BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
2606 Okunma
bakara 174-177

 

 

ADİL DÜZEN 389

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 51. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنْ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا أُوْلَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلَّا النَّارَ وَلَا يُكَلِّمُهُمْ اللَّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ(174) أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوْا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِ فَمَا أَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ(175) ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِي الْكِتَابِ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ(176)

 

إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ (EınNa elLaÜIyNa YaKTuMUvNa)  “Ketm etmiş olan kimseler.”

Nuh aleyhisselâmdan beri Allah’ın yeryüzüne gönderdiği kitaplar vardır.

Bunlardan elimizde bulunlar şunlardır.

a)      Tevrat: İçinde Hazreti İbrahim’in sahifeleri de vardır. Sümer tabletlerinde Tevrat’ta anlatılan hikâyeler mevcuttur. Ancak henüz tam olarak incelenmiş değildir. Tevrat’a mensup olanların dışında o kitabelere müntesip kimse kalmamıştır. Bununla beraber gelecekte çok şey aydınlanacaktır.

b)      Vedalar: Hazret İbrahim’in doğuya giden dört oğlunun Hindistan’da oluşturduğu Brahmanizm’in kitaplarıdır. Hâlâ Hinduların dini kaynağıdır.

c)       Purkan: Brahmanizm’in dini kaynaklarıdır. Vedalara dayanır. Bunların batı kolu Avestalar vardır. Hâlen varolan müntesipleri Mecusiler olabilir.

d)      İncil: Hıristiyanların kitabıdır.

Bu dört kaynağın asılları yoktur, elimize kadar gelenleri de yoktur, onlardan yapılan tercümeler vardır. Tercüme ve yorum hatalarından dolayı bu kaynakların yeniden ele alınıp yorumlanmasını gerektirmektedir. Asıllarına ulaşmak için şu yollar kullanılacaktır.

a) Bu kitaplarda bulunan çelişkileri makul varsayımlarla yorumlayarak gerçeğe ulaşılacaktır. Bir şey hem bir hem de üç olamayacağına göre, teslis akidesini tevil etmek zorundadırlar. Mesela, peder Rab’dir, Ruhu’l-Kudüs O’nun rahmetidir gibi yorumlar yapılabilir.

b) Bugünkü müsbet ilimlerin ulaştığı bilgiler ışığında metinler yorumlanmalıdır. Mesela, Allah güzel olduğunu gördün Kâinata yalnız fonksiyon yüklemedi, onu aynı zamanda estetik kurallar içinde var etti. Asıl olan fonksiyon olduğu için böyle gördü denmektedir.

c) Bütün dinler birlikte mütalaa edilerek onların birlikte anlaşılması hakkında uygun yorumlar getirilmelidir. Mesela Hinduların tenasühü, cennet ve cehennemdeki Allah’a rücu kavramı ile tevil edilmelidir.

d) Son kitap olan Kur’an ise lafzıyla ve diliyle değişmeden bize kadar gelmiş ve ilmî delillerle Allah’ın kitabı olduğu teyit edilmiştir. O halde onunla karşılaştırılarak tevil yapılmalıdır.

Kur’an lafzıyla ve diliyle değiştirilmemiştir. Ancak çağın anlayışı etkisinde kalarak yorumlar yapılmıştır. Böylece Kur’an değil ama İslâmiyet nerede ise diğer dinler kadar bugün muharref bulunmaktadır. Bunlardan birkaçına temas etmede yarar vardır.

a)      Kur’an’da, iman edip ameli salih işleyenleri cennete, küfredip zulüm edenlerin cehenneme gidecekleri defalarca ifade edildiği halde; Kur’an’a inananlar cennete, inanmayanlar cehenneme gidecekler şeklinde hatalı itikat yerleşmiş bulunmaktadır.

b)      Hazreti Muhammed’in resul olma dışında insanüstü hiçbir özelliği olmadığı halde, ona beşer üstü güç verilmektedir.

c)       Saltanata dayalı bir hilafet olmadığı halde, bin seneden fazla meşru sayılmıştır.

d)      Mescitler birlikte toplanıp muamele ve müşavere etme merkezleri olduğu halde, dünya kelamı konuşulamaz olmuş!

Adil Düzen” ne zaman gelmiştir, biliyor musunuz? “Adil Düzen Dersleri”ni Yenibosna’da masalar üzerinde değil, bir gün gelir de Mevlana Camii içine gidip rahlelerin üzerinde bu derslere başlanırsa, o zaman “Adil Düzen” gelmiştir demektir. Sizin yanınızda Risale-i Nurları tedris eden rahle olacaktır. Onun yanında Uşşakiler aleni olarak zikir yapabilecekler. Onun yanında Mevlana’nın Mesnevi’si okunacak, onun yanında fizik dersi tedris edilecek, onun yanında Marksizm anlatılacak...

Adil Düzen Çalışanları bunların yanına katılıp Kur’an’a göre onları kritik edebilecekler; onlar da “Adil Düzen Dersleri”ne katılıp Kur’an’ı kritik edebilecekler.

Böyle bir mescidiniz var mı? İşte böyle bir mescidin bulunmayışı tahriftir.

Kur’an ketmetmeyi büyük günah saymıştır.

KETM” ketb kelimesiyle akrabadır. Bir şeyi torbaya koyup onun ağzını dikip içindekini göstermemek yahut avuç içine alıp saklamaktır. Kur’an’ı, Tevrat’ı veya diğer kitapların mânâlarını gizleyip saklamak ketmetmektir. Burada muzari olarak getirilmiştir. Ketmetmiş olanlar, ketmedenler ve ketmedecekler anlamı verilmektedir.

مَا أَنزَلَ اللَّهُ (MAv EaNZaLa elLAHu)  “Allah’ın inzâl ettiğini ketmeden kimseler.”

İNZÂL ETMEK” demek, kondurmak ve yerleştirmek, insanların kullanacağı hâle getirmek demektir. “Demiri indirdi” deniyor; demiri insanların kullanacağı hâle getirdi demektir. İnsanların bilgisini ona ulaştırdı demektir. Allah’ın indirdiği, Allah’ın insanlara ulaştırdığı bilgiler demektir. Bunları dört grupta toplayabiliriz.

a)       Kur’an’ın sahifeleri gibi Allah’ın gönderdiği ve yazılı hâle gelen bilgilerdir.

b)       Bu metinleri yorumlayarak ondan anlaşılan şeyler demektir.

c)       Aklın düşünerek anladığı şeyler demektir.

d)       İnsanın planlayarak yapabildiği ve ürettiği şeyler demektir.

İnsan bunlara dayanarak bilgi sahibi olmaktadır. İnsan bunları başkalarından öğrenir. Sonra bu öğrendiklerini başkalarına aktarır. Böylece Allah’ın inzâli nesilden nesile intikal ederek devam eder. Bunlara yani aklî ve naklî delillere dayanarak ilmi çalışmalar yapmak demektir.

Bunları ketmetme demek, varılan gerçekleri saklayıp başkalarına intikal ettirmemek demektir. Bu da ya hiç söylememek, ya da özel kimselere söyleyip başkalarına söylememek demektir. Daha çok böyle olmaktadır. Allah bunu haram kılmıştır. İnsan öğrenmek isteyen kimselere öğretmek durumundadır. Kur’an’a göre telif hakları sözkonusu olmadığı gibi, ticari sır da yoktur. Müslümanların da bilgileri sır olarak ocaktan ocağa intikal ettirmeleri haramdır. İlim Allah’ın lütfüdür ve onun zekâtı da başkalarına öğretmedir.

مِنْ الْكِتَابِ (MıNa eLKıTABı)  “Kitap’tan inzâl ettiği.”

KİTAP” cins için olur. Kitap’tan ne indirdi ise onun bir kısmını gizlerler anlamı çıkar. Sayfalarını gizlemiş yahut mânâlarını gizlemiş olur; yahut “MİN” teb’iz için gelir, kitaptan elde edilen mânâların bazılarını gizlemiş olurlar. Burada “MİN”in gelmesi, Kitab’ın sahifelerinden çok anlamlarını gizlerler mânâsı çıkar.

Bunu Kur’an ehli de yapmaktadır. Kur’an’ı okurken bazı gerçekleri çok açık olarak gördükleri halde, bunu söylemek fitne yaratır diye onu söylemezler, gizlerler. Bir yazı yazarsınız, her yayın organında CIA talimatlı şeytanın refiki olan yazı işleri sorumlusu veya yayın sorumlusu var, o yazıyı eler ve yayına sokmaz. Kendisiyle tartıştığınızda size şunu der; yazdığın doğru ama bu söylenmez ve yazılmaz! Niçin? Onu o da bilemez! O kendisini trafik memuru sanmaktadır. Kimin görevlisi olduğu da bilinmemektedir, kendisi de bilmemektedir. Ama modaya uyarak işine gelmeyen fikirlere sansür uygulamaktadır. Böyle bir neşriyatı tedvin eden sömürü sermayesidir. Her şeyi kontrol altına almak için her yayın organının başına böyle fahri bekçiler koymaktadır. Sömürü sermayesinin söylediklerinden başka hiçbir düşünce ve görüş yayında yer alamaz.

Adil Düzen Anayasası”nda buna çare bulup şeytanın bize tasallutunu önlemek için şu sistem geliştirilmiştir. Bir derginin vergiden muaf olması ve dağıtımın bedava yapılabilmesi için on kadar ehliyetli değişik görüşe sahip yazara yazdırmak zorundadır. Bu yazarları yayın organı seçer ama bunların maaşları ortak bütçeden verilir. Yazarın yazısını kimse sansür edemez. Yazarın yazısını sansür etmek demek, Allah’ın inzâl ettiğini ketmetmek demektir. Onlar karınlarında ateş yemektedirler.

Yazar hatalı veya yanlış yapıyorsa, mağdur olanlar hakemlere gider, hakemlerin kararı ile yazarın elinden yazma yetkisi alınabilir. Ama Tanrı’nın atadığı bir halifeymiş gibi bir yazı veya yayın sorumlusunun sansür etmesi Allah’ın lânetini kendilerine çeker. Yazar olmayanlar, yazılarını bunlardan herhangi birine gönderir ve onların yayınlamalarını isterler. Çoğulcu sistem olduğu için halkın yazı yazmada önü açılmış olur.

وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا (Va YaŞTaRUvNa BiHIy ÇaMaNan QaLıyLan)  

“Onunla kalil semeni iştira ederler.”

“ELLEZÎNE” erkek kurallı çoğuldur. Topluluğu içermektedir.

Yeryüzündeki bugünkü basın-yayın organize olmuş, gerçekleri ketmetmektedir. Bu organizasyon sömürü sermayesi tarafından yapılmaktadır.

a)      Önce, basın ve yayın araçları çok pahalı hâle getirilmekte, ancak kendilerinin desteklediği basın ve yayın faaliyet gösterebilmektedir.

b)      Sonra, dağıtımı tekelleri altında bulundurmaktadır. Siz bir kitap bassanız bile satamazsınız. Kitap satanlarda da yayın organlarına benzer bekçiler vardır; nâr ehli bekçiler vardır.

c)       Ayrıca, yasaklarla dolu kanunları uygulamakla görevli savcılar vardır. Eğer siz onların istemediği bir yazı yazacak olsanız, yahut bir yerde yayınlasanız, ihbar mekanizması ile savcılar faaliyete geçerler. Seneler süren davalarda kahrolup gidersiniz.

d)      Basın-yayında kendilerinin yetiştirdiği kişiler vardır. Onlar konuşmadan siz konuşamazsınız. Onların onaylamadığı kitabı siz yazamazsınız. Yazarsanız, Atilla Yayla gibi kendinizi kapı dışında bulursunuz.

Buradaki asıl sorun da, basın-yayında yazarlar karın tokluğuna çalışmaktadırlar. Kalil bir semen yani az bir ücret karşılığı bunu yapmaktadırlar. Ekonomik bozukluklar insanları karın tokluğuna çalıştırmakta, hem de gerçekleri ketmettirmektedir. Ne yapılması gerekir?

Yazarların “Adil Düzen”e göre organize olmaları gerekir.

a)      Bir dergi çıkarmalı ve burada yazı yazarak fikirlerini açıkça ifade edebilmelidirler.

b)      Dergi yalnız abonelere satılmalıdır. Aboneler bilinçli olarak bu dergiyi alıp okumalıdırlar. Okuyucu kooperatife üye olmalıdır.

c)       Abonelere ulaştırma işi için özel organizasyon yapılmalıdır.

d)      Derginin kâğıt ve matbaa parası ortak iş adamları tarafından karşılanmalıdır. Dergi yalnız bunların mallarını tanıtmalı, başka reklam almamalıdır.

e)       Bu iş yerlerinin zekâtları ile bu yazarlar finanse edilip kalil semenle çalışma zorunda bırakılmamalıdır.

f)       Marketler zincirini oluşturduğumuz zaman, bu marketlerde yalnız bu şekilde kooperatifleşmiş yayın organlarının neşriyatını satacağız.

g)       Televizyon ve radyo bu dergi kooperatifleri tarafından kurulmalı ve işletilmelidir.

 أُوْلَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ(EuLAEiKa MAv YaEKuLUvNa)  “Onlar eklediyorlar.”

İştira ettikleri kalil bir semen yani yedikleri şey ateşten başkası değildir.

Burada yazarlara ve yayıncılara önemli ihtarlar vardır. Genel olarak denmektedir ki, söylediğin doğru olacak ama her doğruyu söylemeyeceksin. Bu âyet bu kuralı reddeder. Söylenmesi gereken yerde söylememek de yalan söylemek kadar günahtır. Mahkemeye çağırıldığın zaman bazı şeyleri gizlersen, o da yalancılıkla şehadettir. Yazarlar söylemeleri gerekenleri söylemek zorundadır. Gerçekler gizlenmemelidir. Bugün sömürü sermayesinin kurduğu tezgah içinde gerçekleri söyleyemiyoruz. Biz yazarsak da o zebaniler yayınlamıyor.

O halde yapacağınız iş “Adil Düzen”e göre önce dergi/ler çıkarmak, sonra televizyon/lar kurmaktır.

Bize saldıracaklar, ama Allah bizi koruyacak ve bir gün bu ketmedenlerin yanında, her şeyin açıkça söylendiği -şeytanların yayını yanında- Allah’ın yayını da ortaya çıkacaktır.

فِي بُطُونِهِمْ (FIy BuOUvNıHıM)  “Kendi batınlarında ekletmiyorlar.”

BATN” kelimesini niçin kullanmıştır. Buradaki yenen yemeğin ateş olmasını mecazi mânâda değil de, gerçek anlamda anlamamız gerektiğini ifade etmektedir.

Bu şekilde çalışan insanların âhirette azaba uğrayacaklarını bildirmektedir.

Adil Düzen Çalışanlarının ne büyük sorumluluklar yüklendikleri burada ortaya çıkmaktadır. Zaruretler haramları helal kılar. Biz Adil Düzen müesseselerini kuramadıkça, onların günahları da “Adil Düzen”i öğrenmiş ama kurmaya çalışmayanların üzerinde olacaktır. Adil Düzen Çalışanı olmak, Hazreti Resul’ün muasırı olmayan sahabesi olmaktır; cennetin en yükseklerinde yer almak demektir. Ama o derece aynı zamanda sorumluluğu da içerir. Artık geceleri yatıp rahat rahat uyumak bize helal değildir.

إِلَّا النَّارَ (İlLa elNAVRı) “Yalnız nâr ekletmektedirler.”

Allah’ın kitaptan inzâl ettiklerini ketmeden cemaat, batınlarında nârdan başka bir şeyi ekletmiyorlar.

Burada ekl eden kişi değildir, topluluktur. Böyle yayın organlarında yer alan kimselerdir. Biz orada çalışmasınlar, bıraksınlar, yazmasınlar demiyoruz. Orada yanlışı yazmasınlar. Ama gerçekleri de yazdırmazlar. Yazarlarsa orada yazamaz olurlar. Öyleyse oralarda şimdi olduğu gibi yazabildikleri kadar yazacaklardır. Onlardan istediğimiz ne olacaktır? Dergiyi çıkaracağız, bizim dergimizde yazı yazmaya başlayacaklar. Ancak bizden sabit ücret istemeyecekler. Dergi satıldıkça gelirden sözleşmemize göre pay alacaklardır.

Böyle bir yayın organını çıkarmak üzerimizde farzdır. Buraya katılanlar ateş yemekten kurtulacaklardır. İnternet yayınlarını da abone yayınlarına çevirmeliyiz. Sadece abone olanların okuyabileceği bir sahifemiz olmalıdır. Onlardan cüz’i de olsa bir karşılık alıp bir fonda toplamalıyız. Sonra o fon ile dergimizi çıkarabiliriz.

Burada yenen bu dünyadaki ateş midir, yoksa âhiretteki ateş midir? Bu dünyadaki ateş ise bu paranın haram olduğu ifade edilmiştir. Gerçekler gizlenmemelidir.

وَلَا يُكَلِّمُهُمْ اللَّهُ (Va LAv YuKalLıMUHUMu elLAHu)  “Allah onlarla tekellüm etmez.”

Allah onlarla tekellüm etmez, onlarla konuşmama cezasını verir demektir. Madem ki Allah’ın onlara söylediklerini gizlediler, artık onlara bundan sonra tekellüm yoktur. Bizim de böyle söylenenleri çarpıtanlara vereceğimiz ceza, onları muhatap almamaktır. “Allah tekellüm etmez” deyince, öylelerini topluluk muhatap almaz demektir. Sermaye günümüzde tekelini oluşturmuş, kendi anlatmak istediklerinin dışında kimseye bir şey anlattırmıyor. Sosyalistler kendilerini anlatacaklarına, kapitalistleri kötülemekle meşguldürler. Kapitalistler de kendilerini anlatacaklarına sosyalistleri kötülemektedir. Onları dinerseniz Kâinat zulüm ve karanlıklar içindedir, hiç iyilik yoktur. Bu hastalığı dinlerin içine de sokmuşlar; karşı tarafı tekfir edip cehennem göndermekle cennete gideceklerini sanıyorlar. Oysa başkalarının kötülükleri ile değil, ancak kendi iyilikleri ile cennete gidebilirler.

يَوْمَ الْقِيَامَةِ (YaVMa eLQıYAMaTi)  “Kıyamet Yevmi’nde onlarla tekellüm etmeyecektir.”

Bir arkadaşınız sizi arar da konuşursa hoşunuza gider. Makamı yücelmiş bir kimse ile sohbetten zevk alırsınız. Allah’la konuştular diye peygamberlere ne kadar saygı gösteriyoruz. Âhirete vardığımızda cennet ehli olursak, Allah bizimle peygamberlerle kelam ettiği gibi kelam edecektir. Bu bizim için en zevkli anlar olacaktır. Hem de yüz yüze konuşur gibi olacağız, Allah’ın vechini müşahede edeceğiz.

İşte, Âhiret Günü’nde bu gerçekleri gizleyenler, olanı olduğu gibi söylemeyenler, Kitap’tan gizleyenleri muhatap almayacaktır. Bugün sermaye fitnesinde kalarak din adamlarını unuttur. Onlar da mabetlerde, kilisede, , camide Kitap’tan anladıklarını ve öğrendiklerini değil de; halk arasında yaygın olup şeytan hizbinin oluşturduğu hurafeleri din olarak anlatmaktadırlar. Artık herkes Kur’an’a dönmelidir. Diğer kitapları da okumalıdır ama Kur’an’ı anlamak için okumalıdır. Bu ne yapar? Bu bizi birliğe götürür. Farklı farklı anlasak bile yine de kelimeler bizi birleştirir. Zaten bir şeyin yanlışını düşünmeden doğrusunu düşünemezsin. Matematikte olmayana ergi metodu denmektedir. Dolayısıyla filan adam yanlış söylüyor diye onu susturmak asla caiz değildir. Yanlışı söyleyecek ki bizim doğrunun kıymeti olsun. Bizim düşündüğümüzün doğru olduğu yanlışı yenmesiyle ortaya çıkacaktır. Hak gelecek, bâtıl gidecektir; bâtıl olmayacaktır değil. Bundan dolayı mü’minler her söze kulak verirler ama en iyisine uyarlar. Demek ki her sözde bir iyi taraf varmış.

Buradaki “Kıyamet Yevmi” kaydı yalnız konuşmaza dahildir. Karınlarındaki ateşi ise burada yemekte, haram olanı yemektedirler. Din adamlarına da çoklu sistem olacaktır. Biz bucakta on kadar din adamı bulunacaktır. Zaten bugün her köyde bir imam vardır. Biz bunu köyde değil, bucak merkezinde toplanmalarını öneriyoruz. Cuma namazı köylerde değil, nüfusları 3000 ile 10000 arasında olan bucak merkezinde olmalıdır. Artık köylerde dağınık evlere son verilmelidir. Bugünkü ulaşım ve haberleşme araçlarından sonra bucak merkezinde bütün bucak halkı toplanacaktır. Herkes kendi dini danışmanının rahlesine oturup vaaz ve nasihati dinleyecektir. Ezan okununca herkes birlikte saf olup Cuma imamının arkasında namazlarını kılacaklardır.

İşte böyle herkesin dini önderi olunca, bu sefer onu seçenler sorumlu olurlar. Gizleyeni seçen kendisi sorumlu olur. Ama serbest olmazsa o zaman kişilerin seçme imkanı olmadığı için sorumluluk kişiden kalkar. Nasıl ekonomide anlaşıp tekel oluşturuyorlarsa, çoğu zaman din adamları veya ilim adamları birbirlerine baskı yaparak tekel oluşturur ve kişi istediğini söyleyemez duruma düşer.

Allah burada fikir tekeli veya kartelini oluşturan gruplara hitap edip onları inzâr etmektedir. Kişinin kendine göre takdir ettiği bazı şeyleri şimdilik söylemek ayrı şeydir, ilmi ve fikri tekel altına almak ayrı şeydir.

 وَلَا يُزَكِّيهِمْ (Va LAv YuZakKIyHıM)  “Onları tezkiye etmez.”

İslâmiyet’te tezkiye müessesesi vardır. Tezkiye, dayanışma ortaklığında teminat vermektedir. Bu tezkiye, bu işi yapabilir demektir. Allah âhirette mü’minlerle konuşacak, herkesle ayrı ayrı ilgilenecektir. Mahkemeler kurulacak, soruşturmalar yapılacak, şahitlikler yapılacaktır. Şehadet yapacakları da Allah tezkiye edecek, şehadetini kabul edin diyecektir. Defterle böyle yargılama olacaktır. İşte burada tanıklık yapacakların tezkiye edilmeleri gerekir. Allah bu gerçekleri gizleyenleri tezkiye etmeyecektir.

Bir kimse yalandan şahitlik yaparsa o bir daha şahitlik yapamaz. Davet olunduğunda bildiklerini gizleyen kimsenin de şahitliği kabul edilmez. Burada yeni müessese ortaya çıkmaktadır. Bir topluluk da tezkiye edilecektir. Eğer bir topluluk, mesela bir basın kuruluşu yazarlarına gerçekleri yazdırmıyorsa, baskı yapıyorsa, ona karşı uygulanacak en etkin ve adil müeyyide yayın haklarından yararlanmamasıdır. Ne yapılmaz? Oradaki yazarların ücretleri kamuca ödenmez, o derginin dağıtımı yapılmaz.  

وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ(174)  (VaLŞaHUM GaABun ELIyMun)  “Onlara elim azap vardır.”

Onlara acıtıcı azap vardır.  Kur’an bugün bize nâzil oluyor kabul edecek ve ona göre mânâlandıracağız. Kur’an’ın “ONLAR” diye bahsettiği kimseler bugünkü yaşayan insanlar olmalıdır. Tarihte yaşamış kimseler bizim muhatabımız değildir.

Elim azaba uğrayacak bugünkü insanlar kimlerdir:

a) “Adil Düzen”i kabul etmeyip ona cephe alan tüm ehli kitap onlardır. Adil Düzen, Allah’ın inzâl ettiklerini bugün müsbet ilmin verileri içinde yorumlayıp tüm sorunlarımızı çözmek demektir. Kitaba dayanmadan, dört delile dayanmadan sorunları çözmek, lâik mantıkla sorunları çözmek, gerçekleri gizlemektir.

b) Bugünkü dünya üniversiteleri ve okulları, Allah’ın insanlara müsbet olarak indirdiklerini inkâr edip ateist bir dünyayı, zulüm dünyasını, kapitalizmi ve sosyalizmi dayatmakta, ilmî gerçekleri gizlemektedirler. Bunlara elim azap vardır.

c) Bugünkü basın ve yayın organize olmuş bir şekilde hakka ve dine saldırmakta, “Adil Düzen”in duyulmasını ve yayılmasını önlemektedir. Bunlara acıklı azap vardır.

d) Tüm yönetin siyasi düzene karşı dikilip hortumcuların aracı olmaktadır. Devlet televizyonlarının ve imkanlarının zulme araç olmasını sürdürmelerine izin vermektedir. Devlet adaleti tesis için vardır. Devlet lâikliğin tesisi için vardır. Yani, herkesin istediğini istediği gibi söylemesi ve sorunların tartışılması için vardır. Devlet bir saplantının hamisi değildir. Devlet yöneticilerin çiftliği değildir. Herkes onların istediği şeyleri okumak zorunda bırakılamaz, herkes onların istediği gibi ibadet etmeye bırakılamaz.

Sonuç olarak şunu tesbit etmiş bulunuyoruz ki, “İNNELLEZÎNE YEKTUMUNE/ Ketm etmiş olan kimseler.” demek, örgütlenerek kendi düşüncelerinden başka düşüncelere, kendi ibadetlerinden başka ibadetlere yer vermeyen zihniyetler veya iktidarlar, bu azaba müstahak olanlardır.

İktidar dediğimiz zaman siyasi iktidarı anlamamalıyız. İktidar siyasi olur, dinî olur, mâlî olur, ilmî olur. Eğer tek düşünceyi empoze eder de tekelciliğe giderseniz, diğer görüşlere imkan vermezseniz, o zaman o Allah’ın inzâl ettiğini gizlemek olur. Ama tüm görüşler ortaya çıkar, herkes o görüşler içinde istediğini seçme özgürlüğüne sahip olursa, o zaman Allah’ın indirdiklerini gizlememiş oluruz.

***

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوْا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَى (EuLAvEıKa elLaÜIyNa iŞTaRaVUv elwWaLALaTa Bi eLHUVWAv)  

“İşte onlar hüda ile dalaleti satın almışlardır.”

Topluluk içinde baskı yaratarak karşı düşünceleri sindirmek “DALALET”tir. Oysa herkes her görüşü, kendisine gelen içtihattaki ilhamı ortaya koyar, insanlar da onlardan istediklerini seçerse bu “HİDAYET” olur.

Allah yeryüzünü insanları imtihan etmek için yaratmıştır. İmtihanda sorular sorulur, ondan sonra istediğini yaz denir. Doğru yazanlar sınıflarını geçerler, yanlış yapanlar kalırlar. Allah da insanları imtihan etmektedir. Nasıl test imtihanlarında doğru-yanlışlar soruluyor, sonra istediğini işaretle deniyorsa, Allah da insanlara doğruları ve yanlışları göstermekte, sen şimdi hangisini istiyorsan o şıkkı seç demektedir. Doğru şıkkı seçenler cennete, diğerleri ise cehenneme gidiyor. Şimdi öyle imtihan yapıyorsun ki sadece doğru şıkkı yazıyor, diğer şıkları yazmıyorsun. Haydı şimdi sen bu A şıkkını işaretle de cennete git diyorsun, sınıfı geç diyorsun.

Bu ne kadar saçmaysa, yanlış şıkları gizlemek de o kadar yanlıştır. Kaldı ki bunu sen öğrenci yapıyorsun. Diğer öğrencilere diyorsun ki, hepiniz “C”yi işaretleyeceksiniz; sonra hepsi sınıfta kalıyor!  

Bir şeye tekrar dikkatinizi çekmek istiyorum. Burada kendilerine başka imkan verilmeyen öğrenciler değil, bu imkanı vermeyen teşkilat ve burada aktif rol alan kimseler sorumludur. Yazısı sansür edilen kimse değil, yazıyı sansür eden sorumludur. Bugünkü tabirle sermeyenin gönüllü temsilcileri sorumludur.

HİDAYET” nerede vardır? Her düşüncenin ve çözümün ortaya konması ve onların içinden kişilerin istedikleri çözümü seçme hürriyetidir. Herkes kendi seçiminin doğru olduğunu, diğer görüşlerin hatalı olduğunu savunacak. Burada asıl olan karşılıklı tartışmanın yasaklığı değildir. Tam tersine, karşı tarafı susturup yalnız benim görüşlerim dile getirilecektir demek azabı müstelzimdir. Yoksa karşılıklı tebliğ ve inzar, müzakere ve mübahase elbette olacaktır. Şimdi benim kitaplarımı okuyanlar bunun için karşı çıkıyorlar.

Ben din adamı olarak Kur’an’ı yorumlamıyorum, ben düzeni açıklamak için Kur’an’ı yorumluyorum. Benim için Kur’an ehli ile Tevrat ehli birbirine eşittir. Ama eğer bir mü’min olarak insanlara gidip Kur’an’ı tebliğ ile işe başlasaydım, onlara teslisin şirk olduğunu anlatmaya başlardım, Sünniliğin Şiilikten daha iyi olduğunu söylemeye çalışırdım. Ama onlara da aksini söylemede aynı derecede söz hakkı verirdim.

وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِ (Va eLGaÜABa Bı eLMaĞFıRaTi)  “Azabı da mağfiretle iştira etmişlerdir.”

Burada “AZAB” “MAĞFİRET” karşılığı getirilmiştir. Bu çok önemli bir karşılaştırmadır.

MAĞFİRET” demek, işlenmiş hataların cezasının çekilmesidir. “AZAB” ise yapılan bir hatanın cezasının çekilmesi demektir. Bir insan veya cemaat içtihatlarını yaparken, varsayımlarını koyarken hata yapar. Hata yapmayacak insan yoktur. ‘Hatasız kul olmaz’ derler. Hata yapmayan yalnız Allah’tır. Ben hata yapmam diyen tanrılık taslamış olur. Şimdi siz bir içtihadı ortaya koydunuz, başka içtihatlara yer vermediniz. O zaman o içtihadınızdaki hatadan dolayı sorumlusunuz. Yalnız kendi yaptıklarınızdan değil, tüm sizin içtihadınızla amel edenlerin yaptıklarından sorumlusunuz. Demek ki çoklu olmayan sistemde hata affedilmez hal alır.

Oysa başka kimselerin de içtihatlarına imkan verir, onların da yayınlanmasını sağlarsanız. Sansürle fikir ve görüş cellatlığını yapmazsanız, insanlara tercih imkânı sağlamış olursunuz, sizi tercih edenler kendi iradeleri ile tercih edeceklerinden dolayı siz sorumluluktan kurtulursunuz. Siz kendiniz de içtihattaki hatadan kurtulursunuz. Çünkü içtihadınızda samimisiniz demektir. İçtihatta baskı demek, siz samimi değilsiniz demektir.

Siz başkalarına söz söyletmediğiniz zaman zaten içtihat yapmamış, bütün delilleri değerlendirmemiş olursunuz. O zaman da içtihattaki hatanızdan dolayı değil içtihat yapmadığınızdan dolayı sorumlu olmaktasınız.

فَمَا أَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ(175)  (Fa MAv EaÖBaRaHuM GaLA elNAVRı)  

“Nâra onları esbar eden nedir?”

Burada gelen “Fa” harfi yukarıdaki hükümlerin tamimi içindir. Yani, yalnız kitaptan elde ettiklerini ketmedenler değil, ilim yoluyla elde edilenleri de ketmedenler aynı azaba duçar olacaklardır. Müsbet ilimle Allah’ın inzâl ettiklerini ketmedenler de esbar değildirler. Sünnet yoluyla inzâl ettiğini ketmedenler de esbar değildirler. İcma yoluyla inzâl ettiklerine de esbar değildirler. Kıyas yokuyla içtihatla inzâl ettiğini ketmedenler de esbar değildirler. Buradaki “Fa” böylece yukarıdaki ifadenin illetini tamim etmiştir.

Buradaki “Mâ Esbarahum” taaccüb fiilidir. Emsileyi okuyanlar bilirler, isimlerden sonra fiili taaccüp olarak iki fiil zikredilir. “Ensir Bihi” ve “Mâ Ensarahu”. Kur’an’da bu fiil birkaç yerde geçer.

” Mâ-i nafiye olabilir. Ateş onları en çok dayanıklı yapmadı anlamı çıkar. Böylece böyle yapmalarına karşı taaccübü ifade eder. Taaccüb mecazen verilmiş olur. Veya istifham “”sı olur.

Onları bu kadar sabırlı kılan nedir? Seni bu kadar ateşe dayanıklı yapan nedir? Nasıl oluyor da sen bu kadar ateşe dayanıklı oluyorsun? demek olur. Tabii soru da cevap almak için değil de, taaccübü bildirmek içindir. Buradaki taaccüp kelime mânâsındaki taaccüp değildir. Ben sizin bu davranışınıza mânâ veremiyorum demek olur. Sabretmek dayanmaktır, ateşe dayanmaktır.

Tekrar Kur’an düzenini baştan gözden geçirelim. İnsan eksik yaratılmıştır. Vehbi ilim yeterli değildir. İnsan ne yapacağını doğuştan genetik olarak bilmemektedir, onun için ona öğrenme melekesi verilmiştir. Başkaları ona sorunları çözer, bildirir ve o da ona göre hareket eder. Bu başkalarını seçme özelliği eski şeriatlarda verilmiştir. Akıl yoluyla kimin sorunları en çok çözdüğünü kişi düşünür ve ona göre yolunu seçerdi. Yine de özgürlük vardı. Kur’an’dan sonra bu seçme halk için yine böyle kaldı. Ama fakih ve rasihler için yani alimler için içtihat yapma hükümleri getirildi, vahyin yerini içtihat aldı. Kişilerin ayrı ayrı yaptığı içtihatlarla varılan sonuçlara göre amel edilir. Hata ma’fuvdur. İçtihatlarda icma olursa onda artık hata yok kabul edilir. İcmaya gidebilmek için herkesin önce bağımsız içtihat yapması ve değişik yollardan sonra çözülmesi gerekir. Kendiliğinden birikim olursa ona icma demiyoruz, ittifak diyoruz. İşte bir kısım fikirlerin açıkça söylenmesini önleyen kimseler bu icmaya imkan vermez. Bâtıl üzerinde icma varmış gibi göstermiş olurlar. İcma âyet gibidir, inkâr eden kâfir olur. İcma olmayanı da âyet gibi saymak da küfürdür. Demek ki muhalif fikirleri söyletmek günah değil küfürdür. Kur’an bunun için kıtal yapılabileceğini söylemektedir. Savaşı meşru kılan sebeplerden biri de insanların dinde zorlanmasıdır. Ben bir televizyona Ehli Sünnetin mezheplerini anlatan bir kitabın tercümesini verdim, bunun tartışılmasını istedim. Kendilerini Ehli Sünnetin temsilcisi kabul eden bu zavallılar, elim azabın müstahakları, ‘bu şimdilik fitne olur’ dediler ve programa alınmayabilir diye değerlendirdiler.

Adil Düzen Çalışanları bilsinler ki kendilerinden olmayan hiçbir şey onlara yaramaz.

Sömürü sermayesi dünyada kendi görüşünden başka görüşlerin dile getirilmesini istememektedir. Onun ekonomik ve reklam baskısı ile tüm insanlık hidayeti satmış, dalaleti almış; mağfireti satmış, azabı satın almıştır. Bunların cezası ateştir ve bu ateşe de en çok dayanacak kimseler değildir. Siz onları bırakınız. Siz çalışırken herkesin fikirlerine saçma sapan da olsa fikirlerine saygı gösterin. Onların muhalefet etmesinden dolayı Allah’a hamdediniz. Onların konuşmasını ilâhi lütuf kabul ediniz. Bunu toplantılarda böyle yapınız; yarın dergi çıkarırsanız böyle yapınız; yarın televizyon olursa böyle yapınızı, her fikre yer veriniz. Dikkat edin, her fikre yer vereceğiz diye hak olan fikirleri kovalayın yahut bâtıl fikirler içinde yok olup gitmeye imkan vermeyiniz. Bunu nasıl yaparsınız? Bâtıl fikirler karanlıktaki el yordamı ile bulunan fikirlerdir. Gerçekler ise mum ile aydınlanmış olan bilgilerdir. Mum ile görülme mümkün olunca, karanlıkların yanlış bilgileri yok olup gider.

***

ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ (ÜAvLıKa Bı EnNa elLAHa NazZALa elKİTAvBa Bi el XaqQı)  

“Bu Allah’ın Kitab’ı hak ile inzâl etmesinden dolayıdır.”

Yani, Allah’ın kitapları, bütün kitapları hak ile inzâl etmesinden dolayıdır. Bütün kitaplarda hak vardır. Doğruların hepsi Allah’tandır, yanlışları ise insanlar sokmuşlardır. Böyle olunca insanlara düşen görev bâtılı haktan ayıklamaktır. Hak ile bâtıl yan yana gelecek, insanlar o bâtılları ayıklayıp hak üzerine sebat edeceklerdir.

Neyin hak ve neyin bâtıl olduğunu gösterecek ilim olacaktır. İlmin bu işi başarması için hak ile bâtıl yan yana olacaktır. Onların karşılaştırılması ile hak bulunacaktır.

Allah Kur’an’ı hak ile tenzil etti” ne demektir? “HAK” ne demektir?

HUKKA” develere yem verilen kovadır. Onunla her devenin payı belirlenir. “KİTAB” da hakkı bâtıldan ayırma aracıdır, herkese hakkını vermedir. Kur’an’ı okuyanlar onda kendi paylarını alırlar.

“Nezele Bihi” dediğimizde “Nezele Fîhi” olur. “Nezzele Bihi” oraya indirdi olur. Kitabı hakkın içine indirdi anlamı çıkar. Bunun anlamı şudur. Kur’an müsbet ilmin içine inmiştir. Orasını aydınlatmak için inmiştir.

Müsbet ilmin nasıl yapılacağını gösterir, ne yapılacağını göstermez. Ona ne yapması gerektiğini öğreten Kur’an olacaktır. İnsanda dört meleke vardır.

HİS melekesi insana ne yapacağını öğretir; bu sanatla ifade edilir ve toplulukta DİN olur. İnsanda FİKİR melekesi doğruyu yanlıştan ayırır; dil ile sosyalleşir ve İLİM olur. İnsanda İRADE melekesi vardır, yararlıyı zararlıdan ayırır, teknikle sosyalleşir ve EKONOMİ olur. İnsanda ünsiyet yani sosyal yönseme melekesi vardır, hukuk ile sosyalleşir ve YÖNETİM olur.

Hâsılı, din ne yapılması gerektiğini, ilim nasıl yapılabileceğini, ekonomi kimin yapacağını, yönetim de ürünün kime ait olduğunu belirler. Kur’an ve diğer kitaplar insana ne yapması gerektiğini öğretmektedir. İlim ise bu yapılacakların nasıl yapılacağını öğretmektedir. Kitab da ilim de Allah’ın inzâl ettikleridir. Münzel kitaplar da yanlış anlaşılmaktadır. Kâinat kitabı da yanlış anlaşılabilmektedir. Yani, içtihatta her iki tarafta hata olabilmektedir. Dolayısıyla iki tarafta da serbestlik ve çoğulculuk olmaktadır.

Bu âyet bize başka bir gerçeği de göstermektedir. Kitapsız ilim ve ilimsiz kitap olmaz. Bunlar bir kumaşın iki yüzüdür. Birlikte olduğu zaman ancak kumaş olur. İlim demek tartışma demektir. Ancak tartışma ile gerçekler ortaya çıkar. Bu metodu Hazreti İbrahim Peygamber tedvin etmiştir. Karşı tarafı susturmak ve söyletmemek demek cehalete gömülme demektir.

Hak ile inzâl ettik” demenin başka mânâsı olup, ilmi delillerle ve âyetlerle inzâl ettik. Onun Allah sözü olduğu kendisinde vardır. Mucizeleri ile inzâl ettik demek olur. Bu mucizeleri de sekiz yüzlü üzerinde yerleştirdik. Açıklamaları yapmaya başladık. Allah izin verirse bitirmeye çalışacağız.

وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِي الْكِتَابِ (Va EıNa elLaÜIyNa iPTaLaFUv FIy el KiTAvBı)  

“Kitap’ta ihtilaf eden kimseler.”

Burada bazı hususlara dikkat etmektedir.

a)       “Man İhtalafa Fi’l-Kitabi” demiyor, “Ellezîne İhtelefû Fi’l-Kitabi” diyor. Yani, “Kitab’a muhalefet ettiler” demiyor da, “Kitap’ta ihtilaf ettiler” diyor. Cemaat olarak Kitap’ta ihtilafı esas kabul ettiler diyor. Kitab’ın icma ile sabit olan hükümlerinde ihtilafa düştüler demektir. Yahut Kitap’ta icma ile sabit olmayan hususlarda Kitap’tandır diye birbirlerini zorladılar demek olur. “ELLEZÎNE”nin getirilmiş olması ancak böyle anlaşılmasını sağlar.

b)       “Halefû” değil de “İhtelefû” getirilmiştir. Biri doğru yoldadır, diğerleri ona muhalefet etmiyor. Hepsi birden Kur’an’ın kendisinde ihtilaf ediyor. Bu nasıl olur? Bunları şöyle sıralayabiliriz.

1-       Kur’an’ı yorumlarken birbirlerine danışmayan ve birbirlerinin görüşlerini almayan kimseler Kur’an’ı farklı yorumlar, kısmî icmalar hâsıl olur ve ihtilafa düşerler. Oysa, eğer yorumlamada birbirlerini dinleselerdi icma tüm Kur’an ehli içinde olmuş olurdu. İcmada ihtilaf olmazdı. Adil Düzendekiler bütün mezheplerin görüşlerini dinlemeli, dinleri ve mezhepleri öğrenmeli, kulak vermelidirler. Onlarla birleştiğimiz noktalarda icma olmuş olur.

2-       Kur’an’ı müsbet ilme dayalı olarak değil de kendi varsayımlarıyla yorumlarsak ihtilafa düşeriz. Ayrı varsayımlar bizi farklı sistemlere götürür. Oysa müsbet ilimlerle yorumlarsak sistemde farklılık olmaz, fer’de farklılık olur. Herkes kendi içtihadı ile sistemin dışına çıkmadan yaşama imkanını bulur.

3-       Eğer biz bazı kimseleri konuşturmaz ve onları devre dışı bırakır isek, konuşamayanlar kendi aralarında birleşir ve muhalif mezhepler oluştururlar. Türkiye’deki Alevilerin durumu budur. Tarih boyunca hep dışlanmışlar, onlar da kendi aralarında ayrı bir din oluşturmuşlardır.

4-       ‘Sen benim gibi Kur’an’ı anlayacak, benim gibi amel edeceksin’ dersek, onun muhalefetini elde ederiz. Ama icmalarda bir olalım, yani ittifak ettiğimiz hususlarda birleşelim. İhtilafta herkes kendi mezhebinde hareket ettik dersek, o zaman ihtilaf olmaz, Kur’an’a değişik taraftan bakmış oluruz. Farklı görmemiz ihtilaf değil, ittifak olur, işbölümü olur.

c)       “FîMâ el-Kitabi” demiyor da, “Fi’l-Kitabi” diyor. Yani, Kitap’ta olanlarda ihtilaf ettiler mânâsında ihtilaf ettiler demiyor, Kitab’ın kendisinde ihtilaf ettiler. Herkes Kitab’ı yorumlamanın kendi imtiyazlarında olduğunu ileri sürdü ve kendi görüşlerini kitap olarak sunmaya çalıştı. Oysa herkes ancak bunlar benim Kitab’ı anlayışımdır. Sizin anlayışınız da sizin anlayışınızdır. Ben benim anlayışımla amel ederim, siz sizin anlayışınızla amel edersiniz. Ben benim hak olduğunu iddia edip sizi mezhebime körü körüne uymayı isteyemem, siz de benim size uymasını isteyemezsiniz.

لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ(176) (La FIy ŞıQAvQın BAGIyDin)  “Baid şikak içindedirler.”

Uzak ayrılık içindedirler.” “ŞIK” kopan kaya parçasıdır. Birbirinden uzak kalmışlardır. Bizim bu duruma düşmememiz için onların görüşlerini ve düşüncelerini sabırla dinlememiz, Kur’an’ı onların görüşlerine göre de değerlendirmemiz gerekir. Bizimki doğrudur, onlarınki yanlıştır değil de; bizimki de doğru olabilir diyeceğiz. Bunun için -tekrar söylüyorum- muhalif fikirli kardeşlerimiz bize katılmalıdırlar. Kendi görüşlerini, hatta başkalarının görüşlerini de getirmelidirler. Dengeli bir yönetim olmalıdır. Sıra gelmeden kimse konuşmamalıdır. Sonra sıra gelince de birden aklına bir şey gelmediği için kişiler konuşmamaktadırlar. Allah kalemle öğretmiştir. Konuşurken şuna dikkat etmek gerekir.

a)       İstişarede en az konuşacaklar imamın sağında oturacaklardır. Bunlar kendilerine düşen zamandan azını kullanacaklar demektir. Sola doğru konuşmalar ilerlerken gittikçe zaman artacağı için konuşan kendisine düşen zamanı ayarlamalı ve o kadar uzunlukta konuşmalıdır. İlerde bunlar bilgisayara bağlanarak, sırası gelen kaç dakika düştüğü bildirilir. Ona göre konuşmanızı ayarlarsınız.

b)       Herkes konuşacaklarını daha önce belirlemeli ve not almalıdır. Kendisinden önce gelenler de bu sıraya ilaveler yapabilir. Konuşacakları sıraya koymalı, vaktini ona göre kullanmalıdır.

c)       Zamanı geldiğinde ihtara gerek kalmadan konuşmasını bitirmeli, eksik kalanlarını gelecek zamana ayırmalıdır.

d)       Çok önemli husus, eğer arada bir şey söyleyecekse elini kaldırıp söz istemelidir. Konuşan kendi zamanı içinde ona söz verebilir. Başkan da zamanın beşte birini kendisi kullanabilir. Konuşan sözünü bitirdikten sonra, başkan o beşte bir zamanını kendisi kullanır veya istediğine kullandırır.

Bunun programını Dr. Lütfi ve Taha yaparlarsa, cihazını ben yaptırabilirim. Söz verilenden başka kimse konuşmamalıdır. Namazda konuşma ne ise, izin almadan konuşma da budur.

Kur’an’ın âyetlerini gösteren sekiz yüzlüyü veriyorum.

 

 

 

Seçkin Sayılar :   Düzgün Yeterli Görkemli Anlamlı

Yaratılış Sayıları :   Sözü Dili Kaynağı Yorumu

Özü    Kanıt :   Barışçı Özgürlükçü Dayanışmalı Dengeli

Eşsiz :   Çağ Kişi Konu Yer

Uyumlu :   Evren Geçmiş Gelecek Kişi

 

 

ADİL DÜZEN 390

***

 

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 52. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

لَيْسَ الْبِرَّ أَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّائِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلَاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحِينَ الْبَأْسِ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُتَّقُونَ(177)

 

لَيْسَ الْبِرَّ (LaYSa eLBirRa)  “Birr değildir.”

“BERR” kara (deniz karşıtı sert ortam) demektir. “Beraat etmek” demek, karaya çıkmak demektir. Bahrdan yani denizden karaya çıkmak, aklanmak, kurtulmak mânâsındadır.

BİRR” lazım fiil olarak insanın iyilik içinde olmasıdır. Muteaddi olursa iyilik etmek olur.

LEYSE” ismini ref’, haberini nasb eder. Demek ki birr burada haberdir, müpteda değildir.

Birr olmayan nedir? Vechinizi maşrık veya magribe tevcih etmeniz birr değildir, iyilik değildir, iyilik içinde olma değildir. Kerem var, nimet var, hüsn var, birr var. Bunların Türkçe karşılıklarını iyilik olarak çeviriyoruz. Bunları birbirinden ayırmak için her birinin etimolojisine gitmemiz gerekir.

Kurm (koruk), yeni çıkmış üzümdür. Daha çok beslenmemizle ilgilidir.

Na’m, deve ve diğer hayvanlardır. Nimet, onların sağladığı iyiliktir. Hayvanların etinden, sütünden, yününden yararlanırız. Bizi taşırlar. Demek ki günlük işlerimizde rahat olmaya nimet diyoruz.

Hüsn, gözle bakıldığı zaman insanı mesrur eden güzelliktir. Dağın hoş ve heybetli görünüşüdür. Bu daha çok ruhi süruru ifade eder.

BİRR” de karada olmak, tehlikeden ve sıkıntıdan uzak  bulunmaktır.

Bunları şöyle tanımlayabiliriz. İnsanın bedeni ihtiyaçları vardır, bunlar “nimet”tir; ruhi ihtiyaçları vardır, bunlar “ihsan”dır; sosyal ihtiyaçları vardır, bunlar “ikram”dır; çevre ihtiyaçları vardır, bunlar da “birr”dir.

Kur’an değişik kelimeleri cümlelerde kullanır. Siz bunları tarif ve tasnif edersiniz. Yorum budur. Değişik şekilde tarif ve tasnifler yapılabilir. Bunlar da yorum farklarıdır.

Türkiye’yi vilayetlere bölersiniz. Değişik şekilde böler ve ona göre düzen kurabilirsiniz.

Kur’an’ın yorumları da böyledir.  

Sonuçlara göre bu tanımların ve tasniflerin daha başarılı olduğunu görürüz.

أَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ (EaN TuValLUv VuCUHAKuM)  

“Vecihlerinizi tevliye etmek birr değildir.”

115’inci âyette, “Maşrık da magrib de Allah’ındır. Nereye tevliye ederseniz orada Allah’ın vechini bulursunuz.” denmiştir. Burada ise “Yüzünüzü maşrık veya magribe çevirmenizde birr yoktur.” denmektedir. Allah’ı orada buluruz demek, orada iyilik veya kötülüğün karşılığı vardır demektir.

Bu iki ifadedeki tearuzun giderilmesi şöyledir. İbadetlerdeki şeklî emirler bizi iyiliğe götürürse mânâsı vardır. Yoksa mânâsız eğilip bükülme, mânâsız aç kalma, mânâsız paraları sağa sola savurma veya gidip dolaşmanın bir yararı yoktur. Onlar bir işe yarıyorsa o birrdir. Şeklî hareketlere gerek vardır ama yeterli değildir. O hareket bir işe yaramalıdır. Yüzü çevirmek hakiki mânâda olabilir. Kıbleye durmak gibi bir anlamı olabilir. Mecazi mânâsı da verilir. “Yüz vermedi, yüzüstü bıraktı” dediğimiz gibi; bir tarafa yönelmek yani beynini o tarafa yöneltmek demek de olur.

Tevliye etmek” sırtını çevirmek anlamına geldiği gibi, arkasından gitmek anlamında da olur. Yüzünü doğuya çevirip o tarafa gitmek yahut batıya çevirip o tarafa gitmek birr değildir.

Dünya yuvarlaktır. Kutuplar soğuktur ve uygarlık yoktur. İnsanlar orta kuşakta yerleşmektedir.

Uygarlıklar oluşmuştur. Çin uygarlığı uzakdoğu uygarlığıdır. Hint uygarlığı ortadoğu uygarlığıdır (yanlışlıkla yakındoğu denmektedir). Yakındoğu uygarlığı bizim bulunduğumuz yerlerdir. Batı uygarlığı Avrupa uygarlığıdır, Afrika buraya dahildir. Uzakbatı uygarlığı Kuzey Amerika uygarlığıdır, Güney Amerika buraya dahildir. Her uygarlığın kendine göre doğu uygarlığı ve batı uygarlığı vardır.

Allah nasıl içtihatta herkese kendi içtihadı ile amel etmesini emretmişse, her topluluğa da kendi icmaları ile hareket etmelerini emretmiştir. Başka ülkeleri taklit yoktur. Bizim için doğru olan, bizim kendi içtihat ve icmalarımızla hareket etmemizdir. Ne doğudakilerin ne de batıdakilerin peşine gitmek birr değildir.

قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ (QıBaLa eLMaŞRıQı Va eLMaĞRiBi)  

“Maşrık veya magrib kıbeline tevliye etmek birr değildir.”

115’inci âyetteki kıble ile ilgili bir hatırlatma idi. Her uygarlığın kendi kıblesinin olduğu bildiriliyordu.

Varlığın anlamı farklılıktır. Gözümüz de kulak gibi olsaydı işitir ama göremezdik. Farklılaşarak varlıklar oluşur. O halde esas olan farklılaşmaktır. Eller ile ayaklar farklı olacak ki yürüyelim ve iş yapalım. Ancak bunun anlamı ayrı olacak değildir. Göz ve kulak, el ve ayak uyum içinde olurlarsa işe yararlar. Yoksa birbirine karşı olurlarsa bir işe yaramaz.

Uygarlıklar da böyledir. Farklı olacaklar ama uyum içinde bulunacaklardır. Her uygarlık kendi özgün vasıflarını korumalıdır. Biz, biz olmalı; ne batılı ne doğulu olmamalı ama onlarla uyum içinde bulunmalıyız.

Avrupa Birliği’ne koşanlar hata ediyor, Avrupa düşmanlığı yapanlar da hata ediyor. Avrupa Birliği’ne koşmakla İslâm birliğine koşmak arasında fark yoktur. Biz yakındoğuluyuz.  Kendimize özgü uygarlığımız vardır ve olacaktır. Batılılarla iyi geçineceğiz. Asya, Avrupa, Afrika, Kuzey Amerika, Güney Amerika bizim dostlarımızdır ama biz onlar değiliz. Çin, Hint, Rusya ve Okyanus Adaları bizim dostlarımızdır ama biz onlar değiliz. Kendi yerlerimize göre siyaset üretmek zorundayız. Halka değil kurallara uymak zorundayız. Tarafsız olmalıyız. İşte Kur’an’a danışmak budur. O bize gereken cevabı verir. Tüm insanlık eşitlik içinde Hakka koşmalıdır; birbirlerine değil Hakka koşmalıdır. Biri diğerini sömürmemeli, biri diğerine düşman olmamalıdır.

وَلَكِنَّ الْبِرَّ (Va LAvKıN eLBirRa)  “Velakin birr”

BİRR, batıcı veya doğucu olmak da değildir.

Yer yuvarlağının neresinde olursanız olun, birrin merkezi yoktur. Tüm yeryüzü birrdir. Her toplulukta ve uygarlıkta iyilikler de vardır, kötülükler de vardır. İyilikler birdir ve onlar da; iman, malı îtâ, salât, zekâtı ifa, ahdi ifa ve sabırdır. Bunları yapanlar sadıklar ve muttakilerdir. Bu âyet birrin tamamını içine almaktadır. Beş şeye iman edilecek, altı kimseye verilecek, namaz kılınacak ve zekât verilecek. Bunlar münferiden de olsa yapılacak. Sonra topluluk olarak ahdi yerine getirenler ve sabredenler birrdedirler.

BİRR, iyilik etmek masdarı anlamına geldiği gibi, iyilik eden anlamına da gelir.

Birr, böyle olan kimse ve kimselerdir.

Birr, buna göre tek kimse için de çok olanlar için de kullanılır, kavm gibidir.

مَنْ آمَنَ (MaN EAvMaNa)  

“İman etmiş olan kimsedir.”

İman etmek” güven altına almak  demektir. Kendini güven altına almak veya başkasını güven altına almak demektir. Güveni tesis etmek demektir. Güven nasıl tesis edilir?

Bir kimse eğer başkasının hukukuna taşmadıkça kendi hukukunu da koruyorsa, bu güvendir.

Güveni tesis etme işi birrdir. Hakemlerden oluşan mahkemeler kuruluyor. Hakemleri taraflar seçiyor, baş hakemi hakemler seçiyor. İnsanlar arasında çıkan her türlü nizalar hakemlerce çözülüyor. Hak sınırları belirtiliyor. Bu hakem kararlarına uymayanlara da zorla uyduruluyor.

İşte bu zorlamada katkıda bulunan kimse iman etmiş, başkalarını güven altına almış olur.

Birr sahibi olmak için bu güvenin tesis edilmesine katılınacak ve katkıda bulunulacaktır.

بِاللَّهِ (Bi elLAHi)  “Allah’a iman edenler.”  

Allah’ın doğal ve sosyal kanunlarına uymakla güven tesis edilmiş olur. Bunun bu mânâsı olduğu gibi; Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan topluluk ile de güven tesis edilmiş olur.

-İnsanlar ocaklarını kuracaklar ve orada barış içinde birlikte yaşayacaklar. -İnsanlar bucaklarını kuracaklar ve oralarda barış içinde çalışıp kazanacaklar. -İnsanlar illerini kuracaklar ve orada iç güvenliği sağlayacaklar. -İnsanlar devletlerini kuracaklar ve orada dış savunmalarını yapacaklar. -İnsanlar insanlık içinde uygarlaşacaklar. Bu kuruluşlar yoksa onları kurmak gerekir, varsa bunlara katılan Allah ile güveni tesis etmiş olur. Birr olan, böyle topluluklar kurmak veya var olanlara katılmaktır.

وَالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va eLYaVMi eL EaPiRi)  “Âhiret Yevmi’ne”

Âhiret Yevmi” ile bu dünyada güven tesis etmek.

Bu nasıl olacaktır?

Bu dünya imtihan dünyasıdır. İnsan zulme de uğrayabilir. Âhiret Günü’ne inanarak bu dünyada kötülük yapmamak ve insanların güvenini sağlamada cihat etmek gerekir. Bunun karşılığı âhirette Allah’tan istenecektir.

Allah’a inanmayan kimseler bu dünyada düzen sağlayamaz, güven getiremezler.

Sosyalizm uygulaması bunun açık misalidir. Irak savaşları bunun açık örneğidir.

Allah’a inanmayan kitleler için güven getirmek mümkün değildir. Herkesi ve âhirette her hareketinin hesabını vereceğini düşünen her topluluk güvendedir. Dolaysıyla kişi davranışlarını âhireti hesaba katarak yapacaktır. Bu sûrenin sonunda iman edilecekler sayılırken “Âhiret Yevmi” de sayılmaktadır.

وَالْمَلَائِكَةِ (Va eLMaLAEiKATı)  “Meleklere”

Allah Kâinatı yarattı. Kâinat üç boyutlu uzaydır. Bir uzayda hareket olması için bir üst boyutlu uzaya gerek vardır. Bu dördüncü boyut uzaydır. Kur’an buna “KÜRSİ” demektedir. Bir uzayda iradeli yani alternatif hareketin olabilmesi için iki boyut daha büyük uzaya ihtiyaç vardır. Kur’an’da bu da “ARŞ” olarak gösterilmektedir. Uzayın kendi kendine yeterli olması yani dışarıdan bir şey almaya veya dışarıya bir şey vermeye ihtiyacı olmaması için her boyutun bir de bâtını olmalıdır. Batılılar buna “imajiner boyut” diyorlar. Türkçeye “hayali” veya “sanal” olarak geçmiştir. Kur’an buna “bâtın” diyor.

Allah Kâinatı yarattı ve içte şuursuz varlıklar koydu. Bunlar dördüncü boyut içinde hareket ederler, beşinci boyuta çıkamazlar. Oysa Allah şuurlu varlıkları var etti, bunlar dört boyut yolculuğunda değişik yolları tercih edebilirler. Bunlar da dört tür varlıklardır: İnsan, melek, cin ve ruh.

1)      Melekler bâtıni âlemde ve sıcaklık içinde vardırlar.

2)      Ruhlar bâtıni âlemde soğuk içinde yaşarlar.

3)      Cinler zahir âlemde sıcak yerlerde yaşarlar.

4)      İnsanlar zahir âlemde soğuk yerlerde yaşarlar.

MELEKLER” Allah’ın memurları, Allah’ın görevlileridir. Geçmişteki bütün düzenlemeleri onlar yaptı. Yerin bugünkü duruma gelmesini onlar sağladı. Canlıların DNA’larını onlar dizdi. Bunu nerden biliyoruz?

Çünkü ihtimaliyat kanunlarına göre bunların tesadüfen olması sözkonusu değildir. Madem ki bu yapı var, o halde burada çalışan işçiler de var, ustalar da var demektir. Piramitlerin kendi kendilerine yükseldiğini kabul eden bir akıllı var mıdır? Ama Himalayalar’ın kendi kendine yükseldiğini iddia eden kâfirler çoktur.

İnsanlar meleklerin varlığına inanır, her yaptıkları işlerin yazıldığına kani olurlarsa, o zaman o toplulukta herkes yaptığı hiçbir iyiliğin zayi olmayacağına, yapılan her kötülüğün kaydedildiğine inanır ve davranışlarını ona göre ayarlar. Bunun dışında kamu görevlileri de melektirler. Topluluk içinde meleklerin Kâinatta yaptıklarını yaparlar. O halde onların güveni tesis etmelerine inanmak ve ona göre onlara saygılı olmakla da güven sağlanmış olur.

وَالْكِتَابِ (Va eLKıTABı)  “Ve Kitap ile güveni sağladılar.”

KİTAP” yazılı kurallardır. Kâinatın böyle değişmez kuralları vardır. Bunlar sünnetullahtır.

İnsanlar bunları değiştiremezler, ancak bunlardan yararlanarak iş yaparlar. Su deniz seviyesinde yüz derecede kaynar, bu atomun yapısından gelmektedir. Kıyamete kadar bu kanun değişmeyecektir.

Âhirette bile bu kanunların büyük kısmı aynen kalacaktır. Sadece eskime ve ölme olmayacaktır. Sosyal kanunlar da vardır. Allah bu kanunları gönderdiği kitaplarla bildirmiştir. İnsanlar kendi aralarında da sözleşmeler yapar ve yazarlar, bunlar kitap olur. Düzen böyle sağlanır, güven böyle elde edilir.

وَالنَّبِيِّينَ (Va elNaBıyYIyNa)  “Nebiler ile.”

NEBİLER” haber getirenlerdir.

Kur’an ve öncesinde nebiler Allah’tan melekler vasıtasıyla vahiy alırlar ve onu halka ulaştırırlardı. Bu anlamdaki nebilik sona ermiş, onun yerine içtihat müessesesi gelmiştir. Vahyin yerini ilim almıştır.

Kişinin imanından bahsetmektedir, kişinin kendisini güven atına almasından bahsetmektedir. Bunun sûrenin sonundaki imandan farkı vardır. Orada âhiretten bahsetmemekte, orada resullerden bahsetmekte, burada nebilerden bahsetmektedir. Orada resuller mükesser cem ile gelmiş, burada nebiler salim cem ile gelmiştir.

Bunu şöyle açıklayabiliriz. Burada bir müslimin iman şartlarını anlatmaktadır, orada ise mü’min topluluğun imanını anlatmaktadır. Düzen Tevrat’ta olduğu gibi bir düşünce ile kurulur. İnansın inanmasın herkese hitap ettiği için orada âhiretten bahsetmiyor. Tevrat’ta böyle yapıyor. Burada ise müslim kişiye hitap ettiği için onun âhirete inanmasını istiyor. Orada başkan var, dünyevi örgüt var, dolayısıyla resulden bahsediyor, burada ise başkan yok, nebilerin yerine geçen âlimler vardır. Âlimi kişi kendisi seçer. Ama alimlerin icmasına da tâbi olur. Orada rusül (resuller) kırık çoğulla çoğaltılmıştır. Çünkü başkanlar teker teker ve ayrı ayrı başkanlardır. Oysa nebilerin yerini alan âlimler şûra oluşturup bir topluluk olmaktadırlar.

İmanın şartları olarak altı şeyi sayarlar, bu beş şeye altıncısı ilave edilmiştir. Hayır ve şer Allah’tandır denmektedir. Bunlara böyle bir madde eklenmemiştir. Ne var ki Allah’a iman onu da içerir. İmanın şartını eş olarak tesbitte bir hata olmaz. Şerrin hâlikı Allah’tır, her şey O’nun küllî iradesi ile olmaktadır. Ama eğer o hayır değilse O’nun rızası ile değildir.

Beş imanla ilgili kısım sayılmıştır. Birbiri içinde sayılarak bu imanın bir bütün olduğu, tecezzi olmadığı ifade edilmiştir. Kur’an’da imanın ziyadeleşeceği bildirilmekte ise de; Ebu Hanife, iman artmaz ve eksilmez demiştir. Bize göre de dünyevi hükümlerde iman artmaz ve eksilmez. Mü’min olan mü’mindir. Günahı varsa cezasını çeker ama iman kişilikle ilgilidir. Derecesi yoktur. Bütün mü’minler eşittirler. Bütün müslimler de kendi aralarında eşittirler. Tam kişiliğe sahiptirler. Köleler bile müslim veya mü’min olurlar. Köle olmakla müslim veya mü’min olmak bir eksiklik olmaz.

 وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ (Va EAvTay eLMAvLa GaLAv XubBiHIy)  

“Malı hubbu üzerine îtâ etmek.”

İslâm devleti olsun olmasın, devlet öncesi aşamasında olabiliriz, devletin yıkıldığı zaman içinde gelmiş olabiliriz, yahut devletimiz İslâm devleti olmayabilir. Her insan kendisine düşen insani vazifeleri yapmalıdır. O vazifelerden imanla ilgili olanlar sayılmıştır

El-MÂL” harfi tarifle gelmiştir. Yani, bu hususta verilecek miktar belli olmalıdır. Bu ne kadardır? Nisbeti nedir? Kur’an’da bildirilmemiştir. Kişiye ait olduğu için şûra da bu hususta karar veremez. Kişi kendi gelirlerinden uygun olanı ayırıp bunlara harcamalıdır. Birr olan budur. Ancak bu emir değil, hayırdır. Dolayısıyla nisbeti kişinin belirlemesi gerekir.. Birr olan odur.

AL HUBBİHΔ demek, kendi isteği ile ve sevinerek vermektir. İnsan iyilik ettiği zaman memnun olur, bundan ferahlık duyar. Size yolu sorana gösterirsiniz. Size de yol gösterirler. Çünkü insan iyilik etmeyi sevmektedir. Öyle insanlar vardır ki, kötülük etmekten hoşlanır, kötülükten zevk alır. Birr olan iyilikten zevk almaktır, sevmeyeni sevmektir.

Şimdi burada sayılanları saymaya başlamıştır. Bunları zekât dışı verirse birr işlenmiş olur.

ذَوِي الْقُرْبَى (ZaVıy elQuRBa)  

“Karibi olanlara, yakınları olanlara.”

Bu fasla peygamberlerin yakınlarına anlamı verilmiştir. Bu anlamı vermek için hiçbir kural mevcut değildir. Kimdir akrabası olanlar? Bunlar yetimlerle beraber zikredildiğinden, ona göre benzeterek mânâ vereceğiz. Yetimler, büyümeden babaları ölmüş olan kimselerdir. “Zi’l-Kurbâ” da yaşlanmadan çocukları olanlardır veya hiç çocukları olmayanlardır. Küçük çocuklara anne babaları bakmak zorundadır. Yaşlı anne babalarına da çocukları bakmak zorundadır. Bunlara yaşlılar faslından maaş verilmez. Ancak çalışma kredisi bunlara göre artırılır. Ayrıca fakir veya yoksul iseler, fakirlik veya yoksulluk sebebiyle alacakları paylar artırılır. Eğer bakacak çocukları sağ değilse veya yoksa bunlar akrabalarının yanına verilir, bunlara onlar bakarlar.

İşte bunlar yakın kimselerdir. Çalışmayan kimselere yoksulluk ve fakirlik payları verilir.

Hâsılı, yanında bakmakla mükellef olduğu yakınlısı olana yardım etmek, malından destek çıkmak, akrabalara ve komşulara farzdır. “Mal” kelimesinin marife olmasından anlaşılıyor ki, bu hususta aşiret başkanları gerekli düzenlemeleri yapma yetkisindedir. Zi’l-kurbaya humustan yani devlet gelirlerinden verilmektedir. Kabile gelirlerinden bunlara pay ayrılmaktadır.

وَالْيَتَامَى (Va eLYaTAMAv)  

“Ve yetimlere vermektir.”

YETİM” büyümeden anne babası ölen kimsedir. Yetim yakınlarına verilir, onlar büyütürler.

Bir insanın mâli ihtiyaçlarını giderecek olan baba ve oğuldur. Hizmetle ihtiyaçlarını giderecek olan anne ve kızlardır. Bunlar yoksa veya güçleri yetmiyorsa, annenin görevleri anadan kadın yakınlarına, babanın görevleri babanın erkek yakınlarına verilir. İşte bu yakınlar bu hizmetleri yaparken komşuları bunları desteklemelidir. Onlara mâlen iyilik etmek durumundadırlar. Kıyas yoluyla bedeni hizmeti de birrden sayarız. Yetimlere de devlet gelirlerinden pay verilmekte, bucak gelirlerinden pay verilmektedir.

Sakatlar da bu fasıldan pay alırlar. Doğuştan sakat olanlar yahut hiç iş yapamayanlar yetim faslından, sonradan bir iş yaptıktan sonra sakat olanlar zi’l-kurba faslından pay alırlar. Kur’an’a göre sigorta böyledir. Temelde akrabalığa dayanır. Ama devlet ve il bütçelerinden bunlara pay ayrılır. Akrabalar bunlara akrabalık hisleri ile bakarken, maddi destek de aldıkları için daha fazla sevinerek ve güçleri yeterek bakmış olurlar. Bunlar bunlara bakarken kendi işlerini aksatacakları için desteğe ihtiyaçları vardır.

وَالْمَسَاكِينَ (VaelMaSAKIyNa)  “Miskinlere de.”

MİSKİNLER” geliri vasat gelirin altında olanlardır. “Fakirler” ise vasat servetin altında serveti olanlardır. Benzer şekilde ilde ve benzer şekilde ülkede tanımlanır. Bütçeden bunlara kendi payları dağıtılır. Bu onların haklarıdır. Yeryüzü insanlar için yaratılmıştır. Çalışmayan kimselerin de oradaki üretilenlerde payları vardır. İşte bunu vermektesiniz. Bir miskin bucakta miskin iken ilde olmayabilir yahut ilde olur da ülkede ve ocağında olmayabilir. Miskine bütün bütçelerden pay gelebilir. Bucaktan, ilden veya ülkeden pay gelebilir. Bucak ve ilden, il ve ülkeden, ülke ve bucaktan gelebilir yahut her üçünden gelebilir.

Demek ki yedi sınıf yoksul olacaktır.

Burada fakirlerden bahsedilmemekte, müllefei kulubdan bahsedilmemekte, âmilinden bahsedilmemekte, gariminden de bahsedilmemektedir. Aç kalan kimsenin komşuların mallarını gasp ederek veya çalarak yaşamaya hakkı vardır. Çünkü komşular bunu onun da hissedar olduğu yerlerden kazanmışlardır. Dolayısıyla geçinemez hâle düşmüş olan kimselere çevresindeki insanların yardım etmesi gerekir.

وَابْنَ السَّبِيلِ (Va EıBNe elSaBIyLı)  “Sebil ibnine de.”

Kur’an’da sebil ibni ile miskinler hem sadakada yani belde gelirlerinde hem de feyde yani devlet gelirlerinde geçer. Burada da zikredilmektedir. Bunun iki mânâsı vardır. Sebil vakıf demektir. ‘Sebil oldu’ dediğimiz zaman vakıf oldu demiş oluruz. Vakıfta çalışanlara ‘sebil ibni’ denmektedir. Sadakada geçen bu anlamdadır. İkincisi ise devlet gelirlerinin harcanmasında geçer. Bunlardan kastedilen yolculardır.

Devlet ve il kervansaraylar yapar ve buralardan gelip geçenler konaklarlar; bir bedel ödemeden buralarda konaklarlar. Bugünkü oto garları, teren istasyonları, hava alanları ve deniz limanları yolcular için de araçlar için de tamamen parasızdır. Bunların bakımı ve beslenmesi, sağlıkları ve yakıtları bedelsiz karşılanır. Vakıf gelirlerinden karşılanır. İzmir Limanı’nı düşünelim. Ege Bölgesi’nin tarım ürünlerinden alınan öşürler veya hidrolik santrallerden alınan vergilerle bu limanın masrafları karşılanmakta, buraya giren gemilerden bir ücret alınmadığı gibi tüm masraf ve ikmalleri de bedava yapılmaktadır. Buraya ne kadar gemi gelir ve İzmir’e ne kadar gelir sağlar bir hesap ediniz. Buradaki gelir mübadeleden doğan ranttan ileri gelmektedir.

Böyle yapıldığında nakliye çok ucuza gelecek, dolayısıyla limanımızdan çıkacak mallar pahalı satılacak, limanımıza gelen mallar ucuz olacaktır. Bu da mübadeleyi artıracak, tam istihdamı sağlayacak ve refah getirecektir. Devlet aşamasında devlet bunları yapmaktadır. Ama devlet aşamasına gelmemiş veya devlet bunu yapmamış ise herkesin bir misafirhanesi olacak ve onlar gelen geçenleri konaklayacaklardır.

Türkiye’de bu anlayış vardır ve devam etmektedir. İstanbul’a günde birkaç milyon insan gelir ve gider. Bunun ancak yüzde biri otellerde kalır. Kalan yüzde doksan dokuzu bir tanıdığa, bir eski komşusuna veya yakınlısına misafir olur. Eğer bu böyle olmasa İstanbul’a gelenlerin sayısı onda bire düşerdi ve İstanbul ölü şehir olurdu. Bu yalnız Türkiye’de böyle değildir. Avrupa’ya gittiğinizde de aynı şekilde sizi misafir ederler. Biz Süleyman Akdemir ve Arif Ersoy, Özdemir Çelik Döküm Fabrikası’na ortak aramak için Almanya’da yüz gün dolaşıp “Adil Düzen”i anlattık. Gittiğimiz yerlerde bizi hep misafir ettiler, oralarda öyle dolaştık. Millî Görüştekiler bizi ağırladılar. Süleyman Tunahan cemaatinin mescitleri de vardı, kalorifer ve sıcak suları ile 24 saat açıktı. Bazen oralarda kalıyorduk. Ayrıca misafir odaları da vardı. Otel gibiydi ama bizi misafir ediyorlardı.

İşte bu âyet bize buna katılmamızı emretmektedir. Bu hayırlı müesseseyi yaşattığımız içindir ki İslâm âlemi en büyük krizlerde bile gidip gelme imkânını bulmuştur. Köyünüzde birisine arkadaş olur da evin önünden geçtiğinde onu yemeğe çağırmazsanız çok ayıp bir iş yapmış olursunuz. İran’da otobüse bindim. Bir Azeri ile koltuk arkadaşı olduk. Kalktı, ineceği yere geldiğini söyledi; ‘bana konuk olasınız’ dedi. Bu durum tekerrür etti.

Vakıf arabalar kurmamız gerekir. Basit ama temiz arabalar. Bu arabalarla yolcuları bedava taşımalıyız. Bu âyet bizden bunu istiyor. Bugün bu sayede birçok öğrenci okuma imkânını bulmuştur.

Burada “Sebil İbni” marife gelmiştir. Misafir edeceğimiz kimseler belirli kimseler olacaktır. “Miskin” de marifedir, onu da tarif ettik. Anadolu’da misafir odaları vardır, yabancılar orada misafir edilir ve misafirlere sıra ile yemek verilir. Bizim her apartmanın bir mescit dairesi olacak, orada misafir odası bulunacak, gelen misafirler orada konuklanacaklardır. Yemek vaktinde evde kimin fazla yemeği varsa onlar getirecektir. Bugün bu işi tanıdıkların evleri yapmaktadır. Siyaset yaparken de hiç otelde yatmadım. Gittiğimiz arkadaşlarla bizi hep bölüştüler ve evlerine konuk yaptılar. Bu sayede masrafsız siyaset yapabildik. Diş kirası olarak da arabamıza benzin koyuyorlardı. Diş kirası nedir? ‘Misafir oldun, yedin içtin, dişlerin aşındı, al sana harçlık!’ derlerdi. Bu fakirlere değil, herkese yapılan ikram idi. Millî Görüş partileri böyle oluşabildi. Bunları para babaları finanse etmedi. Sonra bozuldular, lüks otel ve lokantaları mesken edindiler. İnsan halkımızın bu fedakârlığını görünce onları seviyor ve onların içinde yaşamaktan zevk alıyor. Korkumuz, bu durumun zenginlerde ve okumuşlarda azalmakta olduğudur. Böyle olacaksak, dua edelim de zengin olmayalım…

وَالسَّائِلِينَ (Va elSAvEiLIyNa) “Ve saillere vermektir.”

Burada ve başka yerlerde “sail” marife olarak geçmektedir, “mahrum” olarak geçmektedir. “Mallarında sailin ve mahrumun hakkı vardır” deniyor. Her ikisi de marife olarak geçmektedir. Demek ki bunlar dilenciler değildir, gelişigüzel mahrumlar değildir. Sebil ibninin yanında zikretmekle onlarla ilişkisi vardır. Bunlar vakıf kurucularıdır. Bugün Türkiye’de cami yapılmakta, okullar inşa edilmekte, öğrenciler barındırılmaktadır…

Bunların hepsi vakıflarla yapılmaktadır. Vakıf kurucuları bunları halktan istemekte, halk da bunları vermektedir. İşte vakıflar hayır toplayan saildirler. Burada mahrumlardan bahsetmemektedir. Bu sailler istismar edilmektedir. Kötü amaçlarla vakıflar kullanılabilmektedir. Toplanan paraların bir kısmı çarçur edilmektedir.

Bunu önlemenin yolları şunlardır.

a)      Vakıflardan önce kooperatifler kurulacaktır. Paralar kooperatife toplanacaktır. Ortaklık defterleri teşkil edilecek, alınan paralar kooperatifte kayıtlı ve mühürlü defterlere geçilecektir. Kişiler ve gruplardan toplanan paraların tamamı gerçek veya kod adları ile internete girilecektir. Parayı veren her zaman kendi adını orada bulabilecektir.

b)      Kooperatif taşınmazları inşa edecek ve vakıflara kullandıracaktır. Vakıf kapatılırsa kooperatif bu meblağları ve bu yapıları başka vakıflara kullandıracaktır. Kooperatif de kapanırsa mallar ortaklara iade edilecektir.

c)       Kooperatifin ve vakfın yönetimi ortakların temsilcileri tarafından yapılacaktır. Yirmide bir ortağın temsilcisi olan yönetici olacaktır. Beşte birinden fazlasının da temsilcisi olmayacaktır. Kooperatif ve hizmetler hakemlik sistemi ile denetlenecektir.

d)      Yapılan harcamaların toplamını gösteren maliyet defterleri olacak ve toplanan paraların nerelere harcandığı belirtilecektir. İnsanlar taşınmazların o değerde olup olmadığını her zaman kontrol etmelidir. Toplayıcılara pay verilebilir. Ancak buna katılan o payı bilmelidir. Burada “sail” kurallı erkek çoğul olarak gelmiştir. O halde herkes para toplamayacak, ancak bir kurul toplayabilecektir. Camilerin çıkışında diyanet teşkilatı toplama yererlini verir. Toplamaya yetkili olanları o kontrol eder. Toplanan paralar bir hesaba yatırılır ve sözleşmeye göre bölüşülür. Caminin giderleri de buradan alınacak paylarla karşılanır. Devlet Bakanı Mehmet Aydın’a bunu önerdim, görüşmek istedim. Görüşemedik. Buradaki bu âyette bize sailin yani para toplayan bir organizasyonun kurulması emredilmektedir.

وَفِي الرِّقَابِ (Va FIy elRıQABı)  “Rikaba da, kölelere de vermektir.”

İslâmiyet savaşı özel şartlarda meşru görmüştür. Sonunda gerekli olduğu zaman insanlar köleleştirilmektedir. Ancak köleler vatandaşlık vasfını ihraz edince hür hâle getirilmektedir. İşte bu amaçla Kur’an bucak yani belde gelirlerinden altıda birini bunlara ayırmaktadır. En çok kişiyi hürriyete kavuşturacak şekilde bu fasıl harcanır. Bazı keffaret cezalarında köle azat etme konmuştur. Burada da bu fasılda harcama yapılması emredilmektedir. Harfi tarifle gelmiştir. O halde belli köleler azat edilecek. Bunlar da mükatebler yani sözleşmeli kölelerdir. Bedellerini ödedikleri takdirde hür olurlar. Onlardan en az borcu olanlara yardım yapılır. Sadakanın bölüştürülmesinde rikabın yanında garimini de zikretmiştir. Burada zikretmemiştir. Şimdi bu âyette birrin neler olduğunu anlatmıştır. Dört çeşit ihsan vardır.

a)      Bucak gelirlerinin harcanması. Bunlar sayılırken fakir, yoksul, müellefei kulub ve amil ile rikab ve garimin, sebil ve sebil ibni olmak üzere sekiz sınıftır. İl gelirlerinin yarısı buna göre harcanır.

b)      Devlet gelirlerinin harcanma yerleri olarak da müessese şeklinde yetimler, yaşlılar, yoksular ve yolcular olarak bahsedilmiş ve buna hükümete ve şuraya verilen fonlar eklenmiştir.

c)       Birr olanlar için yaşlılar, yetimler, yoksullar, yolcular, toplayıcılar ve köleler için harcamak olarak gösterilmiştir.

d)      Bunların dışında burada bahsedilmeyen mahrum olanlar ile anne baba ve çocukların haklarından söz etmektedir.

Bu âyet bizlere çok önemli bir yol göstermektedir. Devlet aşamasına gelinmemişse, gelinmiş ama devlet halkın bu ihtiyaçlarını gidermiyorsa halk kuruluşları oluşturulmalı, vakıflar kurulmalıdır. Halk bu vakıflar aracılığı ile bu ihtiyaçları gidermelidir.

Biz Akevler’in kuruluşunda şu hikmete dayandık.

Türkiye Cumhuriyeti vergiler almakta ve belli hizmetler yapmaktadır. Bu vergilerin bir kısmı Kur’an’da da vardır, yapılan işlerin bir kısmı da Kur’an’da vardır. Ama İslâmî olmayan devlet Kur’an’da emredilen bazı vergileri almamakta, Kur’an’da emredilen bazı hizmetleri de yapmamaktadır. O halde biz kooperatifler kuralım, anayasaya göre de ayrı kamu kuruluşu olan kooperatifler bu devletin yapmadığı ama Kur’an’a göre yapılması gereken hizmetleri yapsın, bu devletin almadığı ama Kur’an’da emredilen zekâtın bir kısmını buraya versin.

İşte Akevler budur. Bu âyetin emrine uygun sivil toplum kuruluşudur.

Kur’an burada sivil toplum kuruluşlarının yapacaklarını anlatmış olmaktadır.

وَأَقَامَ الصَّلَاةَ (Va EaQAvMa elÖaLAvTa)  “Ve salâtı ikame eden kimsedir.”

SALÂT” burada marife gelmiştir. Bu beş vakit namazdır. Devlet aşamasından önce insanlar beş vakit namazlarını ezan okuyarak kılarlar. Aşiret topluluğudur, ocak topluluğudur.

Hazreti Adem’den beri bu topluluk vardır. Bu sivil kuruluştan farklıdır. Sivil kuruluşların merkezleri vardır ama faaliyet sahaları sınırlı değildir. Oysa aşiretlerin kendi toprakları vardır. Oraya maliktirler ve oraya bağlıdırlar. Bunların günde beş defa toplantı yapmaları emredilmiş olmaktadır. Devlet aşamasına gelmeden önce de bucak teşkilatları olmuştur. Burada da insanlar Cuma günleri toplanacaklardır.

Kur’an’dan önce Mekke ve Medine böyle kuruluşlar idi. Organize olmuş orduları ve mahkemeleri yoktu. Bu âyet bize böyle oluşacak kabileler hakkında da bilgi vermektedir.

وَآتَى الزَّكَاةَ (Va EAvTay elZaKAvTa)  “Ve zekâtı îtâ ederler.”

Malları hubb üzerinde vermekle zekât arasında ne fark vardır?

Zekât zorunlu borçtur. Topluluğun alacağıdır. Topluluk genel hizmetleri ve kamu görevleri ile katılmaktadır. Bunu ödemeyenler genel hizmetlerden ve kamu görevlerinden mahrum edilirler.

Devlet aşamasına gelinmeyen yerlerde kamu görevi yoktur ama genel hizmet vardır. İşte Allah sivil toplum kuruluşlarına bu görevi vermektedir. Genel hizmet yapılacak ve karşılığında pay alınacaktır.

Demek ki, beş vakit namaz devlet aşamasından önce farzdır. Genel hizmetler de devlet aşamasından önce farzdır. Kur’an’a inananlar, “Adil Düzen”e inananlar, iktidar olup zalim düzende adalet getirmeye uğraşacaklarına, sivil toplulukları oluşturup orada genel hizmetleri yapmaları gerekir.

Apartman kooperatifleşecektir ve kooperatif günlük toplantılarını yapacaktır. Adil Düzen siteleri kurulacak ve burada genel hizmet verilecektir. Kamu görevini ise Türkiye Cumhuriyeti yapacaktır.

Bizim aklımıza bir şey geldi mi onu Kur’an’a danışmalıyız. Onaylarsa onu yapmaya devam edeceğiz. Akevler kooperatiflerini ve sözleşmesini danışmış oluyoruz, o da bu âyetlerle bize izin vermektedir.

وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ (Va eLMUvFuNa Bi GAHDiHiM)  “Ahitlerini îfa ederler.”

AHD” ile “AKD” arasında benzerlik vardır. Akd, düğümeden gelmektedir. Sözleşme yapma akit yapmadır. İpi düğümlemektir. İki tarafın rızası ile olmaktadır. AHD ise tek taraflı sözleşmedir. Sözleşmeli iki taraf bir araya gelip akdi ortadan kaldırabilir. Ahd ise topluluğa yapılmış olur. Kaldırılması şartlara bağlıdır.

AHD” Allah’a yani topluluğa yapılmış olur ve onu kaldırmak her zaman kolay olmamaktadır. Mesela bir başkanı seçmekle ahitleşilmiş olur. Artık bu ahitten ne seçenler ne seçilenler vazgeçemezler. Kamu görevleri de böyledir. Ahitten vazgeçmek için o topluluğu terk etmek gerekir. Başkanları şûra seçer. Şûra yeni başkanı atayıncaya kadar başkan başkanlığı terk edip gidemez.

Biz Akevler’de bunu 63 yaşımıza kadar sürdürdük. Şûraya yeni başkanları seçtirerek 1991 yılında Akevler başkanlığından ayrıldık.

Ahitlere riayet etmek gerekir. Şimdi biz Adil Düzen çalışmasına karar verdik. Bu ahittir. Bundan vazgeçmek de ahde riayet etmemektir.

Bundan öncekiler tekil sigası ile getirildiği halde, burada kurallı çoğul sigası ile getirilmiştir. Bunun anlamı şudur ki, eğer topluluk siz ayrıldığınızda da devam ediyorsa, o zaman ahd yerine gelmiştir. Sizin ayrılmanızda mahzur olmayabilir. Ama sizin ayrılmanız ahitte bir sarsıntı meydana getiriyorsa ayrılmanızı bir müddet durdurur.  

Buradaki ahitleşmeden maksat topluluk oluşturmadır. Bunu yerine getirmek de birrdendir.

Topluluk tek başına oluşamayacağı için kurallı çoğul sigası ile getirilmiştir. Emredilen aşiret ve kabile yani ocak ve bucak toplulukları kurmaktır.

Biz “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı yazdık. İçinde ocak ve bucak hükümleri vardır.

Bir de bir ocak sözleşmesini yazmalı ve onu sürekli okuyup iyice beynimize yerleştirmeliyiz.

Bir apartmanı yapıp oraya taşınmalıyız. Yine bir bucak sözleşmesini yazmalıyız. Onu da değişik ocaklarda öğrenmeliyiz. Sonra o siteye hicret etmeliyiz. İşimiz de orada olmalıdır. Adil Düzen sitesi, III. bin yıl uygarlığının Medine’si olmalıdır.

İşte burada işaret edilen ahit bu ahittir.

HiM” zamiri ile marife hâlinde ifade edilmiştir.

Ahitlerini” demekle, sözleşmeyi baştan bizim yazmamızı gerektirmektedir. Yani, bu sözleşmeyi yazmak da birrdir. Burada ahit tekil, izafet ise çoğuldur. Eğer herkes kendi ahdini kendisi yerine getirsin anlamı olsaydı ahdin çoğul olarak gelmesi gerekirdi. Tekil gelmiştir. Çok olanların tek ahitleri vardır. Bu da topluluk sözleşmesidir. Sivil toplum kurmak, kooperatif kurmak, vakıf kurmak birr olarak sayılmıştır.

إِذَا عَاهَدُوا (EiÜAv GAHaDUu)  “Ahidleştiklerinde ahitlerini yerine getirirler.”

Burada “ahidleştiklerinde” denmesi neden gerekmiştir? Yukarıdaki sigalar sülasidir.

Ahd etmek, riayet etmek demektir. Burada mufa’ele bâbından getirilmiştir. Karşılıklı ahitten söz etmekte, hem de ikili ahitten söz etmektedir. Çünkü ahit Allah’la yani toplulukla yapılmaktadır. Cemaat başkanla ahitleşince bu ahit yerine gelmiş bulunmaktadır.

Buradaki “İZ” ile muahede getirilmiş bulunuyor.

Topluluklar arası akit de böyledir. Uluslararası hukuk karşılıklı sözleşmelerle oluşur. Yani, sivil kuruluş oluşturma yahut ocak veya bucak kurma şeklinde bu birr ifa edilmiş olacaktır.

وَالصَّابِرِينَ (Va elÖAvBiRIyNa)  “Ve sabredenler.”

Topluluğu oluşturmak kolay değildir. Birr kolay değildir. Çünkü insanlar bir araya geliyorlar. Her insanın başka insana karşı dikenleri vardır. Taşlar yontulmadıkça duvar olunmaz. İnsanlar yontulunca acıtır.

İşte bu sebeple “sabredenler” ahitlere riayet etmenin arkasından getirilmiştir. Bu iç oluşmalara karşı sabırdır. Bir de oluşmaya başladığınız zaman dışarıdan gelen saldırılar vardır. O saldırılarla dağılmalar meydana gelir. İşte bunlara karşı sabredip dağılmadan yollarına devam edenler ahitlerini yerine getirirler.

Parti kuruyorsunuz; içeride ne olaylar oluyor, dışarıdan ne saldırılar oluyor? Ama ahitlere riayet ediyorsunuz. “Adil Düzen”i bırakmadan ilerliyorsunuz...

Benzer olaylarla Akevler’de de karşılaşılıyor. Bunları aşmak büyük sabır işidir.

فِي الْبَأْسَاءِ (FIy eLBaESAEi)  “Be’slerde.”

BE’SÂ’ VE DARRÂ’” birlikte kullanılmıştır. Darrâ’, katarakt körlüğüdür. Acıtmayan ama zarar veren demektir. Mâlen gelen eksiklikler zarardır. Be’sâ’ ise bedeni acıtan demektir. Kavgalar, çatışmalar, saldırılardır.

Sıkıntılı durumda sabırlı olmak gerekir. Bu be’sâ’ yukarıda söylediğim gibi dıştan gelebilir, içten de olabilir. Birbirimize kötülük yapmış olabiliriz, kötü sözler söylemiş olabiliriz.

Ne söylerseler söylesinler sabret. Senin sabrın âlemlerin Rabbi içindir. Âyeti hatırlayıp devam ederiz. Arkadaşın bize yaptığı be’si topluluğun yaptığını kabul etmeyeceğiz. Onun kötülüğünü iyilikle def edeceğiz.

a)      Kötülüğe karşı iyilik etme.

b)      Yüzüne söyleme, arkasından gıybet etmeme.

c)       Sabredip meselenin zamanla düzeleceğini bekleme.

d)      Hakemlere giderek hakemlerden hakkını isteme, doğrudan karşılık vermeme.

İşte bu davranışlar sabırdır.

Dıştan gelecek be’salâra da birlikte mukabele etme, onlara karşı da benzer davranışlarda bulunma.

İstanbul Akevler’i kurarken karşılaştığımız sıkıntılar bizi kimseye düşman yapmamıştır. Allah’ın imtihanıdır diye bu sıkıntılara sabretmeliyiz.

وَالضَّرَّاءِ (Va elWarRAEi)  “Zararda da sabretme.”

Yeni bir topluluk oluştururken zamanından ve malından vermek gerekecektir. Bu da sizi zarara sokar, sıkıntılı günler yaşatır. Buna karşı da sabretmek gerekir.

Sahabelerin hayatı bunun örneğidir. Hendek Savaşı’nda Hazreti Peygamber ve sahabeler karınlarına taş bağlayarak açlık içinde hendek kazdılar. Ama kazandıkları zafer bugün bizi de kurtarıyor.

وَحِينَ الْبَأْسِ (Va XIyNa eLBaESi)  “Be’s hîninde.”

Zarar insanı yavaş yavaş sıkıntıya sokar. “BE’S” ise insana birden gelir ve fevri hareketlere sürükler. Asıl o zaman sabretmek önemlidir. Taraflar hemen uzaklaşmalı, kızgınlıkları bitince aracılar vasıtasıyla sorunlarını çözmelidirler. Yukarıda “Fi’l-be’sâi” dendi; kötülükler içinde sabretmek.

Burada ise “kötülük anında sabretmek” diyor. En sonunda bunu söyledi. Demek ki zarar be’sden daha kötüdür. Ama be’s anı ise zarardan kötüdür. Burada farklı oluşlar açıklanmaktadır. Bazı olaylar vardır ki yükselmeye başlar ve en yüksek dereceye çıkınca orada durur. Zarar böyledir. Sıkıntı yavaş yavaş artar. Belli bir yere gelince sıkıntı artmaz. Artmalı değişme diyoruz. Bazı oluşlar vardır ki ilkin çok büyük etki yapar, sıçrama yapar, sonra azalır, belli yere gelir, orada durur, daha fazla azalmaz. Buna darbeli değişme veya dalgalı değişme diyoruz. Demek ki be’s de darbeli veya dalgalı değişmedir. Her iki halde de sabır gerekmektedir.

Sabır demek, olayı körüklememek demektir. Giderilmesini makul şekilde teenni ile yapmak demektir. İster sivil veya sosyal kuruluş kuralım, ister ocak veya bucak kuralım, karşılaşacağımız be’sâ’ ve darralarda sabırlı olmalıyız. “Adil Düzen”i getirmede gevşeklik göstermemeliyiz. Birr budur.

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا (EuLAEiKa elLeÜIyNa ÖaDaQUv)  “onlar Sadık olanlardır.”

Burada işaret çoğul gelmiştir. O halde işaret edilen ahitlerine riayet edip sabredenlerdir. Daha önce tekil sigası ile sayılanlar, bu duruma gelmek için şarttır.

Sadık oldular” demek, ihanet etmediler demektir. Evliler birbirlerine sadık kalırlar, birbirlerini ihmal etmezler. Bunu teyit etmek için mihir vardır.

SADAKÛ” denmektedir. Bir başkana bağlananlar da zekâtlarını ona verirler, ona da “sadaka” denmektedir. Sabredip söz verenler sözlerinde durmuş olurlar. Bunlar vaatlerini de yerine getirmiş olurlar.

Yani; “Adil Düzen” gelecektir dedikleri zaman bunda doğru çıkarlar. Kapanacağız diye “Adil Düzen”i bırakanlar ise baştan yalan söylemiş olurlar. Çünkü böyle korkaklar eliyle “Adil Düzen” gelmez. “Adil Düzen”i vaat edenlerin sadık olmaları için ahitlerine riayet etmeleri ve sabretmeleri gerekir.

وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُتَّقُونَ(177) (VaEuLAEiKa HuMu eLMutTAQUvNa)  “onlar Muttakilerdir.”

Sûrenin başında “Kur’an’ın muttakilere hidayet olduğunu” bildirmiştir.

Şimdi burada “muttakiler”in kim olduklarını anlatmış oluyor.

İman eden, mallarını harcayan, toplantılara katılan, ortak fon oluşturan, sözleşmelerine riayet eden ve sabredenlerdir. Böylece Kur’an ayetleri hep birbirini açıklayan bir kitaptır, bunun için mübîn denmektedir.

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3352 Okunma
2-bakara11-20
2379 Okunma
3-bakara21-30
2529 Okunma
4-bakara30-37
2262 Okunma
5-bakara37-48
2492 Okunma
6-bakara 49-57
3109 Okunma
7-bakara 59-61
3127 Okunma
8-bakara 62-69
2479 Okunma
9-bakara 70-76
3471 Okunma
10-bakara 77-83
2754 Okunma
11-bakara 84-88
2316 Okunma
12-bakara 89-93
2440 Okunma
13-bakara 94-101
2634 Okunma
14-bakara 102-105
3485 Okunma
15-bakara 106-112
2676 Okunma
16-bakara 113-119
2737 Okunma
17-bakara 120-123
2634 Okunma
18-bakara 124-130
2332 Okunma
19-bakara 132-138
2204 Okunma
20-bakara 139-143
2113 Okunma
21-bakara 144-149
2575 Okunma
22-bakara 150-158
2495 Okunma
23-bakara 159-165
2089 Okunma
24-bakara 166-173
2488 Okunma
25-bakara 174-177
2606 Okunma
26-bakara 178-182
2325 Okunma
27-bakara 185-187
6386 Okunma
28-bakara 188-194
2482 Okunma
29-bakara 195-198
2841 Okunma
30-bakara 199-206
2379 Okunma
31-bakara 207-213
2781 Okunma
32-bakara 215-217
2220 Okunma
33-bakara 218-221
2709 Okunma
34-bakara 222-228
3007 Okunma
35-bakara 229-232
3566 Okunma
36-bakara 233-235
2283 Okunma
37-bakara 236-242
2493 Okunma
38-bakara 243-246
2613 Okunma
39-bakara 247-248
2850 Okunma
40-bakara 249-252
3150 Okunma
41-BAKARA 253-256
2699 Okunma
42-BAKARA 257-259
2521 Okunma
43-BAKARA 260-264
3086 Okunma
44-BAKARA 265-269
2259 Okunma
45-BAKARA 270-274
2640 Okunma
46-BAKARA 275-277
2360 Okunma
47-BAKARA 278-281
2391 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2797 Okunma
49-BAKARA 283-284
2497 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3716 Okunma