« FAİZ NAZARiYESi VE İSLAM »
Yük. Müh. SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Gurbet dergisi yıl;2 sayı;12 01 ocak 1967
Pakistan hükümetleri iktisat müşaviri ve Osmaniye Üniversitesi iktisat Kürsüsü başkanı Prof. Dr ENVER İKBAL KUREŞl tarafından telif edilmiş ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslâm Eserleri Araştırma Enstitüsü asistanlarından Dr. Salih Tuğ tarafından Türkçeleştirilmiş FAİZ NAZARlYESl VE ISLÂM adlı kitabı okudum.
Gerek müellif, gerekse mütercimden Allah razı olsun ve çalışmalarına yardım etsin.
Kitapta eksik kalmış bazı noktaları tamamlamayı faydalı buldum. Yazılarımın anlaşılması için kitabın dikkatle okunması icabeder.
Kitapta fazlalık faiziyle nesîe faizi hakkında uzun malûmat verilmiş ise de bazı noktaları müphem kalmış bulunmaktadır.
Fazlalık faizi, zamanla artmayan faizdir. Bin T.L. na mukabil bin elli lira alınırsa ve bu fazla olan elli lira zamanla çoğalmazsa fazlalık faizi olmuş olur. Cahiliyye arapları arasında bu faiz meşrû sayılıyordu.
Nesîe faizi ise zamanla artan faizdir. Bin liraya mukabil, birinci sene binelli, ikinci sene binyüz, üçüncü sene binyüzelli T.L. olarak alınırsa buna nesîe faizi denir. Bu faiz Cahiliyye arapları arasında da gayr-ı meşrû sayılıyordu. Ancak her devre sonunda yeniden fazlalık faizi olarak anlaşma yapıyor ve hile-i şer’iyye ile nesîe faizine fiilen devam ediyorlardı. Zamanla bu yol ile nesie faizi de meşrû hale gelmişti. Sadece her devre sonunda akit yapma mecburiyeti vardı.
Bugünkü dilde bunun adı basit faizdir. Fazlalık faizinin adı ise komisyondur. Mürekkep faiz ise, bin liraya mukabil, birinci devre sonunda binelli, ikinci devre sonunda binyüzikibuçuk, üçüncü devre sonunda binyüzelli sekiz lira olan faiz olup nesie faizinden daha ağırdır ve nesie faizi içindedir.
Kur’an «Faizi katkat yemeyin» derken nesie faizini yasaklıyor, «Faiz almayın» derken de fazlalık faizi yasaklanmış bulunuyor.
Peygamber meşhur fazlalık faizini meneden hadisinde peşin olmayan alışverişleriyle peşin de olsa aynı cinsten malların mübadelesini yasaklamış bulunuyor. Peşin olmayan alış-verişler, ya veresiye satışıdır veya mal olmadan alıştır. Bunların ikisi de fazlalık faizi esasına dayanır ve yaşar.
Halka veresiye, taksitle mal dağıtılıyor ve sonra faizi ile birlikte katkat alınıyor. Bu satış, hem bir faizli muameledir, hem de bazı sermayedarların ticaretten çekilmesini intaç eden bir muameledir. Serbest pazarlık usulünü ortadan kaldırmakta ve «inhisar rejimi»ni doğurmaktadır.
Bir de tüccarlar halka kredi açmakta, mahsûl zamanında hâsılayı ucuz bir fiatla satın almaktadır. Bu da faizli muameledir ve satıcıları mecburi satışa zorlamaktadır.
Bu iki hastalık, bugün cemiyetleri kemirmektedir. Ondört asır evvel söylenen adı geçen hâdisin bugün neleri ifade ettiğini düşünürsek halimize ağlamaktan başka çâremiz kalmaz.
Peşin yapılan mübadelede de fazlalığı yasaklamış olması yine böyle derin bir hikmete mebni olduğu şüphesizdir. Bizim bunu tam olarak bilemeyişimiz onun yokluğuna delil değildir.
Faizsiz banka üzerinde düşünenler, faiz yerine kârı ikame etmeye ve buna
göre bir İktisadî düzeni bulmağa çalışıyorlar. Biz bu esasa, yani bankaların kâr şeklinde de olsa kazançlı işlere girişmesine şiddetle itiraz ediyor ve bunun faiz kadar zararlı ve haram olduğuna inanıyoruz. Sözlerimizi dinledikten sonra Kureşî’nin de kanaatimize katılacağını zannediyorum.
Faizsiz bankaların bizzat ticarî teşebbüslere girişmesi İktisadî, hukukî, içtimai ve dinî olmak üzere sekiz maniası sebebiyle mahzurludur.
I. İktisadî Mania:
a) Bankaların ticarî teşebbüslere girişmesi sermaye muvazenesini bozar:
İktisadi nizamda deveranı göz önüne getirelim. Halk iş yerine gider, çalışır, para ile döner. Pazara gider, mal satın alır, eve döner. Böylece para, ev - pazar - işyeri - ev olmak üzere, bunun aksine emek ve mal ev - işyeri - pazar - ev olmak üzere birbirine zıt istikamette deveran ederler. Evde ihtiyaç, işyerinde kazanç, pazarda kâr bu deveranı besler.
Pazardaki kâr, yavaş yavaş bütün parayı tüccarın elinde toplar, halkın elinde para kalmaz, mal alamaz, siparişler durur ve deveran inkıtaa uğrar. Bu inkıtaın olmaması için azalan verim kanunundan faydalanılarak pazarı «sermaye vergisi»ne tâbi tutmak icab eder ki, Islâm’da bunun adı «zekât»tır. Zekât öyle bir vergi sistemidir ki, normal çalışan bir tüccarı, kârı tamamı elinden alındığı halde yine son gayretle çalışmağa mecbur eder. Azalan verim kanununa göre sermaye arttıkça kârın yüzdesi düşer, öyle bir sermaye vardır ki, o miktarda kâr yüzde ikibuçuktur. Sermaye daha büyürse bu kâr yüzde 2 ye düşer. Tüccar zekât verince bu meblâğda kârın tamamını vermiş olur. Bu kârı yapmış olmasa da yüzde 2.5 ğunu vermek mecburiyetinde olduğundan devamlı olarak son gayretle çalışmak zorundadır. Böylece âdeta tüccar ücretini aldıktan sonra kârın hepsini zekât olarak verir. Bu suretle azami sermaye sınırlanmış bulunur. Azâmi sermayenin
altındakiler çalışırlarsa azâmi sermayeye yükselirler. Azâmi sermayenin üstünde olanlar ise ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar sonunda azâmi sermayeye düşerler. Biz buna sermaye muvazenesi diyoruz. Bu muvazenenin bozulmasiyle inhisar rejimi doğar. Kapitalizme, sosyalizme, komünizme gidilir.
İşin nevi o işin azâmi sermayesini tâyin eder. Meselâ İzmir’de demir ticareti yapanların bu işe ayırdıkları sermaye faraza on milyonu geçerse kâr yüzde 2,5 tan aşağı düşer ve demir ticareti zararlı iş olmağa başlar. Müteşebbisler demir ticaretinden kaçarlar ve sermaye on milyonun üzerinde muvazenesini kurar.
Müteşebbislerin sayısı arttıkça o işdeçalışanların çoğalması neticesinde kârın yüzdesi artış kaydeder. Dolayısiyle azâmi toplam sermayede yükseliş görülür. Buna mukabil şahıs başına düşen kâr azalır. Dolayısiyle müteşebbislerin sayısı da azalır. Böylece müteşebbis sayısı üzerinde de bir muvazene kurulmuş olur. Faraza bu da on tüccar olsun.
Müteşebbisler arasında rekabet vardır. Herkesin âzami sermayesi kabiliyetine göre farklıdır. Ortalama azâmi sermaye bir milyon olduğu halde çalışkan ve kabiliyetli için bu, iki milyon ve kabiliyetsiz için beşyüzbin olabilir. Eğer şahıs kendi kabiliyetine göre olan sermayeden daha fazla sermayeye sahipse zarar eder. Ve kendi sermayesine döner. Böylece sermayenin dağılışı üzerinde de zekât bir muvazene kurmuş olur.
Şimdi bu piyasanın içine bir milyon kredi açtığımız başka bir şahsı demir müteşebbisi olarak soktuğumuzu farz edelim neticelerini sıralayalım:
1-Demir piyasasının azâmi sermayesi on milyon idi, biz bunu on bir milyon yaptık. Diğer tüccarlar zarar ederek piyasa tekrar on milyona düşmek mecburiyetindedir. Bu ise hem hukuken, hem de iktisaden mahzurludur.
2-Müteşebbislerin muvazenesi on
kişi idi, biraz sonra birisi iflâs edecek ve onbir kişi tekrar on kişiye dönecektir. Bu da mahzurludur.
3) Kredi verdiğimiz şahsın kabiliyeti meçhuldür. Ekseriya tecrübesizdir. Verdiğimiz krediyi azâmi sermaye olarak tutmaya kabiliyeti yoktur. Bu muvazeneli nizamda zarar edecek ve hem kendisini ve hem de bankayı zarara sokacaktır.
Bundan dolayıdır ki, İslâmiyette ticarî kredi açılamaz. Herkes sermayesiyle ticaret yapmaya mecburdur. Ancak küçük esnaflar için sermaye yardımı yapılır, kabiliyeti varsa yükselir, büyük tüccar olur. Yoksa başka işe girişir. Kur’anda mevcut (Fukara) müessesesi işte bu sermaye yardımını temin eden bir müessesedir.
4) Bankaların ticarî teşebbüse girişmesi yatırım muvazenesini bozar. Ev - işyeri - pazar - ev arasında deveran eden emek mal ve ona zıt istikamette deveran eden para sistemine mal deveranı diyoruz. Mal deveranının yanında bir de imar deveranı vardır. Bu günkü dilde buna yatırım deniyor. Bu da şöyle olur; halk eline geçirdiği paranın tamamını pazara götürüp mal satın almaz. Çeşitli sebeplerden dolayı bir kısmını tasarruf eder, biriktirir. Bu biriken paralar yavaş yavaş piyasadan parayı çeker. Alış-verişler durur, mal deveranı inkıtaa uğrar. Bu inkıtaın olmaması için bu parayı tekrar deveranın içine sokmak icap eder, işte bankalar bu işi görür ve bankasız bundan dolayıdır ki İktisadî nizam kurulamaz. Faizsiz bankaları doğuran da bu ihtiyaçtır. Faizsiz bankaları kurmadığımız müddetçe faizi yasaklamak zararlıdır. Halk biriktirmiş olduğu parayı bankalara yatırır. Bankalar yatırım kredisini açar ve mal yerine imarda bulunur. Halk, bankaya ne kadar para yatırmışsa o kadar malı az istiyor demektir. Yani halk diyor ki, ben yüzde şu kadarını gelecek için ayırıyorum. Malı ona göre az istihsal et. Piyasaya fazla malın sürülmesi İktisadî krizler yaratır. Halbuki imarın fazlalığı hiçbir krize sebep olmaz. İşte bunan dolayıdır ki bankalar yalnız yatırım kredisini açmalılar. Ticarî kredi açmamalılar. Şimdi ticarî kredi açtıklarını düşünelim; tüccar bu krediyle mal satın alacak, halbuki halkın elinde bu malı satın alacak para olmadığı için fiatlar düşecek, fabrikalar duracak, halk çalışamıyacak ve iktisadi kriz başlıyacaktır.
Tasarruf edilen para bankaya, bankadan işyerine, işyerinden tekrar eve döner. Buna zıt istikamette emek işyerine, işyerinden borç senedi bankaya, bankadan mevduat senedi eve döner ki, neticede halk çalışarak memleketi imar eder ve mevduat senediyle buna hissedar olur. Böylece hem bir yatırım deveranı doğar, hem de mal deveranı beslenmiş ve muvazenesine hizmet edilmiş olur.
II — Bankaların ticarî teşebbüslere girişmeleri hukukan da mahzurludur.
1 — Para malın ve emeğin değerini ölçer. Mübadele inkısam ve ikrazda alıp verilen senettir. Amme tarafından hamiline tekeffül edilmiştir. Bu tekeffül paraya nakdiyyet kazandırmıştır. Yani hamili her zaman, her yerde her şey satın alma gücüne sahip kılar.
Şimdi bu tekeffüllerin nasıl karşılandığını teker teker inceliyelim:
A-Para ücret tekeffülü ise o emekle iş yapılmış mal veya gayri menkul olarak sermaye karşılığı intikal etmiş bulunmaktadır. Bu itibarla âmme bunu tediye etme gücüne sahiptir.
B-Para bedel tekeffülü ise malın el değiştirmesinden ibaret olup âmme için tekeffülde artma veya eksilme mevcut değildir.
C-Para kâr tekeffülü ise daha evvel yaptığımız izahlardan dolayı âmme bunu zekât olarak tahsile selâhiyetli kılınmış olduğundan âmmenin karşılıksız bir tekeffülü kalmıyor.
D-Bu para bir karz tekeffülü ise karşılığı yapılmış imar olup karşılıksız tekeffül mevcut değildir.
E- Bankaların onda bir mevduata karşılık bunun on misli bir ikrazatı devlet tekeffül edince karşılıksız bir tekeffül olur. Bu tekeffül bizatihi gayrı meşrûdur. Başkalarının gelecek emeklerini şimdiden satmaktan başka bir şey değildir. Bu borcu artan bir borçla ödemeye çalışmaktır. Sonu hüsrandır.
Kaldı ki böyle bir tekeffülün bir şahıs ve zümre lehine olması hiçbir hukukî mesnede dayanmaz. Madem ki bu emeksiz ve sermayesiz âmmenin tekeffülü ile elde edilen bir kazançtır, bunun âmmeye ait olması zaruridir.
Bundan başka bir izahı şöyle yapabiliriz; Mal ve emek hareketi kadar para da hareket ederse fiat ve ücretler muvazenede kalır. Para, mal ve emekten daha fazla hareket ettiği takdirde, paranın miktarı artmadan da mal ve emeğin değeri yükselir, pahalılık olur, yani muayyen kişilere yaptığımız karşılıksız tekeffül diğer tekeffüllerimizi hakkıyla yerine getirmeyişimizle haksızlık etmiş oluruz.
2 — Sermaye, istihlâk ve istihsal arasındaki dengesizlikleri karşılayan bir depodan başka bir şey değildir. Farz ediniz ki, cemiyette on ton buğdaya ihtiyaç vardır, bu ihtiyaç her güne müsavatan taksim edilmiştir. Halbuki istihsal senelik olmaktadır. Sermayesiz piyasa olsaydı, hasat zamanı buğdayın değeri sıfıra yaklaşır. Yıl sonuna doğru ise en yüksek değere çıkardı.. Halbuki sermayedar bunu normal bir fiatla satın alır ve yavaş yavaş müşterilere satar, işte bu suretle fiatları sermaye kararlı kılar. Sermayeye ücretin üstünde bir kârın tanınması sermayenin muhafazası yani gelecek zararların karşılanması içindir. O halde nerede sermayeye bir kâr tanınıyorsa o sermaye zararlarını mütekeffil olduğu içindir. Zararları mütekeffil olmayan bir sermayeye kâr tanınamaz.Şimdi bankaya verilmiş olan para-
lar zararı tekeffül edemiyeceklerine göre kâra da iştirâk edemezler.
Bankalarda ikrazda bulunurken iki halden birini ta’kip edeceklerdir. Ya teminat alıp ikrazda bulunacaklar, böylece zararı tekeffül etmiyecekler, o taktirde kâra da iştirâk edemezler veya zararları tekeffül ederek kâra da iştirâk edecekler. Birinci halde bankaların şirket halinden çıkmış olması demektir, ikinci halde ise kendilerinin olmayan ve maliklerinin müsaadesi bulunmayan bir sermayeyi teminat olarak yani zararı karşılayan bir vasıta haline getirmektedirler ki, bu da doğrudan doğruya hile veya emanete hiyanetten başka birşey değildir.
Zarar vâki olunca veya ticaretle iştigal eden bir banka iflâs edince borçlar kim tarafından ve nasıl karşılanacak?
ııı — Bankaların ticari teşebbüslere girişmeleri içtimâi bakımdan da mahzurludur.
Halk, parayı muhafaza ve tasarruf kolaylığı sebebiyle bankaya yatırır. Âmmeye menfaati olduğunu da biliyorsa bunu seve seve yapar. Yatırmış olduğu paranın kendisini sömüren bir zümre tarafından ticaret metaı olarak kullanıldığını öğrendiği takdirde parasını bankaya değil kasasına yatırır. Bunun neticesinde baştan izah ettiğimiz İktisadî kriz doğar.
Parasını on misli değerlendirerek kullanan bir şirket, cemiyeti sömürmeye başlar. Neticede inhisarcılık ve malûm rejimler doğar. Neticesi faizden farklı değildir.
Bu nevi banka kurmak daima kârlı olup hiç bir zararı mutazammın olmadığından her müteşebbis böyle bir banka kuracaktır. Paralar dağılacak, emniyet kalkacak, bankaların gördüğü vazife görülmemiş olacak.
Ticarî işlerle meşgul olan bir banka mevduatı yalnız kendisi kullanacak,
başka kimselere ikrazda bulunmayacaktır. Böylece ticarî rekabette hâkim olanteşebbüsler diğer küçük ve orta teşebbüsleri ortadan kaldıracak, inhisar rejimini doğuracaktır. Faizli bankaların yaptığı da aynen budur. Daha fazla olarak cüz’i de olsa mevduat sahiplerine ödenen karşılıktan da kurtulmuş olacaktır.
Netice, ticaret ile meşgul olan bankaların İçtimaî zararları, faizli bankalar kadar olup, sadece isim değişikliği vardır. Zaten bugün birçok bankalar faizli ikrazda bulunmayıp, kârı yüzdeyüz olan teşebbüslere katılmaktadırlar. Bunlar büyük güç sahibi olduğundan piyasayı inhisarlarına almışlar ve zarar etme ihtimallerini bertaraf etmiş-
lerdir. Hattâ Avrupa’da bir çok mevduatı faizsiz kabul etmektedirler, ilk görünüşte faizsiz banka gerçekleşmiş gibi görünüyor. Halbuki bu faizin semirmiş ve artık bütün rakipleri bertaraf etmiş olmasında yani memleketin bütün parasını kendisinde cem etmiş olmasından başka bir şey olmayıp kemâli zevaline işaret gibi bir şeydir.
İktisadî, İçtimaî ve hukukî bakımdan, ticarî bankaların faizli bankalardan hiç bir farkı olmadığı tavazzuh etmiş bulunuyor. Dinen de bunun gayri- meşrûluğu inşaallah başka bir yazıda izah edilecektir. Bütün bunlar bize zekâtsız kurulan bir bankanın bir mânası yoktur. Faizsiz banka ancak zekât müessesesi içinde mütalâa edilebilir.