aramızdan uzaklaştırmayacağız. Onlar her zaman bize muhalefet etmeye devam edeceklerdir. Böylece topluluğumuz sağlığını koruyacaktır. Ancak, bizde başkanlık ve hakemlik müessesesi çalışacak ve topluluğumuz sağlığını koruyacaktır. Bu da o topluluğun başkanlarının yanında olmaları, başkanın da hakemlerin kararlarının bekçisi olması ile mümkündür.

İstişarede fikir beyan etme ayrı şeydir, başkanın kararlarına karşı hakemlere gitme ayrı şeydir. Ama, bunun dışında dışarıda başkanın aleyhinde konuşma yapılmaz. Hakem kararlarına karşı da hakemlere gidilebilir. Ancak kararlara kesin olarak uyulur. Uymayan kimse dışlanır. Onunla kimse iş yapmaz.

Burada yine önemli bir noktaya işaret edilmektedir. Bir fırka nebz edecektir; hepsi değil, bir grup. Bu grup kendilerinden olacaktır, “Adil Düzen”e katılanlar arasından olacaktır. Fikirde muhalefet serbesttir, amelde muhalefet isyandır. Önce ‘Genel Hizmet Sorumlusu’na, sonra da ‘Hakemlere’ kayıtsız şartsız itaat edilecektir. Başkana itaat etmeyenler hemen oraları terk edecek, hakemlere baş vurup iptal ettirdikten sonra döneceklerdir. Hakem kararlarına uymayanlar ise o topluluktan tamamen ayrılacaklardır. Hakem kararlarına karşı hakemlere giderler, iptal ettirebilirler.

Yaşlanmış olmama rağmen, Allah sağlık verdiği için Yenibosna’ya taşınıp bu hususta yardımcı olmak istiyorum. Bir tanesini kurduktan sonra, oradaki başarıyı yaşayarak gördükten sonra, görülecektir ki, hücrelerin çoğalması gibi bu kurallar işlemeye başlayacaktır. Adil Düzen Partisi böyle bir parti olacaktır. Programı net ve açık olacak, ne yapacağı yazılı olacaktır. Halk ona dayanarak oy verecektir. İktidar olunca da halk ondan taahhütlerini isteyebilecektir. Beş sene beklemeden, hakemlere gidip erken seçim kararını aldırabilecektir. Artık kimse çıkıp da ‘Halk seni istemiyor, seçime git!’ diyemeyecektir. Halk onunla beş senelik ahit yapmıştır. Eğer parti sözleşmesinde ahdettiklerine uyuyorsa, kimse beş seneden önce git diyemez. İktidar ahdine vefa gösterme durumundadır, ama halk da vefa gösterme durumundadır. Gösterip göstermediğine ancak hakemler karar verir.

بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ(100)   (Bal EaKÇaRuHuM Lav YuEMiNUvNa)  

“Ekserisi iman etmemektedir.”

Yani, ahdi nebz edenlerin ekserisi iman etmemektedir. Muhalif olanlar çıkarları için gelmiş olabilirler. Hattâ ajan olarak da gelmiş olabilirler. Dolayısıyla bunlar “Adil Düzen”e inanarak gelmemektedirler.

Bununla beraber bize başka bir şeyi de haber veriyor. Az da olsalar, bunların bir kısmı samimi olabilir. Muhalefeti Allah rızası için olabilir. Topluluğa kötülük yapmak için değil, tam tersine topluluğu fazla sevdiği için, ona zarar gelmesin diye muhalefet etmiş olabilir. Onların içinde böyle olanlar da olduğu için, böyle davrananları dışlamamamız, onlara başka gözle bakmamamız gerekir. Çünkü kimin samimi olduğunu bilemeyiz. Demek ki, ahdi nebz edenlerin içinde inanmışlar da var olacaktır. Onlar meşru muhalefeti yüklenmiş kimselerdir. Başkanın kararlarına, sonra da hakem kararlarına uymak görevdir. Ama muhalefet hakkı tavsiyedir, ibadettir.

Hakem kararlarına karşı da hakemlere gitmek öyledir. İnsanların inanmadıkları konuları savunmaları istenmediği gibi, uymak zorunda da değildirler. Hakem kararı yanlışsa, başkanın geçici kararı yanlışsa, o kararın icrasına katılmaz, ama topluluktan ayrılıp gitmez.

Burada bir hususa dikkat etmek gerekmektedir. Böyle yapanlar hakkında, iman etmişlerse herhangi bir azaptan bahsetmemektedir. Demek ki bu meşru görülmektedir. Kur’an ne kadar büyük kitaptır. Hiçbir açık bırakmamış, her şeyin en ince hükümlerini getirmiştir. Nasıl muhalefet edileceğini de öğretmiştir.

***

َ وَلَمَّا جَاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ(Va LamMAv Cav EaHuM RaSUvLun MiN GiNdi elLAHi)  

“Allah’ın indinden onlara her resul geldiğinde.”

Bundan önceki âyette İsrail oğullarının veya herhangi bir topluluğun yaptığı ahitlerden bahsetmiştir. Aşiretler ve kabileler, yani ocak ve bucaklar, kendi sözleşmelerini kendileri yapar, taahhütleri ile yönetimi oluşturur, kendilerini yönetirler.

Şimdi de “Allah’ın indinden kendilerine bir resul gelse.” denmektedir.

Burada ahitten sonra resulden bahsedilmektedir. Bunlar Hazreti Musa, Hazreti Muhammed gibi resullerdir. Halkın kendi içlerinden seçip kendi sözleşmeleri ile oluşmuş sözleşmelerin ötesinde, toplulukları daha ileriye götüren, kabile başkanlarının da üstünde resullerdir. Bunlar şa’b başkanları veya kavim başkanlarıdır. Bir site topluluğunun oluşmasının ötesinde bir il ve devlet oluşmasıdır. Yaşlanmış, dolayısıyla bozulmuş düzenin yerine yeni düzeni tesis eden başkanlardır.

Burada “RESUL” nekire gelmiş, “LEMM CÂEHUM” denmiştir. “İz Câehum” ile “Lemmâ Câehum” arasında şu fark vardır. “İz” geçmişte cereyan eden bir olayı anlatır, “Lemmâ” ise geçmişte beklenen bir olayı anlatır. Mesela, halk 2002 yılı sonunda seçimi beklemiş, yeni hükümetin gelmesini istemiştir. Seçim olmuş ve AK Parti iktidar olmuştur. İşte bu beklenen bir geliştir. Burada “LEMM” kullanılır. Bekleme devri ise çokluğu da ifade eder, “Küllemâ” mânâsını da taşır. Bekleme devri değilse, yalnız bir oluş için de söylenebilir.

“Allah’ın indinden resul gelmesi” neyi ifade eder? “Allah resulü” denmemiş, “Allah’tan resul” denmemiş de, “Allah’ın indinden resul gelse” denmiştir. Bunun anlamı şudur ki, başkan ve başbakan meclisten seçilecektir. Başka bir anlamı da şudur ki, meclis ulema sınıfından oluşacaktır. Seçilmiş ulema olacaktır. Generaller de ulema sınıfından olacaktır demektir. Çünkü “İNDİLLAH” demek meclis içinden demektir.

Birisi ortaya çıkıyor, yeni düzen getiriyor, halka anlatıyor. Önce bir aşiret ona uyuyor, sonra bir kabile oluyor, sonra şa’b oluyor, sonra kavim oluyor. Onun getirdiği düzeni kabul ediyorlar. Devlet oluşuyor. Yahut il oluşuyor, yahut bucak oluşuyor. Şimdi seçim iki türlü olmaktadır. Bir kurulmuş düzen vardır. O düzen içinde başkanlık makamı boşalıyor, halk sıralama usulü ile ehillerden birini seçiyor. Bu halifelerin seçilme biçimidir. Bir de biri çıkıyor, bir sözleşme yapıyor, o sözleşmeye birkaç arkadaşı inandırıyor. Onlar bir topluluk oluşturuyor. Bu topluluk büyüyor, büyüdüğü kadar topluluk oluyor. İşte şimdi anlatılan bu ikincisidir. İlk anlatılan birincisidir. “ADİL DÜZEN ANAYASASI”nda bu hüküm geçmektedir.

Bir apartman yapmak isteyen en az 30, en çok 100 nüfusa sahip on civarında aile anlaşır. Bunlardan dört şey istenir:

1.       Bir başkanın etrafında toplanmış olmaları gerekir.

2.       Bir sözleşmelerinin olması gerekir.

3.       Maddi imkanlarını ortaya koymaları gerekir.

4.       Çıkan nizaları çözecek hakemleri olmaları gerekir. Hakem kararlarına isteyerek uyma azmi ve inançlarının olması gerekir. Halkın o topluluğu oluşturma sosyal gücünün olması gerekir. Bu da hakem kararlarına uymayanların dışlanmasıdır.

Böylece ocak oluşmaktadır. Benzer şekilde bucak, il, hattâ devletin nasıl oluşacağı “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI”nda yazılıdır.

Başkan ve arkadaşları sözleşme yapıyorlar, bir merkez seçiyorlar ve ocak için semt halkına, bucak için ilçe halkına, il için bölge halkına, devlet için kıta halkına soruluyor:

‘Filanların oluşturacağı bir ile taşınmayı kabul ediyor musunuz?’ Yahut; ‘Onların kuracakları ile taşınmayı tercih edecek misiniz?’ Yoksa; ‘Farketmez, kimin yönetiminde olsa orada kalır mısınız?’

Buna yapılan taahhütler değerlendirilir. Cevaplardan sonra kurucuların çizecekleri merkez çevresi içinde kalan kişilerin sayısına gelecekler eklenir, gidecekler çıkarılır. Kalanlar 300 binden fazla ise illerini kurmuş olurlar. İşte bundan sonra bura halkı oranın anayasasına göre hareket etmek durumundadır.

مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ (MuÖadDiQun LiMAv MaGaHuM)  

“Kendilerinde olanları tasdik edici olmak üzere gelen resul her geldiğinde.”

Peygamberler gelmiş, dâvet etmiş ve asla zor kullanmamışlar, kimselere kendi kitaplarını zorla kabul ettirmemişlerdir. Herkes kendi dininde ve kendi inanışında serbestçe yaşamaya bırakılmıştır. Halk kendi arzuları ile getirdikleri kitabı kabul etmiştir. “ADİL DÜZEN ANAYASASI”nda da herkese soruluyor; ‘Bu yeni sözleşme ile oluşan ocağa, bucağa, ile veya ülkeye katılmak istiyor musun?’ deniyor. Kabul edenlerden oluşan kuruluş kuruluyor. Kendi istekleri ile bunu kabul etmişlerdir. Zorla kabul etmemişlerdir. Ekseriyet sistemi ile kabul edilmemiştir. Bir dikta rejimi ile kabul edilmemiştir. Demek ki kendi anlayış ve düşüncelerine uygundur ki, onu kabul etmişlerdir.

Burada önemli “Lillezîne Meahum” denmemiş de, “LiMâ Meahüm” denmiş, kastedilen sadece Tevrat veya İncil değildir.

Batı demokrasisi ekseriyet demokrasisine dayanır. Bir araya gelen topluluk ekseriyetle başkanını seçer, ekseriyetle karar alır ve diğerleri onların kararlarına uymak zorunda bırakılır. Hiçbir zaman ekseriyet temin edilemez. Çünkü sadece iki grup oluşmaz, gruplar oluşur. Beş grup oluşursa ekseriyet beşte birle sağlanır.

Kaldı ki, bu seçimler beş senede bir yapıldığı için, bir günde yapılan baskı ve zorlama ile iktidar olanlar beş sene kendilerine sağlam yer ayarlamaya çalışırlar. Kapitalistlerde sermaye ile, sosyalistlerde silahla öyle sağlam yer yaparlar ki, artık onları oradan kimse indiremez. Tehlikeyi kontrol altına almak için iki parti kurarlar. İkisi de kendi partileridir. Halk bu partilerden birini seçmek zorunda bırakılır. Yani, aynı adamın elinden tutacaksınız ama isterseniz sağ, isterseniz sol elini tutarsınız! İşte ekseriyet demokrasisi böyle kandırmacadır, böyle sahtekârlıktır.

Oysa, Kur’an’ın getirdiği demokrasi “hicret demokrasisi”dir. Yerinden yönetim ilkesi içinde her bucak kendi kanunlarını kendisi yapar ve onu kendi topraklarında uygular. İsteyenler orada kalırlar, istemeyenler o bucaktan ayrılıp başka bucağa giderler. Hattâ yeter sayı bulunca bucaklarını kendileri kurarlar.

İşte buna “hicret demokrasisi” diyoruz. İller için de, devlet için de aynı şeyler söylenebilir.

“Beraberlerinde olanı musaddık” demek, herkesin kendi isteğiyle kabul ettiği bir düzen demektir. Çünkü her zaman değiştirme hakkı ve gücü vardır. Devletin yapacağı işler bu göçleri kolaylaştırmaktır. Devlet hicret etmek isteyenlerin buradaki taşınmazlarını rayiç bedelle peşin para ödeyerek satın alacaktır. Sonra buraya göç edeceklere kârsız olarak aynı bedelle satacaktır.

نَبَذَ فَرِيقٌ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ (NaBaÜa FaRIyQun MiNa elLAÜIyNa EUvTu eLKiTABa)  

“Kitab verilenlerden bir fırka nebzetti.”

Burada “Kitap verilenlerden bir fırka” denmektedir. Kitap verilenler kimlerdir?

Bugün yeryüzünde kitap verilenler beş guruptur. Bunların hepsi Hazreti İbrahim peygamberin başladığı bütün insanlığı tek topluluk yapma girişiminin sürdürücüleridir. Hazreti İbrahim tek tanrılı dini getirmedi, o zaten Hazreti Adem’den beri vardı. Ama Hazreti İbrahim tek düzenli bir yönetim getirdi, yani tüm insanlığı bir ümmet yapmak istedi, bir millet yapmak istedi. Bunlar içinde ellerindeki Tevrat ve uygulamaları ile en etkin topluluk Yahudilerdir. Sayıları çok azdır, 10 milyon civarındadır. Diğer din mensuplarının sayıları ise milyarlarla ifade edilmektedir. Hazreti İbrahim’in Hazreti İshak oğlundan gelen peygamberlerin oluşturduğu Hıristiyanlık bugün en çok nüfusa sahiptir. Ondan sonra Hazreti İsmail’in soyundan gelen Müslümanların oluşturduğu nüfustur. Brahmancılık Hindistan’da, Budizm de Çin’de yayılmıştır. İkisi de Hazreti İbrahim’in Katura’dan doğan dört oğlundan gelen peygamberlerin eseridir. Bunlar kitap verilenlerdir.

Bir de kitap ehli vardır. Bunlar lâik düzenlerdedir. Kapitalizm ve sosyalizm bu düzenlerdendir. Günümüz dünyasında yönetime bunlar hakimdir. Ancak müntesipleri cemaatleşmemişlerdir. Hakka dayanmamaktadır. Sömürücü bir sınıfa dayanmaktadır. Onlar kitaplarını kendileri yazdılar. Kitap verilenlerin kitaplarından aşırarak, onları bozup yeni düzen kurmak istediler, ama başaramadılar. Sosyalizm yıkıldı, kapitalizm de ölüm döşeğinde kudurmuş köpekvari saldırmaktadır. Bunlar Yahudiliğe de Hıristiyanlığa da karşıdırlar. Ama zaman zaman bunları kullanmışlardır.

Buradaki “FERİKUN” kelimesi müfrettir. Bu şunu ifade eder. Sosyalistler ve kapitalistler aynıdırlar. Sadece görünüşte birbirlerine muhalefet ediyorlar. Nekire gelmesi bunların zaman zaman değişik kılığa girmiş olmasıdır. Ama bir dönemde bir fırka hakimdir.

Demek ki, ehli kitap dediğimizde dört büyük din ile Yahudiler anlaşılmaktadır. Bunlardan kopan bir fırka ise kapitalist ve sosyalistlerdir. Onlar görünürde savaş içindeler ama gerçekte Erbakan’ın dediği gibi canavarın iki çenesi mahiyetindedirler. Birbirlerine doğru giderlerken kitap verilenleri ezmektedirler.

Bunların hepsi ilâhi takdirdir. Burada da doğal muhalefet var olacaktır demektir.

كِتَابَ اللَّهِ (KiTABa elLAHi)  “Allah’ın kitabını nebzettiler, fırlatıp attılar.”

Burada kitap müfrettir, tekildir. Bunun mânâsını değişik şekilde anlarız.

a)       Her din mensuplarına bir kitap verilmiştir. O onların kitabıdır. Onlar kendi kitaplarını nebzettiler. Yani, Budistler ve Brahmanlar Furkan’ı, Hıristiyanlar İncil’i, Yahudiler Tevrat’ı, Müslümanlar da Kur’an’ı fırlatıp attılar. Hepsi değil, onlardan bir fırka yani sosyalistler ve kapitalistler. Biz lâikiz, düzenimize dini kuralları karıştırmayız dediler. Lâikliği böyle anlamaya çalışıyorlar. Oysa ehli hak lâikliği şöyle tanımlıyor.

1)       Bir şey dinî olduğu için imtiyazlı olmaz. Suçsa suç olmaktan çıkmaz, değilse de suç olmaz.

2)       Topluluk içinde bütün dinlerin yeri eşittir. Bir dinin diğer dinlere üstünlüğü yoktur. Kamu yönetimine eşit şartlarda katılırlar, kamu imkanlarından eşit şartlarla yararlanırlar.

3)       Dinlerarası çıkan ihtilaflarda müsbet ilim hakemdir. Tarafların seçecekleri hakemler ve onların seçeceği baş hakem yoluyla aralarındaki ihtilafları çözerler.

4)       Bir ülkede, hattâ bir ilde birden fazla dinler bir arada yaşarlar. Bir dine mensup olmak için bir arada değildirler, herkesin kendi dininde yaşayabilmesi için ortak savunmaya ve güvenliğe geçmişlerdir. Dinde baskı yok, tam tersine dini hürriyet için il ve devlet vardır.

b)       Kur’an son kitaptır. Diğer bütün kitapların musaddıkıdır. Kur’an nübüvveti sona erdirmiştir. Kitap verilenler bütün kitaplara iman edip kendi kitapları ile amel etmeleri gerekirken, sadece kendi kitaplarına inandılar ve son kitap Kur’an’ı da fırlatıp attılar. O halde burada “KİTABELLAH” deyince, diğer kitaplar değil de, Kur’an kastedilmiş olur. Bu mânâsı da doğrudur.

c)       “ALLAH’IN KİTABI” dediğimizde, Allah’ın halifesi olan topluluğun kitabı anlamına gelir. Ocak, bucak, il ve devlet kurucularının hazırlayıp oraya göç edenlerin kabul ettiği kitap kastedilir. Buna “Allah’ın Kitabı” denmektedir, çünkü bütün topluluk tarafından kabul edilmiş olduğundan o topluluk için icma olmuş olmaktadır. Burada kastedilen Allah’ın kitabı, kurucuların ortaya koyduğu kitaptır, ortak sözleşmedir. Önce kabul ediyor ama sonra ona uymuyorlar.

d)       “ADİL DÜZEN” gibi “İNSANLIK ANAYASASI” da zamanla Allah’ın kitabı olarak oluşacaktır. Şöyle ki, burada ilmî çalışmalar vardır. Uygulayarak oluşacak bu anayasa ile müsbet ilmin rehberliğinde ittifaklara doğru gidilecektir. Öyle bir gün gelecektir ki, o gün insanlık bu ilkelere ve hükümlerine karşı çıkamayacak, kabul edecektir. Nasıl ki bugün ‘insan hakları’ kavramı geliştirilmiştir, isteyenler katılmaktadır. Ama öyle hükümler vardır ki, insanlık onu icma ile kabul etmiştir. Mesela, herkesin savunma hakkı vardır. İnsanları savaş dışı köleleştirme, kişiliğini elinden alma insanlık tarafından dışlanmıştır. Buna rağmen insanlar fikren tasdik edecekler ama onunla amel etmeyeceklerdir.

Burada siyasilere önemli ihtar vardır. Programlarını yaparlar, seçimde sözler verirler, yazılı taahhütlerde bulunurlar. İktidar olunca açıp yazdıklarını okuma ihtiyacı duymazlar.

Mustafa Kemal inkılâp programını yaptı, uyguladı, on sene sonra halkın karşısına çıktı ve “Sizlere çok şey vaat ettim, hepsini yerine getirdim.” dedi. Şimdi AK Parti de programını açmalı ve vaat ettiklerini okumalıdır. Vaat ettiklerinin yüzde kaçını yaptıysa onu halka söylemelidir. “Vaat ettiklerimin yüzde doksanını yaptım.” diyebiliyorsa, o zaman yeniden iktidara talip olmalıdır. Bülent Arınç seçim esnasında, “Başörtüsünü çözmek bizim boynumuzun borcudur.” demiştir ama, başkan ve başbakan olunca artık böyle bir sorunları kalmamıştır! Şimdi de devlet başkanlığına talip oluyorlar!..

وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ (VaRAvEa JuHUvRiHiM)  “Zahrların verasına atıyorlar.”

Gerisin geriye fırlatıyorlar. Bir daha açıp bakmıyorlar.

Türk milleti Kur’an’ı mânâsını anlamadan yalnızca okudu. Sadece mistik etkilerle yararlanacağını sandı. Mânâsını ve muhtevasını sırtlarının arkasına attı. Tabii İsrail oğulları da böyle yaptı.

Türk milleti İstiklâl Savaşı’nı kazandı. Oh, nefes aldım derken, asıl sıkıntılar ondan sonra geldi…  

Demokrat Parti iktidar oldu, asıl sıkıntılar ondan sonra geldi…  

Kur’an’ın mealini okumak sevap sayılmıyordu. İzmir’de Remzi Güres ve Dursun Aksoy’dan oluşan küçük grup Hasan Basri Çantay’ın mealini okuyorlardı. Ben de katıldım. Akevler Ekolü bunun üzerine kuruldu.

Yavaş yavaş diğer cemaatler de Kur’an mealini okumayı ibadet saymaya başladılar.

Bir ara mealciler ortaya çıktı. Onlar Kur’an’ın Arapçasını terk edip sadece meal okumayı ibadet saydılar, hattâ namazlarını onunla kıldılar. Bu İslâmiyet’i tahrip etmek amacıyla başlatılmıştı. O zaman herkes onlara karşı iken, ben destekledim ve ‘Kur’an sizi yola getirir’ dedim. Sonra gördüler ki değişik mealler var, birbirine uymuyor, ‘Biz tercüme edelim’ dediler, bilenleri Arapça öğrenip kendi meallerini kendileri yazmaya başladılar.

Sonuç ne oldu? Böylece ister istemez Kur’an’la, Arapçasıyla haşır neşir oldular ve bunların bu çalışmaları büyük yarar sağladı. Bugün her tarafta Kur’an mealiyle meşgul olunmaktadır. Bu büyük bir hamledir.

Türkiye bugün Mekke devrindedir. Kur’an’ı mealiyle öğrenmektedir. Beklenen, Medine dönemine geçmedir.

Yarınki hedef  Kur’an’a dayanarak topluluklar kurmak ve işyerleri açmaktır. İşte şimdi onun hazırlığı yapılmaktadır. Türkiye yakında artık Kur’an’ı sadece fikrî jimnastik yapmak için okumayacak, onu uygulamak için okuyacaktır. Bu millet artık Kur’an’ı sırtlarının arkasından önüne getirecek ve onun ışığında III. Bin Yıl Uygarlığını kuracaktır.

كَأَنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ(101) (Ka EanNaHuM LAy YaGLaMUvNa)  “Sanki ilmetmiyorlarmış gibi.”

1900’dan beri dünyada iki düşünce çarpışmaktadır.

Bir görüşe göre, dinler artık ömürlerini doldurmuş ve işe yaramaz hâle gelmiştir. Dinler gericiliğin kaynağıdır. Yeni uygarlık müsbet ilme dayalı olarak doğacaktır. Yüzyılın başında okumuşların kahır ekseriyeti buna inanıyordu. 20. asrın sonunda dindarlar ölmüş olacak, gençler de aydın insanlar olacağı için dinler unutulup gidecektir. Ben bu anlayışımda gençliğimi yaşadım. Herkes dinlerin artık etkisiz hâle geldiğine inanıyordu. Dindarlar ise, kıyamet yaklaşmıştır, onun için din ortadan kalkacaktır diye düşünüyorlardı. Lâikler ise, din bâtıl bir şey olduğu, insanları kandırmak için uydurulan bir şey olduğu için, müsbet ilmin ve bugünkü teknolojinin karşısında yok olup gidecektir sanıyordu. Oysa asrın ikinci yarısında yapılan ilmî buluşlar sebebiyle, II. Cihan Savaşı’ndan sonra din düşmanlığı terk edilmeye başlanmıştır.

Türkiye’de bir ilim adamı olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan bu anlayışa karşı çıktı ve bu amaçla siyasi faaliyete geçti. Akevler’in de teşviki ile giriştiği bu faaliyet çok etkin ses getirdi. O zaman Humeyni Bursa’da sürgündeydi. İlim ile dinin sentez edileceği anlayışını kafasına koydu ve solcularla işbirliği yaptı. Dindarlar İran’da dünyada bir ilki gerçekleştirdiler ve inkılâbı başardılar. Din yeniden muzaffer bir iktidar olarak ortaya çıktı. Bunu örnek alan Gorbaçov Sovyetlerdeki reformları başlattı. Sovyetler yıkıldı ve sonunda orada da din düşmanlığı sona erdi. Dünyadaki solcular Marksizmi bırakarak dine saygılı sosyalizmi geliştirdiler ve böylece iktidar oldular. Çin’de de din düşmanlığı sona erdi. Avrupa Birliği’nde Papa tek söz söyleyen kimse oldu. Ölen John Paul dinlerarası diyalogu başlattı, Türklerin Avrupa Birliği’ne girmesine fetva verdi. Avrupa Parlamentosu üçte iki ekseriyetle Türklerin Avrupa Birliği’ne girmesi lehinde oy kullandı. Papa öldüğü zaman dünyanın en görkemli dinî merasimi yapıldı. Devlet başkanları gidip cenazesine katıldı. Onun yerine Alman katolikerinden bir papa seçildi. Almanya’da doğu Almanyalı Katolik bir hanım başbakan oldu.

20. yüzyılın başında din karşıtı birkaç Türk enteli kalmıştır. 2007 yılında bunlar da teslim bayrağını çekeceklerdir.

Amerika’da da artık din düşmanlığı yapan sömürü sermayesinin gücü sona erecektir. Türkiye’de AK Parti hâlâ bile bile “Adil Düzen”i, İslâm düzenini sırtlarının arkasına atmış bulunmaktadır; sanki bilmiyorlarmış gibi!..

Yine şunu hatırlatalım ki, bütün bu olanlar Sünnetullah gereği böyledir. Geçiş döneminde böyle yapmaları da normaldir. Onun için burada da herhangi bir azaptan söz edilmemektedir.

Demek ki Adil Düzenciler bunları olağan karşılayacak, bunlardan yararlanacaklardır. Nelerden yararlanıyoruz?

a)       AK Parti’nin başarısı Millî Görüşün başarısı kabul edilmektedir. Onlar istedikleri kadar bağırıp çağırsınlar, halk onlara Millî Görüşçü oldukları için oy verdi. Etkin güçler onun için iktidar olmalarına izin verdiler. Demek ki, AK Parti’nin başarısı İslâmiyet’in başarısıdır.

b)       “Adil Düzen”i uygulamıyorlar, bundan dolayı sonları hüsrandır. Herkes görecek ki, insanlar iyi de olsa, eğer düzen iyi değilse başarıya ulaşılamaz. Onun için artık kişileri değil, düzeni arayacaklar, düzene sahip çıkanları seçeceklerdir. Adil Düzencilerin şansı buradadır.

c)       AK Parti iktidarda olmasa biz rahat çalışamayız. İzmir Akevler’in başına gelenler, Millî Görüşün başına gelenler gibidir. AK Parti iktidarının getirdiği serbestlik Adil Düzencilerin çalışması için hazırlanan bir imkandır.

d)       İnsanlık şimdi “Adil Düzen”i hazmedemez. Faizsiz ve zinasız bir düzen onlara çok zor gelir. Bizim iktidar olmamız bu sebeple doğru değildir. İktidar olsak çatışmaya giderdik. Oysa AK Parti son derece uysal davranıyor. Bununla beraber AK Parti dini inançlardan ve İslâmî ibadetlerden taviz vermiyor. Böylece dünya yavaş yavaş “Adil Düzen”i hazmedecek hâle geliyor...

Kur’an da bunları bize İsrail oğulları örneklerinde anlatıyor ve olayları normal karşılamamız gerektiğini ifade etmiş oluyor. Adil Düzenciler için AK Parti ile Saadet Partisi ve diğer partiler arasında fark yoktur. Doğru yaptıklarında ‘doğru yaptınız’ deriz, yanlış yaptıklarında ‘yanlış yaptınız’ deriz.  

Adil Düzencilere tekrar Kur’an’ın lisanı ile hatırlatalım:

a)       Adil Düzenciler her söze kulak verip değerlendirir, baştan bir şeyi ne kabul eder, ne de reddederler, sonra sözlerin en iyisine uyarlar. Adil Düzenciler söyleyene değil, söylenene kulak verirler.

b)       Adil Düzenciler iyilikte yardımlaşmaya hazırdırlar, kötülükte de asla yardımlaşmazlar. Adil Düzenciler yapana değil, yapılana bakarlar.

c)       Adil Düzenciler kendileri sevilmeseler bile, karşılarında olanları severler. Kötülerle değil, kötülükle mücadele ederler. Kötüleri yenmek değil, tam tersine onları kötülükten kurtarıp da onlarla işbirliği yapmak için çaba gösterirler.

d)       Adil Düzenciler hükmettikleri zaman adaletle hükmederler. Yakınları da olsa, haksızların tarafında yer almazlar.

 

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3345 Okunma
2-bakara11-20
2368 Okunma
3-bakara21-30
2523 Okunma
4-bakara30-37
2253 Okunma
5-bakara37-48
2480 Okunma
6-bakara 49-57
3100 Okunma
7-bakara 59-61
3122 Okunma
8-bakara 62-69
2476 Okunma
9-bakara 70-76
3467 Okunma
10-bakara 77-83
2749 Okunma
11-bakara 84-88
2312 Okunma
12-bakara 89-93
2436 Okunma
13-bakara 94-101
2629 Okunma
14-bakara 102-105
3480 Okunma
15-bakara 106-112
2673 Okunma
16-bakara 113-119
2732 Okunma
17-bakara 120-123
2630 Okunma
18-bakara 124-130
2329 Okunma
19-bakara 132-138
2201 Okunma
20-bakara 139-143
2107 Okunma
21-bakara 144-149
2571 Okunma
22-bakara 150-158
2492 Okunma
23-bakara 159-165
2086 Okunma
24-bakara 166-173
2482 Okunma
25-bakara 174-177
2601 Okunma
26-bakara 178-182
2320 Okunma
27-bakara 185-187
6377 Okunma
28-bakara 188-194
2478 Okunma
29-bakara 195-198
2831 Okunma
30-bakara 199-206
2373 Okunma
31-bakara 207-213
2776 Okunma
32-bakara 215-217
2215 Okunma
33-bakara 218-221
2705 Okunma
34-bakara 222-228
3001 Okunma
35-bakara 229-232
3560 Okunma
36-bakara 233-235
2279 Okunma
37-bakara 236-242
2488 Okunma
38-bakara 243-246
2610 Okunma
39-bakara 247-248
2846 Okunma
40-bakara 249-252
3140 Okunma
41-BAKARA 253-256
2694 Okunma
42-BAKARA 257-259
2515 Okunma
43-BAKARA 260-264
3082 Okunma
44-BAKARA 265-269
2251 Okunma
45-BAKARA 270-274
2633 Okunma
46-BAKARA 275-277
2356 Okunma
47-BAKARA 278-281
2387 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2793 Okunma
49-BAKARA 283-284
2493 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3711 Okunma