Kur’an’da İsa’nın Âdem’e Benzetilmesi
Mühendis:
“Kur’an’da, İnsan bunu ancak dil ve bilim ile elde etmiştir.” (Bakara, 30) Şeklinde geçiyor.” İfadeniz Mitoloji ve Gerçek kitabınızdan...
Fakat ezberimde de olan o ayetten nasıl böyle bir anlam veya yorum çıkartabiliyorsunuz anlayamadım. Çok keyfî bir yaklaşım sergiliyor gibisiniz...Ve bu keyfî yaklaşımı sadece ayetlere karşı değil de özellikle Risale-i Nur alıntılarında da yapıyorsunuz. Mesela yine aynı kitapta, “16. Söz’de de: ‘Her şey evrimleşerek yaratılmıştır.’ deniliyor.” İfadeniz. Baktım 16. Söz’e göremedim. Bana siz orijinal haliyle Risaledeki cümleyi atabilir misiniz?
Bahaeddin Sağlam:
SA, değerli ağabey, evvela: Elimde dillerin evet bütün dillerin nasıl geliştiğini anlatan iki Antropolojik izah var. Biri Bediüzzaman’ın Kızıl İcazda kısa bir pasajı var, onu Dilin Yapısı yazısı içine aldım. İkincisi Büyük Osmanlı Alimi Şemseddin Sami’nin Lisan isimli kitabı.
İkinci olarak: Bakara 30. ayetin tefsirinde İşarat’ül-icazda ve kadim tefsirlerimizin bazısında şöyle bir bilgi var: Âdem, bütün dillerdeki her şeyin ismini biliyordu, Allah onun mucizesi olarak ona bu kabiliyeti vermişti.
Üçüncü olarak: Bir şeye isim takmak onun mahiyetini anlamak demektir. Bunun fazlaca gelişmesi demek fen ilimlerinin gelişmesi demektir. Dolayısıyla Âdem bütün diller ile beraber bütün ulum ve fünunu da biliyordu. Onun için 20. Sözün 1. Makamında Peygamberler mucizeleri anlatırken, Ademin mucizesi bütün ulum ve fünun özellikle edebiyat olarak anlatılır.
Bütün bu izahlardan anlaşılan Âdem bütün insanlık demektir. Âdem kıssası hepimizin başından geçiyor. Nitekim, 20. Söz’ün başında bu hakikat ayrıca vurgulanıyor.
Gelelim: 16. Söze… Orada 2. Şua'da şöyle denilir: Bir kısım ayetler varlıkların ani ve birden yaratıldığını bildirirken, diğer bir kısım ayetler varlıkların tedrici ve uzun zamanda yaratıldığını bildiriyor. Bu iki kısım ayetleri nasıl bağdaştıracağız, diye soru var.
Cevap şudur: Ayetler arası zıtlık yok; bir kısmı öyledir. Bir kısmı da diğer ayetlerin anlattığı gibidir. Yani başta insanın da yaratılışı dahil varoluş, tedrici ve uzun zamanda olmuş, ikinci tekrarları ise hızlı adeta ani ve defi gibidir. (O izahın sonundaki terzi misalini hatırla.)
(Bu arada Âdem ve Havva Hakikati yazısı gönderildi.)
Mühendis:
İsa ve Âdem’in yaratılışlarının, diğer insanlardan farklı ve istisnai olduğu sonucu çıkar bu ayetten. (3/59) Babasız İsa ve anne-babasız Âdem. Ayet, bu sebepten; Âdem ve İsa Aleyhis-Selâm’ı benzer gösteriyor.
Bahaeddin Sağlam:
Değerli ağabeyim, o ayet biyolojik değil. Ontolojik bir hakikati anlatıyor. Âdem (medeniyet, dil ve insanlık) da İsa (ruh, maneviyat ve vahiy) de şahs-ı manevi ve arketiptirler. Misalleri aynıdır. Arada bir fark var: Ademin malzemesi somut topraktır, tedricen oluyor. İsa’nın ise malzemesi metafiziktir, ani ve defi oluyor. Onun için ayet Âdeme ol diyor, o da sürekli oluyor, diyor. Ol dedi o da oldu, demiyor. Bakara, 213 bunun açık bir delilidir:
İnsanlar bir tek toplum idiler. (Yani fakir- zengin, dindar-dinsiz gibi sınıf farkları yoktu.) Sonra Allah Peygamberleri gönderdi, imtihan kapısı açıldı, bu sayede sınıf farkları doğdu. Allah kimisine doğru yolu gösterdi, kimisi de imtihanı kaybettiği için onu saptırdı.
Kainattaki diyalektik gereği, yasa varsa yasa üstü (mucize) durum da olur. Fakat çok nadir, ancak İlahi bir amaç gereği olur. Veya çok ruhanileşmiş kişilerde olur. Ayrıca hayat ve biyosfer başlı başına bir mucizedir.
Âdem ve İsa (kültür ve din)
Demek insanlığın bir dönemi var ki; sadece medeniyetin temel ilkeleri ile hayatını devam ettiriyor. Peygamberlik ve din bildiğimiz şekliyle bu dönemde yoktur. İnsanlık bu dönemde emekleme sürecini yaşıyor. Yani yerleşik düzene, üretime, bedenî bakıma ve yeryüzünü şenlendirmeye çalışıyor. Dil ve kavramlar (esma) ile yavaş yavaş âdem olmaya geçiyor; meleklerden (bütün tabii varlıklardan) üstün olmaya çalışıyor.
Bu dönem için âdemiyet (medeniyet) yeterli idi. Medeniyet, yamyamlıkla bozulan insanlığı düzene sokuyordu. Sonra medeniyet bozulunca, din ruhu geldi, Âdeme (insanlığa) yine yeni bir düzen verdi. Bu tarihî ve evrensel hakikat, başta bu Bakara, 30. ayet olmak üzere Kur’an’ın diğer iki ayeti ile şöylece açıklanıyor:
Göğün ve yerin Rabbine and olsun ki, bu dinî hakikat, sizin konuşma ve (dil) ile kurduğunuz medeniyet kadar, insanlık için bir ihtiyaçtır. Medeniyet doğal bir süreç ve gelişme olduğu gibi, bu dinî yaşam da öyledir, gerçeğin ta kendisidir. Evrim sürecinin nihaî halkasıdır, insanı en mükemmel mahlûk yapıyor. (51/23)
Bu konudaki ikinci ayet 3/59’dur.
Allah katında İsa’nın (ki İncil ve Kur’an’a göre canlı bir vahiy ve dinî bir yaşamdır) misali, Âdemin misali gibidir. (Bir farkla): Âdem, topraktandır, yereldir, bedendir. İsa ruhtur, semavidir, göğe kaldırılmıştır; onun için gelişme söz konusu değildir. Fakat Allah, Âdeme (İnsanlık ve medeniyete) geliş demiştir, o da sürekli gelişiyor.
Evet, evrim süreci daha çok dünya şartları ve maddi oluşumlar içindir. Ahirette, ilahî yazılımlarda, ruhanî, manevî işlerde evrimden ziyade ani oluş, sürat ve etkinlik esastır. Nitekim vahiy kelimesinin asıl ve birinci manası süratli iletişimdir. Vahiy bilgi ve düzen olması açısından bir ruhtur, süratli bir yapılanmadır. İnsanın binlerce sene medeniyet imkânları ile çıkabildiği mesafeyi kısa bir zamanda kat etmesidir. Bediüzzaman Said Nursî bu evrensel sosyolojik hakikati şöyle ifade ediyor:
Bizim iki temel değerimiz vardır. Biri medeniyettir ki küçük insaniyettir. Diğeri de din ve inançtır ki, büyük insaniyettir.[1].
Ona göre; Avrupa, medeniyet ile yürüyebilir, ilerleyebilir, fakat Asya (duygusal olduğundan) ancak din ile terakki edebilir, evrim sürecini tamamlayabilir. Bu sosyal süreçte dil, din kadar önemlidir. Dili bozanlar dini de bozuyorlar. Ve gerçek doğal dil gelişmeleri ancak din ile mümkündür. Evet, Âdem (insanlık) dinden önce dil (esma) ile meleklerden üstün oldu.
Fakat maalesef bugünkü insanlık teknikte, bedene bakmakta 1’e 10.000 gelişmekle beraber; edebiyatta, ruhiyatta ve soyut değerlerde o kadar gerilemiştir ki; âdemiyet makamından düşmek üzeredir, anarşizm bataklığına batmak üzeredir; eğer İsa (din ve vahiy) ekstra bir müdahale ile gelip yeniden insanlığa bir ruh olmazsa…
Eski ile Yeni Arasında Sırat-ı Müstakimi Gösteren Bir Kural:
“Hadd-i evsatı (orta çizgiyi) gösterecek, ifrat ve tefriti (aşırılıkları ve gerilikleri) kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belağat ve mantık ile hikmettir. (Hikmet bilim ve felsefe demektir.) Evet, hikmet derim, çünkü hayrı kesirdir (faydası daha çoktur.) Şerri vardır; fakat cüzidir. Usul-i müsellemedendir ki (herkesçe kabul edilmiş kurallardan biri de) şerr-i cüz’i (küçük bir zarar) için, hayr-ı kesiri tazammun eden (büyük bir faydayı içeren) emri (işi) terk etmek, şerr-i kesiri işlemek demektir. Ehvenü’ş-şerri ihtiyar elzemdir; (daima, az zararlıyı seçmek gerekir.)
Evet, eski hikmetin (Yunan bilim ve felsefesinin) hayrı az; (teknolojiye ve sosyal hayata faydası az idi;) hurafatı çok; (çünkü laboratuar ve test etme imkânı yoktu;) ezhan istidadsız (zihinler hazırlıksız,) efkâr taklid ile mukayyed (düşünceler taklit ile kilitli,) cehil (cahillik) avamda hükümferma (egemen) olduklarından selef (eski nesil büyük âlimler) bir derece hikmetten nehyettiler (yasak getirdiler...) Fakat şimdiki hikmet (bilim ve felsefe) ona nispeten maddi cihetinden (teknolojik açıdan) hayrı çok, yalanı az; efkâr dahi hür, marifet (eğitim ve araştırma) hükümfermadır. Zaten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.”
Bediüzzaman, bu gelişme sürecinin devrelerini Kızıl Îcaz’da şöyle anlatıyor:
İlmî bir gerçek olarak bunu iyi anla: Lisan (dil) insan gibi, pek çok dönemler yaşamış; tavırdan tavra dönüşmüş, çağlar boyunca terakki etmiştir (kalkınmıştır.) İşte eğer şimdi, şimdiki anın barındırdığı geçmiş zamanın seli içinde parçalanan dilin yıkıntı ve tortularına bakabilsen, dilin yaşam tarihini ve onun kaynağını görürsün.
Dilin var olmaya doğru filizlendiği ilk dönem, sadece zayıf bir fonetiği yansıtan bir kısım harf tanecikleri devresidir ki, bu harf tanecikleri genel ses içinde gizlenmişti ve çoğu tabiat seslerini taklit ederek ifade gücüne erişiyordu.
Sonra duygu, istek ve manaların netleşmesiyle bu ses habbecikleri, hece diline doğru kalkınmıştır. Sonra niyet ve isteklerin çoğalmasıyla hecelerden birleşik dil yapısına doğru basamakları çıkmıştır. Uzak Doğu Dilleri bunun canlı belgeleridir.
Sonra, insanoğlunun maksatlarının dallanmasıyla, türetilmiş dil (sarf) haline yükselmiştir. Sonra, ince duyguların imtizaç ve birleşmesinden, görünmez gayelerin birbirini desteklemesinden dil, nahvî (gramer dili) seviyesine yükselmiştir.
İşte bu seviye, şimdiki ilmi Arapça dilidir ki, vecizelerin vecizelerini bile yapabiliyor. Uzun yapı imkânıyla beraber, en az enerji ile ifadeye müsait bir dildir.
Ve sonra, mecaz kelimelerin mürur–u zamanla gerçek kelimelere dönüşmesiyle iştirak (bir kelimenin birkaç manaya gelmesi) doğmuştur. Bunun yanında, kelimeler arasındaki münasebetlerin unutulması ile sıfat ve türetilen kelimelerin, camid yani türetilemeyen kelimeler haline gelmesiyle teradüf (birkaç kelimenin aynı manaya gelmesi) doğmuştur. Diğer gelişmeleri buna kıyas et! Demek diller ve kelimeler arasında olan münasebetler bu canlı doğurganlığın neticesidir. (Kızıl Îcaz)
Bu tarz izah “Allah Âdeme isimleri öğretti” ayetine aykırı değildir. Çünkü ayetin asıl manası, Allah sonsuz soyut bilgisiyle kendi sistemi içinde geliştirdiği insanoğluna (ki bu insaniyetin kolektif kişiliği Âdem ile ifade edilir) dilleri ve eşyaya isim takmayı öğretti. İnsanoğlu bu mucizevî seviye ile varlığın ve eşyanın mahiyetini öğrendi, meleklerden üstün oldu. Çünkü meleklerin fıtratı sabit olduğundan sonsuz gelişmeye müsait olan insan kadar varlığın ve eşyanın mahiyetini ve özelliklerini bilmiyorlar.
Bahaeddin Sağlam
[1] Nutuklar ve Muhakemat..