30.07.2010
Fethullah Gülen cemaati denince bugün aklımıza ilk olarak medya geliyor. Birden fazla dilde günlük gazeteler, haftalık dergiler, televizyon kanalları (en son Kürtçe yayın yapacak kanal kuruldu), radyo istasyonları ve yayınevleriyle neredeyse bir medya imparatorluğu söz konusu.
Ama yıllar önce durum farklıydı. Cemaat, yayıncılık konusunda çok çekingendi ve bu nedenle 1978 yılında yayın hayatına atılan, merkezi İzmir’de bulunan ve “ağlayan çocuk” posteriyle bilinen Sızıntı dergisi çok önemli bir boşluk dolduruyordu. İşte yayınladığımız illüstrasyon Sızıntı Dergisi’nin l989 Mayıs sayısından. Küçük bir hücrede, elleri, ayakları bağlı genç bir adam görüyoruz. Belli ki işkence görmüş ve ölmüş. Sızıntı Dergisi’nde bu resimden kalkarak bir soru soruluyor. Ama bu sorunun muhatabı işkenceci katiller değil. Sızıntı öldürülen gencin imanını sorguluyor: “Burada, böyle hicran ve gurbetle noktalanan hayat, bari ötelere açık olsaydı! Ya değilse...”
Bu illüstrasyonu 21 yıl sonra gündeme getirmemin nedeni, Anayasa değişikliği referandumunun, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılması maddelerini gizleyip asıl amacın 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle hesaplaşmak olarak sunulması ve tabii ki Gülen cemaatinin bu konuda cansiperane bir mücadele sergilemesi.
Asker ve darbe övgüsü
Tam 25 yıldır bir gazeteci olarak İslami cemaatleri yakından izlemeye çalışıyorum. Konuyla ilgili herkes gibi ben de Fethullah Gülen’in ve cemaatinin 12 Eylül askeri darbesine karşı çıkmadığını, daha sonra kurulan askeri rejimle asla çatışmaya girmediğini ve 12 Eylülcülerin anayasasına da itiraz etmediklerini çok iyi biliyorum. Bir örnek verelim.
1980’li yıllarda “M. Abdülfettah Şahin” müstearıyla Sızıntı’da başyazılar kaleme alan Fethullah Gülen “Asker” başlıklı bir yazısında şöyle demişti: “Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (...) Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (...) Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam..!”
12 Eylül 1980 askeri darbesini “imalı” bir şekilde destekleyen Gülen başka yazılarda da övgülerini sürdürmüştü. Yine zamanında M. Abdülfettah Şahin adıyla çıkan ama yıllar sonra Fethullah Gülen’in kendi adıyla yeniden basılan “Çağ ve Nesil” adlı kitapta darbe şöyle tanımlanmıştı: “Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi (...) Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâllerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”
Aslında Gülen de bir askeri darbe mağduruydu. 12 Mart 1971 askeri darbesinin ardından İzmir’de tutuklanıp yargılanması onun hayatında kritik bir eşik olmuştu. 12 Eylül darbesinin ardından da İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi Gülen hakkında soruşturma açtı. Fakat adı arananlar listesine giren Gülen nedense bir türlü ele geçirilemedi. Halbuki kendisinin Türkiye’yi terk etmediği, özellikle Ege bölgesinde cemaat çalışmalarını sürdürdüğü söyleniyordu. Hatta bir iddiaya göre, Burdur’da gözaltına alınmış ama şehrin Emniyet Müdürü ertesi gün Erzurum’a “tayin edilmişti”.
Devamı için TIKLAYINIZ.
Yorum:
Gün Geldi de, Devran Döndü mü?
12 Eylül darbesinin gerekçeleri ve tüm detayları google kadar uzağımızdayken burada geniş yer vermeye gerek duymuyorum. Ancak bir sebep var ki bunun en önemli sebep olduğunu düşünüyorum, bu da sağ-sol çatışması yüzünden ülkede gerilimin iyice tırmanmış, sokakların güvenliliğini yitirmiş olmasıdır. Aslında bu bile tek başına darbeyi haklı gösterebilir.
Yazarımız ise diğer solcu düşünürler gibi bunu demokratik hakların kısıtlanması olarak görmekte ısrarlı. Bu da O’nu darbeyi o veya bu şekilde savunmaktan alıkoyuyor gibi. Ayrıca bir de İslami kesimin direniş göstermeyişine içerlemiş durumda. Bu ise oldukça enteresan. Çünkü silm ile anarşi zaten taban tabana zıt kavramlardır. Hal böyleyken bir Müslümanın sokaklara dökülmesi, hakkını taş ve sopayla araması zaten meşru değildir. Sessizlik ne kadar çözüm olur o da tartışılır ancak çözümün sokaklardan geçmediği kesin.
Belki de yazarımız o dönemdeki bazı İslamcı grupların devletle masaya oturup, çıkar paralelliği doğrultusunda davalarını sattıklarını ima ediyor olabilir. Bazı cemaatlerin o dönemden günümüze çizdikleri yükseliş grafiği kendisini haklı çıkarır gibi. Bu ancak onların verebileceği bir hesaptır, tüm inananlara mal edilemez.
Gerçekten merak ediyorum 12 Eylül’ün hesabı nasıl verilecek. 30 yıl önce yapılmış bir girişimin failleri bugünün şartlarıyla, bugünün politik çıkarlarına hizmet etmek amacıyla yargılanınca ne olacak? 80’lerde aranan hak ve hürriyetler mi elde edilecek? Dönemin sağcıları ve solcuları paşaları ipte görerek yitirdikleri yoldaş ve dostların öcünü mü almış olacaklar? İş kan davası basitliğindeyken birileri çıkıp da hala demokratik haklar saçmalığından bahsedebilecek mi? Adalet sorunu çözülüp gerçek bir hukuk devleti mi olacağız, yoksa yasalar gardıropların içine kadar girmeye devam mı edecek? Diyelim ki devlet 12 Eylül’ün hesabını verebildi, diyelim!!!
Sırada 12 Eylül’ün hesabını sormaya gelince o dönem sadece hapis cezası alan sağcılar ve solcular dar ağacını göze alabilecekler mi? Hiç sanmıyorum.