v- hukuki aşamalar
Fizikte üç hal kanunu vardır. Bütün maddeler, üç halden birinde bulunur. Bunlar; gaz, katı ve sıvı halleridir. Başlangıçta kainat gaz halinde yaratıldı. Sonra soğuma devam ettikçe sıvı katı haline dönüştü. Sıvı haline gelme mümkün değildi. Çünkü bir çekime tabi olmayan yerde sıvı oluşamamaktadır. Sonra gaz ve katı cisimler bir araya geldi ve basınç altında sıvı halleri oluştu. Gaz bütün moleküllerin serbestçe hareket etme halleridir. Gazlarda hacimle basıncın çarpımı sabittir. Katı cisimlerde moleküller birbirine bitişiktir ve konumlarını değiştiremez. Bunlarda uzama kuvvetle orantılıdır. Sıvılarda ise, gaz ile katı arasında bir durum vardır. Moleküller eşit mesafelerdedir ama konumları her an değişmektedir. Sıvılarda basınç yükseklikle orantılıdır. Görülüyor ki, gaz, katı ve sıvılarda değişik fiziki kanunlar vardır. İnsanlar tarihte üç aşama geçirdiler. Önce gaz haline benzer şekilde göçebe yaşadılar ve kabileleri başkanları yönetti. Başkan hükmetti. Diğer kabilelerle gaz molekülleri gibi çarpıştılar. Sonra yerleşik düzene geçtiler. Topluluk büyüdü ve başkanların hükmetmesi yetmedi. Başkanlar yönetmek için valiler atadı. Hükmetmek için de kadıları ve hakimleri atadı. Böylece yargı ile yürütme birbirinden ayrıldı. Sonra kentler oluşmaya başladı ve sanayi dönemi başladı. Sanayi dönemi sıvı dönemine benzer. Artık birbirini tanımayan insanlar her gün karşı karşıyadır. Otobüse bindiğiniz zaman şoförü tanımıyorsunuz. Sıvılarda olduğu gibi artık kişilere çok yakınsınız ama onlara bağlı değilsiniz. Burada artık ne başkanlık ne de hakimlik sistemi yeterlidir. Hakemlik sistemi gelecektir. İnsanlık bugün bunun peşindedir. Ama henüz mekanizmasını üretememiştir. Tarafsız ve bağımsız yargı istemektedir. Ancak bunu başaramamaktadır. Oysa bu çok
basit ve kolaydır. İnsanların bildiği bir sistemdir. Hakemlik sistemidir.
Bugün hakemlik sistemi bilinmekte ve fakat ihtiyari olarak uygulanmaktadır. Zorunlu hale gelmesi için tarafların sözleşmelerde hakemlik sistemini baştan kabul etmeleri gerekir. Yapılacak iş son derece basittir. İhtiyari olan hakemlik sistemini zorunlu hale getirmektir. Hakemlerin kararları kesin olmalıdır. Ancak geçiş döneminde hakem kararları hakimin denetimine verilmelidir. Hakim hakem kararlarını reddedebilmeli ama kendisi hiçbir zaman hükme bağlamamalıdır ve yeni hakemler oluşturulmalıdır. İşte bundan sonra yepyeni bir dünya doğacaktır. Bu da hakemlik dönemi olacaktır. Bir sistemden diğer sisteme geçme sanıldığı kadar kolay değildir. Topluluk eski alışkanlıklarından vazgeçmek istemez. Mağdur olanlar bildikleri mağduriyeti bilmedikleri maceralara tercih etmezler ve yeniliklere karşı olurlar. Gadredenler de avantajlarını kaybetmek istemezler. Yenilik yapacaklar ile savaşırlar. İnkılapçılar bu tutucuları yenmek zorundadır. Tarım dönemine geçerken bu inkılap ancak Nuh Tufanı ile olmuştur. Belki de şimdi bu inkılabı yapabilmemiz için bir atom tufanına veya anarşi tufanına ihtiyaç olacaktır. Belki de yeniden bir aile kadar insan kalacaktır. Adil Düzen projesi insanlığın bu felaketlere uğramasını önleme projesidir. Hiç olmazsa böyle bir tufandan sonra insanlar ne yapacaklarını bilsinler.
a- başkanlık aşaması
Toplayıcılık, avcılık ve çobanlık dönemlerinde insanlar göçebe halinde yaşıyordu. Kişilere özgü taşınmaz mülkiyetleri yoktu. Zaten taşınması zor olduğu için eşyaları azdı. Eşyaların ortak kullanımı zorunlu idi. Bu ister istemez kolektif mülkiyeti zorunlu kılıyordu. Kişi mülkiyeti yerine kabile mülkiyeti vardı. Bunun etkileri günümüze kadar sürüp gelmiştir. Yazın başka, kışın başka yerde yaşamak zorunda kalan birçok topluluk hala kan bağı ile hayatlarını kolektif mülkiyet kuralları içinde sürdürmektedirler. Roma da bu geleneğin devamı idi. Kolektif tüketimde bölüşmeyi başkanlar yapar. Başkan bütün fertleri ayrı ayrı tanır ve bilir, onların ihtiyaçlarını takdir ve tespit eder ve imkanları ona göre bölüştürür. Bu bölüşmedeki duruma göre evlilik de başkanın kararlarına bağlıdır. Büyüyen oğlan ve kızları evlendirir. Ancak bu evlendirme imkanlara tabi tutulur. Böylece nüfus kontrolü düzenlenmiş olur. Birçok kız ve oğlan belki de evlenmeden yaşlanırlar. İşte kimlerin evleneceğine kimle evleneceğine de kabile reisi karar verir. Çok evlilik sistemi vardır. Güçlü kabileler, başka kabilelerin kızlarını kaçırarak nüfuslarını çoğaltmakta, ekonomik olarak fakir kabilelerin erkekleri bekar kalmaktadır. Başkanın emrinde üretim artmakta, tüketim azalmaktadır. Böylece kabilelerin nüfusları arasında da denge sağlanmaktadır. Kabile reisi sadece tüketimi değil, üretimi de düzenlemektedir. Üretim araçlarını istediği kimselere kullandırmakta, istediği kimseye vermektedir. Elde edilen ürün de üretenin değil, topluluğun olmaktadır. Bugün de kabile halinde yaşayan topluluklarda durum böyledir. SSCB'deki kolhoz bunun bir uygulaması olmuştur. Sovyetler başarılı bir düzen kurmuştur. Liberalizme geçince kolhozlar hemen çökmüşlerse de, solhozlar ise varlıklarını sürdürmektedirler. Hatta kanunen dağıtılmak istenmiş ama fiilen dağılmamışlardır. İsrail'de de kolhoz uygulaması başarılı olmuştur. Başkanın üretimi düzenlemek ve bölüşümü yapmak yetkisi yanında adaleti de tesis etmek yükümlülüğü vardır. Başkanın üretimi ve tüketimi düzenlemesi hayvan topluluklarında da geçerlidir. Oysa adalet mekanizması yalnız insanlarda vardır. Bu da iki kişi arasında çıkan ihtilafların başkaları tarafından halledilmesidir. Bunun da iki yolu kabul edilmiştir. Bunlardan biri kabile içi ihtilaflardır. Bunu başkan resen çözmektedir. Kime ne verirse diğeri onu kabul etmektedir. Öldürme dahil kabile reisi her türlü cezayı vermektedir. Başlangıçtan beri kabileler arasındaki anlaşmazlıklarda, üçüncü ve dördüncü kabile reislerine başvurulur, onların hakemliği istenirdi. Bir defa hakemler karar verdi mi, taraftar ona uymak zorunda kalırlardı. Çünkü karar verenlere arka çıkılırdı. Böylece kabileler arası yaptırımlı bir hukuk sistemi ortaya çıkmıştı. Bugün devletlerarası savaşlar da ancak böylece azaltılabilir. Nizalı olan devletler komşularından veya süper devletlerden hakem seçerler. Hakemlerin aldıkları karara uymayan tarafa karşı o süper devletler arka çıkarlar, saldırganları yerine oturturlar. Bugün süper devletler kendiliklerinden bu rolü oynamaktadırlar. Bu zamanla hukukileşecektir.
b- kadılık aşaması
Buna hakimlik aşaması da diyebiliriz. Tarım dönemine geçildiğinde siteler birlik kurarak ortak güvenlik merkezlerini oluşturdular. Bunlara il veya beylik denmiştir. Velayet veya valilik adları verilmiştir. Vilayetler de birleşerek hanlığı veya mülkü oluşturdu. Bugün buna devlet diyoruz. Hanlıklar hakanlığa imparatorluğa ve saltanata yükseldi. Sonra parçalandı ve devletlere dönüştü. Başkanlık hiyerarşik oluşuma dönüştü. Türklerde hanlık, beylik, ağalık gibi iç içe birimler oluşturuldu. Merkezden yöneticiler atandı. Başkanın yerine onun emrinde ona bağlı vekilleri taşrada görev yapmaya başladılar. Kabile başkanı hem yürütme hem yargı görevi görüyordu. Tarım döneminde ise bunun yanında yasama hizmetleri oluştu. Hükümdar başkanlık aşamasında keyfi olarak yönettiği halde tarım döneminde şeriata göre yönetmeye başlamıştır. Şeriatı hak düzeninde dini kitaplar ve sözleşmeler oluşturuyordu. Kuvvet düzeninde hükümdarların fermanları veya halkın aldığı ekseriyet kararları oluşturuyordu. Demek ki, tarım döneminde yazılı mevzuat vardı. Yöneticiler ve halk mevzuata göre hareket ediyordu. Artık halk başkana gidip ne yapayım diye sormuyor, mevzuat, yani şeriat ne emrediyorsa onu yapıyordu. Çünkü topluluk o kadar büyümüştür ki, başkana gidip sorma imkanı kalmamıştır. İşte başkan yerine mevzuata uyuluyorsa buna hukuk düzeni denmektedir. Hukuk düzeninde hakim olan kişiler değildir, mevzuattır. Kişiler başkan veya amirlerine karşı değil de mevzuata karşı sorumludurlar. Hukuk düzeninde geçmişte cereyan eden olaylardan mağdur olanlar, mağduriyetlerini ve uğradıkları haksızlıkları gidermek için hakime başvururlar. Hakim davalıyı ve davacıyı dinler, delilleri değerlendirir ve kararını verir. Karara herkes uyar. Karara
uymayanları yöneticiler zorla uydururlar. Bu mekanizmanın çalışması için dört müessese ortaya çıkmıştır.
- Yasama: Mevzuatı üreten yasama organıdır. Bu kurum geleceğe ait genel kurallar koyar. Yani bundan sonra kim ne yaparsa ne gibi müeyyidelerle karşılaşır, bunu belirler.
- Yürütme: Mevzuatın sınırları içinde uygulamalar yapan yürütme ve halktır. Bunlar genel kural koyamazlar. Ancak bir konuda kendileri karar verip uygulama yaparlar. Bunların kararları da gelecekle ilgilidir. Geçmişteki haksızlıkları giderme bunlara ait değildir.
c) Denetleme: Uygulayıcıların mevzuata uyup uymadığını
denetleyenlerdir. Bunlara soruşturmacılar da diyebiliriz. Yani
geçmişteki olayları mevzuata göre tespit etmek ve karar verilmesini
sağlamaktır.
d) Yargı: Geçmişteki olayların üzerinde mevzuattan sapma varsa
mevzuattaki müeyyideleri hükme bağlamak da yargının işi
olmaktadır. Yargı geçmişteki olaylara göre karar verir. İkincisi
yargı bir olay üzerinde karar verir. Yargının kararları benzer olaylara teşmil edilemez. Yargı davacı ve davalı olanlar arasında mağduriyeti giderici karar verir, resen karar veremez. Kamu ile ilgili hususlarda dava açmak hakkı da yargının dışındadır. Soruşturmacılar tarafından açılır. Kuvvetler ayrılığı ilkesiyle yasama, yürütme ve yargı dengede tutulmak istenmiştir. Yerel yönetimler için kısmen bu sağlanmış ama merkezde başarılamamıştır.
c- hakemlik aşaması
Tarım döneminde hakimlik sistemi ihtiyaçlara cevap vermiştir. Çünkü dar çevrede oluşturulan yerel yönetimler ve oralara atanan hakimler ve birbirini tanıyan yerli halkın şahadetiyle oluşturulan soruşturma büyük ölçüde yeterli olmuştur. Çünkü sosyal baskı vardı ve merkezin de denetimi etkili oluyordu. Sadece merkezlerde denetimler yeterince kurulamıyor, o da saray entrikaları ile dengeleniyordu. Sanayi toplumuna geçildiğinde ilişki kuran kişiler birbirini tanımıyorlardı. Yöneticiler halkı tanımıyor, halk da yöneticilerin sadece adlarını biliyordu. Yönetici ve yönetilen sınıf ortaya çıktı, bürokrasi gelişti. Halktan kopuk yöneticiler halkın sorunlarını çözemedikleri gibi halk arasında adil davranamaz oldular ve zulmetmeye başladılar. Hakimler de halktan kopuktu. Halk hakimleri tanımıyor, hakimler de halkı tanımıyordu. Tanıklar ise tanık oldukları olayların faillerini tanımıyorlardı. Bu şartlar altında adaletin tesisi imkansız hale gelmiştir. Avukatlar ise bu çıkmaz içinde çıkarlarını düşünmek zorunda kalmışlardır. Gittikçe yargı mekanizması rüşvet mekanizmasına dönüşmeye başlamıştır. Adaleti tesis etmekle görevli yargı adaletsizliğin kaynağı olmaya başlamıştır. Burada avukatları veya savcıları suçlu saymak yanlıştır. Bütün bunlar sosyal olaylardır. Eskimiş çağın ihtiyaçlarına cevap vermeyen mekanizmalar, bu çıkmaza neden oluşturmuştur. Artık haksızlık da olsa yargının kararlarına itaat etme halk için zorunlu hale gelmiştir. Bugünkü yargı enflasyona tabi paraya benzer. Verilen kararların adil olmadığını herkes bilmektedir. Ancak başka çare olmadığı için herkes itaat etmek zorunda kalmaktadır. Ama bu adalet, caydırıcı olmaktan çıkmış yıldırıcı olmaya başlamıştır. Anarşi ve terör bu nedenle yayılmaktadır. Hakimlik sistemi yerine hakemlik sistemi gelecektir. Kıta merkezlerinde otorite hakemler oluşup muhakeme usullerini üreteceklerdir. Bölgelerde uzman hakemler olacak ve ilçe hakemlerine danışmanlık yapacaklardır. Yargılama
bucaklarda yapılacaktır. Hakemler ilçeden seçilecektir. Hakemleri taraflar
seçecektir. Başhakemi hakemler seçeceklerdir. Seçtikten sonra hakemlerin azli caiz olmayacaktır. Hakemlerin ücretleri kamuca karşılanacaktır. Hakemlerin kararları kesin olacaktır. Açıkça haksızlık yapan hakemler aleyhine dava açılacak, mahkum oldukları takdirde dayanışma ortaklıkları tazmin edeceklerdir. Bilgisizlikten doğan haksızlık ilmi dayanışma, beceriksizlikten doğan haksızlık mesleki dayanışma, ihmalden doğan haksızlıklar dini dayanışma ve kasten verilen haksızlıkları siyasi dayanışma ortaklıkları tazmin edeceklerdir. Benzer şekilde kıta merkezlerinde otorite soruşturmacılar olacaktır. Soruşturma şekillerini tespit edeceklerdir. Sözlü, yazılı, tutuklu ve karakol soruşturmaları şeklinde dört kademeli soruşturma sistemi olacaktır. Bölgelerde mütehassıs soruşturmacılar, ilçelerde soruşturmacılar olacaktır. Bunlar olay yerine gelip soruşturma yapacaklar. Hakemler bunların tanıklığı ile hükmedeceklerdir. Hakemler şahadeti reddedebilecek ama kendileri soruşturma yapamayacaklardır. Böylece bundan sonra belki on bin yıl sürecek yeni bir yargılama sistemi getirilecek ve bu hakemlik sistemi belki de son aşama olacaktır. Ne kadar hassas bir dönemde olduğumuz buradan açıkça anlaşılır. Başkanlık döneminden hakimlik dönemine geçilmişti. Şimdi de hakimlik döneminden hakemlik
dönemine geçilmektedir. Adil Düzen hakemlik sisteminin düzenidir. Tüm diğer hükümler buna dayanır. Demokrasi, laiklik, sosyallik ve liberallik hakemlikle teyit edilirse manası vardır. Aksi takdirde bu ilkeleri dengede tutmak mümkün değildir.
Türkiye halklari - türk milleti
Aynı toprak üzerinde yaşayanlar kültür olarak etkileşir ve birbirine benzer hale gelirlerken başkalarından da ayrılmış olurlar. Kültür insandaki fikir, his, irade ve ünsiyet melekelerinin ifadesi olarak tanımlanabilir. Dil fikirlerin, sanat hislerin, teknik iradenin ve örf ünsiyetin ifade aracıdır. İnsanlar, bunlar aracılığı ile topluluk olur. Bunların farklılığı farklı toplulukları meydana getirir. Bununla beraber, topluluğun sanatını, tekniğini ve örfünü kesin çizgilerle ayırma imkanı çok azdır. Oysa dil kesin olarak birbirinden ayrılabilmektedir. Ayrıca dil sanat, teknik ve örfün kısmen de olsa ifade aracıdır. Bundan dolayıdır ki, toplulukları dillerine göre tasnif etmek zorundayız. Ayrı kültüre sahip olanların dilleri zamanla farklılaşarak ayrı diller haline geldiği gibi aynı kültüre sahip toplulukların dilleri zamanla birleşerek tek dil haline gelir. Dolayısıyla insanları dillerine göre tasnif etmek en gerçekçi tasniftir. Kültürlerin oluşmasında ırkların etkisi vardır. Zira aynı ırktan olanlar bir arada yaşarlar ve dolayısıyla ayrı bir topluluk oluştururlar. Bununla birlikte tarihte hiçbir zaman saf ırk olmamıştır ve bundan sonra da olmayacaktır. Türkiye'de doğan bir kimsenin on nesil öncesi ataları 1.000 kadardır. Yirmi nesil önceki ataları ise bir milyondur. Otuz nesil önceki ataları bir milyardır. Aralarında evlilik olan toplulukların otuz nesil önceki ataları bütün olarak o halkın tümüdür. "Ben Türküm." dediği zaman bunu kastetmiş olur. O zamanın Türk halkı çok değişik ırklarından oluşmuş olabilir, ancak bugün artık tek ırk olmuştur. Bunun gibi on nesil sonra benim torunlarım bin, yirmi nesil sonra bir milyon ve otuz nesil sonra bir milyar olacaktır. Yani gelecek tüm Türkiye halklarının da atasıyım. Tüm Türk halkı benim neslim olacaktır. Bu nedenle ulusçuluğu ırk ile tanımlamak mümkün değildir. Böylece geçmişi ile Türk olmayan geleceği ile Türk olacaktır. Yeter ki, Türk kültürünü kabul etsin ve Türklerle evlensin. Göçler ve evlenmeler ırkları tanımlamayı imkansız hale getirmiştir. Biz aynı dili konuşan kimseleri aynı kültüre sahip kabul ederek onların bir ulus oluşturacaklarını esas alıyoruz. Burada şuna işaret etmemiz gerekmektedir. Bundan önceki bin yıllık tarih içinde insanlar dine dayalı olarak evlenmeler ve göçler yapmıştır. Bu nedenle de dine dayalı ırklar oluşmuş; kültürler ve devletler meydana gelmiştir. Bundan sonra dine dayalı evlilikler yapılmazsa gelecekteki kültürümüz din dışı, dolayısıyla ulus da din dışı olur. Bu mümkün görünmemektedir; çünkü, bugünkü uluslar dine dayalıdır. Tüm Selçuklu ve Osmanlı savaşları din savaşı olduğu gibi, İstiklal Savaşı da dine dayalı bir savaştı. Hatta ondan sonraki tüm ulusçuluk politikamızda din her zaman ön planda yer almıştır. Lozan'da azınlık hakları Hıristiyan ve Yahudilere verilmiş ve göç ve mübadeleler buna göre düzenlenmiştir. Türkiye'ye gelen göç de hep din temeline bağlı idi. Türkiye'ye gelen her Müslüman Türk kabul ediliyordu. Gelecek dünyanın dine dayalı olmaması gerektiği görüşü ayrı bir konudur ama bugünkü realite budur. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti gelecek için laikliği kendisine ilke yapıp evlenmeleri serbest bırakmış, ama hali hazır durumu da aynen benimsemiştir. Türkiye'de oluşan Türk ulusunun tarihine kısaca bakmayı gerekli görüyoruz. Bunun için insanlık tarihine bakmamız gerekir. Kutsal kitaplar ve ilmi buluşlar şunu kanıtlamıştır: İnsanlık bir anne-babadan doğmuş ve çoğalarak yayılmıştır. Toplayıcılık, avcılık ve çobanlık dönemlerinde birbirinden ayrı göçebe topluluklar halinde yaşamı ve farklı dilleri ve kültürleri olmuştur. Ancak "neadentral tipi" topluluklardan yazılı belgeler kalmamıştır. Dolayısıyla dilleri hakkında bilgimiz olmadığı gibi bugünkü neslin o topluluklardan ayrı hatıraları yoktur. Çünkü tufan o u nesli tamamen ortadan kaldırmış ve ondan sonra "homosapiens nesli" türemiştir. Nuh'un nesli olan bu topluluk, bugünkü insanlığı oluşturmaktadır. Nuh'un üç oğlu vardır: Ham, Sam ve Yafes. Bunlardan Sam yerinde yani Orta Doğu'da kalmış, Sami ırkını ve ondan ayrılan Afrika ırkını oluşturmuştur. Ham batıya gidip Latin ırkını, onların kuzey kolu Germen ırkını oluşturmuştur. Yafes ise doğuya gitmiş ve Çin ırkını oluşturmuş ve onun kuzey kolu Moğollar kuzeyde Germenlerle karışmış ve melez bir ırk olan İskitleri oluşturmuştur. İskitlerin doğu kolu Türkleri, batı kolu ise Slavları oluşturmuştur. Türk ve Slav ırkları bin yıllarına kadar karışık olarak yaşamışlardır. Slavlar daha çok Germenlerle, Türkler ise daha çok Moğollarla karışıyordu. Bu karışma Türklerin İslamiyet'i kabul etmelerine kadar devam etti. Türkler İslamiyet'i kabul ettikten sonra Slavlarla da Çinlilerle de evlenme durdu. Birlikte yaşadılar ama ırk karışması olmadı. İşte Türklerin Türklükleri de bu nedenle dine dayanmaktadır. Türkler İslamiyet'ten önce Hun İmparatorluğu'nu kurdular. Sonra Göktürkler ortaya çıktı. Göktürklerden ileri düzeyde bir yazı dili geliştirdiler ve yazıtlar bıraktılar. Divan-ı Lugatü't-Türk bu medeniyet hakkında geniş bilgi vermektedir. Tek Tanrı'ya inandıkları, yerinden
yönetimli devletler oluşturdukları, büyük bir kültüre sahip oldukları
anlaşılmaktadır. Onların bu seviyeye ulaşmaları da ancak Hunlar sayesinde
olmuştur. Yazıları Germen yazılarına benzemektedir. Bu da İskitler
zamanından beri gelişen yazılı kültürleri olduğunu kanıtlıyor. Göktürklerden
sonra Uygurlar ortaya çıkar. Bunlar doğu mistisizminin kültürünü de
almışlar ve yaşamışlardır. Ancak bunlar din değiştirerek Karahanlılar
devletini kurmuşlardır. Bugün bizim sahip olduğumuz kültürün temeli bu
devlettir ve bizi İslam Medeniyeti içine sokan da bunlardır. Doğu mistisizmi
ve Hint Medeniyetinin birikimi ile İslam Medeniyetinin oluşmasını da
bunlar sağlamıştır. Abbasiler, Yunan ve Roma medeniyetlerinin etkisi ile
İslam Medeniyeti oluşturdular. Türkler ise Doğu medeniyetlerinin etkisi ile
İslam Medeniyetini ilerlettiler. Karahanlıların batıda varisi önce
Selçuklular, sonra da Osmanlılar olmuştur ve bu veraseti bugüne
taşımışlardır. Şunu anlıyoruz ki, bugünkü Türk ırkı değişik İskit, Hun ve
Göktürkler içinde tüm Asya kavimlerinin karışması ile Karahanlı, Selçuklu ve
Osmanlı döneminde de tüm Asya Müslüman halklarının karışması ile Türk
dili ve kültürü oluşarak Türk ulusu oluşmuştur. Bu kültürün içinde bugün
batı da yer almıştır. Çünkü Anadolu'da birçok medeniyetlerin izleri vardır.
Türk ırkını daha iyi anlatabilmek için Türklerin diğer ırklara karşı tutumlarını da bilmek gerekir. Türklerin İskitlerden beri değişmeyen özellikleri Türk ulusunun oluşmasında etken olmuştur. Dünyada üç ana ırk olduğunu daha önce belirtmiştik. Bunlardan Sami Irkı, diğer ırkları kendi kültüründe asimile ederek karıştıkları ırkları yok etmeye çalışır. Daima kendi ırkının özelliği hakim olmuştur. Bu nedenle bunların geniş imparatorlukları bünyelerine katma şansları fazla yoktur. Mezopotamya Medeniyetini Türk ırkından olan Sümerler kurmuştur. Mısır kapalı bir devlet olma niteliğini korumuştur. Emeviler ancak bir asır dayanabilmiştir. Endülüs medeniyetini Türk ırkından olan berberiler kurmuştur. Abbasiler de ancak Türklere dayanarak genişleyebilmiştir. Hint-Avrupa ırkı ise hemen sınıflar oluşturur, kendileri hakim diğerleri mahkum olarak medeniyetlerini kurarlar. Karışıp asimile etmezler, senteze de gitmezler. Romalıları ise Türk soyundan Etrüskler kurmuş ve oluşturmuştur. Türk ırkının özelliği ise; nereye gitmişlerse oranın yerlileri ile kaynaşmış ve ortak bir kültür oluşturmuştur. Üstün ırk anlayışına sahip olmadıkları gibi köklerine bağlılıklarını da koruyamamıştır. Bu nedenle Hıristiyanlaşan Macar ve Fin gibi uluslarla Türk ulusları arasında pek bir yakınlık da kalmamıştır.
Koreliler ve Japonlarla olan akrabalık da böyle olmuştur. Çin'de yaşayan Türkleri ise sadece İslam dini koruyabilmiştir. Müslüman olan Türkler İslam dininin yayıcısı ve geliştiricisi haline geldikleri için Araplaşmamış; aksine, kendi kültürleri içinde diğer kavimleri eritmişlerdir. Çünkü Araplar baskı yapıp zorla Araplaştırmış, Hint-Avrupa ırkı ise sınıflar oluşturmuştur. Türkler ise hiçbir zorlama veya halka üstün bakma hastalığına sahip olmadığı için herkes Türk idaresini istemiştir. Türklerin İslam dinini benimsemeleri ve birden kitleler halinde bu dine girmeleri ve yeni dinleri içinde önder olmaları Türklerin eşitlik ilkesinde din ile uyuşmaları idi. Bunun Çok önemi vardı. Bu nedenle Türklerde dinde zorlama da yoktur. İslamiyet'in laiklik anlayışı, Türk halkının yapısında vardır. Bugün dahi hiçbir Türk kendisini diğer insanlardan üstün görmez, ırki hasımlık yapmaz.
islam medeniyeti
İlk insanlar mistisizm içinde yaşıyordu. Peygamberlerin gösterdiği yollarda yürüyüp hayatlarını sürdürüyorlardı. İlk defa Hz. İbrahim rasyonalizmi getirdi. Artık müspet düşünme pozitivizmi içine girildi. Hz.İbrahim'den sonra pozitivizmi ve rasyonalizmi; Hz. Musa, Hz. Davut ve Hz. İsa insanlığa öğretti. Fakat bu girişmeler ya yerel kalıyor ya da hemen mistisizme dönüşüyordu. Son olarak Hz. Muhammet gelerek rasyonalizmi bütün kuralları ile insanlığa sundu. Bu içtihat ve icma idi, tümevarım metodu idi. Bundan sonra peygamber gelmeyeceğini de ilan etti. Hz. Muhammed ilk İslam devletini kurdu. Bu devlet ideal devletti. Çağın ve toplumun gereği olarak çok ilkeldi. Çünkü insanlık hele Arabistan çok geri idi. Hz. Muhammed'in ölümünden sonra Ebu Bekir, peygambersiz bir düzeni kurdu. Halife Ömer bunu tamamladı ve dört halife devrinde İslam devletinin şekli belirlendi. Daha Ebu Bekir zamanında bozulmaya da başlamıştı. Ebu Bekir, halefini seçtirdi. Oysa peygamber böyle bir şey yapmamıştı. Ömer kadılığı icat etti. Oysa İslamiyet'te hakimlik değil, hakemlik vardı. Osman bürokrasiyi oluşturmaya başladı. Oysa İslamiyet'te bürokrasi yoktu. Ali verasetle iktidar geleneğine talip oldu, oysa İslamiyet'te bu da yoktu.
İlk Müslümanların yaptığı en büyük hata, değişik kavimleri bir devletin içinde yönetmek istemeleridir. Bu hatalarından dolayı birbirine girmişlerdir. Kanlı boğuşmalar olmuştur. Bunun sonucu olarak hilafet saltanata dönüşmüş ve İslami devlet yönetiminden uzaklaşılmıştır. Bir asır süren Emevi döneminden sonra bilime önem veren Abbasi dönemi başlamış, Abbasi dönemi Arap olanlarla olmayanların barışını sağlamıştır. Öte yandan İran'daki Sâsâni İmparatorluğu kolay yenilmiş, Orta Asya'da ilerlemeye başlanmış, Afrika alınmış, Endülüs'e girilmiş ama Fransa'ya girilememiş ve ilerleme durmuştur. Anadolu'ya da girilememişti. İlerleme Orta Asya'ya doğru yapılıyordu. Bu arada tarihin iki medeniyeti karşı karşıya gelmişti. Doğunun mistisizme dayanan Buda medeniyeti ile Batı'nın Hz. İbrahim'e dayanan rasyonalizm medeniyeti. İki uygarlık M.S. 751'de Kırgızistan'daki Talas'ta karşı karşıya gelmiş, iki süper güç savaşırken ya Arapların yönettiği İslam ordusu galip gelecek ve Dünya İbrahim'in rasyonalizmi ile devam edecek, insanlar göklere kadar çıkacaktı; ya da Buda'nın mistisizmi galip gelecek ve insanlar ilk çağlara dönecekti. Çinlilerin orduları daha güçlü idi. İkmalleri daha fazla idi. Savaştıkları yer ülkelerine daha yakındı. Oysa İslam ordusunda ikmal yoktu. Din dışında bir birlik mevcut değildi. Ülkelerinden çok uzakta idiler. Herhangi bir takviye ümitleri de yoktu. Fakat, savaşta beklenmedik bir olay oldu. Türkler cephe değiştirdiler, Çinlilerden ayrılıp Arapların yanında yer aldılar ve bu savaş böylece bitti. Bundan sonra çok önemli olaylar oldu:
- 751'deki Talas Savaşından itibaren Türk ve Araplar arasında dostluk kuruldu ve Türkler kitleler halinde Müslüman olmaya başladılar. Çin artık kendini toparlayamadı ve bir daha süper devlet olamadı.
- Çin'de Tabgaçların kurduğu Türk devleti vardı. Bunlar Budizm'i kabul ederek Çinlileşmişler, dillerini de unutmuşlardı. Bunlar da ülkelerinde Müslümanlığı kabul ederek varlıklarını bugüne kadar korudular. Bugün Çin'de 280 milyon Çince konuşan Türk asıllı Müslümanlar vardır. Bunlar kendilerine Dungan diyorlar.
- Türklerin desteği ile Emevi Hanedanı yıkılmış, yerine Abbasi Hanedanı gelmişti. Türkler Batı dünyasına, Doğu mistisizmini de taşıdılar. Tasavvufa ilgi buradan gelmektedir.
- Türklerle güçlenen İslamiyet Batıyı sıkıştırmaya başladı ve buna karşı koymak için bugünkü Batı medeniyeti doğdu. Yani Avrupa'ya pozitivizm ve rasyonalizm yayıldı.
Abbasilerden sonra Türkler İslam dünyasına hakim oldular ve Selçuklu Medeniyetini oluşturdular. Selçukluların devamı olarak Osmanlı Devleti ortaya çıktı. Selçuklu ve Osmanlıların özelliği İslamiyet'i Batıya taşımış olmalarıdır. Ortaçağ Hıristiyanlık Medeniyetine son vererek bugünkü Batı Medeniyetini oluşturdular. İslam Medeniyetinin Türk Varlığına etkisini daha iyi anlamak için İslamiyet'teki kültür gelişmelerini de yakından izlemek gerekir. Hz. Muhammet, 610 yılında insanlara Kur'an'ı okumaya başladı ve dine davet etti. Kur'an'ı Allah'ın sözleri olarak savundu. Onu kabul edenler her akşam toplanarak evlerinde Kur'an okumaya başladılar. Yedi yıl böyle devam etti. Yedinci yılda Müslümanların sayısı kırka ulaştı. Kur'an'ı açık olarak okumaya başladılar. Mekkeliler okutmamak için onlara baskılar yaptı, onlar da sabırla dayandı. 622'de Medine'ye göç ettiler ve orada anlaşarak ilk olarak Arabistan'da bir devlet kurdular. Mescitte hem Kur'an okundu hem kamu hizmetleri görüldü hem de namaz kılındı. Son Peygamber'in ölümünden sonra Kur'an'ın öğrenilmesi yanında peygamberin yaptıklarını anlatmaya başladılar. Halifeler istişare ederek kararlar aldılar. Bunlar da sorunları çözemeyince Kur'an'ın ve hadislerin yanında İslam fıkıhçılarının içtihatları okunmaya başlandı. Böylece yeni bir medeniyetin temeli atıldı. Özel hukuk tamamen devletin dışında tedvin edildi. Bundan sonra dil, mantık, usul ve fıkıh ilimleri doğdu. Bu arada Batı Medeniyeti ile Doğu Medeniyetinin iç içe girmesiyle yeni ilimler de tedris
edilmeye başlandı. Onluk sayı sistemi gelişti. Matematik, astronomi, fizik ve
kimya ilimlerinde tümevarım metotları denenmeye başlandı. On birinci asırda bu ilimlerde Doğu zirvede idi. Bundan sonra duraklama başladı. Selçuklular ve Osmanlılar medeniyete yeni katkılardan ziyade oluşmuş sistemin uygulama alanını genişlettiler. O dönemlerde buna ihtiyaç vardı. Sistemleri ve ilimleri ile Batılıları uyandırdılar. Artık ilerleme Batı dünyasında olacaktı. Türkiye yaşlanmış bir medeniyetin ve yaşlanmış bir imparatorluğun enkazı üzerinde kurulmuş bir devlettir. Medeniyetler ve devletler de doğar, gelişir yaşlanır ve ölürler. Birinci İslam Medeniyeti çok uzun yaşayarak çökmüş ve cenazesi kaldırılmıştır. (1400 yıl insan ömrünün 140 yaşına tekabül eder.) Osmanlı İmparatorluğu devlet olarak yaşlanmış ve çökmüştür. (600 yıl) Bizim görevimiz ölüleri mezarlarından çıkarmak değildir. Bizim görevimiz, onların mirasına varis olup daha ileri bir safhaya getirip gelecek nesle devretmektir.
batı medeniyeti
Türkiye doğu ile batı, kuzey ile güney arasındadır. Dünya karalarının merkezindedir. Medeniyetlerin doğduğu Orta Doğu'nun sınırları içindedir. Mezopotamya Medeniyeti ile Mısır Medeniyetini sentez eden Anadolu'da Hitit Medeniyeti doğmuştur. Yine Anadolu'da Yunan Medeniyeti ile İbrani Medeniyetini sentez eden Lidya Medeniyeti doğmuştur. Türkiye'de ayrıca Hıristiyanlık ile Roma Medeniyetini sentez eden Bizans Medeniyeti de doğmuştur. Osmanlı devleti İslam Medeniyetinin Bizans Medeniyeti içindeki uzantısıdır, yeni bir Medeniyet değildir. Şimdi İslam Medeniyeti ile Batı Medeniyeti sentez olup gelecek bin yılın "İkinci İslam Medeniyeti" doğacaktır. Yeri gelmişken Batı Medeniyeti'ne de değinmemiz gerekiyor. İlk medeniyet Nuh, Salih, İbrahim ve Lut peygamberlerin memleketi olan Mezopotamya'da doğmuştur. Bu medeniyet sonra Mısır'da Firavunların medeniyetine dönüşmüştür. Ondan sonra Hz. Musa'nın İbrani Medeniyeti oluşmuştur. Bu medeniyet de bir süre sonra kuvvet medeniyetine dönüşerek Grek-Romen Medeniyeti doğmuştur. Hz. İsa'nın Hıristiyanlığı Orta Çağ Avrupa Hıristiyanlığına dönüşmüştür. Bu da yerini İslam Medeniyeti'nin etkisi ile Batı Medeniyeti'ne bırakmıştır. Batı İslamiyet'le ilk olarak Endülüs'te tanışmıştır. Bu tanışıklık, savaş üstünlüğünden çok medeniyet üstünlüğü olarak ortaya çıkmış; o da Batı'nın ancak azınlığına etki etmiştir. Bu ara Batı Roma imparatorluğu yıkıldığı için Avrupa'da ulusal devletler oluşmaya başlamıştı. Ayrı bir gelişme de Hıristiyanlıkta oldu. Hıristiyanlık kendi içinde parçalanmış yeni mezhepler ortaya çıkmıştı. Bunların en etkilisi İslamiyet'in tesiri ile olan Protestanlıktır. Bu ara Osmanlılar doğudan ilerlemeye başlamışlardır. Selçuklu ve Osmanlı saldırılarını durdurmak isteyen Haçlılar İslam orduları karşısında yenilmişler, ancak bu vesileyle buradaki medeniyeti yakından görme imkanları olmuştur. Endülüs Medeniyeti ve Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılması Batı'nın sosyal yapısını sarsmıştı. Haçlı Seferleri ise Avrupa'da ekonomik yapıyı değiştirmiştir. Haçlı Seferlerine katılan askerler ülkelerine hem servet götürdüler hem de Haçlı Seferleri nedeniyle yapılan hazırlıklar halk üretimini arttırdı. Köylü sınıfının yanında kentte esnaf sınıfı doğdu. Kilise ve şövalye sınıfının otoritesi sarsıldı. Zenginleşen sermaye onlarla savaşmak zorunda kaldı. Bunu ateizmle destekledi. Bu arada hor görülen Yahudiler sermayeye sahip oldular ve tekelleştiler. Avrupa'da kendi güçlerini kabul ettirmek için ateizmi desteklediler. Çünkü halkı Yahudi yapamıyorlardı. Böylece ilk defa yeryüzünde ateist bir medeniyet doğdu. Son asırlarda Avrupalılar ve Ruslar dünyaya hakim oldular. 20. yüzyılın sonlarında ise ateist imparatorluklar yıkılarak yerini ulusal devletlere bıraktı. Hanedanlık sistemi sona erdi ve yerini diktatörlere bıraktı; onlar da yerini bir bir demokrasilere bırakmaktadırlar. Osmanlıların Batı'nın ateist medeniyetine yenildiği bir zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti ortaya çıktı. Türkiye İstiklalini kazandı; fakat, ateizme karşı koyamadı. İçinde yaşadığımız şu dönemde dünya ateizmi terk etmektedir. İşte Türkiye şimdi bu noktadadır. Türkiye Devleti'nin nasıl her yönüyle bir sentez ülkesi olduğu bu alanda da açık bir şekilde görülmektedir.
türkiye cumhurİyetİ'nİn kuruluşu
M.S. 751 tarihinde Çinliler İslam ordularına karşı Türklerin yardımı ile yenilince rasyonalizmin ve İbrahim Dini'nin karşısında bir rakip kalmamıştı. Denge Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasında kurulmuştu. Müslümanlar rasyonalizmi, Batılılar mistisizmi temsil ettiler, aralarında kanlı savaşlar oldu. Zamanla Müslümanlar mistisizme yöneldiler. Batı ise ateistleşerek rasyonalizme yöneldi. Bu durumda İslam dünyası geriledi, Avrupa ise ilerledi. İslamiyet'i Osmanlı İmparatorluğu temsil ediyordu. Osmanlıların çökmesi ile Batı mutlak üstünlüğü ele geçirdi. Tarihte Yahudiler daima ekonomiyi ellerinden tutmuşlardır. Osmanlılar İspanya Yahudilerini bu sebeple Türkiye'ye getirdiler. O çağlarda devletlere sermayeden çok askeri güçler hakimdi. Yahudiler o ülkeden bu ülkeye sürülüyordu. Yahudiler Müslümanlarla Hıristiyanların savaşlarından yararlanıyor ve kendilerini koruyorlardı. Savaşları önce ateşliyor, sonunda ise Müslümanların tarafında yer alıyorlardı. Ancak Siyonistler 1897 kongrelerinde cephe değiştirmeye karar verdiler ve sermayelerini buna göre yönlendirdiler. Osmanlı İmparatorluğu ortadan kaldırılacak, milli devletler kurulacak ve bu milli devletler dinsiz devletler olacaktır. Avusturya İmparatorluğu ortadan kaldırılacak ve Avrupa'da milli devletler kurulacaktır. Rus Çarlığı yerine sosyalizme dayalı bir devlet kurulacaktır. Bundan sonra denge Müslüman-Hıristiyan arasında değil; kapitalizm ve sosyalizm arasında oluşacaktı. İşe yaramayan iç Avrasya toprakları sosyalistlere bırakılacak ve ütopik bir düzen içinde insanlar ezilesiye yaşamaya mahkum edilecekti. Buna karşılık Batı'da kapitalizm uygulanacak ve Siyonist sermaye dünyaya egemen olacaktı. Osmanlı İmparatorluğu yıkılacak, yerine ateist bir Türkiye Devleti kurulacaktı. Asrın ortalarında Orta Doğu'da bir İsrail İmparatorluğu kurulacak, Torosların kuzeyinde de Bizans İmparatorluğu ihya edilecekti.
Böylece Hıristiyanlarla Yahudiler işbirliği yaparak İslam dünyasını yok edecek, bunun yerine ateist Sovyetlerle, Batı kapitalistleri arasında denge sürdürülecekti. imparatorlukları yıkmak için Birinci Cihan Savaşı çıkarılacak, sonra İkinci Cihan Savaşı çıkarılıp Yahudiler İsrail'e göçe zorlanacak, daha sonra İsrail imparatorluğu kurulacaktı. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması için takip edilecek siyaset şu noktalarda toplanabilir: Osmanlıları batılılaştırma yolu ile yapısını bozma ama batıya da entegre etmeme. İslam aleminden koparma, milliyetçilik fikirleri ortaya koyma, ekonomik olarak çökertme. Bundan yararlanılarak Türkiye'de milli devlet fikri işlenmiştir. Osmanlı imparatorluğu bu yollarla yıkılmıştır. Osmanlı imparatorluğu'nun yerine vaat edilen devlet kurulmamış, Sevr Antlaşması dayatılmıştır. Bu gelişmelerin sonunda Türkiye İstiklal Savaşı'na girişmiştir. Türk halkı Müslüman'dı ve din adamlarına bağlı idi. Bunlar batıcı değildi. Halk harekatını başlattılar. Türk halkı silahlıydı ve iyi silah kullanıyordu. Bu özelliklerine dayanarak çeteler halinde işgale karşı direndi. Rum ve Ermenilerin katliamları bu direnişi hızlandırdı. Türk esnafı kendi sermayesiyle çalışıyordu. Faiz olmadığından tekeller de yoktu. Devlet yıkılmış ama Türk ekonomisi çökmemişti. Türk esnafı din adamlarının tavsiyesine uyarak Türk çete teşkilatlarını destekledi. Tüm Anadolu direnişe geçti. Biz bu Türk direnişi daha sonra Afganistan'da, Balkanlar'da ve Afrika'nın değişik bölgelerinde de gördük. Ancak bu tür direniş ilk defa Türkiye'de yapılmıştır. Türk Ordusu henüz dağıtılmamış; silahların önemli bir kısmı henüz teslim edilmemişti. Osmanlı paşaları iyi asker idiler. Birlik olmanın zaruretini biliyorlardı. İlk direnmeyi Doğu'da Kazım Karabekir Paşa Başlattı. Halkı örgütleyerek direndi. İstanbul Hükümeti zahiren bu hareketi bastırmak, gerçekte desteklemek üzere Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya gönderdi. Kazım Karabekir M. Kemal Paşa'yı halk harekatının başına geçirdi, destekledi ve emrine girdi. Böylece harekat başladı. İyi bir erkanı harp mensubu (kurmay subay) olan İsmet İnönü M. Kemal'in Ankara'daki harekatına katıldı. Fevzi Çakmak, İstanbul'dan subay ve cephane sevk ederek direnişe destek verdi ve kendisi de Ankara'ya geldi: Askeri birlikler ve cepheler oluşturuldu. Bir taraftan din adamları, diğer taraftan silahlı halk çeteleri, Anadolu esnafı, birlikte hareket eden komutanlarla kenetlenerek kısa zamanda devlet içinde devlet kurdular ve üç sene gibi kısa bir zamanda Anadolu'yu cumhuriyetle kurtardılar. Büyük devlet geleneği olan Türk Milleti yeni devletini kurarken kendisine has üslubunu kullanmıştır. İstiklal Savaşı demokratik yolla kazanılmıştır. Dünyada bir meclisin devlet kurduğunun başka bir örneği yoktur. Kendi
hanedanını yıkarak değil; düşmanları kovarak demokratik devlet kurulmuştur. Hanedanı uzaklaştırmış ama işkence yapmamıştır. Afganistan bu yöntemi uygulamadığı için başarısız olmuştur.
ilke ve inkılaplar
Türkiye Cumhuriyeti başlangıçta üç ilkeye dayanıyordu: Milli hakimiyet, milli kuvvet ve kuvvetler birliği. "Hakimiyet-i Milliye" yani milli hakimiyet denince millet kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu da Anadolu'da yaşayan ve dilleri Türkçe olan Müslümanlardı. Osmanlıların devamı oluşu bu ilkeyi önemli kılıyordu. Osmanlı Devleti Bir Türk Devletiydi; ancak, devlet Türkçülüğe değil, İslamcılığa dayanıyordu. Yeni millet anlayışı ise bunun devamı olmakla beraber, değişen şartlara göre motive edilmişti. Din devletten çıkarılmıştı. Bu nedenle, yeni devlet bir milli devlet olacaktı. Diğer taraftan emperyalist devlet olmaktan çıkarılmıştı. O halde bir Anadolu Devleti olacaktı. Bu nedenle bir daralma vardı. Ancak bu bir ırk devleti olamazdı. Çünkü Anadolu'da değişik ırklar yaşıyordu. Anadolu'da yaşayan Müslümanlar Türk'tü. Bunu dikkate alan yeni bir millet tanımı gerekiyordu. Savaş Anadolu'da yaşayan Müslümanlarla gayri Müslimler arasında oldu. Gerçi Yahudiler cephe almadılar ama desteklemediler de; ama Lozan'da Hıristiyanların yanında yer aldılar. İstiklal Savaşı Türklerle Türk olmayanlar arasında değil; Müslümanlarla gayrı Müslimler arasında yapıldı. Bu sonuna kadar böyle devam etti ve Lozan'da da iki taraf vardı. Müslüman halkların temsilcisi Türkiye ve azınlıkların temsilcisi Avrupa devletleri yer aldı. Yahudiler de azınlıklar arasında yer aldı. Kürtler ve Aleviler ise azınlıklar arasında yer almadılar. Türk-Kürt, Alevi-Sünni aynı ortak amaç için mücadele ettiler. İşte hakimiyet-i milliye deyince baştan beri Anadolu'da yaşayan Müslüman halkların hakimiyeti olarak düşünüldü. M. Kemal sonra hakimiyet-i milliye prensibine dayanarak saltanatı kaldırmıştır. Mustafa Kemal baştan beri bu görüşleri savunuyordu. Çünkü birçok beyanlarından saltanat ve hilafete dayanılamayacağını; millete dayanılacağını belirtmiştir.
Hakimiyet-i milliye ilkesi iyi değerlendirilmelidir. Acaba Avrupa Birliği'ne girildiğinde bu ilke ne olacaktır? Keza bu ilke ile evrensel bir mesaj ve düzeni içeren İslamiyet nasıl bağdaştırılacaktır? Bir başka deyişle insanlık camiasına girmekle beraber milli hakimiyet ilkesi nasıl korunmuş olacaktır? Bu hususu ele alma zorunluluğu vardır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin dayandığı ikinci ilke ise "Kuvayı Milliye"dir: Bu da Türklerin kendi istiklallerini herhangi başka bir devletin lütuf ve ikramı ile değil; kendi gücüyle kazanması ilkesidir. Asker olan M. Kemal "Bağımsız askeri güce dayanmayan bir devlet, devlet olamaz. Bu da bağımsız ekonomi ile sağlanır." görüşünü kararlı bir şekilde savunmuştur. M. Kemal, İstiklal Savaşı'na dıştan almayı umduğu ne askeri ne de ekonomik yardıma güvenerek girişti. Kendi halkından oluşturduğu milli ordu ile başladı ve kendi ürettiği silahlarla ve çarıkla savaşları kazandı. Milli Ordu ve Milli Ekonomi ilkesi M. Kemali'n değişmez ilkesidir. Üçüncü ilke ise "Kuvvetler Birliği" idi. M. Kemal, T.B.M.M.'ni kurmuş ve yetkileri mecliste toplamıştır. İstanbul Hükümeti'ni ve Padişahı bile işe karıştırmamıştır. Tek meclis, tek parti ve meclis hükümeti. Anayasa mahkemesi yoktur. Bağımsız yargı yoktur. Kuvvetler birliği ilkesi ekonomide de uygulanmıştır. Tekel sermayeye hiçbir zaman yol vermemiştir. Vahdet-i Kuvva ilkesi ile dinin devlet işlerine karışması engellendi ama din meclis içinde temsil edildi.
İşte İstiklal Savaşı Türkiye'deki Müslümanlardan oluşan halkın adı olarak kabul edilen "Türk Milleti'nin kayıtsız şartsız hakimiyeti, bu hakimiyetin kendi kuvvetine dayanması ve kuvvetler birliği ilkesinden ibarettir."
inkılaplar
Giriş:
Demokrasiye uygun bir şekilde oluşmuş Meclis ile düşmanları yenerek bağımsız hale gelen Türkiye, yeni bir devleti kurmak zorundaydı. Bu devletin demokratik usulle kurulması mümkün değildi. Çünkü halk gelenek ve görenekleri zor terk eder. Çıkarları ve düzenleri bozulan kişi ve gruplarla uğraşmak gerekir. Bu nedenle M. Kemal, demokratik seçimi tatil ederek askeri metotlarla inkılaplar yapmayı tercih etti. Kendi hayatında demokrasiye geçemedi. Ancak kendisinin en yakın üç arkadaşı sonra demokrasiye geçtiler. Bunların üçü de askerdi. İnönü Cumhurbaşkanı, Fevzi Çakmak Genel Kurmay Başkanı, Kazım Karabekir ise Meclis Başkanı idi. Türkiye Devleti'nin bugünkü siyasetini belirlememiz için inkılapları değerlendirmemiz gerekir. İnkılapları doğru veya yanlış bulabiliriz. Ancak olan olmuştur. Onu değerlendirmemiz gerekir. Tarih geri gelmez. Biz olsaydık da başka bir şey yapacağımız veya yapabileceğimiz zannedilmesin.
a) Saltanat kaldırılmıştır:
Saltanatın kaldırılmasında iki temel sebep vardır. Altı yüz senelik hanedan artık devleti yönetecek bir aktivite gösteremezdi, Türkiye'yi yönetemezdi. Oysa Türk halkı onlara büyük bağlılık gösteriyordu. Millet yanılıyordu. Milleti bu yanılgıdan kurtarmanın yolu, saltanata son verip hanedanı yurt dışına çıkartmaktı. Saltanatın kaldırılmasının ikinci nedeni ise artık hanedanlık sistemi sonra eriyor ve cumhuriyet rejimi geliyordu. Eskimiş müesseseden millet bir an evvel kurtarılmalıydı. M. Kemal'in bu görüşü isabetli çıkmıştır. Osmanlı Hanedanı yurt dışında herhangi bir varlık gösterebilirlerdi. Hanedanlık sistemi artık yeryüzünden kalkmaktadır.
b) Hilafet kaldırılmıştır:
Osmanlılar son dönemlerde hilafeti kendi siyasetlerine araç yapmışlardı. Sanıldığının aksine bu şekildeki bir hilafet anlayışının İslamiyet ile bir alakası yoktu. Bunun da iki sebepten kalkması gerekirdi. Dünya Müslümanları hep Halifeye güvenmiş ve esir olmuşlardı. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu onları koruyamıyordu, üstlendiği görevleri yapamıyordu. Yeni Türkiye bu müesseseyi kaldırmalıydı. İsabet ettiği sonradan daha iyi anlaşılmıştır. Kendi başlarının çarelerine bakmayı öğrenen İslam ülkeleri bir bir bağımsızlıklarını kazanmışlardır. İkinci sebep ise Türk milletinin on iki milyonluk küçük bir devlet haline gelmiş olmasıdır. Hilafet gibi büyük ve ağır bir yükü yüklenemezdi, altında ezilirdi. Saltanat kalktığı gibi dini kurumlar da devletin üstünde yer alamazlardı. Dünya değişiyordu. Burada da isabetli kararlar alınmıştır. Çünkü dünyada halk dindarlaşıyor; devletler ise laikleşiyor. Dolayısıyla hilafetin muhafızı olmanın anlamı zayıflıyordu.
c) Hukuk laikleştirilmiştir:
Eskiden hukuk dini fetvalara dayanıyordu. Bu batıda da doğuda da böyleydi. Zamanla Tevrat'ın hükümleri uygulanamaz olunca Hıristiyanlık dinle devleti birbirinden ayırdı. İslamiyet ise icma ve içtihat sistemini getirdi. Fakat yaşlanan medeniyet yeni içtihatlar yapamadı. Avrupalılar bunu kanun sistemi ile çözmeye çalıştılar. Hıristiyanlıkta mevcut olmayan hukuk düzenini kralların emirnameleri veya meclislerin aldıkları kararlarla doldurdular. Türkiye'de bu sistem daha Sultan Fatih zamanında Avrupa'dan önce başladı ve Kanuni zamanında zirveye ulaştı. Batı'daki gelişmeler bu sistemi yetersiz hale getirdi. Tanzimat ile Batı'dan kanun sistemini aktarmaya başladılar. Hukuk ve Ceza Usulleri Muhakemat Kanunları, Ticaret Kanunu, Belediyeler Kanunu, Ceza Kanunu gibi birçok mevzuat
Türkiye'ye Batı'dan aktarılarak kanun sistemine geçildi. Sadece Medeni Kanun Mecelle Şeklinde oluşturuldu. Bunun iki mahzuru vardı. Biri bütün kanunlarımız Batı sistemine göre düzenlenmişti, sadece Medeni Kanun farklıydı ve uyumsuzluk vardı. Zaten Mecelle kanunlaşınca batılılaştırılmış oluyordu. Çünkü İslamiyet'te kanun sistemi yoktu, içtihat ve icma sistemi vardı. M. Kemal Medeni Kanunu da Batı'dan tercüme ettirerek kanun sistemini tamamladı. M. Kemal Medeni Kanun'u tercüme etmekle siyasi bir problemi hallediyordu. Avrupalılar Osmanlılara hep şer’î hükümlerle Türkiye'deki Yahudi ve Hıristiyanları eziyorsunuz diye müdahale ediyorlardı. Lozan'da bu nedenle azınlıklar için ayrı mahkemeler istenmiş ve kabul ettirmişlerdi. Oysa bu milli hakimiyete ve vahdet-i kuvvaya aykırı idi. M. Kemal bu kanunları tercüme ederek azınlığa güven verdi ve bu azınlıklar kendi istekleri ile Lozan'daki bu haklarından vazgeçtiler. Böylece milli hakimiyet sağlandı ve kuvvetler birliği zedelenmedi. Bu inkılap da yerinde olmuştur. Türkiye ne 1200 yıl önceki içtihatlarla ne de yabancı hukukla idare edilebilirdi. Yeni bir milli hukuk gerekiyordu. Bu da zamanla olabilirdi. Geçici olarak batı hukuku alınmış ama Meclise her türlü kanunları yapma yetkisi verilmiş ve yargı denetiminden uzak tutulmuştu. Yani milli hukukun oluşması mekanizması getirilmiş ama ödünç olarak Batı hukuku kullanılmıştır. Böylece Doğu hukukunu yaşamış Türkiye, Batı hukuku ile de tanışmış oldu. Bu sonuç senteze giden Türkiye için değerlendirme imkanı doğurmuştur. Descartes diyor ki; "Ben her şeyi sıfırladım, yeniden düşünmeye başladım. Evini yıkıp yeni inşaat yapan kişi inşaat bitinceye kadar başkasının evini kiralamak zorunda ise ben de yeni sistemimi koymadan önce Hıristiyanlığı kabul ettim, onun hükümlerine göre yaşayacağım." Burada şu söylenebilir: Neden Batı hukukunu kiraladık da İslam hukukunu kiralamadık? Bunun iki sebebi vardır: Biri İslam hukuku çağın ihtiyaçlarına cevap vermiyordu. Zaten bizden öncekiler yıkmıştı. Bir tek odası sağlamdı, kiradaydık. O odayı da boşaltıp kiracı olduğumuz evin içinde bir oda kiraladık. Diğeri de halk bir türlü eskimiş İslam düzenini yıkmıyordu, oradan taşınmıyordu. Bu sayede onları zorunlu olarak kiraya taşıdık. Evleri kalmadığı için şimdi inşaata başladılar. Bu düşüncelerle hukuk inkılabının son derece yerinde olduğunu görmekteyiz. Kurucu Başkanın baskısı olmadan bu inkılaplar gerçekleşemezdi.
d)Yazı değiştirilmiştir:
Tarihte şekil yazısı ilk defa Mezopotamya'da bulundu. Mısır değiştirerek geliştirdi. Sonra harf yazısı ilk defa Filistin'de kullanıldı.
Yunanlılar bunu değiştirerek aldılar ve soldan sağa yazdılar. İbraniler ise sağdan sola yazmaya devam ettiler. Araplar İbranilerin yazısını değiştirerek geliştirdiler. Hıristiyanlık ve İslam çatışmasında yazıların ayrılığı sürüp gitti. Osmanlılar Arap yazısını kullandılar. Batı, Türkleri İslam dininden ve İslam aleminden koparmak, Türk alemini parçalamak amacıyla Türkiye'ye Latin harflerini kabul ettirmek istiyordu. Türkiye bir türlü Batı Medeniyetini alamıyordu. Arap harfleri, Latince kelimeleri yazmaya yetmiyordu. M. Kemal, harf inkılabını yaparak Türklerin çağdaş medeniyetin üstüne çıkmaları için yol almak istemiştir. Harf inkılabı ile Batılıların istediği İslam aleminden Türkleri koparmak; M. Kemal'in istediği ise Türkiye'yi çağın medeniyetine entegre etmekti. Uygulama son derece başarılı olmuştur. Türkler İslamiyet'ten kopmamış; tam tersine birçok Arapça eser Türkçeye çevrilerek İslamiyet'i daha iyi şekilde yeniden anlama imkanına kavuşmuştur. Batı Medeniyeti'nden de çağın ilimleri tercüme edildi. Böylece Batı Medeniyeti'ne entegre oldular. Harf inkılabı sayesinde Türkiye dünyanın en zengin diline sahip oldu. Batı dillerinde İslam kültürü yok, İslam ülkelerinde de çağın ilimleri Türkiye kadar kültüre girmemiştir. Harf inkılabı sayesinde Türkiye, 'gelecek bin yıl'ın sentezini yapacak bir dile sahip olabilmiştir. Böylece harf inkılabı da neticede Türk milleti için müspet sonuç vermiştir.
e) Kıyafet inkılabı yapılmıştır:
Eskiden insanlar ayrı ayrı kavimler, hatta kabileler halinde yaşıyordu.
Oysa çağımızda insanlar artık bir araya gelmiş ve insanlık tek kıyafete doğru gitmektedir. M. Kemal, Batılıların yanında rahatça yer alabilmemiz için, halkı batı kıyafetini kabule zorlamıştır. Bunun başka bir nedeni de Türk halkını mütecanis hale getirmekti. Her kabile ve yöre farklı kıyafet giyiyor ve dolayısıyla mütecanis bir millet olamıyordu. Kıyafet inkılabı ile halk mütecanis hale geldi. Bilhassa azınlıklar birbirlerini tanıyamaz hale geldiler ve eridiler. Kıyafet inkılabında sosyolojik hatalar vardır. Bu nedenle Türk milletinin tek direndiği, isyan ettiği inkılap şapka inkılabı olmuştur. Başörtü hala devam eden bir çatışma konusudur. Bu inkılap ancak geçici olarak tasvip edilmiştir. O zaman halk şapka giyemiyor, kadınlar başlarını açamıyordu. Sosyal baskı vardı. Sosyal baskının kaldırılması için karşı baskı kullanılmıştır. Bu doğru olabilir. Bugün sosyal baskı olmadığına göre kıyafetin serbest bırakılması ve halkın kendi kıyafetini kendisinin belirlemesi gerekir. Bu temel inkılapların dışında ölçülerle ilgili inkılaplar vardır. Bunların başında saat ve tarihle ilgili inkılaplar söz konusudur.
Ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirilmiştir. Bunlara inkılap demek bile doğru değildir. Evrimin bir sonucu olarak kabul etmek gerekir. Türk sanayisinin gelişmesinden evvel metrik sistemin kabulü Türkiye için büyük yarar sağlamıştır. Bunun dışında Kuvvetler Birliği İlkesi içinde birçok yeni müesseseler oluşturulmuş, eskileri kaldırılmıştır:
a) Şer'iyye mahkemeleri kaldırılmış ve yargılama birliğine
geçilmiştir.
- Tarikatlar lağvedilerek Diyanet İşleri Teşkilatı kurulmuştur.
- Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuş, vakıflar lağvedilerek eski müesseseleri (tekke ve medreseleri) destekleyen kaynaklar kurutulmuştur.
- Tevhidi Tedrisat Kanunu çıkarılarak medreseler kapatılmıştır.
- Şeyhülislamlık lağvedilmiş, laik düzen getirilmiştir.
f) Yabancı sermaye tasfiye edilmiş, devletçilik ilkesi
benimsenmiştir.
g) Doğum ve göç teşvik edilmiş ve Türkiye nüfusunun artması için
çaba gösterilmiştir.
Bunların dışında çok önemli dış politikalar izlenmiştir:
- Yabancı borçlar tasfiye edilmiştir.
- Yabancı sermaye tasfiye edilmiştir.
- Yurtta sulh cihanda sulh ilkesi benimsenmiş;
ca)Turancılıktan vazgeçilmiş.
cb)Toprak genişlemesi ilkesi terk edilmiş.
cc)Çağdaşlaşılacak ama kapitalist veya sosyalist bloklarından birinin yanında yer alınmayacak.
Bütün bunlar Mustafa Kemal zamanında gerçekleşmiş ve İkinci Cihan Savaşı'nda böyle bir devlet ortaya çıkmıştır.
türkiye'de demokratikleşme
Avrupa'da başlayan demokratikleşme hareketi Türkiye'ye de yansımış, önce Tanzimat Fermanı ile devleti kayıt altına alan fermanlar çıkmış, sonra II. Abdülhamit I. Meşrutiyeti kurmuş; fakat, ülke için tehlikeli gördüğünden kapatmıştır. Bunu şöyle düşünmüş: Ülkemizde Hıristiyanlar yarıya yakın ve kültürlü, Müslümanlar ise cahil. Bu nedenle önce çağdaşlaşmayı sonra meşrutiyeti tercih etmiştir. Ülkede her sahada kültürel ve ekonomik hamleler yapmıştır. 1908'de II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve on senede Osmanlı imparatorluğu yıkılmıştır. Böylece II. Abdülhamit haklı çıkmıştır. İstiklal Savaşı demokratik usulle yürütüldü ve başarıldı. Sonra inkılaplara geçildi ve demokrasiye ara verildi. 1924'te ve 1930'da çok partili denemelere girişilmişse de II. Abdülhamit'in haklılığı sonradan görüldüğü için tehlike sezildiğinde bu girişimden vazgeçilmiştir. 1938'de M. Kemal öldü, yerini İsmet İnönü adlı. 1939'da II. Cihan Savaşı başladı. İnönü, eski siyaseti aynen sürdürdü ve II. Cihan Savaşı'na girmedi. Galip devletler adına Stalin, Churcill ve Truman Yalta'da dünyayı bölüştüler, Türkiye Batı cephesinde kaldı. Türkiye de bunu kabullenmiştir. Önce ateist olan Celal Bayar'a parti kurdurularak ateizmin korunması teminatı içinde çok partili sisteme geçildi. Halk, Halk Partisi'ni diskalifiye etmek istemişse de İnönü, iktidarı sonraki
seçimlerde devretmeyi uygun görmüştür, İsmet inönü, başbakan olarak
Şemsettin Günaltay'ı atamış ve demokratik bir seçim kanunu hazırlatılmasını istemiştir. Halk Partisi'nde bazı yöneticiler buna karşı çıkmış ve laikliğin elden gideceğini ileri sürmüşlerdir. Şemsettin Günaltay ısrar etti ve sonunda başardı. Laiklikle ilgili antidemokratik kanunlar çıkarılmıştır. Şunu belirtmekte yarar var. Laiklik, Mustafa Kemal'in inkılapları arasında en sonda yer alan bir ilkedir. Anayasa'ya 1937'de girebilmiştir. M. Kemal'in devlet yönetiminde din adamlarına yer vermediği gibi dini hürriyetleri de kısıtlamıştır. Dini devlet denetimine almıştır, bu din de İslam'dır, hatta Hanefi Mezhebi'dir. Ateizm veya diğer dinler söz konusu değildir. Açıkça İslam düşmanlığı yapılmamıştır. M. Kemal, kendisi ateist değildir; fakat, aynı şeyi Celal Bayar için söyleyemeyiz. Demokratik yolla iktidara gelen Demokrat Parti, sırf ateistliğin hatırı için "Kuvvetler Birliği"ne dayanan tek parti sisteminin anayasasını değiştirmedi. CHP'nin mallarını ellerinden aldı, Millet Partisi'ni kapattı ve Kırşehir'i ilçe yaptı. Tüm demokratik hareketlere cephe aldı. Adnan Menderes, Celal Bayar'dan ayrılamadı. Adnan Menderes, Türkiye'yi sanayi dönemine sokmuştur. Batılılar bundan rahatsız oldular, 1960 ihtilalini tezgahladılar ve astılar. Askerler yönetime el koydular; fakat, çok partili sisteme göre anayasa hazırlayarak kuvvetler birliğine son verdiler. Çift meclis, Anayasa Mahkemesi, çok partili ve sendikalı sistem getirildi. Yargı denetimi yasamaya kadar götürüldü. Bununla beraber Batı'nın da çözemediği problemler vardı. Yerinden yönetim gelmedi, İnkılap Kanunları kaldırılmadı. Tek din, tek üniversite ilkesi devam etti. Yani yeni anayasa kendi içinde çelişkide idi. 1971'de askeri müdahale ile anayasa değiştirildi ama denge yine sağlanamadı. 1982 Anayasası'nda müdahaleci bir denge kuruldu. Sonunda 1997'de bir müdahale daha oldu. Türkiye'de neden askeri müdahalelerin olduğunun tahlili önemlidir:
- Türk Ordusu çok güçlüdür. Dünya sıralamasında ilk sıralarda yer almaktadır.
- Türkiye'yi yıkmak isteyen dış güçler, sivil yönetimi birbirine düşürmekte, sonunda ülke tehlikeye girmekte ve ordu kışkırtılmaktadır.
c) Tevhid-i Tedrisat'ın baskısı altında üniversiteler varlık
gösterememişler, sadece Batı üniversitelerinin birer papağanı
olmuşlardır. İlmi yöntemle yeni hukuk düzeni kurulamadığı için ister
istemez askeri yoldan problemler çözülmektedir.
d) Türk halkı Müslüman'dır, bununla beraber çağın gereği olarak
demokratik ve laik düzene geçilmesi gerekmektedir. Türkiye'de dini
tedris çok zayıf olduğu için Müslümanlar ile laikler arasında yeterli bir uzlaşma yoktur. İki taraf da devlet gücü ile bir aradadır. Müslümanlar laikleri, laikler de Müslümanları yok etmek istemektedirler. Bu da askerin zaman zaman müdahalesi ile sonuçlanmıştır.
türkiye'nin sorunları Siyasi Sorunlar
1. Türkiye'nin tarihten gelen sorunları vardır. Türkler tarihte istilacı topluluk olmuşlar; Hunlar, Moğollar, Osmanlılar ve diğer Türk kavimleri Avrupalıları istila etmişlerdir. Hem de beklenmedik anda ortaya çıkmışlardır ve ortalığı silip süpürmüşlerdir. Bu nedenle Batı için Türkiye daima tehlikedir. Türklerin Anadolu'dan uzaklaştırılmaları onlar için bir numaralı sorun olmuştur. Müslümanlık aniden Arabistan'da ortaya çıkmış,
tüm Arabistan'ı ve Kuzey Afrika'yı bir asır içinde fethetmiş, sonra Bizans İmparatorluğu'nu yıkmış, Viyana'ya kadar gitmiştir. Avrupa'nın yok olmasına az kalmıştı. Ayrıca Batı'nın tek rakibi İslamiyet'tir. Çünkü Avrupa Medeniyeti, İslam Medeniyeti'nin kuvvet medeniyetine dönüşmüş şeklidir. Batı Medeniyeti yeni İslam Medeniyeti ile çökecektir. İslam aleminin diğer ülkeleri uyumaktadır, onlarda bir tehlike görülmemektedir. Oysa Türkiye uyanmış bir İslam devletidir. Tehlike buradan gelmektedir. Batı Medeniyeti, Osmanlı Medeniyeti'ne alternatif olarak doğmuştur. 1071'de Malazgirt Savaşı ile Bizans’ın çökeceğini gören Katolik Kilisesi Haçlı Orduları kurmuştur. Bununla bir taraftan Ortodoks Kilisesi yok edilecek diğer taraftan İslamiyet'in Anadolu'ya gelmesi önlenecekti. Bunu başaramayan Batı, Fatih'i İstanbul'da görmüştür. Bundan sonra Batı uyanmaya başlamış ve Rönesans doğmuştur. Çağ değişmiştir. Bütün bu gelişmelerde karşısında hep Osmanlılar bulunmuştur. Yani Avrupa'nın karşısında ikinci kutup Osmanlı olmuştur. Türkiye Osmanlıların devamıdır. Sevr projesi hala bitmemiştir. Sadece Yahudilerin İsrail Devleti'ni kurmaları için
zamana ihtiyaçları vardı. Bunun için Türkiye'de ateist bir
devletin oluşmasına izin verildi. Türkiye ortadan kaldırılacak ve
yerine Bizans devleti kurulacaktı. Toros, Fırat ve Dicle havzaları ise İsrail İmparatorluğunun olacaktı. Batı'ya Yahudi sermayesi hakim olduğu için bu proje bütün teferruatı ile yürürlüktedir. Türkiye dünyanın merkezindedir. Amerika ile Japonya'ya aynı uzaklıktadır. Kuzey Buz denizi ile Afrika'nın güneyine aynı uzaklıktadır. Karaların ve denizlerin kesiştiği yerdir. Türkiye'deki devlet er geç süper devlet olacaktır. Eskiden medeniyetler güney kuşakta oluşuyordu. Güç ise soğuk iklime dayanıklı kuzeyde oluyordu. Orta kuşakta, iklimi yeterli derecede elverişli olmadığı için medeniyet kurulamamış, buna karşılık yeter derecede soğuk olmadığı için istilacı kavimler de oluşmamıştır. Bugün ise gelişen teknik sebebiyle medeniyetler orta kuşakta kuruluyor. İklim yeter derecede elverişlidir. Sıcak olmadığı için de rehavet yoktur. Bundan önce hava ve kara ulaşım araçları olmadığı için dünyaya İngiliz ve Japonlar hakim olmuş ve Amerika son olarak üstünlüğünü kurmuştur. Yeni teknoloji ile denizlerin yanında kara, deniz ve hava ulaşım imkanları, haberleşme imkanları ortaya çıkmıştır. Türkiye aynı zamanda denizlere de sahiptir. Dolayısıyla eski dünya varken nasıl Bizans ve Osmanlılar süper güç olmuşlarsa gelecekte de ekonomi ve medeniyette Türkiye süper devlet olacaktır. Bu nedenle Türkiye'yi yok etme Batı'nın ilk projesidir. Tüm süper güçler Türkiye'yi yok etmek istemektedirler. Çinliler, kendi ülkelerinde yüz milyonları aşan Müslümanlar'ın Türkiye'den ümitlenip baş kaldırmasını önlemek istemektedirler. Ruslar eski Sovyetlerdeki yüz milyonu aşkın Müslüman'ın baş kaldırmasını istememekte ve güney denizlere açılmak için Türkiye'yi engel kabul etmektedir. Amerika, İsrail'in karşısında bir engel teşkil etmemesi için Türkiye'yi denetim altında tutmak istemektedir. Avrupa Birliği için ise Türkiye adeta bünyede bir çıban olarak görülmekte, Avrupa Birliği'ne alsa içerden, almazsa dışarıdan daima Avrupa için tehlike ve tehdit kabul etmektedir. Bu nedenle Türkiye'yi yok etmek ve/veya pasif hale getirmek süper devletlerin programında her zaman yer almaktadır. Dünya için Türkiye bu kadar tehlike teşkil ettiği ve bu derece büyük güçleri olduğu halde niçin ortadan kaldıramamaktadırlar? Bunun sebepleri vardır: Birincisi Türkiye'yi ele geçiren devlet süper devlet olacaktır. Öyleyse böyle bir yeri birbirlerine bırakamamaktadırlar. İkincisi, Türk ordusu çok güçlüdür. Savunmada hepsi birleşse bile Türk Ordusunu yenemezler. Körü körüne ölmek istememektedirler. Üçüncüsü, Türk Devleti yıkılırsa halkı diğer İslam ülkelerine göç eder ve daha güçlü olarak dünyaya bela olabilirler. Dördüncüsü ise daha vakti gelmemiş, hazırlıklar bitmemiştir. Türkiye'yi AB'ne alacağız, diye oyalayıp yeterli güç elde edildikten sonra yok etmeyi düşünmektedirler. Yalnız Türkiye Devleti'ni yıkmakla kalmayacaklar, Türk halkını da imha edip meseleyi kökünden çözeceklerdir. Endülüs'te böyle yapmışlardır. Anadolu'dan da göçe imkan vermeden yok edeceklerdir. İşte dünya bu gerçekleri bilmekte ve Türkiye'yi yok etmek için hazırlıklar yapmaktadır. Bunun için önce Türkiye'de bir iç savaş çıkaracaklar ve Türk halkını birbirine kırdıracaklar. Sonra küçük komşu devletlere silah verip saldırtacaklar ve Anadolu halkını komşularına kırdıracaklar. Daha sonra da kendileri buralarda nüfuz bölgeleri kuracaklar. Türkiye'yi dörde bölecekler. Güney, Amerika'nın, kuzey Sovyetlerin, batı Avrupalıların ve İç Anadolu da Çin'in nüfuzu altına bırakılacak. Böylece Türkiye'nin süper güç olması önlenecek. Bunun için hazırlık yapmaktadırlar. Kafkasya'da Ermenistan ve Gürcistan devletleri oluşturuldu. Hedef Türkiye'dir. Batı'da Bulgar ve Yunan devletleri oluşmuş, hedef Türkiye'dir. Güney' de ise önce Suriye ve Irak Türkiye ile çatıştırılacak ve böylece ikisi de iyice yıpratıldıktan sonra İsrail, Amerika'nın desteğiyle Türkiye'yi vuracak ve bu iki devleti ortadan kaldırıp kendisi yerleşecektir. Sünni-Şii çatışması ile de İran'ın Türkiye'yi desteklemesi önlenecektir. Dışarıda bu hazırlık yapılırken içeride de benzer hazırlıklar yapılmaktadır. Kürt-Türk sorunu suni olarak icat edilip sürdürülmektedir. Tamamen dıştan destekli PKK teşkilatı insan hakları adı altında korunmaktadır. Hatalı uygulamaları ile de bu güç genişletilmektedir. Bu hatalı uygulamayı dört noktada toplayabiliriz:
a) Bölgeye farklı yönetim uygulaması yapılmaktadır. Olağanüstü hal ve
koruculuk Türkiye'yi böler. Çünkü bunlar fiilen bölmektir. Tüm ülkede aynı haklar ve yükümlülükler verilmelidir.
b) Bölgeye farklı ekonomi sistemleri uygulanmakta, milli servet oraya
akıtılmakta, ancak bu halkın eline değil de, gelecek bir devletin zulüm
aracı olarak hazırlanmaktadır. Ekonomik bakımdan farklı uygulamalara
son verilmelidir.
c) PKK ile mücadelede ordu görevlendirilmiştir. Bu orduya
yapamayacağı bir görevi yüklemektir. Orduyu yıpratıyor ve ordunun
siyasete karışmasına neden oluyor. Ayrıca halk askeri yönetime karşı
isyana hazırlanıyor. Türk Ordusu İstiklal Savaşı yıllarında adeta yok
durumda iken üç yılda Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu, fakat, otuz yıla
yakındır PKK ile baş edemedi.
d) Merkezi yönetim uygulanıyor. Sanki oradaki halk Türk değilmiş gibi
kabul ediliyor. Yerinden yönetim güçlendirilmeli ve iç güvenlik onlara
verilmeli. Yoksa bu yanlışlıklar bir gün Kürtleri bizden koparmakla
kalmaz, tüm ülkeyi paramparça eder. İstenen de budur. Kürt-Türk
sorunu yanında bir de Alevi-Sünni ayırımı yapılmaktadır. Türkiye'de
halk olarak Kürt sorunu yoktur. Çünkü Kürtler Türklerle evlenmektedirler. Kürtçe bile unutulmaktadır. Alevilerle aynı ırktanız. Mezhep çatışması istemiyorsak din hürriyetini sağlamak zorundayız. Bu sorunun çözümü gerçek anlamda laikliktir.
Türkleri birbirine düşürecek başka bir ayrılık da laikliktir. Laiklik Türkiye'de dinsizlik olarak anlaşılmıştır. Bu anlayış hem halka hem de yöneticilere yerleşmiştir. Yöneticiler halkı dinsizleştirmeye çalışmış, halk da laikliğe savaş açmıştır. Bu çatışma cumhuriyetin ilk yıllarında başlamıştır.
- Mustafa Kemal hem Batılıları susturmak hem de devletin çağdaşlaşması için laikliği getirmiştir. Diğer taraftan dış kışkırtmalarla halk isyan etmiştir. Bunun üzerine silah taşıma yasağı getirilmiştir. Din adamları devlete olan desteklerini kısmen çekmişlerdir. Ekonomik krizlere girilmiş, esnaf da gelecekte verebileceği destekten yoksun bırakılmıştır. Böylece İstiklal Savaşı'nın dört damarından üçü kesilmiştir. Tek güç olarak ordu kalmıştır.
- 1930'larda Köy Enstitüleri kurularak ateizm halka indirilmek istenmiş, imam-öğretmen çatışması başlatılmıştır.
d) 1950'lerde halka gayri meşru devlet imkanları verilerek halk zengin
edilip ahlaksızlığa ve dinsizliğe teşvik edilmiştir.
e) 1960'larda sokak hareketleri başlamış, halk ikiye ayrılmıştır.
f) 1970'lerde öğrenciler arasında ideolojik ve silahlı çatışma
çıkarılmıştır.
g) 1980'lerde bürokratlar bölünmüş ve birbirine karşı silah kullanmaya
başlamıştır.
h) 1990'larda ve 2000'lerde istenen ordunun bölünmesidir. Bunu laiklik
ilkesi ile başarmak istemektedirler.
Dördüncü olarak halk Kemalist ve anti Kemalist olarak bölünmek isteniyor. Bir taraftan Türk İstiklal Savaşı Başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu M. Kemal Paşa, ateist, hain ve düşman ilan edilirken; diğer taraftan, yegane yaratıcı gibi ona taptırılmak istenmektedir. İşte dışarıdan yönetilen bu bölme hareketi devlet yönetiminde kendisini göstermektedir.
a)NATO yoluyla ordu süper güçlerin denetimine verilmiştir.
b)Dış güvenlik bahanesiyle Emniyet ve MİT, CIA ve MOSSAD ile adeta birleştirilmiştir.
c) AB'ne girme aşkı içinde Batı'nın talimatlarına harfiyen
uyulmaktadır.
Bu politikaların sonucu olarak Türkiye kansere yakalanmış bir hasta gibi komaya girmek üzeredir. Yaşlı bir medeniyetin ve çökmüş bir devletin varisi olan Türkiye, henüz yeni düzenini kuramamıştır. Bunda dış güçlerin dolaylı dolaysız iç işlerimizi müdahale etmesinin büyük etkisi vardır. Hastalıkların arızaları ortaya çıkmıştır.
- Zaten düzenli olmayan merkezi yönetim, merkeziyetçiliği o kadar ileri götürmüştür ki, devlet adeta felç olmuştur. Sorunlar ancak rüşvetle çözülebilmektedir. Her şey merkeze sorulmakta ve her şey merkezden beklenmektedir.
- Günde otuz ile elli arasında davaya bakan hakimler karar veremez duruma gelmişler, davalar yirmi otuz yıl sürer olmuştur. Avukatlara para kazandırmaktan başka fonksiyonları kalmamıştır. Sokakta yürüyen insanlar artık mahkemelere güvenmiyor, kendisini koruyacak bir mafya teşkilatını bulma düşüncesi içindedir. Suç işleyen de artık devletten korkmuyor ama mafyadan çekiniyor.
- Halk işyeri ruhsatı almak için zorlanıyor. Kendisinden istenen o kadar çok şey var ki, ruhsatsız iş yapmayı, gerektiğinde rüşvet vermeyi tercih ediyor. Bunun sonucu olarak her taraf imara aykırı yapılarla doluyor, vergi kaçırılıyor. İşler düzenli yürümüyor.
- Bir taraftan karakollarda dayak yasak ediliyor diğer taraftan da polisten faili meçhul suçların aydınlatılması isteniyor. Hukuk yoluyla çözüm bulamayan polis, hukuk dışı hareket etmek zorunda kalıyor. Böylece kanunu korumakla görevli, kanunu çiğniyor. Bu da görevliye olan güveni sarsıyor.
5) Sivil yönetimin, yönetimi gereği gibi yapamadığından bahisle
devletin yapısı tehlikeye sokularak Ordunun müdahale etmesi ortamı
hazırlanıyor. Bu da hukuk düzenini ortadan kaldırdığı gibi Ordu-sivil düşmanlığını körüklüyor. Ordu adeta işgal orduları durumuna getiriliyor.
- Yabancılara hoş ve şirin görünelim düşüncesiyle dışarıdaki elçiliklerimiz milletimizi temsil etmiyor ve oradaki halkımızla ilgilenmiyor. Dışarıdaki Türk ve İslam sempatizanlarına da devletimiz yanlış tanıtılıyor. Yurt dışında da Kemalizm kisvesi altında fetişizm aşılanıyor.
- Avukatlık sistemi çıkar çatışması içinde hukuku geliştirmiyor. Avukatlar nizaları kaldırsalar aç kalırlar. Nizaları körükleseler gayelerine ihanet ederler. Böylece çelişkili bir hayat Türk adaletini zedelemektedir.
- Sağlık da avukatlık gibi. Doktorlar hastalığı önleseler aç kalırlar. Önlemezlerse hizmetlerini yapmamış olurlar. Paralı hukuk ve paralı sağlık olmaz. Bunu tamirciler ve güvenlik için de söyleyebiliriz. İyi bekçilik, bekçiliğe ihtiyaç bırakmaz.
İşte bu nedenlerden dolayı kamu hizmetleri adeta kamu hizmeti olmaktan çıkıp "kamu engeli"ne dönüşmüştür. Hastalık orduya da bulaşmaya başlamıştır. İç tehlike kapıya dayanmış, dışarıdaki canavarlar da pusuda beklemektedirler. Bir an önce yeni düzeni getirmek zorundayız.
ekonomik sorunlar
1950'den beri Batı'nın sömürücü emperyalist ekonomisinin kıskacına teslim olan Türkiye, ekonomide çöküş içindedir. Bunların sebepleri şunlardır:
a) Dışarıdan yabancı paralarla borç almak faizsiz de olsa zararlıdır. Borç kimin parası ile alınıyorsa onun mallarını almak zorundasınız. Bu da malları iki misli pahalıya almak demektir. Sonra öderken ona yarı fiyatla malları satarak onun parasını bulmak zorunda kalırsınız. Böylece emeğin dörtte üçünü borç verene bırakırsınız. Borç faizli ise emeğin sekizde yedisini ödemek zorunda kalırsınız. Alınan kredinin israfı ve iç üretimi durdurması gibi etkiler de yapması devlete ayrı bir zarar verir.
b)Enflasyonist sistem ülkeyi çökertir. Bu yalnız dar gelirlileri sıkıntıya sokmakla kalmaz. Fiyat ve emek anarşisini doğurur. Artık arz ve talep dengesi kurulamaz. Millet ekonomik bakımdan çöker. Enflasyon üzerinde alınan vergiler özel sektörü yok eder.
c)Tüccara verilen kredi üretim yerine spekülatif kazançları hızlandırır. Bu da ekonomiyi çökertir. Kredi ekonominin suyu gibidir. Ne fazla ne de az, dengeli olarak kıvamında verilmelidir.
d)Devlet vergileri artırarak halka ödeyemeyeceği vergi yükü yüklemekle hem işletmeleri mefluç etmekte hem de rüşveti teşvik etmektedir.
Türkiye bu dört ekonomik hastalıkla yok olmaya doğru bir gidiş içindedir. Ekonominin ayakta durabilmesi Türkiye'nin ekonomik gücünden ileri gelmektedir. Bu da bitmek üzeredir. Türkiye on bin yıllık tarım döneminden sanayi dönemine geçerken büyük bir rant oluşmuştur. Böylece krizler atlatılmıştır. Bu arada dikkate değer şu gelişmeler olmuştur:
a) Türkiye emeğinin dörtte birini yurt dışına göndermiş ve döviz
ihtiyacının bir kısmını karşılayabilmiş, böylece yıkılıştan kurtulmuştur.
b)Türkiye dövizi serbest bırakmış, böylece büyük ekonomik potansiyelini devreye sokabilmiş ve ekonomik boğulmadan kurtulmuştur.
c)KİT'ler ve vakıfların oluşturduğu tarihi potansiyel Türk Devleti'nin potansiyeli olmuştur.
KİT'ler uygulanan kötü yönetimle zarar ettirilmiştir:
a)Özel bankalardan yüksek faizli krediler kullanılmış, kısa sürede ağır zararlara uğratılmış ve çökertilmiştir.
b)Ağır vergi KİT'leri çökertmiştir. Özel firmalar vergi kaçakçılığı yaparken KİT'ler bunu yapamamıştır.
c)Fiyat ve ücret müdahaleleri KİT'leri çökertmiştir. KİT'ler piyasa rekabeti içinde tutulmamış ve çökertilmiştir.
d)Personel yığılmaları ile zarar ettirilmiştir.
e)Atama ile gelen bürokratlara baskı ile zarar ettirilmiştir.
Oysa KİT'lerin Türkiye ekonomisine çok büyük hizmetleri olmuştur. Bundan sonra da olmalıdır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
a) KİT'ler, teknik eğitim veren okul olmaya devam etmelidirler.
- KİT'ler köylüyü kentlere taşıyarak şehirleşmeyi sağlamıştır. Gelecekte de nüfusun dengelenmesi KİT'lerle olmalıdır.
- KİT'ler ülkeyi yabancı tekelinden korumuş ve serbest piyasa ekonomisinin Türkiye'ye gelmesini sağlamıştır.
KİT'lerin bu önemli hizmetlerini bilen Türkiye düşmanları, önce uygulattıkları politikalarla bunları zarar eden müesseseler haline getirmiş, sonra da özelleştirerek peşkeşe yönelmiştir. Burada Batı'nın hainliğini belirtmek zorundayız. Batı Türkiye'yi en tehlikeli ülke olarak görüyor. Almanya'da ve Japonya'da yatırım yapabiliyor. Çünkü onların güçlü orduları yok ve bu ülkeleri yok etmek istemiyorlar. Oysa Türkiye'nin güçlü ordusu var ve Türkiye'yi sömürmek değil, yok etmek istiyorlar. Özelleştirme ile alacakları tesisleri çalıştırmayacaklar, kapatıp kendi mallarını satacaklar. Türk halkı ziraat işçisi olacak, bunu istiyorlar.
Türkiye ekonomik olarak nereye gidiyor?
Türkiye'de müzminleşmiş iki rakamlı enflasyon vardır. Son zamanlarda enflasyon kısmen kontrol altına alınmışsa da, tek rakamda tutulamamaktadır. İki rakamlı enflasyonu dengede tutmak çok zordur. Bir rakamlı enflasyon dengede tutulabilir. Bunun % 5'ten azı kapitalist sistemde yararlıdır. İslam düzenindeki 1/40 (% 2,5) zekat yerine geçebilir. Enflasyon % 10'u aşınca artık onu tutmanız zorlaşır ve zamanla süper enflasyona gider. Türkiye'de yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı süper enflasyona gitmemiş, iki rakamlı da kırk elli yıl tutulabilmiştir. Bunları tekrar hatırlayalım:
-Türkiye tarım döneminde sanayi dönemine geçmiştir.
-Dışarıya emek ihraç etmiştir.
-Dövizi serbest hale getirmiştir.
-Türkiye'de banka dışı para vardır.
-Halk kendi ekonomik dengesini kendisi kurmaktadır.
-Devletle boğuşma halindedir.
-Enflasyon ülkenin en büyük belası ve tehdidi olarak durmaktadır.
Enflasyon kısmen kontrol altına alınmışsa da tamamen çözülmüş değildir. Enflasyon nedeniyle fiyat ve ücret anarşisi oluşmakta, kar ve zarar hesabı yapılamamakta, sözleşmeler yerine getirilememekte ve krediler gerçekleşmemektedir. % 50'lere varan? faizlerle suda balık avlar gibi hayat sürmektedir. Bu belirsizlik ve kaos, işsizliğe neden olmakta, emek dışarıya akmakta ve ülke üretici değil de tüketici ülke haline gelmektedir. Ülkede işsizlik problemi korkunç rakamlara ulaşmıştır. İş bulamayanlar gelirleri olmadığından, olsa bile üretim az olduğundan aç kalmaktadırlar. Dengesiz gelir dağılımı da buna eklenirse, bir taraftan aşırı israf ve lüks hayat, diğer taraftan sefalet içinde yoksulluk ve fakirlik her tarafı sarmaktadır. Herkes karnını nasıl doyuracağını düşünmektedir. İşsizlik ve açlık borçlanmayı zorunlu kılmaktadır. Halk iç borçlanma ile karnını doyurmağa çalışmakta, devlet de dışa karşı borçlanmaktadır. Gerek halkın devlete karşı borçları, gerekse devletin dışa karşı borçları artmaktadır. Bir devletin eceli böylece sona doğru gitmektedir. Nitekim Osmanlı imparatorluğu da böyle yıkıldı. Devlet borçlanmış ve ödeyememiş, "Genel Borçlar (Duyun-u Umumiye)" diye Batılılar bir müessese kurarak milli gelirlere el koymuş sonunda imparatorluğu devralmışlardır. Türkiye bu noktaya doğru gitmektedir. Borcunu normal yoldan ödeyemez hale gelince borç da bulamamaktadır. Bu durum açlıktan ölmemek için yolsuzluğu teşvik etmektedir. Önce kamu malları yağmalanır, bir süre sonra bu da yetmez olur. Hileli mal üretmeye başlanır, bu da yetmez olur. Hırsızlığa başlar, bu da yetmez, gasp ve boğuşma yoluyla karnını doyurur. Bu noktada devlet de boğuşma içinde taraf olur. Enflasyon işsizliği, işsizlik açlığı, açlık borcu, borç yolsuzluğu doğurur. Yolsuzluk halk arasında yayılırken aynı sebeplerden dolayı bürokratlar arasında da yayılmaya başlar ve rüşvet alabildiğine artar. Artık devlet kalmaz, eşkıyalaşmış bir mafya teşkilatı devlet olur. Herkes rüşvet vererek hayatını sürdürür, bürokrat da rüşvet alarak yaşamağa başlar. Cezaların yerini rüşvet alır. Bu da devleti yok eder. Artık adalet yerine güç hakim olmaya başlar. Gün gelir halk rüşvet de veremez hale gelir. Bunun üzerine bürokratlar rüşvet alabilmek için baskıyı arttırmaya başlar. Zorla suç işletirler yahut işlemiş gibi gösterirler. Böylece geçimlerini temin etme imkanı bulurlar. Yani artık bürokratlarla eşkıya kol kola girer. Biri halka baskı yapar, bürokrat da bu yoldan rüşvet temin etmeye başlar. Yani halk resmen soyulur ve mafya ile bürokratlar arasında bölüşülür. Nihayet son dönem gelir. Halk yaşamak için mafya halinde organize olmaya başlar ve denge mafya grupları arasında oluşmaya başlar. Mafya arasında savaş başlar, bürokratlar da bölünür, kimi o mafyayı kimi bu mafyayı tutar ve devlet iç boğuşmaya girer. Komşular bunu fırsat bilerek ülkeye saldırır ve Osmanlı İmparatorluğu gibi devlet tarih olur. İşte Bugünkü durumumuz budur. Bir taraftan insanlığın tarihi eskimiş ve yeniden yapılanmayı zaruri kılıyor. Diğer taraftan imparatorluğumuz çökmüş ve yeniden yapılanma ihtiyacındayız. İnkılaplar henüz hedefe ulaşamamıştır. Çünkü muasır medeniyetin fevkine çıkamamışız. Bunlar yetmiyormuş gibi dünyanın dört süper gücü, bizi yok etme emelinden vazgeçmemiş. Komşularımız Türkiye'yi yağmalamak için hazırlamıyor. İçte Kürt-Türk, Alevi-Sünni, laik-anti laik ve Kemalist - antikemalist çekişmeler sürüp gidiyor. Ordu bölünür hale getirilmiş ve içte devlet müesseseleri fonksiyonunu yitirmiş, devleti yaşatacak yerde devlete yük, halka hizmet edeceği yerde halka eziyet verir hale gelmiştir. Enflasyon işsizlik, açlık, borç ,yolsuzluk, rüşvet, baskı ve anarşi birbirini doğuruyor. İşte bu şartlar altında ne yapmamız gerekiyor? Zaten ölmüşüz diye teslim olacak değiliz. Tarihimize bakalım: Göktürk Kitabeleri'nde Türk milletinin bu tür durumlara düştüğü ve kurtulduğu anlatılmaktadır. Burada sadece Anadolu'daki bugünkü Türk Devleti'nin geçirdiği felaket günlerini anlatılsa dahi yeterlidir. Selçuklular, Anadolu'yu fetheden güçlü Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurmuş iken, İslam alemi Moğol istilasına uğramış, Abbasi Hanedanı ortadan kaldırılmış ve Selçuklu İmparatorluğu yıkılmıştı. Anadolu da istila edilmişti. Türkiye ölüm eşiğine gelmişti. Bir de bakıyorsunuz ki, tam bu durumda Anadolu Beylikleri ortaya çıkmış ve bunlardan en küçüğü Osmanlı İmparatorluğu haline gelmiştir. Türkler yenilmişler ama yok olmamışlardır, daha güçlü olarak yeniden tarih sahnesine girmişlerdir. Türkiye'ye ikinci felaket Timur'dan gelmiştir. Ankara Savaşı'nda mağlup olan Osmanlı Devletinin yok olacağı sanılmıştır. Oysa kısa süre içinde Çelebi Mehmet yeniden Osmanlı Devleti'ni kurmuş, bu yeni güç İstanbul'u fethederek Viyana'ya kadar gitmiştir. Üçüncü felaket ise I. Cihan Savaşı'nda ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu yenilmiş ve Sevr Anlaşması imzalanma aşamasına gelinmiştir. Ancak, arkasından Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. İstiklal Savaşı'nın başkomutanı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Büyük Nutku'nda İstiklal Savaşı'nı anlattıktan
sonra nutkunu gençlik hitabesiyle bitiriyor Ey Türk Milleti! Muhtaç olduğun kuvvet damarlarındaki asil kanda mevcuttur diyor. Bu cümleyi değiştiriyoruz; çünkü, o günkü faşizm düşüncesinin ve ateizmin etkileri altında söylenmiş bir sözdür. Bize göre bu cümle "Muhtaç olduğun kudret, kuvayı milleyende mevcuttur." şeklinde olmalıdır. Bu onun düşünce ve görüşlerine aykırı değildir. Tam tersine "Milleti yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır." sözündeki kuvvet dile getirilmektedir. İstiklal Savaşı'nı besleyen kuvvet de milletin azmi ve kararlılığıdır. Biz bugün 1908'lerde gibiyiz. Daha Balkan Savaşı başlamamıştır. Yakında böyle bir savaşla karşılaşabiliriz. Belki ondan sonra da bir Cihan Savaşı olur. Sırf Türkiye'yi yok etmek için bir savaş çıkarılabilir. Ama biz inanıyoruz ki, o zaman da Sevr kabul edilmeyecek ve Türk Milleti İstiklal Savaşı'nı kazanıp daha güçlü devlet kuracaktır. Bizim arzumuz, Türkiye'nin o badirelere girmeden kendi varlığını korumasıdır. İşte bu önerilen "yeni anayasal düzen" bu amaçla hazırlanmıştır ve milletimize sunulmuştur. Bu yalnız Türk halkına hitap etmemekte, aynı zamanda bütün insanlığı ilgilendirmektedir.