Saff Suresi Meal-Tefsiri
(Müthiş ve Acıklı Bir Sualin On Başlıklı Cevabı)
Bismillahirrahmanirrahîm.
[Sure meal bazında dahi mucizevi bağlantıları ifade ettiği gibi, surenin ana konusu, Allah’ın nuru olan İslam dininin, dengeye dayalı olduğundan, tarihte nasıl egemen olduğunu bildiriyor.
Ve bu mucizevi dengeyi kaybettiklerinden Müslümanlar son iki yüz yıldır sefaletler çektiklerini hatırlatıyor. Her bir ayet şimdiki Müslümanların bir kusur ve eksikliğini ifade ediyor.]
1- Göklerdeki ve yerdeki her şey, Allah’ı tesbih ediyor. (O’nun ve yarattığı her şeyin kusursuzluğunu ilan ediyor.) O, üstün güç (izzet) sahibidir, (sonsuzdur.) Bununla beraber belirli hikmetler için sonlu ve kusurlu şeyleri de yaratıyor. Yani her şeyi yerli yerinde yapan hikmet sahibidir.
2- Ey iman edenler! Neden yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz.
“Küfür ve şirk, kâinatı düzensiz, karmakarışık, başıboş, sonsuz karanlıklar içinde yuvarlanan, tabiat bataklığı içinde donmuş bir kütle olarak görür. Kur’an ise, Sebbeha-yüsebbihu=Her şey Allah’ın varlığının ve yarattığı sistemin kutsal olduğunu bildiriyor, demekle o karanlık görünen kâinata bir ışık tutuyor, o ışık ile ondaki donukluğu eritiyor.
Evet, “göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah için tesbih ediyorlar”; O’nun sonsuz izzet, kudret ve hikmet sahibi olduğunu ilan ediyorlar.
Evet, her şey son derece tertemiz olmakla, Allah’ın kusursuzluğunu ve kemalatını bildirdiği gibi; her şeyin umumi bir düzen içinde yaratılması dahi O’nun sonsuz kudretini gösteriyor. Ve her şey yüzlerce, belki de binlerce yarar ve faydaları beraberinde taşımakla da Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetini ilan ediyor.
Fakat, imtihan gereği olarak, o sonsuz kudret ve hikmet sahibi olan Allah, insanlara belli bir çevrede serbest hareket etme izni vermiştir ki; imtihan edilsinler ve bu imtihan sayesinde kabiliyetleri gelişsin. İşte bu serbestiyetin sonucu olarak, insanların bir kısmı o umumi düzen ve hikmetten dışarı çıkıyorlar, doğal davranmıyorlar, ikiyüzlülük yapıyorlar; kendileri, yapmadıkları şeyleri insanların yapmasını istiyorlar.
[Birinci ayet, başarının birinci temeli; varlığı, varoluşu ve hayatı özellikle sosyal hayatı kutsal ve temiz bilip onun sonsuzluğunu anlamaktır. Bunun yanında o sonsuz sistemin aktif ve verimli olması için belli, sınırlı eksiklerin varlığının faydalarını bilip yine sistemi kutsamaktır. Yani sonsuzluk ve sınırlılık ilkelerini dengelemektir. Yani sağlıklı bir dünya görüşüne sahip olmaktır. İşte İslam’ın özü olan din ile bilimi barıştıramadıkları için ve bu sonsuzluğu ve sınırlı oluşu dengeleyemedikleri için belli Müslümanlar, bir dünya görüşüne sahip değiller. Onun için başarısızdırlar. Ve sefalet yaşıyorlar.
İkinci ayet de der ki; dinin özellikle dengeye dayalı olan İslam’ın aslı ve meşruiyet kaynağı evrensel ve kutsal ahlaktır. Bu ahlakın da en birinci ilkesi söz-eylem uyumudur. Müslümanlar bunu ihmal ettikleri için başarısızdırlar ve sefalet çekiyorlar.]
3- Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında (metafizik ve soyut değerler aleminde) son derece nefret edilen çirkin bir davranıştır.
[Dengeyi ve hayatın dengesi olan ahlakı yitirmek, soyut değerleri yitirmek demektir. Bu da insanın insanlıktan ve medeniyetten sıyrılması manasına gelir. Bu ise başarısızlık ve sefalet demektir.]
4- Şüphesiz Allah, O’nun yolunda tek bir sıra olarak, kurşunla dökülmüş bina gibi sağlamca savaşanları sever.
[Bu sefaletten çıkmanın ilk adımı organize olup tek vücut olarak Allah yolu ile ifade edilen soyut ve manevi değerler uğruna savaşmaktır.]
5- Hatırlayın ki Musa, kavmine: “Ey kavmim! Benim Allah’ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde, niçin beni incitiyorsunuz?!” demiş idi. İşte onlar, (haktan) kayınca, Allah da onların kalbini kaydırdı (onları akılsız insanlar yaptı). Çünkü Allah, (ilâhî) yasaları çiğneyen toplumu doğru yola iletmez.
Evet, söz ve eylem uyumsuzluğu, Allah katında (ahiret âleminde, soyut değerler aleminde) Allah’ın gazabını celbeden çok veballi bir şeydir. Çünkü ahirette imtihan sırrı olmadığından kötülüklere müsaade edilmeyecektir, hiçbir şey cezasız kalmayacaktır. Bu dünyada yapılan imtihanın sonuçları orada tam olarak görünecektir. Burada niyet halinde olan işler dahi o âlemde meyve verecektir. Evet, kâinatı muazzam bir düzen içinde yaratan Allah, o düzeni bozan ve o düzenin meyvelerini tahrip eden sahtekâr ve ikiyüzlülere çok kızar; nihai hedefte kâinatın düzenini sağlamak için onları cezalandırır.
Buna mukabil olarak da Allah, kendi yolunda (nefsanî bir çıkar olmaksızın) düzenli bir şekilde savaşanları sever. Onlar bu samimiyet ve düzenleriyle, kâinattaki umumî ahenk ve düzene o kadar ayak uyduruyorlar ki sanki kurşunla örülmüş bir duvar gibidirler.
a) Anarşizm ve ahlaksızlığa karşı savaşırlar ki, maddî ve manevî asayişi temin etsinler.
b) Kendi aralarında dahi saf olup düzene girdiklerinden, nefsin serbestçe hareket etmelerini önlüyorlar; iç dünyalarında dahi düzen içinde yaşıyorlar.
c) Onlar bu halleriyle gelebilecek her türlü kötülüğe karşı bir set ve kale olduklarından, gelecek toplumların inşası için kurşunla örülmüş bir temel oluyorlar. Dolayısıyla Allah’ın sevgisine mazhar olup, Allah da onları ebediyyen mutlu eder.
5- İşte gerek düzenin varlığı için ve gerek düzensizliği anlamak için ve gerek imtihan gerçeğinin pratiğini görmek için size şablon bir misal:
“Bir vakit Musa kavmine dedi: ‘Ey kavmim, benim Allah tarafından size gönderilen Allah’ın elçisi olduğumu bildiğiniz halde, neden yasalara uymamakla, düzeni bozmakla bana eziyet ediyorsunuz?’
[Musa’nın Allah’ın elçisi olması, soyut değerleri, özellikle soyut olan kanunları ve Tevrat’ın beş kitabı ile başta varlığı ve tarihi okumak, özgür bir millet oluşturmak, düzenli bir ordu kurmak, sanat ve medeniyet öğretmek ve bunları düzenli kılacak bir anayasa tesis etmek demektir.
Fakat Yahudiler bu soyut değerleri bırakıp otuz cilt şekli şeriatı yazdılar. Musa’ya eziyet ettiler. Müslümanlar da soyut olan Kur’an ilkelerini bırakıp somut şekillerden ibaret bir şeriat yazdılar, Hz. Muhammed’e eziyet ettiler, başarısızlık ve sefalet cehennemine düştüler. Ayetin devamında; “onlar kanun ve soyut değerlerden kayınca Allah da onların kalbini kaydırdı. Yani soyut değerleri anlamaz oldular. Muhakkak Allah hukuk ve kanun dışı yaşayanları hedefine vardırmaz.” deniliyor.]
“İşte onlar bu şekilde düzen içinde yaşamadıkları için Allah da onların kalb düzenini bozdu, onları azap ve tedirginlik içinde bıraktı; çünkü Allah yasalara uymak istemeyen (fasık) bir milleti hedefe vardırmaz, onları muvaffak etmez.”
Not: Yahudi milleti, ferdiyetçi, müteşebbis ve bencil olduklarından ve yek vücut olup düzen içinde yaşamak istemediklerinden; Allah, Hz. Musa gibi otoriter bir peygamber ile kanun ve düzen demek olan Tevrat gibi yasaları çokça içeren bir kitabı onlara gönderdi, fakat imtihan sonucu olarak çokları yine de düzene girmediler. Araplar dahi bedevî ve ferdiyetçi olduklarından ve Yahudi karakterinden etkilendiklerinden ayet onlara da aynı dersi veriyor.
Ayrıca genelde bütün Doğu milletleri, -Batıya oranla- yasal bir şekilde yaşamadıkları için, Allah onları geri kalmışlıkla cezalandırıyor, onları doğru hedeflere iletmiyor, sıkıntı içinde bırakıyor...
6- Ve hatırlayın ki Meryem Oğlu İsa şöyle demişti: “Ey İsrail Oğulları! Ben, size gönderilen Allah’ın elçisiyim. Elimdeki Tevrat’ı doğrulayıcı [olarak] ve benden sonra ismi Ahmed olan bir peygamberi müjdelemek üzere geldim. İşte o peygamber, onlara mucizeler ile gelince: “Bu, apaçık bir sihirdir” dediler.
7- Artık (evrensel din olan) İslam’a çağrıldığı halde, Allah namına yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, zalim olan bir toplumu doğru yola iletmez.
Evet, Hz. Muhammed (a.s.m.), Musa (a.s.) kimliğiyle (Muhammed ve Resûl olarak) ve Kur’an gibi bir kanun ile geldiği gibi; İsa (a.s.) kimliği ile (Ahmed ve Velî olarak) bin mucize ve keramet ile geldiği halde, imtihan sırrı için yine de düzen yüzde yüz sağlanmamıştır.
“Ve yine hatırlayın ki, Meryem oğlu İsa şöyle dedi:
Ey Yahudi milleti, ben size gönderilmiş, Allah’ın elçisiyim; benden önce gelen Tevrat’ı (şeriat yasalarını) mucize ve velayetimle tasdik ediyorum.[1] Ve benden sonra ismi ‘Ahmed’ olan bir elçiyi size müjdeliyorum. İşte o elçi, onlara mucizelerle ve açık mesajlarla gelince, onlar ‘Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir,’ dediler.
Not: Musa (a.s.) kanun adamıdır, İsa (a.s.) ahlak ve maneviyat adamıdır, Hz. Peygamber (a.s.m.) ise ‘Muhammed ve Resûl’ olarak Musa rolündedir, ‘Ahmed ve Velî’ olarak da İsa rolündedir. Ehl-i velayet ve tasavvuf bu iki şahsiyetine işareten ona “Zât-ı Ahmediye” ve “Zât-ı Muhammediye” diyorlar.
İşte bu iki şahsiyetin birleşiminden doğan barışık, dengeli ve doğal düzene “İslam” denilir. Evet, İslam kelime olarak hayattaki farklı zıtları barıştırıp orta yolda gitmek demektir; “Sırat-ı Mustakim” (doğru yol) demektir. Bunun dışında yalnız maddeyi, dünyayı, kanunu esas alanlar veya yalnız maneviyatı, ahireti ve ahlakı esas alanlar ideal dengeyi tutturamadıklarından sağa, sola kayıyorlar; Allah’ın istemediği prensipleri Allah namına dayatıyorlar, bir çeşit Allah’a iftira etmiş oluyorlar. İşte böyleler bu şekilde ölçüsüz gittiklerinden, Allah da onları doğru hedeflere vardırmaz. Ve bu manada yedinci ayet, mealen şöyle diyor:
“İslam’a (barışık düzene) çağrıldığı halde, yalanı (gerçeği olmayan ölçüleri) Allah namına uyduranlardan daha zalim (dengesiz) kim olabilir? İşte Allah böyle dengesizleri doğru hedefe vardırmaz; onları muvaffak etmez.”
[İslamiyet Musevilik de değil, İsevilik de değil, ikisinin barıştırılması ve dengesidir. Fakat Müslümanlar adeta saf Musevi oldular, dengeyi kaybettiler, sefalet ve başarısızlık çekiyorlar. Freud bunun farkına varıp İslam aynı Museviliktir, deyip bu sure gibi onlarca yerde vurgulanan İseviyeti görememiştir. Allahtan Müslüman mutasavvıflar İseviyeti yaşayıp genelde bir dengeye alt yapı olmuşlar, İslam memleketlerinde yirmi imparatorluğun kurulmasına sebep olmuşlar.]
8- Ağızları (propagandaları) ile Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemese dahi, Allah nurunu tamamlayacaktır.
9- Müşrikler istemese dahi, bütün dinlerden üstün kılmak üzere elçisini doğru inanç ve haklı yasalar ile gönderen Allah’tır.
8- İşte bu şekilde dengesiz giden; maddeyi, dünyayı, kanun diktasını esas alanlar, istiyorlar ki, kâinatı aydınlatan, onu dengeye koyan Kur’an nurunu ağızlarıyla (propaganda ve medya kuvvetleriyle) söndürsünler. Fakat (Allah, o doğal dengeye o kadar acayip bir kuvvet vermiş ki) dinsiz bir kısım Yahudi patronları ve maddeci feylesoflar istemese dahi, Allah o nurunu tamamlayacaktır.
Çünkü, normal sosyal ve psikolojik hiçbir sebep yokken bedevî bir toplumdan ümmî bir insanı, kendisine elçi olarak, doğru bir rehberlik ve hak yasalarla gönderen yalnızca Allah’tır. İşte böyle olağanüstü bir durumu yaratan Allah; (inanç konusunda şirke girmiş) bir kısım Hristiyanlar veya Allah’a inanıp da İslâm pratiklerini benimsemeyen bir kısım müşrik nefisperestler istemese dahi, bu dini bütün dinlerden üstün kılacaktır.
Not: İslam nurunu, aydınlığını engelleyenler, ya bazı ateistler veya madde ve paradan başka bir değer tanımayan bazı Yahudi sermaye kartelleridir ki, insanlığın aydınlanmasını istemiyorlar; çünkü insanlık aydınlanırsa o maddeci felsefenin ve sömürücü düzenin içyüzü anlaşılacaktır.
İslâm dinini ve pratiğe ilişkin kanunlarını istemeyenler ise ya bir kısım mutaassıp, müşrik Hristiyanlardır veya Allah’a inandıkları halde kanun koyuculukta başka kaynakları kabul eden, nefis ve hevalarına göre yaşamak isteyen bir kısım müşrik zihniyetlilerdir. İşte Kur’an bu gruplara işareten sekizinci ayette: “Kafirler istemese dahi...”, dokuzuncu ayette “Müşrikler istemese dahi... Allah nurunu tamamlayacaktır, din ve düzenini üstün kılacaktır” diyor.
[Bu 8. ve 9. ayetler, başarının zirvesini ifade ettikleri gibi, 8. ayet, küfrü anlamsızlığı dile getirmekle başarının en birinci şartı varlığı ve hayatı anlamlı görmektir. Soyut değerlerle kâinatı aydınlatmaktır, diyor. 9. ayet de bu değerler içinde stratejik bir değeri hatırlatıyor. Bu da sonsuzluğu ve soyut varlığı anlamaktır. Yani varlığın birliğini bozmamaktır, yani müşrik olmamaktır.]
10- “Ey iman edenler! Sizi elem verici bir azaptan (sefalet ve başarısızlıktan) kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi?
(Bu ticaret, madde ile mana, ruh ile beden, dünya ile ahiret, akıl ile kalp, bilim ile din gibi zıtlıkları dengelemek ve aralarındaki al veri geliştirmektir.)
11- Allah’a ve Resûlüne inanır, mallarınız ve canlarınız ile Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer biliyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır.
(Bu ayette de Allah (sonsuzluk) ve O'nun sınırlı bir yansıması olan elçisi arasında, mal ve can gibi zıtlıklarda, zalimler ve mazlumlar arasındaki dengeyi gözetmek vurgulanıyor.)
12- Eğer böyle yaparsanız, Allah sizin için günahlarınızı bağışlar, sizi, içlerinde nehirler akan bağlara ve ebedî ikamet Cennetlerindeki meskenlere koyar. İşte en büyük kazanç budur!
13- Seveceğiniz bir şey daha size var: Allah’tan bir zafer ve yakın bir fetih. Artık müminleri müjdele!
Yani bu dengesiz gruplar yanında Müslüman olan ve tarih boyunca bu İslam misyonunu devam ettirmek ile yükümlü olan bir grup var ki, yapacakları görevler ve üstlenecekleri misyonlar şöyledir:
“Ey iman edenler, sizi acıklı (uhrevî ve dünyevî) bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi?”
Not: Müslümanlar madde ile mana arasında, din ile bilim arasında, irade-i külliye ile irade-i cüz’iye arasında, dünya ile ahiret arasında, Doğu ile Batı arasında iletişimi sağlayan ve bu şekilde dünyayı düzene sokan bir işletme ve ticaret ile mükelleftirler. Fakat bu ticareti nasıl yapacaklar?...
“Mükemmelen ve delilli bir şekilde Allah’a iman (yani bütün isim ve sıfatları arasında dengeli bir şekilde kalbî ile sağlam bir inanç sahibi olmak) ve Resûlüne inanmak (yani iman gereği olarak İslam pratiklerini tam uygulamak) ve bunların devamını sağlayan mal ve can ile cihad etmektir. Eğer biliyorsanız (evrensel denge mekanizmalarının sırrını anlamışsanız), bu şekildeki bir ticaret ve misyon, sizin için başka işler yapmaktan daha hayırlıdır.”
12. Ayetin Tefsiri: Bu sayede Allah, sizin eksiklerinizi kapatır. (Meselâ maneviyatta belki bir Hintli kadar veya teknikte belki bir Avrupalı kadar ileride olmayabilirsiniz), fakat Allah, bu cihad misyonu sayesinde sizin eksikliklerinizi ve şahsî kusur ve gelişmemişliğinizi telafi eder. Sizi altlarında nehirler akan cennetlere ve ebedî ikamet edilecek meskenlere yerleştirir. İşte en büyük kazanç budur. (Ebedî bir hayat kazanmak...)
Dünyada dahi sevdiğiniz bir kısım diğer mükâfatları size verecektir. Olağanüstü bir şekilde (yani doğrudan Allah tarafından) gelen yardımlar ve kısa bir zaman içinde gerçekleşen fütuhatlar... “Ve müminleri müjdele ki...” bu misyonlar, bu yardımlar, bu fütuhatlar hep devam edecektir...
Not: Yani ta Hicri 13. asrın sonuna kadar bu fütuhatlar devam edecek... 13. ayette olan bu son cümle 13 harftir. Bu cümle Kur’an’da dört yerde geçmiştir. Dördünde de bu mana var.
[Bu ayetlerden sonra Hz. İsa’nın metodundan söz eden 14. ayetin gelmesi diyor ki: Ey Allah’ın sistemini devam ettirmekle mükellef olan Müslümanlar, eğer madde ile manayı, ruh ile bedeni, dünya ile ahireti, bilim ile dini beraber götürmek mümkün değilse; İsa gibi, manayı, ruhu, ahireti ve dini tercih edin; yine diyalektik sistem işler, Allah’ın isteği yerine gelir. Nitekim Müslüman Mutasavvıflar böyle yaptılar, Moğol yıkımını atlattılar ve Osmanlı başarısını sağladılar.
İşte İncil ile amel etmenin cevazından bahsetmem bu ayete dayanıyor. Bediüzzaman da ahir- zamanda gelecek olan Mehdi bu sır için dünya siyasetini dindar, ruhani Hıristiyanlara bırakacaktır, diyor.]
14- Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları (Ensar) olun! Nitekim Meryem Oğlu İsa, Havarilere: “Allah yolunda bana yardım edecek kim var?” demiş idi. Havariler: “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” dediler. Bunun üzerine İsrail Oğullarından bir grup inandı, bir grup da inkâr etti. Biz de düşmanlarına karşı, o inananlara yardım ettik de onlar üstün geldiler.
Sonra 14. asırda, İslamiyet, başka bir misyonda, yani yalnız Hz. İsa (a.s.) misyonunda ortaya çıkacaktır. Yahudileşmiş, materyalistleşmiş, katılaşmış o çağı ruhaniyetiyle, ahlak ve maneviyatıyla dengeye sokacak ve bu denge sonucu yine yeryüzünde barışık düzen demek olan İslamiyet, tatbik edilecektir.[2]
“Ey iman edenler (maneviyat lehine olan bu dengeyi kurmakta) Allah’ın (sonsuz soyut varlığın) yardımcıları olun; nasıl ki, Meryem Oğlu İsa, Havarilere: ‘Allah’a doğru (maneviyata, ruha, soyut değerlere ve imana doğru) kim bana yardım edecektir, dedi. Havariler:[3] ‘Biz Allah’ın yardımcılarıyız’ dediler. Bunun üzerine Yahudilerden bir grup inandı; bir grup da inkâr etti. Biz de inananlara destek verdik. Sonuçta onlar düşmanlarına karşı üstün geldiler.”
Not: A). Bu ayetten (Birinci İslâm asrına baktığına göre) şöyle bir işaret anlaşılıyor: Hz. Muhammed (a.s.m.), Medine’deki Ensar’ı daima saf dine ve İslâm’ın manevî yönüyle yetinmeye teşvik ediyordu. Çünkü başta Medine iktidarını eline geçirmeyi düşünüyorlardı, bunun için Peygamberi Medine’ye davet etmişlerdi. Ensar da Hz. İsa’nın Havarileri gibi mal ve ganimet peşine koşmadan İslâm’ın, Kur’an’ın manevî feyziyle yetinip, maddeci, paracı Medine Yahudilerine bir numune-i imtisal olmuşlardı.
Not: B). Bu 14. ayet, İslâm’ın 14. asırdaki misyonuna işareten, cifrî ve riyazî makamlarıyla iki-üç yönden tevafuk ediyor. Ve bu misyonun değişik dönemlerinin sonunu gösteriyor. Şöyle ki:
a) “Beni İsrail’den (Yahudileşmiş o toplumdan) bir grup inandı.” mealindeki cümle, tenvin ve harf-ı atıf ile beraber 1567 eder, bu misyonun nihai noktasını gösterir.
Tenvin ve harf-ı atıf sayılmazsa (ki özel bir oluşuma işaret olduğu için sayılmamalı) 1437 eder. Yani bir grup, bu tarihte bu misyona mükemmel bir şekilde inanacak ve amel edecektir.
b) “Ve bir grup inkâr etti” cümlesi, 10 harftir. Bu cümle birinci cümlenin ebced hesabının dışında kalarak, direkt Medine Yahudilerine işaret ediyor. Evet Medine Yahudileri, 10 sene boyunca Hz. Peygamber’in (a.s.) yüzlerce mesaj ve mucizelerini işittikleri ve gördükleri halde inanmadılar...
Bu cümlenin ebcedî değeri de 1247 eder ki, o tarihte bir grup mason yani eski Medine münafıklarının devamı olan masonlar, İslam âlemi içinde dinsizliğin propagandasını yapmaya başlamışlardır. Ve bu, pozitivizmin Osmanlılara giriş tarihidir.
c) “Onlar düşmanları üzerine açıkça üstün geldiler” mealindeki cümle (hatt-ı Osmani’ye göre) 19 harftir. 1437 (ki “Bir grup inandı” mealindeki cümlenin değeridir) + 19= 1456...
d) “Düşmanlarına karşı: Biz inananları destekledik.” cümlesinin -şeddelilerle beraber- ebcedî değeri 1317 eder ki, o tarihten itibaren Müslümanların güçleri hızla gerilemeye başladı. Yani bu kadar sene Müslümanlar yardım ve desteğe mazhar oldular.
e) “Onlar düşmanlarına karşı açıkça durdular” mealindeki cümle, (harf-i atıf, şedde ve med harfleri sayılmazsa) 1507 eder ki, bu üstünlüğün son dönemini gösterir. (Bkz. Kastamonu Lahikası)
Demek, en fazla tesadüf alanı olabilecek sosyal hayat dahi bu kadar düzenli ve Allah’ın kudret ve iradesi altında ise; O’nun kutsiyetini ve kusursuzluğunu gösteriyorsa, iradeleri olmayan diğer varlıkların Allah’ın kutsiyeti ve cemaline ne kadar güzel aynalar olduklarını, O’nu tesbih ettiklerini artık siz düşünün...
İslamcılar bu surede anlatılan 14 başarı sırrını bilmediklerinden, başta İslam ahlakını yaşamadıklarından büyük dengesizliklere ve dolayısıyla başarısızlıklara sebep oluyorlar. Yalan ve menfaat demek olan günlük siyasetten medet bekliyorlar, ulufe dağıtmakla iktidar olacaklarını ve dini hâkim kılacaklarını sanıyorlar. İslam toplumu olan 85 milyon insanımızın yüzde yirmi yedisinin Deist ve Ateist olmasına sebep oldular. (Hakan Bayrakçı İstatistikleri)
Bediüzzaman, bütün bu durumları ve yetersizlikleri bildiği için “dindarlar şimdi iktidara gelmemeliler. Gelirlerse, dini siyasete alet etmek zorunda kalacaklar; bu ise büyük bir kayıptır. Nitekim Sultan II. Abdulhamid, otuz üç sene bu tarz siyaseti güttü, faydadan daha çok zarar verdi.” dedi. (Emirdağ II. ve Sünuhat)
Hz. İsa metodunu öğrenmek isteyenler, İslam mutasavvıflarının hayatını ve benim Bir Müslümanın Gözüyle İncil kitabımı internetten temin edebilirler. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki ihtilafın en birinci meselesi olan Teslis İlkesinin doğru manası için de Kur’an ve Ehl-i Kitap eserimi edinsinler.
Bahaeddin Sağlam
[1] “Evet, velayet bir hüccet-i risalettir.” Bediüzzaman Said Nursi
[2] Bakınız Ekler: 4. Ek
[3] Havari; ak, katıksız, art niyetsiz olan adam demektir.