BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
3153 Okunma
bakara 249-252

 

 

 

ADİL DÜZEN 420

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 82. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِ قَالَ إِنَّ اللَّهَ مُبْتَلِيكُمْ بِنَهَرٍ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلَّا مَنْ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ فَشَرِبُوا مِنْهُ إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُمْ مُلَاقُو اللَّهِ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللَّهِ وَاللَّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ(249)

فَلَمَّا فَصَلَ (FaLamMAv FaSaLa)  “Fasl ettiğinde”

Krallık tacı giyildikten sonra ordu hemen hareket etmiştir. Buradaki “Fa” harfi şunu göstermektedir ki, krallık yani merkezi yönetim sadece orduda geçerlidir. Sivil yönetim için melikin seçilmesine gerek yoktur.

İslâmiyet’te devamlı ordu yoktur. Bütün mü’minler askerdir. Ordu komutanları vardır. Bunlar bölge merkezlerinde askeri eğitim yaparlar ve bölge merkez illerini yönetirler. Melikin ancak tüm ülke seferber hâle geldiği zaman seçilmesi zorunludur. O zaman da tüm ülke sıkıyönetimle yönetilir. Başbakan ve genelkurmay başkanları birlikte olsalar da, barış zamanında ordu kışlasındadır ve yönetim başbakanlıkça ve bakanlar kurulunca yapılmaktadır. Savaş zamanlarında yani seferberlikte artık hukuk yönetimi kalkar, onun yerine askeri yönetim gelir. İşte o zaman başkomutan atanır. Bu başkomutan melik durumundadır. Ülkeyi askeri yönetimle yönetir. Buradaki “Fa” harfi bize kral nasbının askeri zaruret sebebiyle olduğunu ifade etmektedir.

Savaş iki şekilde yapılmaktadır. Bir düşman ülkeye saldırır. Bu saldırı tek cepheden gelecektir.

Türkiye’nin komşuları belirlenmiştir. Saldırı Avrupa’dan gelebilir. Trakya’da konuşlanmış ordu kara savunmasını yapar. İkinci saldırı karadan güneyden Irak ve Suriye’den gelebilir. Bu saldırıya karşı Diyarbakır’da konuşlandırılmış kara ordusu mukabele eder. Üçüncü saldırı İran’dan gelebilir. Van’da konuşlandırılmış kara ordusu burasını savunur. Dördüncü kara ordusu Erzurum’da konuşlandırılmıştır. Bu ordu Kafkasya’dan gelen saldırılara karşı koyar. Samsun’da deniz ordusu vardır, Karadeniz’den gelecek saldırıyı def eder. Bursa’da konuşlandırılmış ikinci deniz ordusu Marmara ve Boğazları savunur. İzmir’de konuşlandırılmış üçüncü deniz ordusu, denizden gelen saldırıları def eder. Adana’daki deniz ordusu Akdeniz’den gelecek deniz saldırısını def eder. Bunun dışında üç hava ordusu vardır. Bunlar Konya, Kayseri ve Afyon’da konuşlanmışlardır. Bunlar da kendi bölgelerini hava saldırılarına karşı savunurlar. Gerektiğinde kara ve deniz ordularını takviye ederler. Ankara’da konuşlandırılmış merkez ordusu vardır. Uzak merkezleri dövecek şekilde ayarlanmıştır. Bu savunma ordusudur.

Bunun dışında eğer uluslararası yargılama sistemiyle mahkum olan devlet varsa ve o devleti işgal edip yok etme hakemler kararı çıkmışsa, bunun için özel ordu teşkil edilir. Başkomutan ordunun başına geçer. Viyana seferi gibi seferlere çıkılır. İşte burada bundan bahsedilmektedir. O zaman ülke içinde seferberliğe gerek yoktur.

طَالُوتُ بِالْجُنُودِ (OAvLUvTu Bi eLCuNUvDi)  “Talut cunud ile fasl edince”

Cunud” “cund”un cemidir, çoğuludur. “Akvam” gibi çoğul isminin çoğuludur.

Kur’an burada “Adil Düzen Anayasası”nda kabul ettiğimiz bağımsız ordu komutanları ilkesini teyit etmekte, istihsanen kabul ettiğimize nass gelmektedir. Melik ordu komutanı değil, orduların komutanıdır. Ordular, savaşan birlikler  cunuddur.

Askeri teşkilatı onlu sisteme göre sıralıyoruz. Manga 10, bölük 100, alay 1000, tümen 10 000 ve ordu 100 000 dir. Demek ki bir ordunun sayısı yüz bindir. Kur’an’da bu sayı geçmektedir. Onlar yüzbinler olduğu halde savaşmadılar deniyor. Melik ise on orduyu yönetmektedir. Bu da bir milyon insan etmektedir. Demek ki dışarıya ordu sevk edeceğimiz zaman bir milyon büyüklüğünde bir ordu ile gitmeliyiz. Hükümdarların askerlerinden söz ederken hep çoğul olarak “cunud” kelimesini getirmektedir. Aşiret ondur. Kuruluş ma’şer onlu sistemdir.

“Fasl” lazım fiildir. Ayrıldı demek olur. “Bi” ile müteaddi olmuştur. Ordusunu ülkesinden ayırdıktan sonra demek olmuş olur. Orduyu başkomutan toparlayıp götürür. Hazreti Muhammed aleyhisselâm seferberliği ilan edince birliklerin hazırlanıp yerlerinde kalmalarını emreder, gelip alacağını bildirirdi. Askerleri ülke içinde dolaştırırdı. Böylece hareketlilik kabiliyetini ölçerdi.

Diyelim ki Birleşmiş Milletler’de karar alındı, uluslararası yargı, hakemlerden oluşan yargı, İsrail’in işgaline karar verdi, yani ulusları işgale serbest bıraktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi de başkomutanı seçti ve Filistin’e gidilip savaşı durdurma kararı aldı. Seçim komutanların yani ordu komutanlarının ona itaat etmesiyle tamamlanmış olur. İşte bunun arkasından çıkış yapılacaktır. Ordular yerlerinde duracaktır. Başkomutan her ordunun merkezine uğrayacak ve oradan birlikleri ve orduları ona katacaktır. Buna İzmir’den başlar, Erzurum’a gider, sonra Adana’ya gider, ondan sonra Bursa’ya gider. Askerleri ülke içinde mobil hâle getirir. Sonunda nereden hareket edecekse hareket eder. Suriye’den gidebilir. Akdeniz’den deniz çıkartması yapabilir. Irak’tan gidebilir. Irak’tan Suudi Arabistan’a geçerek oradan gidebilir. Mısır’dan Sina Yarımadası’ndan gidebilir. Baştan belli değildir. Ama kararı verip de nereden gideceklerini askerlerine bildirdikten sonra, artık savaş alanına ulaşma ve orada savaşma talimatı verilir.

قَالَ إِنَّ اللَّهَ مُبْتَلِيكُمْ بِنَهَرٍ (QAvLa EinNa elLAHa MuBTaLıKuM Bi NaHaRin)  

“Allah sizi bir nehirle ibtila edecektir.”

EinNe” ile tekid etmiştir. Çünkü onlar Talut’un onları bilinen düz yoldan götüreceğini sanmışlardır. Oysa Talut düşmana beklemedikleri yerden vurmak için onları daha zor yollardan götürmüştür. Böylece askerlerinin zorlukları yenme gücünü ölçmüştür.

Amerika Birleşik Devletleri Irak’ta aynı taktiği uyguladı. Herkes Körfez ve Kuveyt’ten hareket ederek Irak’ı vuracağını sanırken, o çölden hücum etti. Çöl’de savunması olmadığı için Saddam yenildi. Halbuki Türk komutanları tam tersini yaparlardı. Onlar askerlerini çöle sevk eder, Kuveyt sınırlarına yaklaşırlardı. Bağdat’ı ise serbest bırakırlardı. Düşman elini kolunu sallayarak Bağdat’ı işgal ederdi. Kuveyt’i işgal edecek ordu, ABD ordusunun ikmalini keser ve düşmanı ülkesinde imha ederdi. Ordusu mahvolan devlet bir daha kolay kolay buna cesaret edemezdi.

Türk ordusu Kıbrıs’ı şöyle almıştır. Rumlar Kıbrıs’ta uçaksavarlar yerleştirmişlerdi. Havadan yapılacak hücumla Kıbrıs’ı almamız çok zor olurdu. Karadan gitmek de son derece zordu. Çünkü belli yollardan geçilecek ve orada da Rum askerleri yol vermeyecekti. Onun yerine Türk askeri yeni bir savaş yolu denedi. Helikopterlerle saldırdı. Helikopterler alçaktan uçtuğu için uçaksavarlar etki edemedi. Helikopterlerle de düşmanın en zayıf noktalarına iniş yapıldı. Böylece şaşkına dönen Rum ordusu bir hafta içinde teslim oldu.

Nehr” kelimesi ırmak demektir. “Nehir” olarak da okunur. Çoğulu “enhar”dır. Kendisi tekildir.

Burada nekre gelmiştir. Çünkü ordusu hangi nehirden geçeceklerini bilmemekte, komutandan başka hiç kimse planı bilmemektedir. Savaş sırlarla kazanılır. Askerler bilirse herkes bilir. Komutandan başka kimse bilmez. Bugünkü savaşlar planlanarak yapılmaktadır. Planlanarak yapılan savaş demek, herkesin planı bilmesi demektir, düşmanın da bilmesi demektir. Bu sebeple değişik plan yapılır. Ona yakın saldırı planı hazırlanır. Komutana arz edilir ve bekletilir. Her planın içinde değişik varyantlar konur. Savaşa başlandığı zaman tam o anda komutan planlardan birine karar verir. Planın içindeki tercihleri de yapar. Hattâ kendisi o anda planda değişiklik yapar. İşte böylece düşman ne ile karşılaşacağını bilmez olur.

“Falammâ”daki “Fa” harfi işte bu hususa da işaret eder. Yani ülke içinde dolaşırken, ülkenin dışına çıkar çıkmaz sözlerini söylemiştir. “Allah sizi ibtila edecektir” denmiştir. Burada emri ve kararı kendisi verdiği halde, “Allah sizi imtihan edecektir” neden söylenmiştir? Çünkü, böyle bir imtihan sünnetullahtır ve böyle bir imtihandan geçiren de şeriatın emridir.

Buradan şunu öğreniyoruz ki, askeri eğitim farzdır. Askeri eğitimin iki gayesi vardır. Biri, gelişmiş silahlarla savaş eğitimini almaktır. İkincisi ise savaşın zorluklarına alışmaktır. Sıcaklık, soğukluk, açlık, susuzluk, çıplaklık, uykusuzluk, koşmak, engelleri atlamak, yüzmek... Böylece savaşabilme gücünü elde etmedir.

Savaş cephede kazanılmaz. Savaş önce ikmalle kazanılır. Savaşırken eğer yiyecek ve cephane ulaşıyorsa savaş devam eder. Kimin yiyecek ve cephanesi önce tükenirse savaşı o kaybeder. Bu sebepledir ki ülke ekonomisi dışa bağımlı ise savaş çabucak biter. Askerin silahını ve cephanesini yetiştiremez, yiyeceğini ve giyeceğini temin edemezseniz, o asker iki gün dayanamaz.

İkinci önemli husus eğitimdir. Hem silah kullanmayı öğrenmeli, hem de savaşma gücü olmalıdır, dayanıklı olmalıdır. Bu iki gücü elinde tutan ordu bir defa cephede yenilse bile sonra tekrar zafer kazanır. Savaşta ise çok önemli husus askerlerin disiplinli olması, yanlış da olsa birlikte hareket etmeyi bilmeleridir. Askerliğin sonuncusu ise komutanın taktikleridir.

Talut askerini zorlukla geçilecek yollardan hareket ettirince hem onları disipline etmekte, hem sıkıntılara alıştırmakta, hem de düşmanın beklemediği yerden saldırıya uğramasını sağlamaktadır.

فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ (Fa MaN ŞaRIBa MiNHu)  “Ondan kim şurb ederse”

Buradaki “Fa” bundan önceki cümleyi açıklamaktadır. Allah sizi bir nehir ile imtihan edecektir dedikten sonra, nasıl imtihan edeceğini açıklamaktadır. Nehirden su içmeyecekler. Yorgun argın bir şekilde su içerlerse dokunur, rahatsız olabilirler. Bu bakımdan onların o nehirden su içmemelerini emretmiştir. Yahut nehirde zararlı maddeler vardır, onun içinin içmemelerini emretmektedir. Burada hangi sebeple olduğu izah edilmemiştir.

Her emrin bir hikmeti vardır, bir de illeti vardır. Askerlikte ise emirlerin ne illeti ne de hikmeti sorulur. Emredilir ve herkes emri yerine getirir. Bilmeden, düşünmeden, körü körüne itaat vardır. Birlik öylece sağlanır, zamanında hareket öyle sağlanır. İnsanlar düşünüp içtihat yaparak karar verseler çoktan hayatlarını kaybetmiş olurlar. Bizim bedenimizde de buna benzer davranışlar vardır. Elimize sıcak su dökülse, düşünmeden hemen elimizi çekeriz. Buna refleks hareket deniyor. Topluluk da böyle zaman zaman refleks hareket yapmak durumundadır. Bunu başarmanın yolu, emir-komuta zincirine itaat etmektir. Sofra hazırlanır, kimse bir lokma almaz. Komutan gelir, ‘Afiyetler olsun!’ der. Yemeğe birden başlanır. Sofradan birden kalkılır. Komutan baştan içilmesini yasaklıyor. Nehirden kimse su içmeyecektir diyor. Askerlikte şeriat yoktur. Askerlikte talimatlar vardır. Talimat komutanın koyduğu kurallardır. Herkes ona itaat eder ama komutan istediği anda onu değiştirir. Sonra, komutanın koyduğu talimatlar eşitlik ilkesini taşımaz, bana başka size başka emir vermiş olabilir. Oysa, şeriatta emir yoktur, içtihatlar vardır, sözleşmeler vardır, ortak vekil kararları vardır, hakem kararları vardır. Kimse amirine karşı sorumlu değildir, hakemlere karşı sorumludur.

فَلَيْسَ مِنِّي (Fa LaYSa MinNIy)  “Benden değildir.”

Demek ki komutanın askerlerini ordudan çıkarma yetkisi vardır. “Nehirden içen benden değildir” demekle, ordudan uzaklaştıracağım demiş oluyor. Artık benim komutamda bulunamaz demektir. Komutanlar ordudan ihraç kararı veriyorsa, askerlere de birliğini değiştirme yetkisini veriyoruz demektir. Yine bizim istihsanla kabul ettiğimiz komutanın ihraç yetkisi burada nass ile teyid edilmiş oluyor. Buna kıyaslayarak biz bu yetkiyi bütün başkanlara veriyoruz. Yani toplantı başkanlarına, aşiret başkanlarına, bucak başkanlarına bu yetkiyi tanıyoruz. Tabii başka âyetlerle bu sonuca varmış bulunuyoruz.

وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ (Va MaN LaM YaOGaMHu)  “Kim onu taam etmezse.”

Burada “lem yeşribhu” dememiş de “lem yetamhu” demiş. “Taam” doyasıya yemek anlamına gelir. “Şeribe” ise az veya çok içmek demektir. Zararlı olan çokça içmek, doya doya içmektir. Bir iki yudum su kötü etkiler yapmaz. Yorgunluk yapmaz, zararlı maddeler de yapmaz. Çünkü gerekli tedbiri alır ve onu yener. Dolayısıyla bir avuç içmeye izin verilmiştir.

“Taam” kelimesi tatmak kelimesini içermez. Yukarıda “şurb etmeyi” getirdi, burada “taam etmeyi” getirdi. Şurb edenin kendisinden olmadığını söyledi. Burada taam etmeyenin kendisinden olduğunu belirtmektedir. Az olanları istisna etmektedir.

Bu da usulcüler için pek çok yerde kullanılan sistemdir. Mesela, hırsızın kolu her zaman kesilmez, az miktarda çaldığı zaman kesilmez. Zina yapana her zaman dayak cezası atılmaz. Çünkü sârik ve zani denmiş, ismi faillerle getirilmiştir. O halde az olanlar istisna edilmektedir. Fıkıhçılar hırsızlıkta bir nisab koydular, ondan az çalanın eli sünnetle kesilmektedir. Delili işte bu âyettir. Zina eden için de duhul şartı getirilmiştir. Sevişenlere zina cezası uygulanmaz. Şehvetle bakmak bile günahtır, ama zina cezası ancak duhulle uygulanır. Faizde de küçük çaptaki mübadelelerde tam eşitlik aranmıyor.

فَإِنَّهُ مِنِّي (Fa EinNaHUv MınNIy)  “Kim doyasıya içmezse o bendendir.”

Böylece doyasıya içeceklerin ordudan çıkarılacağını haber vermektedir. Bu nasıl sağlanacaktır?

İçenler hastalanacak ve nehrin kenarında serileceklerdir. Birlik artık onları beklemeyecektir. Bırakıp devam edecektir. Böylece onlar çıkmış olacaktır.

Burada da başka husus ortaya çıkmıştır. Haramlar, yasaklar uygulanmaz ama kanun onu himaye etmez. Çünkü yaptığı iş hukuki değildir. Cizye ve askerlik anlaşmalarında onlar istisna edilmiştir. Cezasını Kur’an bize vermediğine göre biz onlara ceza vermeyiz, ama biz onları himaye etmekle yükümlü değiliz demektir. Başkana itaat etmeyenin hukuku o başkan tarafından korunmaz. Bu kural da bu âyetten çıkmaktadır.

إِلَّا مَنْ اغْتَرَفَ (EilLAv MaN EiĞTaRaFa)  “Sadece iğtiraf edenler.”

Kur’an’da “ğurfe” kat anlamındadır, yani binalardaki kat anlamındadır. “Ğurfetün mebniyye” bina edilmiş ğurfe; “Ğurfetün fevkaha ğurfetün”, ğurfe üzerine ğurfe yani kat kat yapı; “ğurufat” apartman yani üst üste binmiş katlar olarak geçmektedir. Sadece burada bir avuç su anlamına gelmektedir.

Aradaki ilişki nedir? Binanın katı ile bir avuç su arasında ne gibi bir ilişki vardır?

Yakın kelimeleri tahlil ederek aradaki ilişkiyi arayalım.

ĞRB: Garb, batı demektir. Güneşin battığı yerdir. Ğurab ise karga demektir. Karga uçmaya batıya yönelerek başlar. Gökte dolaştıkça ne kadar ileri-geri gittiğini ölçer ve kalanı belleğinde  tutar, yine ne kadar sağa-sola gittiğini ölçer ve belleğinde tutar. Yani her zaman kendi yuvasının ne kadar uzakta olduğunu ve hangi istikamette olduğunu bilmektedir. Arılar ve diğer sinekler de bu yolla yerlerini bulmaktadır. Kuşlar bu metot sayesinde güney kutbundan kuzey kutbuna kadar yolculuk yapabilmektedir. Balıklar da bu sayede kıtalardan kıtalara yolculuk yapmaktadır. Bu yol irsen yavrulara da intikal eder. Kuşların ve diğer canlıların giderken kilometreyi nasıl ölçtüğü de sorulabilir. Bunu uçaklar gibi kuzey-güney istikametini bilmelerinden çok, gökten gelen ışıklara göre tayin etmiş olabilirler.

Kur’an’da bir de “Ğarabibe sudin” geçmektedir. “Ğarabib” ğarbiybin çoğuludur. Garbib, topluluktan uzaklaşan, halktan çekinen kimse demektir. Halka karışmayan, namazlara gelmeyen kimse demektir. Batan, kaybolan anlamındadır. Hazreti Peygamber aleyhisselâm Allah’ın bunlara kızdığını söylemektedir. “Ğurfe” kelimesinin “ğurbe” kelimesi ile akrabalığı, ğurfenin insanları ğurbe gibi gözden ırak tutmasıdır.

ĞRY: Ğaray, gark olmak, dalmak anlamındadır. Iğra etmek demek, daldırmak demektir. Aralarına adaveti iğra ettik. Seni onlara iğra edeceğiz. Onların içine dalacaksın. Burada da ğrk kelimesi ile akrabalığı, odanın içine girmek demek olur. İğtiraf etmek de, avucu suya daldırıp çıkarmak mânâsına gelir.

“Ğaram” ağırlık demektir. Onlar onun ağırlığından eziliyorlar mı denmiş olur. Batı dillerindeki gram kelimesi de buradan gelmektedir. Ğurfe ile akrabalığı, dalma ve batmanın ağırlıkla olmasından dolayıdır. Bir yudumluk su gibi bir dalımlık su müstesna demektir.

İğtiraf etmek” de daldırıp çıkarmak demektir. “Kat” kelimesi de bir meskenlik demek olur.

غُرْفَةً بِيَدِهِ (ĞuRFaTan BıYaDıHIy)  

“Diliyle iğtiraf ettiği bir ğurfe dışında kim taam etmezse o bendendir.”

Suya ağzı dayayıp doyasıya içme yasaklanıyor. Bir avuca gelen kadar az suyun içilmesine izin veriliyor. “Bi yedin” bir avuçla alınan su anlamındadır. Demek ki avuç ölçü birimidir.

Biz de bir avucu fitre için esas alıyoruz. Bir avuç tahıl yaklaşık yarım kilo gelmektedir. Çalışan bir insan yarım ekmek yer. Yarım ekmeklik de katık sayıyoruz. Ve günde iki öğün yediğini farz ederek, iki kilo buğday bir fitredir diyoruz, yani dört avuç buğday demektir. Hanefilere göre bu daha fazladır. Üç okka arpa veya birbuçuk okka buğday diyorlar. Birbuçuk okka buğday (1.38+.69=2.07 gram) Böylece bizim içtihadımız Hanefilerin içtihatlarına uymaktadır. Uzunluk ölçüsü olarak da parmağın uzunluğunu alıyoruz. 9.415 olarak alırsak gezegenlerin uzaklıkları tamamen uymaktadır. Allah insanın ölçülerini doğal uzunluklara uygun var etmiştir.

“Ğurfet” bir ölçü olduğu için nekire gelmiştir. Bir tek avuç su alınacak demektir.

فَشَرِبُوا مِنْهُ (Fa ŞaRIyBUv MıNHu)  “Ondan şurb ettiler.”

Yani imtihanı kaybettiler. Dereyi geçtikleri zaman doya doya içmeyen çok az kimse kalmıştır. İçmeyenler, doya doya içmeyenler derenin öbür tarafında yerleşmişler, karargah kurmuşlar ve savaşma durumlarını tartışmaktadırlar. Komutanın takip ettiği başka bir taktik de geri dönmenin zor olacağı yoldur. Eğer kolay dönülürse savaşanlar kaçabilirler. Bu sebepledir ki Tarık bin Ziyad Cebeli Tarık’ı geçince gemileri yaktı. Önünüz düşman, arkanız deniz; geri dönerseniz kesin olarak ölürsünüz ama savaşırsanız yaşama şansınız var demiştir. İşte bu sebepledir ki düşmana ırmakları geçerek saldırma avantajlı olmaktadır.

Kur’an insanları gruplara ayırmıştır.

Müşrikler, hakem kararlarını kabul etmeyen kimselerdir. Onlarla savaşmak ve yeryüzünden fesadı kaldırmak mü’minlere farzdır. Müşriklerin dışındakilerle savaş yapılmaz, yani hakem kararlarını kabul edenlerle savaş yapılmaz. Bunlar dört gruptur.

Kâfirler, cizye vermeyenlerdir. Hakem kararlarını kabul ettikleri için biz onlara saldırmayız. Ama onlara müşrikler saldırsa biz onları korumayız.

Müslimler, bunlar savaşa katılmazlar ama askerlik bedeli verirler ve biz onları koruruz.

Mü’minler, bedenen savaşa katılanlardır. Bunların savunma savaşına bedenen katılmaları zorunludur.

Cihad yapan mü’minler. Bunlar ülke dışında savaşa gönüllü olarak katılanlardır. İşte insanlar savaşa katılmaya zorlanmaktadır. Bedel ver, savaştan kurtul. Ülkeden göç et, savaşmaktan kurtul. Yurt dışındaki cihad savaşına katılma, savaştan kurtul. Ama savaşa katıldıktan sonra artık geri dönüş yoktur. Ya zafer ya ölüm. Savaş bir tür düellodur. Birlikler savaşırlar. Bir taraf ölür, diğer taraf zafer kazanır. Mallarına ve canlarına sahip olur. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve bir daha sorun çıkarmayacak savaşanlar esir edilip köleleştirilir. Başkomutan isterse affedebilir.

İşte, savaşın kuralı savaştan kaçanı öldürmek, yahut kişiyi savaştan kaçamayacak hâle getirmektir. Allah böyle bir dünya yaratmıştır. Niçin böyle yaratmıştır? Onu soramayız. Sadece nasıl yaratmıştır, onu araştırırız. Bizim görevimiz nedir? Onu öğrenmek durumundayız. Askeri düzende durum böyledir. Allah orada kendisi de askeri düzeni uygulamaktadır. Sorma, itaat et diyor. Şeriat düzenine geçtiğimizde, o zaman her şeyin hikmetini öğrenmek hakkımız olur. Savaş eğer meşru ise savaştan kaçanı öldürmek de meşrudur. İnsanları esir edip köleleştirmek de meşrudur.

إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ (EilLAv QaLIyLan MıNHuM)  “Onlardan azı dışındakiler onu içtiler.”

Demek ki içenler içmeyenlerden çok idiler ve onlar ordu dışında kaldılar. Ordu yarıdan aşağıya düşmüştür. İşte savaşın zorluğu buradadır. Savunma kolaydır ama saldırma çok zordur. Yolda dökülürsünüz. İkmaliniz biter. ‘Ya ölüm ya zafer’ demek zorundasınız, çünkü geri dönemezsiniz. Eğer haklı bir savaş yapıyorsanız, karşı taraf suçluluk ruhiyatı içindedir, korkmaktadır. Kimden? Allah’ından kokmaktadır. Çünkü herkesin beyninde kazılmış inkâr ettiği Allah vardır. Tehlikeli anlarda her şey çözülür, o merkeze varılır ve orada insan yaratanını bulur. Haklı ise cesurdur. Ölmeyi göze almıştır. Haksızsa korku içindedir, endişelidir. Dolayısıyla savaşı kaybetmeye mahkumdur.

Tarih boyunca zalimler çıkmıştır. Ama insanlık hep zalimleri yenmiş ve adalet üzerinde yaşayarak bugünkü hâle gelmiştir. Hep insanlık zafer kazanmıştır. Zulüm fırtına gibi gelip geçmiştir.

Tarihin en büyük zulmünü Sovyetler yapmıştır, sömürü sermayesi yapmıştır. Ama sonunda Sovyetler yıkılmıştır. Sömürü sermayesi de kanser hastası gibi ömrünü beklemektedir. Bugün Amerikan sermayesi dünyaya saldırmaktadır ama artık kurtuluşun olmadığını da öğrenmiş bulunmaktadır. Hıristiyanlık yeniden eski satvetine yani gücüne kavuşma durumundadır. Papalık en güçlü ve etkin müessese hâline gelmiştir. Hindistan’da Hindu dinine karşı saldırı olmamıştır. Çin’de Budistlere saldırı olmuş ve bu gün artık serbest hâle gelmişlerdir. Müslümanların hepsi bağımsızlık kazanmaktadırlar. İslâm devletlerindeki sol diktatörler bir bir ortadan kalkmakta, İslâmî yönetim gelmektedir.

İşte; ırmağı geçenler az idiler ama yine onlar galip gelmişlerdir.

فَلَمَّا جَاوَزَهُ (Fa LamMAv CAvVaZaHUv) “Suyu içmeyenler nehri geçince.”

Fa” harfi içmenin takibidir. Irmak geçilmiştir. Acaba ırmak nasıl geçilmiştir?

Tarihte ırmak geçme teknikleri geliştirilmiştir. Önce su derin değilse yürünerek geçilir, derinse yüzülerek geçilir. Hayvanlara yükler yüklenir. Sonra sallar ve kayıklarla geçilir. Gemilerden köprüler kurulur, yahut halat köprüler kurulur. O zaman bu geçme tekniklerinin hepsi biliniyordu.

Burada “kendisi geçince” deniyor da “fasala”da olduğu gibi ordusunu geçirdi demiyor. Çünkü artık herkes kendisi geçmeye çalışmıştır. Karşıya geçinceye kadar komuta durmuştur. Savaşta da bu böyledir. Çatışmaya başlayınca hiçbir kimse artık emir beklemez, herkes kendisi kendisinin komutanı olur, çatışmada öldürmek ve ölmemek için çalışır. Bu sebepledir ki Talut geçince denmiş, Talut ordusunu geçirince denmemiştir. Kur’an’ın her sözü ve sigası derin anlamlar içerir. O sebepledir ki insan sözü olmamaktadır. Bizim böyle bir kitabı telif etmemiz mümkün değildir.

هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ (HuVa Va elLaÜIyNa EAvMaNUv MaGaHUv)  

“O ve onunla beraber iman etmiş olan kimseler ırmağı geçince.”

Burada “huve” gelmiştir. Çünkü muttasıl zamire atıf yapılamaz. Onun için munfasıl zamir getirilir. Onunla beraber iman eden kimseler denmektedir. Burada kastedilen onunla beraber su içmeyerek kendilerini güvene alanlar demektir. Burada Allah’a inandılar, su içmediler ama aynı zamanda kendilerini de helâk olmaktan, hasta olmaktan kurtardılar.

İçenlerin ne olduğundan bahsetmemektedir. Ama geçenler arasında onları saymamaktadır. Ya suda boğulup gittiler, ya geri döndüler, ya da geçtiler ama birliklerini kaybedip orada kaldılar.  Her ne olursa olsun, perişan oldular. Sayı olarak az da olsalar, iman etmiş kimseler kalmışlardır.

“Adil Düzen” savaşında da durum böyledir. “Adil Düzen”in şer’î kuralları ortaya konur. Size şöyle yapmayın denir. Siz ise kana kana su içersiniz ama artık “Adil Düzen” kervanına katılamazsınız. Kalanlar çok az olabilir. Ama kalanların imanları varsa, devam ederlerse, başarıya ulaşacaklarında şüphe yoktur.

-“Yenibosna Adil Düzen Çalışanları böyle dere ile karşılaştılar mı, geçenler geçti mi?” sorusuna cevap verebilirim. Evet, market çalışmaları, ahşap ev çalışmaları başarısızlığa uğrayınca, geçen haftalarda bir toplantı yaptık. Bazıları; artık bizim yapacağımız bir şey yok, markete devam edemeyiz, ahşap evleri yapamayız dediler. Hemen hepimizin fikri bu idi.

Ama Talut’un ordusunda olduğu gibi gelişmeler oldu. Her zaman bu böyle olur.

Osmanlı Devleti’nden ümidi kesenler İngilizlere, Ruslara, Amerikalılara teslim olmayı düşündüler. Bugün de Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri ortaklığı aranıyor. Teslimiyete ortaklık diyorlar. Ama buna karşı direnen insanlar vardır, partiler vardır, ordu vardır.

قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ (QAvLUv LAv OAvQaTa LaNA aLYaVMa)  

“Bugün takatimiz kalmadı dediler.”

Irmağı büyük zayiat vererek geçtiler. Zaten Calut ile denk bile değildiler. O halde artık aklen savaşma imkanı yoktur. Geri dönmek de kolay değildir. Kararsız bir şekildedirler.

Bizim Yenibosna’daki faaliyetimiz de böyledir. Demek ki, sayısı az olsun çok olsun her zaman aynı şeylerle karşılaşırsınız. Gücünüz tükenir. Allah’tan başka melce kalmaz. Kendi kendinize artık yapacağımız bir şey yok dersiniz. İzmir’den geldiğim günden bugüne kadar hep böyle takatsizlikle karşılaştım. Bu yalnız bende değil, hepimizde oldu. Ben şahsen istihareler yaptım. İzmir’e dönüp dönmeme üzerine istiharelerde hep burada kalmam çıktı. Henüz durulmuş ve oturulmuş bir durum yoktur. Ama durulmaya doğru adımlar atılmaktadır.

Benim gibi ümitsizliğe düşen arkadaşlarıma tavsiyelerim olacaktır. Biz bugün diyoruz ki, devama takatimiz yoktur. Karşımızda dev güçler var, bizi yeniyor ve dağıtıyorlar. Yenibosna’da birlik sağlanamıyor. Biri geldi mi diğeri bırakıp gidiyor. Herkesin kendine göre bir dünya görüşü vardır. Uzakta iken bunlar fark edilmiyor. Yakınlaştıkça bu farklılık ortaya çıkıyor, o zaman gitmeler başlıyor. Çözüm nedir? Terk edip gitmek değildir, suda boğulmak değildir. Sorunu şeriata göre çözmektir. Şeriat ne diyorsa onu yapmaktır. Şeriatın ne dediği de hakemlerin dediği ile olur. Haksız da karar verseler, hakemlerin kararlarına uymalıyız. İşte o zaman bizim takatimiz tekrar gelir.

İnsanların ben yapacağım veya falan yapacaktır dememeleri için Allah peygamberleri bile bu imtihandan geçirmiştir. Bunu herkes bilsin ki “Adil Düzen” falanın veya filanın işi değildir. Hepsi takdiri İlahi’dir. O istediğini yaptırmaktadır. Bizim işimiz bize düşen görevi yapmaktır. Yazdıklarımızı, bildiklerimizi hayatımızda uygulayacağız diye bir şey yoktur.

بِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ (Bi CAvLUvTa Va CuNUvDiHi)  

“Calut ve cunudü ile savaşmamızda takatimiz yoktur.”

İki ordu karşılaştığı zaman güç karşılaştırması yapılır. Normal fiziki kanunlara göre hangi ordunun hangisini yeneceği hesap edilir. Buna durum muhakemesi denir.

Durum muhakemesinde neler karşılaştırılır?

a)      Asker sayısı.

b)     Silah ve teçhizat miktarı.

c)      Savunma veya saldırı durumu.

d)     Savaş alanının sağladığı avantajlar.

Bu muhakeme sonunda savaş kabul edilir veya edilmez.

Bunun dışında savaşanların durumu da yukarıdaki maddi durum kadar önemlidir.

a)      Askerlerin inançları, savaşma istekleri ve kabiliyetleri.

b)     Askerlerin eğitimi, savaşmayı bilmeleri veya savaşa dayanmaları.

c)      Askerlerin geri çekilme imkanının olup olmaması.

d)     Savaşmada haklı olup olmadıkları da etki edecektir.

Hırsız ne kadar güçlü olursa olsun, mal sahibi kadar direnemez.

İşte, Talut ve onunla beraber inananlar önce Calut’un ordusu ile maddi karşılaştırma yapmışlar ve durumun aleyhlerinde olduğunu görmüşlerdir. Calut ve ordusu ile savaşma güçlerinin olmadığını tesbit etmişlerdir. Kur’an’ın öğrettiği durum şudur.

1-     20 kişiden az sayıda birlik savaşmaya girmeyecek, geri çekilecek ve birliğine katılacaktır.

2-     Birliğin sayısı 100 ile 1000 arasında ise birlik savaşa girip girmemekte veya birliğe çekilmekte serbesttir. Ancak bu durumda da düşmanın sayısı kendilerinden 10 mislinin üstünde olmamalıdır.

3-     Birliğin sayısı 1000’den yukarı ise ve düşmanın sayısı da iki katından az ise savaş kabul olunmalıdır. Geri çekilme caiz değildir.

4-     Birliğin sayısı 1000’den fazla ve düşmanın sayısı 10 mislinden fazla ise savaşa girilmez, geri çekilme olur.

Burada şunu öğrenmiş oluyoruz ki, manga genellikle 20 kişiden azdır. Sadece savunma yapar, saldırıya geçemez. 20 kişiden fazla olduğunda saldırıya geçebilir. Ama düşman 10 mislinden fazla olmamalıdır. 100’den yukarı ise, eğer düşman 2 mislinden azsa savunma yapmak zorundadır, 10 mislinden çoksa saldırıya geçemez. Bu da bölüğün yetkilerini tayin eder. Asıl savaş birliği alaydır. Tümen ve ordular savaşırlar. Burada kabul edilen kriter şudur. Ordunun 2 misli fazla veya eksik olması savaşa etki etmez. Eşit sayılırlar. 10 mislinden fazla olan ordu moralleri ne olursa olsun saldırıp galip gelemezler.

Kur’an’ın başka âyetlerinde bunlar anlatılmıştır.

قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ (QAvLa elLaÜIyNa YaJunNUvNa)  “Zannedenler kavlettiler.”

İlmetmek, iman etmek, hesap etmek, zannetmek kelimeleri insanın bir şeye olan bilgisini gösterir. Bunların içinde iman ile ilim, biri fikrî diğeri de hissîdir. Mü’min ilmin verilerine inanan kimsedir. Yani fikri hisleri ile birleştiren, fikre göre hisseden kimse demektir.

Hak dinin bâtıl dinden farkı budur. Bâtıl dinler, ilme aykırı şeylere iman eden dinlerdir. Hak din ise ilmin verilerine iman eden dindir. Hakkın verilerine iman ettiklerini söylemekle beraber, ilmin verilerini araştırmadan ilim olarak kabul eden dinlere de fasit dinler diyoruz.

Onlar amelde hataya düştüler ama imanda onlar da hak dine inanıyorlar. Hesap ile zan arasında ilişki vardır. İlim ve iman ilimde etkindir. Oysa hesap ve zan ise amelde etkindir. Hesap daha çok kesin ilme dayanan ameldir. Zan ise içtihada dayanan ameldir. İnsan amelde bulunurken ihtimaliyat ilkesine göre hareket eder. Tahmin eder, tahminde hangisi daha olası ise ona göre hareket eder. Biz öldükten sonra nereye gideceğiz? İki ihtimal vardır. Bizi var eden bizi unutmayacak, tekrar diriltecek ve biz O’na kavuşacağız, O’nunla karşılaşacağız. İkinci ihtimal ise, ölüp gidecek ve bir daha geri gelmeyeceğiz. İlk bakışta bu iki ihtimal yarı yarıyadır. Ne var ki bu yarı yarıya olsa da, kârlı taraf kavuşma tarafıdır. Yer ayırdık, otelde kalacağız. Para atın, yazı gelirse otele girersiniz, tura gelirse otele almayacağız diyorlar. Atmazsanız hiç almayacağız diyorlar. Parayı atarız, yazı gelirse kazanmış oluruz, tura gelirse bir şey kaybetmeyiz.

İşte, öldükten sonrası için çalışma da böyledir. Gerçekse kazanırız, değilse bir şey kaybetmeyiz. Bu sebeple “yezunnune” diyor da “yahsebune” veya “yü’minune” demiyor.

Yenibosna Adil Düzen çalışmaları da böyledir. Yenibosna’da ilmi çalışma vardır, Adil Düzen çalışması vardır. Kur’an’ın çağımız sorunlarını nasıl çözeceği üzerinde çalışılıyor ve ortaya konuyor. Bunun üzerinde başka çalışan yer yok. Herkes İslâmiyet’i bin sene evvelki içtihatlarla öğreniyor. Öğrendikleri hayata uymadığı için de laik olarak yaşıyor.

Biz ise önce Kur’an’ı bugünkü ilimlerle yorumluyoruz. Sonra da Kur’an’ın verilerine göre diyoruz ki, yeryüzüne Adil Düzen hakim olacaktır. Diğerleri ise “Adil Düzen”in ismini kabul etseler bile, onun ne olduğu üzerinde bir çalışma yapmamaktadırlar. Kur’an’a göre Adil Düzeni değil de, kendi akılları ile adil bir düzeni ortaya koyuyorlar. Bizim yorumlarımız doğru olmasa da, doğru olma ihtimali vardır; “Adil Düzen” gelmese de, gelme ihtimali vardır. Oysa onların doğruyu bulmaları mümkün değildir, çünkü aramıyorlar. Onların “Adil Düzen”i getirmeleri mümkün değildir, çünkü getirmekle meşgul değildirler. Babalarından duyduklarının peşinden gidiyorlar.

أَنَّهُمْ مُلَاقُو اللَّهِ (EanNaHuM MuLAvQUv elLAHa)  

“Allah’a mülaki olacaklarını zanneden kimseler.”

İnsan Allah’la beraber idi, O’nun idi. Yeryüzüne sürüldü. Burada eğitilsin diye geldi. Sonra tekrar O’na mülaki olacaktır. Eğer sınıfını geçmişse cennete gidecek ve Allah ile beraber olacaktır. Sınıfta kalmışsa cehenneme alınacak ve bütünleme imtihanlarına sokulacaktır. Öğretilinceye kadar bu böyle devam edecektir.

Biz hayatımızı Allah’a kavuşacağımıza göre ayarlarız. İçimizde kimileri buna tam kani olmayabilirler. Hattâ zaman zaman bizim de içimize kuşkular girebilir. Gerçekten dirilecek miyiz diyebiliriz. Eğer bu vesvese amelimize etki etmezse biz yine şeriat üzerinde amele devam edersek, o zaman o vesvesenin ilacı muavizeteyni yani Felak ve Nâs sûrelerini okumaktır. Amelimize etki etmeyecektir. Çünkü amel etmekle hiçbir zaman zararlı çıkmayacağız. Ama kazanma ihtimalimiz her zaman vardır.

كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ (KaM MiN FiETin QaLIyLaTin)  “Nice kalil fiet vardır ki”

Kem” burada çokluk anlamında soru edatıdır. Kem, pek çok az sayıda ordular vardı ki çok olanları yenmiştir. Allah insanları bir güç etrafında toplanacak bir şekilde yaratmıştır. Tarihte küçük güçler dünyayı istila etmişlerdir. İskender’in orduları çok azdı ama dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmuşlardı. İslâm orduları her tarafta savaşları az iken kazanmışlardı. Talas ve Malazgirt savaşları bunların örneğidir. Atilla, Cengiz, Timur orduları hep az olan ordular idi. Kur’an bu gerçeği bildirmiş ve tarih bu geçeğe şahit olmuştur. Talut’un askerleri de bu gerçeği bilmekteydiler.

Fiet” kelimesi üzerinde ihtilaf vardır. Kur’an’daki “Fiet” kelimesinin kökü üzerinde ihtilaf edilmiştir Alusi “FEV”den veyahut “FYV”den gelmektedir diyor. FEV, başı yarmak anlamındadır. FYV ise dönmek veya ifa etmek anlamındadır.

Biz bunun hangi kök olduğunu ispatlamamız için ilmi metoda başvurabiliriz. Bizim bir şiirde vezin ile satırı düzeltmemiz mümkündür. Burada “F” harfi ile geçen kökleri sayalım. Firavunu Fer’den, Firdevsi Ferd’den, Fetvayı Fety’den ve Fieti Fey’den ayrı sayarsak 75 kök etmektedir Aşağıdaki cetvele bakarsanız üçlü tasnifle buradaki dörtten biri olan “Fie”yi nereye yerleştireceğimizi düşünebiliriz. Şöyle düşünelim. 75 sayısı standart saydır, ancak sistematikte yeri yoktur. Öyleyse Fetvayı, Firavnı ve Firdevsi ayrı kelime saymazsak, Fie kelimesi “FVE”ye uygun gelerek yerleştirilirse 72, 36, 18 ve 9’lu gruplar olarak çıkmaktadır. O zaman “Fie”nin aslı “FVE”dir veya “FRE”dir. Hangi şekilde olursa olsun “FYE”den ayrı kök saymamız gerekir. Fatiha Sûresi’nden biliyoruz ki “R”ler “Y”lere dönüşmektedir. Biz bunun kökünü “FRE” olarak alıyoruz. O zaman buna en yakın kök “FRG, FRĞ, FRQ” olmaktadır. Bunların hepsi ayrılmayı, dallanmayı ifade etmektedir. O halde “Fie”nin aslı “Firek”dir; kaf hemzeye dönüşmüş ve “R” yeye dönüştükten sonra düşmüştür.

“Firek” fırka demektir. “Fırka” askeri birlik demektir, parti demektir, dayanışma ortaklığının parçası demektir. “FVH” ve “FVM” köklerinin “FeM” kelimesi ile ilişkisini kurup düşününüz.

Çizelge seminer notlarının sonuna eklenmiştir.

غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً (ĞaLaBaT FıEaTan KaÇIyRaTan)  “Kesir fiete galip gelmiştir.”

Az sayıda insan çok sayıda insana galip gelmiştir. Tarih Allah’ın çizdiği kaderle akmaktadır. İnsanlara kader için bazı tercihli uygulamalar verilmiştir. Tarihin dönüm noktası savaşlar vardır. Savaşların sonu tarihin kaderi mecrasında gitmiştir. Bedir Savaşı böyledir. Bire üç sayıda fazla gücü yenmişlerdir. Sonra Hendek Savaşı da ölüm-kalım savaşıdır. Bizim İnönü savaşları da Bedir Savaşı gibidir. Sakarya Hendek Savaşı gibidir. Tarihimizde iki büyük savaş daha olmuştur. Talas Savaşı da Batı’nın rasyonel uygarlığı ile Doğu’nun mistik uygarlığı çatışmasıdır ve rasyonel uygarlık galip gelmiştir; ama galip gelen daha zayıf ve daha az idi. İkinci önemli savaş da Malazgirt’te olmuştur. Orada da ortaçağın donmuş Hıristiyanlığının tümevarım metodu ile pozitivizmin yolunu açan İslâm arasında savaş olmuş, pozitivizm galip gelmiştir. Rasyonalizm akılcılıktır. Pozitivizm ise deneyciliktir.

Bugün Yahudiler çok azdır ama insanlığa karşı galiptir. Adil Düzen Çalışanları çok azdır ama onlar galip gelmektedirler. Dünya kapitalizm ve sosyalizmle dine saldırmış; orduları ile, sanatı ile, iletişim araçları ile, üniversiteleri ile din düşmanlığı yapmış, dünyaya Allah’ı unutturacağını sanmıştır. Ama bu savaşı ancak bir asır yürütebilmiş, sonunda teslim olmak zorunda kalmıştır. Dindarlar ne kadar az idi. Hâlâ belki de durum öyledir ama karşı taraf artık teslim olmuş durumdadır.

Bu âyet bize gösteriyor ki, azlık-çokluk haklılığı ve doğruluğu ifade etmediği gibi güçlülüğü de ifade etmemektedir. Bu sebepledir ki AK Parti adil olmadığı için haklı değildir ama güçlü de değildir. Çok oy almak yetmiyor. Güçlü olmak için haklı olmak gerekiyor. İşte bunun böyle olduğunu Saadet Partisi ve AK Parti anlamamıştır. Güçlü olacak ve adaleti öyle getirecekler; bu partiler öyle inanıyorlar. Oysa haklı olursan güçlü olursun. Haklı olmaya çalışmak gerekmektedir. O da “Adil Düzen”i öğrenip mümkün olanı uygulamakla olmaktadır.

بِإِذْنِ اللَّهِ (Bi EiZNi elLAHi)  “Allah’ın izni ile”

Az topluluk çok topluluğa galip gelmiştir. Bu kurallara aykırıdır. Doğada denge vardır. Tabiat kanunları vardır. Nasıl oluyor da az olan çok olana galip geliyor? Burada Allah’ın yardımı vardır. Araştırıldığı zaman görülür ki, bu galibiyette beklenmedik olaylar olur. Talas’ta ve Malazgirt’te Türklerin cephe değiştirmesi ile zafer kazanılmıştır. Ölümü göze alan ordulara Allah yardım etmiştir.

Bunu “Allah’ın izni” ile ifade etmektedir. Çünkü doğanın normal kanunlarına uymamaktadır. Allah insanları ve melekleri beklenmedik olayların cereyanı için görevlendirmektedir. Görünen hesaplara uymadığı için Allah’ın izni ile denmektedir. Saadet Partisi için de böyle düşünüyor ve Allah’ın izni ile barajı geçeceğini umuyoruz. Aksi çıktığı zaman hata mı yapmış olacağız? Evet, oturup o zaman düşünmemiz ve artık o partilerle ilgilenmememiz gerekecektir. Saadet Partisi barajı geçerse onun için ölüm kalım sorunu olacaktır. Biz Adil Düzen Çalışanları olarak dört beş sene daha rahat edeceğiz demektir. Yoksa mecliste denge oluşmayacak ve biz çetin günler yaşayacağız. Ama onun anlamı da “Adil Düzen” yakındır demektir.

وَاللَّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ(249) (Va elLAHu MaGa elÖAvBıRIyNa)  

“Allah sabredenlerle beraberdir.”

Savaşı kazanmanın yolu sabırdır. Batılılar Lozan’da Türkiye İslâmiyet’i terk ederse, dinsizleşirse, yaşatacaklarını söylediler. O zamanın yöneticileri de dinsizleşmeye söz vermediler, ama onların istedikleri inkılapları yapmaya söz verdiler ve yaptılar. Bunun sonucunda “Allahu Ekber” demeyi yasakladılar, “Tanrı uludur” dedirttiler. Ama 27 sene sonra yasak kalktı ve şimdi insanlar “Tanrı uludur” sözünü unuttular bile. Türk halkı savaşmadı ama sabretti. Sonunda zafer onun oldu.

Adil Düzen Çalışanlarının da sabretmeleri gerekir. Sonunda zafer onların olacaktır.

Biz bu âyetleri yorumluyoruz, redakte ediyoruz, okuyoruz ve internette yayınlıyoruz.

Biz birkaç kişiyiz ama bizi destekleyen ve bize dua edenler ise pek çoktur.

Çok kısa zaman sonra insanların fevc fevc “Adil Düzen”e gireceklerinden şüphe edilemez. Bunun için sabır gerekiyor. Bunun için çalışma gerekiyor. Zorlukları aşmamız için Allah bize yardım edecektir. Ben sabrı kendime yoldaş yapıyorum. O’na teslim olarak çalışmaya devam edeceğim. Sizleri de sabra davet ediyorum. Madem ki O bizimle beraberdir, bize daha ne gam.

Allah” kelimesi burada tekrar edilmiştir. “Vehüve meassabirin” denmemiş de, “Vellahu maassabirin” denmiştir. Birincisi, kâinatı var eden Allah’tır, kaderi O çizer. İkincisi ise topluluktur, Allah’ın halifesi olan topluluktur. Burada Allah’ın büyük müjdesi vardır.

Türk halkı ve insanlık Adil Düzen Çalışanları ile beraberdir. Biz yeterince hazır olunca insanların fevc fevc “Adil Düzen”e akın ettiklerini göreceksiniz. Önce kâzip tan ağarır.

 

فقد فقر فقع     

فج فجر فجو

فكه فكر فك

فحش فعل فخر

فقه  فهم فئد

فوق فوض  فوج  

  فوت فور فوز      

فيء فيض  فيل

فسح فسد فسر      

فتق فسق فشل

فتأ  فتح  فتي

 فتل فتن فتر

  فضي فض فضل

فظ فطر   فضح    

فزع  فدي  فز

 فصح فصل فصم

 فرق فرث  فلن

فرط فرع فرغ     

فرض فره فري    

  فرد فرر فرش

فئة   فو ه فوم

فلح  فلق  فلك

فند فن فني

فرت فرج فرح

     

فضح   فصح فسح

فرح فلح  فتح

فقه فكه فره

  فيء فتأ فئة

فو ه  فك فلك

فسق فتق فلق

فرغ فوق فرق

فقع فرع فزع

فهم فصم  فوم

فري فني فجو

فتي فضي فدي

فوج فج فرج

فوز   فز   فظ

فحش فرش  فرث

فرد فوت فرت

فقد فسد فند

فجر  فقر  فر

فعل فخر فكر       

فض  فرط فئد  

فوض فرض فيض      

  فضل   فن فلن

فسر  فشل  فصل   

فتل فتن   فتر

فطر فيل  فور

فردوس        فرعون          فئة           فتو

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL www.akevler.org (0532) 246 68 92

ADİL DÜZEN 421

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 83. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ قَالُوا رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ(250) فَهَزَمُوهُمْ بِإِذْنِ اللَّهِ وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ وَآتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتْ الْأَرْضُ وَلَكِنَّ اللَّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ(251) تِلْكَ آيَاتُ اللَّهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّكَ لَمِنْ الْمُرْسَلِينَ(252)

 

وَلَمَّا بَرَزُوا (Va LamMAv BaRaZUv)  “Buruz edince”

Buradaki “Ve” “felemma fesale”ye bağlanmıştır. Savaşın iki safhası vardır. Biri savaş yerine intikal etmek, bu savaşmak kadar zordur. Eskiden imkansızlıklar içinde hareket gerçekleştirilirdi. Bunu sağlamak için atlar ve develer ehlileştirilmiş, kervansaraylar kurulmuştur. Bugün kara, deniz, hava ve demir yolları ulaşımı gerçekleştirilmiştir. Ne var ki yürüyen askerleri havadan ve uzaktan vurmak kolay olduğu için, pusu ile kolayca mefluç hâle getirildiği için, bugün yürümek savaşmaktan daha zordur. Hele başkalarının topraklarında yürümek, mayın engellerini aşmak son derece zordur.

Birinci “lemmâ”da bu intikal kısmı anlatılmıştır. İkinci kısım ise karşılaşma kısmıdır, düşmanla karşı karşıya gelmedir. Savaşta siz iki cephede bulunursunuz. Ya savunmadasınız, ya da saldırıdasınız. Savunmanın zorluğu sabırdır. Düşmanın size ne zaman taarruz edeceğini bilemezsiniz, nereden taarruz edeceğini bilemezsiniz. Hangi silahlarla saldıracağını bilemezsiniz. Dolayısıyla sabırla cephenizi korumanız gerekir. Buna karşılık savunma saldırıdan kolaydır. Savunma alanını siz seçersiniz. Çok daha az imkanlarla savunmanızı yaparsınız. Karşı taarruzla kolayca def edersiniz. Düşman sizi görmeden siz düşmanı görürsünüz. Burada buna işaret ederek, “Talut’un ordusu Calut’a bariz olunca” denmektedir, yani ilk gören Calut’un ordusu olmuştur. Saldıran bir ordu için en tehlikeli an budur. “Buruz etmek” görünmek demektir.

لِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ  “Calut ve cunuduna buruz edince”

Savaşın kazanılması için barışta geçerli olmayan kurallar vardır:

a) Savaşın kazanılması için ilk defa davranacaksınız. Kim önce tetiği çekerse savaşı o kazanır.

b) Birlikte hareket edeceksiniz. Tek güç olarak vurduğunuz zaman düşmanı perişan edersiniz. Ayrı ayrı oldunuz mu düşman sizi perişan eder.

c) Düşmanın beklemediği yerden vuracaksınız. Düşman tedbirleri almadan saldıracaksınız.

d) Bir de düşmana bilmediği silahla ve savunmasını bilmediği biçimde vuracaksınız. Taarruzun kuralları bunlardır.

Bunun gerçekleşebilmesi için askerin bir komutanın emirlerine kayıtsız şartsız itaat etmesi gerekir. Savaşta ordu gövdedir, komutan baştır. Asker düşünmeden kendisine verilen emri yerine getirir. Savaşı komutan yönetir. Zaferde tüm ordu kadar komutan da önemlidir. Farklı yeri vardır. Disiplinsiz ve eğitimsiz ordu kadar, kabiliyetsiz komutan da yenilmeye sebep olur.

Burada bu sebeple “Calut ve ordusu” diye söz etmektedir. Benzer şekilde Talut ve askerlerinden bahsetmiştir. Bir yerde Talut ordusunu alıp götürmüştür. Başka bir yerde de o ve onunla beraber iman edenler denmiştir. Bu farklı ifade ikisinden ileri gelmektedir. Biri mü’min olmayanlar arasındaki farktandır. Diğeri ise intikal esnasında ve karşılaşma sırasındaki durum farkıdır.

Burada çarpışma zamanındaki durum esas alınmaktadır. İş hayatında durum böyledir. Namaz kılarken bu eğitim verilmektedir. İnsanlar her zaman başkanlarına aynı disiplinle uymazlar. Namaz içinde uyarlar. Savaşta da, iş durumunda da böyledir. Barışta hukuk düzeni vardır. Başkanın hemen hemen hiçbir yetkisi yoktur, başkanın halkın işlerine müdahalesi sözkonusu değildir. İkinci durum seferberlik hâlidir. Bu da Talut’un askeri ile yola çıkması durumudur. Daha kendi ülkesindedir. Irmağı geçince savaş alanına girmişlerdir. Burası savaş alanıdır. Anlaşılan ırmağın beri tarafı bunların elindedir. Karşı taraf düşmanın elindedir. Irmağı geçince düşman alanına girmişlerdir.

قَالُوا (QAvLUv)  “Kavlettiler.”

Karşı tarafa geçtiklerinde beklemede iken veya yürürken düşmanla karşılaşırlar. İşte bu savaşın başlaması anıdır. Bu anda askerler artık ölmeyi veya zafer kazanmayı göze almışlardır. Burada artık ölüm korkusu ortadan kalkar. Düşmanı yok etme hırsı doğar. Bu bir savaş ruhiyatıdır, öldürme azmidir. Barış zamanında da iki kişi dövüşürken artık ölüm korkusu kalkar. Savaşın doğal kanunu budur. Bir komutanın emrinde toplanıp ona itaat etme, kayıtsız şartsız onun emirlerine uyma fıtratıdır. Çarpışmadan önceki psikoloji budur. Topluluk oluşturma ve başkana uyma. Sosyalleşme.

Komutana itaat arzusu fıtridir, akılla izah edilemez. Hislerle, sosyal hislerle izah edilebilir. Savaş alanına girdiğinde de öldürme hırsı ölme korkusunu yener. Artık ölmeler etkilemez hal alır. Hastahanedeki inlemeler doktorları nasıl rahatsız etmiyorsa, savaşta da yanındaki ölümler insanları rahatsız etmiyor. Bu iki hâl savaşların kıyamete kadar sürmesini sağlayacaktır.

Savaşı durdurmazsınız. Çünkü savaşı kazandığınız zaman çok kazançlı çıkarsınız.

Bugün Türkiye 70 milyon Türkün tartışmasız yurdudur. Eğer İstiklâl Savaşı’nı kaybetseydik, şimdi biz değil Yunanlılar ve Ermeniler buralarda yaşayacaklardı. Bir savaşın böyle binlerce sene sürecek kazançları vardır. Bu kadar kârlı bir işi insanların bırakmaları sözkonusu olmayacaktır.

Kur’an savaşları bunun için kaldırmamıştır. Savaşı savunma aracı yapmıştır. Ama savunma ile savaş kazanılmayacağı için karşı saldırıyı da teşri etmiştir.

Burada meşru savaş vardır. Çünkü yurtlarından ve çocuklarından çıkarılmışlardır.

Yahudiler ülkelerinden neden çıkarılmışlardır?

Çıkarılmışlardır çünkü bâtıla tapmamaktadırlar. Bugün Türkiye’de dinsizlerin mü’minlere yaptıkları zulüm budur. Yarın Türkiye’yi terk edip gitmek zorunda kalırsak, savaşıp ülkemizi geri alma hakkımız vardır. İstiklâl Savaşımız bunun için meşru bir savaştır.

Düşmanla karşı karşıya gelince artık korkuları bitmiş oluyor, Allah’a sığınarak dua ediyorlar.

 رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا (RabBaNAv EaFRiĞ GaLaYNAv ÖaBRan)  

“Rabbimiz sabrı bize ifrağ et.”

Savaş demek sabır demektir. İki ordu çarpıştığında hangisi sabırlı ise o galip gelir.

Sabır” granit taştır. Sabretmek dayanmaktır.

a) Önce ikmal bakımından sabırlı olunması gerekir. Eskiden kaleler kuşatılır, iki taraf sabırla beklerdi. Hangisinin azığı önce biterse o yenilmiş olurdu. Bugün de durum farklı değildir. Kimin ikmali biterse savaşı o kaybetmiş olur.

b) İkincisi ise insan bakımından sabırdır. Eğer nöbetleşe savaş yapılabiliyorsa ve bu devam ediyorsa, o zaman nüfusu çok olan zaferi kazanmış olur demektir.

c) Başka bir sabır da savaşta hareketsiz durabilmedir, yani siperi bırakmadan beklemedir. Saldırı için de fırsat kollamadır.

d) Sabrın en çetini çarpışma ânıdır. Orada ölümü göze alan taraf varsa onun galibiyeti kesindir. Çünkü o artık yaşamayı düşünmemektedir. Galibiyeti hesaplamaktadır.

İfrağ etmek” demek, akıtmak demektir.

Sabır insan beynindeki anahtarlara kumanda etmektir. Zorluk burada başlar. Nefis bir şey ister ama akıl onu yasaklar. Aklın istediğine uymak sabırdır.

وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا (Va ÇabBıT aKDaMeNAv)  “Ve ekdâmımızı tesbit et.”

Sebbit” kelimesi ile “rabata” kelimesi akrabadır. Zabt etmek, rabt etmek, tesbit etmek, tutundurmak demektir. Rabt etmek, iki şeyi birbirine bağlamadır. Zabt etmek, birini bir yere bağlamadır. Tesbit etmek de bir yere çakmak demektir. Türkçede beyana ispat etmek denmektedir. Oysa Kur’an ifadesi ile o tebyindir.

Düşmanın topraklarına girdikten sonra en büyük sorun tutunmadır. Kendinize yer bulup tutunabildiğiniz takdirde orasını yarı yarıya işgal etmiş olursunuz. Demek ki bunlar ırmağı geçerler, karargah kurarlar. Düşmanlar da düşman ordularının ülkelerine girdiklerini görüyorlar ve bunlara saldıracaklardır. İşte orada tutunabilmeleri için dua ediyorlar.

ABD Kuveyt’te tutunduktan sonra Irak’ı alması basitleşmiş bulunmakta idi. Irak baştan buna müsaade etmemeliydi. ABD şimdi de Ortadoğu’yu fethetmek için Irak’ta tutunmaya çalışıyor. Düşman orduları bizim İstiklâl Savaşı yıllarımızda Sakarya’yı geçtiler ama tutunamadılar.

وَانْصُرْنَا (Va uNÖuRNAv) “Bize nusret et.”

Allah’a dua etmektedirler. Doğal kanunlara göre savaş devam ediyorsa Allah nasıl yardım edecektir? Doğa kanunlarını değiştirecek midir? Hayır. Doğa kanunlarını insanlar kullanmaktadırlar. İnsan orada karşı tarafı yenebilir. Acaba neler olabilir?

a)      Allah düşmanın kalbine korku, mü’minlerin kalbine cesaret düşürür, böylece düşmanı yenmiş olurlar. Bu doğa kanunlarını değiştirmeden uygulanacak en basit olaydır. Bu nasıl sağlanacaktır? İnsanlara hep ilham gelmektedir. Melekler insanların beynine bazı düşünceler zerk edebiliyorlar. Korkaklık ve cesaret iradi olay değildir. Beyinde oluşan devreler insanı korkak veya saldırgan yapar. Kişiler bundan halas olunmasını istemektedir.

b)      Hatalı bilgiye ulaşır, düşmanın saldırı şeklini ve yerini yanlış tahmin eder. Kendisi saldıracaksa hatalı cepheden saldırır. Burada doğal kanunlar değil, insanın cüzi iradesi sözkonusudur. İnsan bu iradeyi kullanırken ruhlar alemiyle ilişkilidir. Yanlış kararlar mağlubiyete sebebiyet verir.

c)      Çok önemli bir husus olarak tarihte cephe değiştirme olayları olmuştur. Gruplar cephe değiştirir. Onlar arasında ortaya çıkan bir anlayışla cephe değiştirirler. Bu şekildeki bir davranış Talas’ta (751) ve Malazgirt’te (1071) olmuştur.

d)      Beklenmedik doğal olaylar olur. Sis, sel, fırtına ve benzeri olaylar öyle cereyan eder ki, sizin zaferinize veya mağlubiyetinize sebep olur.

İşte, Allah insanlara doğa kanunlarını değiştirmeden yardım etmektedir. İnsanın cüzi iradesi varsa Allah’ın da iradesi vardır. Meleklerin yardımı böyle olmaktadır. Tarihin genel akışını değiştirmek sünnetullaha aykırıdır.

Nusret etmek” düşmana karşı yardım etmektir. “İane etmek” ise işte yardım etmektir.

عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ(250)  (GaLay elQaVMi elKAvFıRIyNa)  

“Kâfir olan kavme karşı bize nusret et.”

Burada “kâfir kavim” marife gelmiştir. Kastedilen Calut ve ordusudur.

Buradan öğreniyoruz ki Calut ve ordusu kâfir idiler. Devletleri ve hukukları olan ama adil olmayan düzenlerin halkı kâfir sayılmaktadır. Hakemlik sistemi ile değil de, merkezi yönetimlerin kararı ile yönetilen topluluklar kâfir topluluklardır.

İnsanlık bugün küfür içindedir. Bu küfür sanıldığı gibi Allah’ı inkâr etme küfrü değildir. Bu küfür yönetimin küfrüdür. “Adil Düzen”de şeriat vardır. Bu şeriatı halk veya temsilciler kendileri yapar. İçtihat ve icma sistemiyle ortaya çıkar. Sonra halk bu şeriatı kendi anladığı gibi uygular; bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın yargı sistemine hesap verir. İşte bunlar mü’min kavimdirler. Böyle bir yargı sistemi yoksa, yöneticiler ve memurlar keyfi uygulamalar yapabiliyor ve buna karşı herhangi bir dengeleyecek sistem yoksa, o zaman işte o küfür sistemidir. Çünkü hak ortaya çıkmıyor. Zahiren hak görünen ama zulüm olan bir düzen vardır.

İsrail oğulları yurtlarından çıkarılmışlardır. Bu çıkış adil yargı kararları ile olmamış, yöneticilerin keyfi ile yapılmıştır. Zaten çıkaranlarda adil yargı sistemi yoktu. İsrail oğulları ise Tevrat’ın öğretisi ile adil yargı sistemine sahip idiler.

Bizim anayasamız devletimizin hukuk devleti olduğunu söylüyor. Hukuk devleti demek, bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargısı olan devlet demektir. Mü’minlerin devleti demektir.

Değişmez maddeler içinde yer alan bu hüküm esas maddedir. Diğerlerinin hepsi hukuk devleti için konan vasıflardır. Madde öyle gelmiştir. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir diyor. Hukuk devleti vasıf değil mevsuftur.

Bize hayasızca “demokrasi düşmanı” diyen utanmazlar, gelin sizinle anlaşalım, Türkiye’yi hukuk devleti hâline getirelim. Bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı düzenini tesis edelim. O yargı sonra bizi yargılasın. İdamımıza karar verirse seve seve sehpaya gideriz.

Burada Calut’un ordusunun kâfir olarak vasıflandırılmasını ancak hukuk devleti anlayışı içinde manâlandırabiliriz.

***

فَهَزَمُوهُمْ (Fa HaZaMUvHuM) “Onları hezimete uğrattılar.”

“Hedmetmek” yıkmak demektir. “Hedim” yıkıntı demektir.

“Hazmetmek” sindirmek demektir. Midedeki yemekleri kana karıştırmaktır.

Hezimet” mağlubiyet demektir. Düşman ordusunun dağılması hezimettir.

Birlik hâlinde bir teşkilat iken mağlup olunca artık kalabalık hâline gelmektedirler. Teşkilatları kalmamış, dağılmıştır. Savaşın son safhası budur. Birlikleri oluşturma, yürüyüşe çıkma, düşman topraklarına girip yerleşme, sonra karşılaşma ve yenilme veya yenme. Savaşın safahatı bunlardır. Savaşın kuralı komutanın öldürülmesi ile savaşın son bulmasıdır.

Bunun başka bir yararı da zayiatları azaltır. Komutan dışındakilere ise çeşitli kurallar uygulanabilir. Başkomutanın savaşta yeri ne kadar büyükse sorumluluğu da o kadar büyüktür. O da ölümdür. Ordu komutanlarından birinin ölümü savaşı bitirir.

بِإِذْنِ اللَّهِ (Bi EiZNı elLAvHı) “Allah’ın izni ile galip gelmişlerdir.”

“Uzn” kulaktır. “Ezan” duyurmadır. Allah’ın izni ile galip gelinmiştir.

Savaşlarda psikolojik hâl vardır. Bir taraf yendik diye inanır, diğer taraf yenildik diye inanır. Bu bir anda his olarak yayılır. Aniden iktidar değişir.

Kenan Evren’in “yönetime el koydum” demesiyle iktidar bir kelime ile değişmiştir. Oysa karşı gelen olsaydı, ‘Sen kimsin?’ deyip de cesaretle onu öldüren çıksaydı, o zaman iktidar değişmezdi. Bu da muhafızların yönetime bağlılığı ile olabilirdi. Amerika’da karar alınır, Türkiye’de askeri muhtıra verilir, sivil idareler de ona itaat eder. Halbuki hükümet görevden alsa belki de hiçbir şey olmayacaktır. Ama ona cesaret eden hükümet çıkmadı. Çünkü Allah böyle istemiştir.

Savaş da budur. Topluluğun bir anda bir tarafa dönmesi demektir. “Biz yenildik” diyen taraf yenilmiş olur. Toplulukta kararlar baskı ile tek taraflı olarak alınır. Herkes bir tarafa giderken siz de ses çıkarmadan gitmek zorundasınız.

وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ (Va QaTaLa DAvUDu CAvLuTa)  “Davud Calut’u katletti.”

Böylece Calut’un Davud aleyhisselâm ile muasır olduğu anlaşılmaktadır. Bundan önce “nebi” nekre olarak geçmiş idi. Dolayısıyla onun Hazreti Davud olması uzak ihtimaldir. Hazreti Davud’un orduda bulunduğu anlaşılıyor. Savaşta yararlılık gösteriyor. Calut’u öldürüyor. Ordu hezimete doğru gidince işte o zaman Hazreti Davud Calut’u öldürüyor.

İsrail kavmi çölde kırk sene dolaştı, kabileler hâlinde yaşadı. Sonra Yeşu zamanında Hazreti Musa’nın ölümü akabinde Filistin’e girildi ve İsrail devleti kuruldu. 100 veya 200 sene sonra Hazreti Davut Peygamberin dönemi başlar.

Bu arada İsrail oğullarının ülkelerinden çıkarıldıkları anlaşılmaktadır. Yani burada kastedilen Babil sürgünü değildir, daha önce olan olaydır. Hazreti Davud’un Calut’u öldürmesiyle başlayan yeni dönemdir. Hazreti Davut Peygamber de diğer peygamberler gibi imtihanlardan geçerek peygamber olmuştur. Hazreti Davut Peygamber devletçiliği getirmiştir.

“Dud” kurt demektir. “Devad” kızaklar demektir. Sürünerek gittiği için o adı almıştır. “Davud” kızaklı demek, yahut kızak yapan usta demek, demirci demektir.

Demiri daha önceleri Hititler bulmuşlardı ama kimselere öğretmemişlerdi. Sonra ondan çalan Avrupalılar demirle onu yıktılar. Demirciliği yaygınlaştıranlar İbranilerdir.

Hazreti Davud aleyhisselâm demir sanayiini geliştirmiştir. Bu savaşta yararlılık gösteren Hazreti Davud sonra melik olacaktır. Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman hükümdar olarak peygamberlik yapmışlar, insanlığa devlet yönetimi örneklerini vermişlerdir.

وَآتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ (VeAeTAvHu elLAHu eLMülKa) “Allah ona mülk verdi.”

Savaşta başarı gösterdiği için Allah ona mülkü vermiştir. Bu da bizim ‘başkan askerlerden olacaktır’ hükmünü teyit eder. Meclis başkanı askerlerden seçilmiş ise o zaman ordu komutanlığını da kendisi yürütür. Ayrıca genelkurmay başkanı atamasına gerek yoktur. Ama eğer meclis başkanı asker değilse, kendisi orduya doğrudan komuta edemeyeceği için melik ba’seder. Hazreti Davut ordudan yetiştiği için kendisi melik olmuştur.

Görülüyor ki, Kur’an okuduğunuzda çözülmeyen sorunlar çözülür hâle gelir.

İki yoldan birini seçeceğiz. Ya meclis başkanını alimlerden seçip onu devlet başkanı yapmalıyız. Bu takdirde devlet başkanı olarak bir başkomutan atayacaktır. Bu başbakan ile aynı seviyede olacaktır. Her ikisi de meclis başkanına bağlı bulunacaktır. Ya da meclis başkanını askerlerden seçeceğiz. Bu aynı zamanda devlet başkanı ve başkomutan olacaktır.

Türkiye devleti için şöyle çözüm düşünmüştüm. Ya parti başkanları anlaşsın ve bir askeri devlet başkanı yapsın, yahut ordu komutanları anlaşsın ve ittifakla bir profesörü devlet başkanı seçsin. Onu istihsanen düşünmüştüm. Şimdi burada delil olarak âyeti bulmuş oluyoruz.

Mülk” yönetim demektir, hem de askeri yönetim demektir. Savaşlarda ve askeri eğitimde geçerliliği vardır. Asıl olan hukuk devletidir. O zaman sivil yönetimde hiçbir yetkisi yoktur. Yine burada sorun çözülüyor. Barışta risalet, savaşta mülk esas olmaktadır. Yani Hazreti Davud aleyhisselâm gibi hem nebi hem de melik olanlar askeri işleri bizzat kendileri tedvir etmeliler. Hukuk düzenine ise karışmamalılar. Devlet başkanının askeri teşkilat üzerinde sınırsız yetkiye sahip olması, sivil yönetimde ise hiçbir yetkisinin bulunmaması gerekir. Bugün bu hususlar ayrılmamış, askeri kurumlarda atama yetkileri hükümetlere bırakılmış, YÖK ve yargı gibi sivil müesseseler ise devlet başkanının imtiyazına verilmiştir. Bunlar fahiş hatalardır.

Devlet başkanının yani melik olan devlet başkanının yetkileri şöyle sıralanabilir.

a)      Devlet başkanı devleti temsil eder. Son imza ondan çıkar.

b)     Devlet başkanı başkomutandır. Ordu üzerinde sınırsız yetkiye sahiptir.

c)      Devlet başkanı başbakanı atar. Başbakan meclise karşı sorumludur. Siyasi partilerden birinin açacağı dava ile hakemlerden oluşan yargı tarafından başbakanlığı düşürülebilir.

d)     Seferberlik ilan etme, kaldırma, savaş ilan etme, barış yapma devlet başkanına aittir. Bölge merkez illerinde ve devlet merkez ilinde sıkıyönetimi ilan etme ve kaldırma da onun görevidir.

Devlet başkanı;

a)      Meclise karışamaz, yasaları denetleyemez. Yasalar meclisin iç yargısı içinde denetlenir.

b)     Sivil yönetimin hiçbir kademesine karışamaz. Sivil yönetimde atamalar yapamaz.

c)      Yasama mahiyetinde kararnameler çıkaramaz. Onaylama yetkisi de ona ait değildir. O sadece yayınlar.

d)     Yargı kararlarına uymak zorundadır.

وَالْحِكْمَةَ  (Va eLXıKMaTa)  “Ve hikmeti”

Hikmet” “XKM” kökünden gelir. Atın yularının üzerinde atı sağa sola çevirmek için takılan demir parçasıdır, gemdir. Bugünkü direksiyon karşılığıdır. Siyasette de yöneticinin halkı yönlendirmesidir. Hukukta mahkemenin karar vermesidir. “Hikmet” ise insanın karar almasını sağlayan hedeflerdir. Bir işteki yararlardır. Felsefenin Kur’an’daki adı hikmettir. Hükümet etmektir.

Mülkün yanında hükümetliği de ona vermiş bulunmaktadır. Belli hedeflere ulaşmak için planlar yapmak hikmettir. Hikmet, istenen yararları elde etmek için yapılan planlamadır.

Türkiye’de Devlet Planlama Teşkilatı (DTP) vardır. İnsanların gelecekte varılması istenen yerlere ulaşması için planlar yapılır. Buna hikmet denir. Bugün ne yapılması gerektiğini öğrenme ilmü’l-ameldir. Nasıl yapılacağını öğrenme ilmu’l-esbaptır. Gelecekte elde edilecek sonuçları hikmet ilmi öğretir. Tarihin akışı nedir? Nereye gidiyoruz? Bunları hikmet ilimleriyle bilebiliriz.

Üniversitelerde anayasaları okutan iki bölüm vardır. Biri mevcut anayasanın hikmeti, mevcut anayasanın yorumu ve uygulaması ile ilgilidir. Anayasanın metni tartışılmamakta, anayasa metninin neyi ifade ettiği tartışılmaktadır. Diğeri ise anayasanın nasıl olması gerektiğini tartışan ilimdir. İşte buna anayasanın hikmeti yani anayasanın felsefesi denir. Buna da ancak değişik anayasaların doğurduğu sonuçları karşılaştırmak suretiyle varılabilir.

Hazreti Davut Peygambere hikmet de öğretilmiştir. İllet olayların sebeplerini inceler. Olaydan öncedir. Hikmet ise olaydan sonrakileri inceler, sonuçları ortaya koyar, bu gidişin nereye varacağını belirler.

وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ (Va GalLaMaHUv MimMAv YaŞAvEu)  “Meşieti olandan ona talim etmiştir.”

Allah’ın meşieti vardır. Bu bizim cüzi irademize benzer. Biz nasıl Allah’ın kanunlarına uyuyorsak, Allah da kendi koyduğu kanunlara uyuyor. Onu değiştirmiyor, yaz boz tahtası yapmıyor. Ama Allah nasıl insanlara cüzi irade vermiş ve insan o cüzi iradesi ile serbestçe hareket ediyorsa, Allah’ın da külli iradesi vardır. Orada sünnetullahın içinde istediğini yapmaktadır. Kâinatı yaratması ve kâinatın tarihi akışı içinde oluşması sünnetullah içinde olmakta ise yeryüzü ve insanlık da öyledir. Uygarlıklar O’nun meşieti içinde gelişip gitmektedir. Nereye gittiğini bilebilirsek, biz kendimiz ona göre hareket eder, ona göre davranırız.

Hazreti Davut aleyhisselâm uygarlaşmada büyük bir adım atan peygamberdir.

Hazreti Nuh aleyhisselâm yeryüzüne ilk şeriat düzenini getirdi, yazılı kanunlarla idareyi öğretti. Sonra Hazreti İbrahim peygamber ilmi öğretti. Hazreti Musa peygamber yönetimi öğretti. Hazreti Davut Peygamber de ekonomiyi öğretti. Türkiye’de devletçilik olarak ortaya konan düzen Hazreti Davut aleyhisselâmın uyguladığı düzendir. Halkın yapabildiğini halkın yapması, halkın yapamadıklarını devletin yapması ilkesi, Hazreti Davut aleyhisselâmın uyguladığı ilkedir. Hazreti Davut aleyhisselâma öğretilenler bunlardır. Ondan sonra gelen Hazreti İsa aleyhisselâm dini düzenden ayırıp kişilerin özgürce yaşama kurallarını getirmiş oldu. Hazreti Muhammed aleyhisselâm bütün bunları birleştirerek şeriat devletinin bir örneğini tesis etti.

Kur’an’la peygamberlik ve yeni kitap son buldu.

Zaten icma ve içtihat sistemi ile günümüzün devletleri ortaya çıktı.

Demek ki, Hazreti Davut aleyhisselâm uygarlıklar zincirinin bir halkasını oluşturdu, birçok işler yaptı. Ama bunları niçin yaptığını biliyordu. Gelecek dünya hakkında da ona bilgi verilmişti, yani yaptıklarının hikmetlerini öğrenmişti.

Burada “a’lamahu” (ifal bâbında) denmemiş de “allemehu” (tefil bâbında) denmiştir. Yani öğretme tedrici olmuştur. Melek ona bir taraftan ne yapacağını ve nasıl yapacağını öğretiyor, diğer taraftan da gelecekte ne sonuçların ortaya çıkacağını da öğretiyordu.

وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ (Va LaV LAv DaFGu elLAHı)  “Allah’ın def’i olmasaydı.”

Allah yeryüzüne denge kanunları koymuştur. Bunlar çekme ve itme kanunlarıdır. Talep ve def kanunları vardır. Bu çekme ve itme arasında kurulacak dengeli varlıkları ortaya koyar. Yeryüzünde de bir çatışma dengesi kurulmuştur. Sağlıklı vücut kendisine verilen görevi yapmaktadır. Normal hücreler faaliyettedir. Ne var ki bunlar zamanla ömürlerini tamamladıkları için veya başka sebeplerle işe yaramaz hâle gelmektedirler. İşte o zaman mikroplar, virüsler ortaya çıkmakta ve vücudu ortadan kaldırmaktadır. Mikroplarla, virüslerle sürekli savaş vardır. Hastahanelerimiz bu savaşın ordu karargahlarıdır. Benzer savaş insanlardan oluşan mikrop ve virüsler ile ordular ve güvenlik kuvvetleri arasında vardır. İnsanlar arasında devletler oluşmakta ve her devlet bir vücut olmaktadır. Dışarıdan gelen mikroplar ile içerdeki kanser hücreleri birleşerek mevcut düzeni çökertmek, devleti yıkmak istemektedirler. İşte bunlara karşı da topluluk ordular ve güvenlik güçleri oluşturmakta, savaşlarla ve yargı yoluyla, yargı infaz yoluyla düzeni sağlamaktadır.

İşte, Allah’ın def’i yani topluluğun def’i budur.

Hazreti Davud aleyhisselâm bu def’i yapmış ve kurduğu güvenli devlet sayesinde tüm Akdeniz bir göl hâline gelmiştir. Bunları özel sektör yapamayacağı için devlet yapmıştır. Devlet ayrıca demircilik ve tekstil sanayiini de düzenlemiştir. Bugünkü standartları o tesis etmiştir. Güvenliği bozanların cezalarını vermiş, hile ve sahtekarlıkları da önlemiştir.

“Adil Düzen”in nasıl bir devlet düzeni şeklinde oluşacağı hususunu, İsrail devletinin oluşması içinde Allah bize anlatmaktadır. Talut’un hikayesi ile Hazreti Davud aleyhisselâma geçmektedir.

Kur’an’ın anlattıklarını iyice anlamamız için önce Tevrat’ı iyice öğrenmemiz ve bilmemiz gerekmektedir. Tevrat’ta, İncil’de ve Furkan’da neler anlatılıyor, öğrenmemiz gerekmektedir. Sonra oradaki eklemeleri Kur’an ve müsbet ilmin ışığında  çıkarıp atmalı ve düzeltmeliyiz. Kur’an’ı böylece çok daha iyi anlama imkanını buluruz. Bizim bunları tetkik etmemiz mümkün olmadığına göre, onlardan bizim çalışmalarımıza katılan kimseleri bulmalıyız ve birlikte çalışmalıyız. O ülkelerde yaşayan ve Arapça bilenlerle işbirliği yaparak kendi kitaplarının özetlerini Arapçaya aktarmalarını sağlamalıyız. “Adil Düzen” devletini kurabilmemiz için bunlardan yararlanmalıyız. Fethullah Gülen’in okullarından yararlanılabilir. Millî Görüş’ten daha geniş bir şekilde yararlanma imkanını bulacağız. Her şey “Adil Düzen” için hazırdır. Bizim Yenibosna’da merkezimizi oluşturmamız beklenmektedir.

النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ (elNAvSa BaGWaHuM Bi BaGWın)  

“İnsanlardan bazısını bazısı ile def etmiş olmasaydık.”

Canlılarda işbölümü vardır. Bitkiler güneş enerjisini alarak üretirler. Bunların ürettiklerini hem kendileri yerler, hem de diğer grup olan hayvanlara yem olurlar. Hayvanlar ise üretmezler, temizlik yaparlar. İşe yaramayan bitkileri alıp yerler, böylece kendilerine besin yaparlar. Hayvanlar birbirlerini de yiyerek temizlik yaparlar. Yaşlanmış, hastalanmış, işe yaramaz hayvanları ortadan kaldırırlar.

Bu temizlik düzeni şu şekilde oluşmuştur.

Bitkileri ot yiyenler yer. Ot yiyenleri et yiyenler yer. Et yiyenleri canavarlar yer. Yani bunlarda birbirini yeme yoktur. Bir üst yaratıklar bir alt yaratıkları yiyerek yaşarlar. En üst yaratıkları yiyen ne olacak, bunları kim yiyecektir? Geçmişte bu denge hastalıkla çözülmüştür, yani onlar hastalanarak ölürler ve mikroplar onları parçalayarak ortadan kalkmış olacaktır.

Peki, insanların bu besin zinciri içindeki yeri nerededir?

İnsan meyvecil varlıktır. Eti pişirerek yer, bitkilerin de meyvesini yer. Maymun ve domuz seviyesinde bir varlıktır, onun için onların etleri ona haramdır. Ama insanoğlu elde ettiği teknoloji sayesinde bütün canlıları hakimiyeti altına almıştır. Artık yeryüzünde hiçbir canlı onun elinden postunu kurtaramamaktadır.

Böylece insan yeryüzünde canlılar üzerinde denge unsuru olmuştur. Artık en üst canlılar da insanlar tarafından dengelenmektedir. Burada dengeyi bozabilmektedirler. Hele insanı dengede tutacak ne vardır. Üreyip gitmesi ve doğanın dengesini bozması her zaman mümkündür.

İşte Allah bunu da insanlar arasında savaşı koymakla dengelemiştir. Savaşarak sağlıklı neslin yeryüzünde payidar olmasını sağlamıştır. Birbirlerinin etlerini yemiyorlar ama birbirlerinin mallarını yiyorlar. Bölüşmek için savaşıyorlar. Böylece nüfus dengelenmiş olmaktadır.

Burada bir şeyi açıklamakta yarar vardır. Mikroplarla, virüslerle denge sağlandığı halde, bir de besin zincirini oluşturmaya neden gerek duyulmuştur? Eğer canlılık statik olsaydı, o zaman besin zinciri kısa olurdu. Bitkiler üretir, mikroplar da tüketir, temizlik yaparlardı. Oysa canlılarda da evrim vardır, yarış vardır. Yarışı kazanan yaşayacak, kaybeden elenecektir. Eğer insanlarda evrim olmasaydı savaşa da gerek olmazdı. Oysa savaş sayesinde evrim olmaktadır. Allah bu dünyayı böyle yaratmış, evrim ve çöküş dünyası olarak yaratmış, bunun için de savaş konmuştur.

Başka bir açıklamayı da şöyle yapabiliriz. Bir ağaç yaşlanır ve kurur. Sonra mikroplar ve virüsler onları ortadan kaldırırlardı. Böyle yapılmamış, canlı iken yaşlanmış ama daha ölmemiş, bedenini başka canlı onu yiyerek ortadan kaldırmaktadır. Yahut fazla doğanlar hastalanmadan onları yiyenler tarafından ortadan kaldırılarak gelişmişlere zarar vermeleri önlenmektedir. Böylece en verimli bir çalışma olmaktadır. İşe yaramayanlar ölmeleri beklenmeden öldürülmektedir.

Topluluklar da böyledir. İşe yaramayan topluluklar kendiliğinden yıkılmaları beklenmeden diğer topluluklar tarafından ortadan kaldırılmaktadır. Böylece çürümüş ve kokuşmuş toplulukların yeryüzünü işgal etmeleri önlenmiştir. Demek ki bu geçici entropinin büyüdüğü dünyada savaş zorunludur. Ancak her şeyi usulüne göre, şeriata göre kullanırsanız işe yarar.

Sonunda Nuh uygarlığı yaşlanmış ve işe yarmaz hâle gelmiştir. İmanın yerini küfür almıştır. İbrani uygarlığı tarafından ortadan kaldırılacaktır. Nitekim aynı kanun İbraniler için de geçerli olmuş, Hıristiyanlık tarafından kaldırılmıştır. Hıristiyanlık da İslâmiyet tarafından kaldırılmıştır. Batı uygarlığı da İslâm uygarlığını ortadan kaldırmıştır. Şimdi II. Kur’an uygarlığı doğmaktadır. Bu uygarlık da Batı uygarlığını ortadan kaldıracaktır. Bu böyle devam edip gidecektir.  

Biz Viyanalara kadar gittiysek, İlâhi takdirin gereği gittik. Onlar da Sakarya’ya kadar gelmişlerse, İlâhi takdirle gelmişlerdir. Şimdi de biz “Adil Düzen”le Hıristiyanlarla birleşip II. Kur’an uygarlığını kuracaksak, bu durumda ateist Batı uygarlığını ortadan kaldırmak durumundayız. Onlar bize saldıracaklar, biz de savunmaya geçeceğiz. Calut öldürülecektir. Calut’u öldüren Davut olacaktır.

Bizi bu konular ilgilendirmiyor. Şimdi bize gerek olan Talut’u görevlendiren nebinin görevini yapmaktır. Geçmişte yaptık. Erbakan’ı destekledik. Gelecekte çıkacak kimseyi desteklememiz gerekir. Bu kimse ilim ve cisim sahibi birisi olmalıdır. Bu kuruluşu ve kişiyi bekliyoruz…

لَفَسَدَتْ الْأَرْضُ (La FaSaDaTi eLEaRWu) “Yeryüzü fesat olurdu.”

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmadığını farz edelim. Ne olurdu? Önce içtihat kapısı kapanmış, donuklaşmış, medreseler kendi hallerinde kalmışlardı. Yeniçeri ayaklanmaları, yolsuzluk, isyan ve rüşvetler dünyası alıp başını gitmişti. Uygarlaşma yolunda atılan bir adım yoktu.

Oysa Osmanlıların yıkılması ile cumhuriyet ortaya çıktı. Ama o imparatorluğu henüz yıkamadık. Hâlâ onun kalıntıları içinde yaşamaktayız.

Bugün de Batı yıkılmaz da yeni bir dünya kurulmazsa, Hıristiyanlarla Müslümanlar birleşip ateist sermayeyi yerine oturtmazsa, dünyanın nereye gittiğini görebilirsiniz.

Allah ne yapıyor?

Yaşlanmış ve kokuşmuş uygarlığı ortadan kaldırıyor, yerine ileri ve gelişmiş uygarlığı getiriyor. Böylece ilerleme mümkün oluyor. “Adil Düzen” Kur’an’dan ve bugünkü müsbet ilimlerden yararlanarak o dünyaya gidişin yollarını araştırıyor. Eğer mikroplar olmasa, yeryüzünde şimdi Himalaya dağlarından daha yüksek leş yığınları olurdu, yani hayat olmazdı. Savaşlar olmasaydı şimdi mağaralarda yaşamış olurduk.

Birleşmiş Milletler toplansın ve bir karar alsın; polis teşkilatı kaldırılacak, jandarma olmayacak, ordular olmayacak, savaşlar duracak, hapishaneler kalkacak!

BM böyle bir karar alsa ve bu karar uygulanabilse, o zaman hâlimiz ne olur?

O halde madem ordulara, madem jandarmaya ve polise ihtiyacımız var, o halde savaş meşrudur. Çünkü bunlar savaş kuruluşlarıdır.

Peki, eşkıyalardan farkımız nedir?

Fark, bizim hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına uymaya zorlamaktan ibarettir. Savaş sayesinde insanlık huzur ve barış içindedir. Savaşa karşı olanlar, fitnenin veya istilanın gerçekleşmesini istemektedirler. Yani onların silahı olacak, bizim olmayacak, bizi silahsız esir edeceklerdir. Aksi halde önce onlar ordularını terhis etsinler, önce Amerika silah fabrikalarını kapatsın ve silah üretimini durdursun.

وَلَكِنَّ اللَّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ(251)  (Va LAKiN elLAHa Üuv FaWLin GaLAy elGAvLaMIyNa)  

“Velâkin Allah âlemlere fazl sahibidir.”

Burada Allah savaşla insanlara fadl etmektedir. Önce mü’minler örgütleniyor, ordular oluşturuyor, güvenlik güçleri oluşturuyor, böylece yeryüzündeki fesat ve fitne kalkıyor, dünyaya güvenlik geliyor. Devletler olmazsa, ordular olmazsa, evimizden dışarı bile çıkamayız.

Kur’an gelinceye kadar yeryüzünün güvenliğini tesis etme görevi İsrail oğullarına verilmişti. İsrail oğulları bu görevi binlerce sene sürdürdüler. Sonra bu görev mü’minlere verilmiştir.

İsrail oğulları bir kavim olarak seçilmiştir. O zaman öyle olması gerekiyordu. Çünkü başka türlü insanlık yapılması gerekenleri ortak olarak yapacak seviyede değildi.

Ama bugün artık bu görev bir kavme değil, gönüllülere verilmiştir. Her insan isterse asker olur, cizye vermekten kurtulur. İsteyen de cizye verir ve askere gitmez.

İşte, askere gidenler seçilmişlerdir. İsrail oğullarının yerini onlar alırlar.

Böylece Allah insanlara büyük fazl yapmış olmaktadır. Çünkü ayrı güvenlik sağlamak imkansızdır. Bizim bir araya gelmemiz ile fazl orta çıkmaktadır.

“Fazl” kelimesi burada nekredir. Dolayısıyla Allah’tan maksat O’nun halifesi olan insanlıktır, topluluktur.

Allah’ın savaşla ortaya koyduğu ikinci fazl ise evrimdir, yani insanların uygarlaşmasıdır. Bu sayede insanlar hayırda yarışmak zorunda kalmaktadır. Yeni keşifler ve yeni icatlar hep savaşın zorlaması ile ortaya çıkmaktadır. İnsanlar cennette yaşayacak şekilde yaratıldığı için her gün yeni bir şey keşfetmek istemektedir. Ama cennet evrimin sonunda kazanılacaktır. O zamana kadar her gün rızkımızı aramak ve kendimizi savunmak zorundayız. Savaş sayesinde uygarlık oluşmakta, bu da fazl olmaktadır.

Burada “âlemîn” denmiştir. Bu topluluğu ifade eder. Harfi tarif istiğrak içindir. Bütün topluluklar kast eder ve bütün topluluklar fazl sahibidir. Çünkü evrimde bütün topluluklar kazanmaktadır.

***

تِلْكَ آيَاتُ اللَّهِ (TiLKa EaYAvTu elLAHi)  “Bunlar Allah’ın âyetleridir.”

Burada işaret edilenler tarihteki olaylar olur. O takdirde tarihi okuduğumuz zaman şu sonuçlara doğru gideriz. Günümüzün uygarlığı hedeflenmiştir. İnsanlıkça bu seviyeye gelinmesi istenmiştir. Tüm geçmiş ona göre ayarlanmış ve olaylar cereyan etmiştir.

Mesela, bugün insanlığın en çok üzerinde durduğu lâikliği ele alalım. Lâiklik Mezopotamya’da başlamıştır. Şöyle ki, her kabile tek Tanrı’ya tapıyordu. O’na bir ad vermiş ve O’nu bir sembolle göstermiştir. Bir topluluğun Tanrı’sı vardı. Mezopotamya’da değişik dinler bir araya gelince, değişik dinlerin bir arada yaşamasına imkan arandı. Lâiklik ilk defa burada doğdu. Ancak bu lâiklik fiili uzlaşmadan ibaretti. İnsanlar hep kendi tanrılarının başkalarının tanrılarını yenmelerini istiyorlardı. Kendi aralarındaki savaşları tanrıları arasındaki savaş kabul ediyorlardı. Oysa Tanrı tekti.

Mısır’da çok tanrı yerine tanrının oğlu kabul edilen kral tek tanrı olarak kabul edildi.

Nihayet Tevrat yalnız İsrail oğullarına hitap etti. Diğer dinlere karışmamaları emredildi. Böylece lâik yönetim ortaya çıktı. Fiilen bir lâik düzen doğdu.

Sonra Hazreti İsa geldi; “kralınkini krala, Allah’ınkini Allah’a verin” diyerek lâiklik ilkesini getirdi. Bunlar sadece birer ilke idi.

Sonunda İslâmiyet geldi ve Kur’an lâikliğin bütün müesseselerini ortaya koydu. Dinde zorlama kaldırıldı. Yerinden yönetimle hicret demokrasisini getirdi. Dayanışma ortaklıklarıyla da değişik din ve mezheplerin bir arada yaşamalarını teşri etti.

Şimdi biz onu demokratiklik ve lâiklik ilkesi ile uygulamaya çalışıyoruz. Yani sanki geçmişte hep bugünkü düzenimiz için hazırlık yapılmış gibidir. Öyledir de, ve bu bir mucizedir, âyettir. İsrail devlet düzeni cumhuriyetimizin devlet düzenidir. Ayrı ayrı zamanda olaylar oluyor ama hepsi birbirini tamamlıyor. Bunlar âyetlerdir.

Âyetin ikinci manâsı ise olayları anlatan sözlerdir. Olaylar âyet olduğu gibi onların doğru olarak bize anlatılışı da âyetlerdir. Çünkü bunu ancak onları yapan kimse anlatabilir. Kur’an bu sebeple mucize olmaktadır.

نَتْلُوهَا عَلَيْكَ (NaTLUvHAv GaLaYKa)  “Onu sana tilavet ediyoruz.”

Evet, olaylar Allah’ın âyetleridir. Bunları anlatan bu sözler de Allah’ın âyetleridir.

“Onu sana tilavet ediyoruz. Onu sana aktarıyoruz.”

Buradaki “sen” kimdir? Kur’an kime hitap ediyor? Bunu tekrar görelim.

a)      Her okuyucuya hitap etmektedir. Allah’ın âyetleri hepimize ayrı ayrı okunmaktadır. Her birimiz okuyup anlamalıyız. Onu kabul edip etmediğimiz okuduktan sonra ortaya çıkacaktır. Mü’min kabul ederek okuyacaktır.

b)      Sonra siz yorumlayıcısınız, siz bir âlimsiniz, söylenenleri yorumlayıp halka anlatacaksınız. O halde buradaki muhatap âlimlerdir, yani nebilerin halifeleridir, vârisleridir. Kur’an’dan sonra vahiy yoktur. Onun yerini içtihat almıştır. İçtihat yani ilim vahyin yerine geçmiştir.

c)      Uygulayıcı olarak yöneticilere hitap etmektedir. Yorumların amelî hâle gelmesi için bir yöneticinin çevresinde birleşmek gerekir. Bu da risalettir, resule halifeliktir.

d)      Son olarak bu Hazreti Muhammed’e hitap olur.

Usul şudur. Önce mü’mine hitap eder, sonra nebinin halifesi âlime hitap eder, sonra resulün halifesi yöneticiye hitap eder. Bunlardan hiçbirisine manâ verilmezse, o zaman Hazreti Muhammed aleyhisselâma hitap eder. Bu sırayı kaldırdığınız takdirde, Kur’an’ı rafa kaldırmış olursunuz. Kur’an Hazreti Muhammed’e indi, o okusun, o uygulasın dersiniz ve işiniz biter.

Burada her birimiz kendimize hitap eder kabul ederek okuruz. Mü’min isek bize yani şahsımıza hitap etmiş olur. Âlim isek nebilere hitap eder gibi bize hitap eder, yönetici isek resule hitap eder gibi bize hitap etmiş olur.

بِالْحَقِّ (Bi eLXaqQı)  “Hak ile tilavet ediyoruz.”

Hak” demek, söylenen söz olaylara uyuyor demektir.

Demek ki anlatılanlar tarihi gerçeklerdir. Bunları her zaman tahkik etme imkanına sahibiz demektir. İlmen bunu tahkik ederiz. Bunun için başvuracağımız kaynaklar nelerdir?

a)      Tevrat ve İncil’de anlatılanlarla karşılaştırabiliriz.

b)     Bugün yaşayan Yahudilerin âlimlerine başvurup sorabiliriz.

c)      Geçmişte yazılmış tarih kitaplarına başvurup tahkik edebiliriz.

d)     Nihayet yapılacak kazılarda olayları onaylayacak kalıntılar bulabiliriz.

Böylece bu söylenenlerin hak olduğunu anlarız.

Haklılığın diğer tarafı da, müsbet ilmin verilerine göre vardığımız sonuçlarla karşılaştırabiliriz. Yani ortaya konan hükümler aklidir. İnsanların makul görecekleri bir sistemdir. İnsanlar yanlış olduğu için değil, işlerine gelmediği için kabul etmeyeceklerdir.

وَإِنَّكَ لَمِنْ الْمُرْسَلِينَ(252) (VaEinNaKa LaMıNa eLMuRSaLIyNa)  

“Ve sen mürsellerdensin.”

Sen nebilerdensin denmemiş de, “sen mürsellerdensin” diyor. Bu âyetlerde anlatılan nübüvvet değil, risalettir. Çünkü Melik nebi değil resuldür, hem de nebi olmayan resuldür. Dolayısıyla muhatap olanlar nebilerin halifesi olan âlimler değil, resullerin halifesi olan yöneticilerdir. Sonunu bu şekliyle bağlamakla melikliğin risalet içinde olduğunu anlatmış olmaktadır.

O halde şimdi üç durum vardır demektir:

a)      Yalnız nebinin halifesi âlim vardır.

b)     Yanız resulün halifesi olan melik vardır.

c)      Hem nebi hem resul olan meclis başkanı vardır.

Meclis başkanı aynı zamanda ordu komutanı ise nebi resuldür. Meclis başkanı komutan değilse, yalnız nebi vardır demektir. Başkomutan meliktir. Başbakan ise vezir mahiyetindedir. Meclis başkanı adına bakanlar kuruluna başkanlık etmektedir.

Bakara Sûresi İsrail oğulları ile başlayan hitabını burada anlatarak devam etmiştir. Burada onlar hitap etmemiş, sadece bize anlatmıştır.

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3355 Okunma
2-bakara11-20
2383 Okunma
3-bakara21-30
2532 Okunma
4-bakara30-37
2264 Okunma
5-bakara37-48
2495 Okunma
6-bakara 49-57
3114 Okunma
7-bakara 59-61
3131 Okunma
8-bakara 62-69
2481 Okunma
9-bakara 70-76
3474 Okunma
10-bakara 77-83
2757 Okunma
11-bakara 84-88
2318 Okunma
12-bakara 89-93
2443 Okunma
13-bakara 94-101
2636 Okunma
14-bakara 102-105
3487 Okunma
15-bakara 106-112
2678 Okunma
16-bakara 113-119
2741 Okunma
17-bakara 120-123
2637 Okunma
18-bakara 124-130
2334 Okunma
19-bakara 132-138
2206 Okunma
20-bakara 139-143
2115 Okunma
21-bakara 144-149
2578 Okunma
22-bakara 150-158
2497 Okunma
23-bakara 159-165
2091 Okunma
24-bakara 166-173
2490 Okunma
25-bakara 174-177
2608 Okunma
26-bakara 178-182
2327 Okunma
27-bakara 185-187
6389 Okunma
28-bakara 188-194
2484 Okunma
29-bakara 195-198
2843 Okunma
30-bakara 199-206
2381 Okunma
31-bakara 207-213
2783 Okunma
32-bakara 215-217
2224 Okunma
33-bakara 218-221
2711 Okunma
34-bakara 222-228
3010 Okunma
35-bakara 229-232
3571 Okunma
36-bakara 233-235
2285 Okunma
37-bakara 236-242
2496 Okunma
38-bakara 243-246
2615 Okunma
39-bakara 247-248
2853 Okunma
40-bakara 249-252
3153 Okunma
41-BAKARA 253-256
2702 Okunma
42-BAKARA 257-259
2525 Okunma
43-BAKARA 260-264
3090 Okunma
44-BAKARA 265-269
2261 Okunma
45-BAKARA 270-274
2643 Okunma
46-BAKARA 275-277
2362 Okunma
47-BAKARA 278-281
2393 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2800 Okunma
49-BAKARA 283-284
2499 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3719 Okunma

© 2024 - Akevler