22.07.2010
SAYIN ağlayan adam...
Madem...
Gencecik insanların yağlı urganlarla asılmasını, 30 yıl sonra bile gözyaşlarına boğulacak denli kederli ve içli bir şekilde anımsayabiliyorsunuz...
Söyler misiniz lütfen, sizi bu denli efkârlandıran bir konuda neden 30 yıl boyunca ağzınızdan tek kelime bile çıkmadı?
30 yıl!
Dile kolay...
İlçe başkanı oldunuz, il başkanı oldunuz, belediye başkanı oldunuz, parti kurdunuz, parti başkanı oldunuz, başbakan oldunuz, hepsinden önemlisi 7 yılı aşkın bir süre hükümran oldunuz.
Ama bu mevkilerin hiçbirinde...
“Yağlı urgan” demediniz, “Adalı” demediniz, “Beni burada arama anne” demediniz, “Metris'in önü” demediniz, “Erdal Eren” demediniz, “Siz bilmezsiniz kimleri astılar” demediniz.
Neden?
* * *
Sayın ağlayan adam...
Eğer referandumda “evet” oyu verirsek...
Yağlı urganlarla asılan gençlerin asıldıklarıyla kalmayacaklarına dair bize bir söz verebilir misiniz?
Eğer referandumda “evet” dersek...
Yağlı urganları o gençlerin boynuna haksız ve hukuksuz bir şekilde geçirenlerden hesap sorulacağını altını çizerek söyleyebilir misiniz?
Hadi daha net sorayım:
Eğer “evet” dersek...
Hastanede ziyaretine gittiğiniz, Çankaya Köşkü'nde ağırladığınız “asan adam” Kenan Evren'in yakasına yapışacak mısınız?
Lütfen bizi bu konuda aydınlatabilir misiniz?
* * *
Sayın ağlayan adam...
Gözyaşlarınızın içtenliğine inanmak istiyoruz.
Lütfen aydınlatın bizi...
Mesela...
“12 Eylül Anayasası ilk kez mi değişiyor ki 12 Eylül'ün tepesine ilk demir yumruğu indiriyormuş gibi yapıyorsunuz?” sorusuna bir yanıt verin.
Mesela...
“12 Eylül'ün simgesi YÖK'ü ortadan kaldırmak için neden küçük parmağınızı bile kıpırdatmıyorsunuz?” sorusuna bir yanıt verin.
Mesela...
“Vaktiyle 12 Eylül yönetimiyle iş tutmuş birçok ismi partinizin en etkili yerlerine neden getirdiniz?” sorusuna bir yanıt verin.
Mesela...
“Kenan Evren, Erdal Eren'in yaşını büyültüp yağlı urganla astırırken, aranızdan kimler daha fazla imam hatip açsın diye Evren'in kapısındaydı?” sorusuna bir yanıt verin.
* * *
Sayın ağlayan adam...
Gözyaşlarınızın içtenliğine ben de inanmak istiyorum...
Ben de milletvekilleriniz gibi ağlamak istiyorum.
Ben de “Yaşasın! Ülkemin başbakanı 30 yıl sonra da olsa, hesapsız bir şekilde kanayan bir yaraya parmak bastı” diye sevinmek istiyorum.Hatta...
“Tescilli bir dönek” olarak...
“Hayır” cephesinden “evet” cephesine bile dönebilirim.
Yeter ki sorularıma tatmin edici yanıtlar verin...
Yazının tamamı için tıklayınız.
Yorum:
12 Eylül darbesi mi oylanıyor yoksa anayasa mı?
12 Eylül öncesi dönemde ilkokul öğrencisiydim. Darbe olduğunda ilkokulu yeni bitirmiştim. Darbeden önce annem babam sokaklarda oynamamızdan korkardı. Sürekli olarak sokaklarda bağırarak yürüyen topluluklar görür, ne diye bağırdıklarını anlayamazdım. Evimize oturmaya gelen misafirlerle babam, aralarında yaptığı sohbetlerde sokaklardaki olaylardan bahsederlerdi. Misafirler geç olmadan çıkarlardı. Çünkü sokaklar tehlikeliydi.
Okulda öğrenciler birbirlerine sorardı, baban hangi gazeteyi alıyor diye. Tercüman alanlar Demirelci, Milliyet alanlar Ecevitçi idi. İlkokul çocukları arasında bile anlamını bilmedikleri bir kamplaşma meydana getirilmişti. Kısacası ülke öyle bir güvensizlik ortamındaydı ki korku hakimdi. O dönemde liseler ve üniversiteler daha da berbattı. Liseler ve üniversitelerde öğrenciler okumaya gitmiyor, birbirlerini yemeye gidiyorlardı. Fikirler tartışılmıyor, sopalar, bıçaklar ve silahlar konuşuyordu.
Bu ortamın nasıl oluşturulduğu, hangi güçlerin ne amaçlarla ülkeyi bu kaosa doğru sürükledikleri bugün bilinen bir gerçek. Ama ilginç olan topluluk psikolojisine bu kadar hakim olan bu gücün devlet kademelerine de hakim olmasıydı. Kontrol iyice kaybolduktan sonra darbe gerçekleşti.
Ortam o kadar rahatsız ediciydi ki darbe ile elde edilen sükunet insanları sevindirmişti. Babam çok mutluydu. Artık bıkmıştı. Sokaklarda huzur içinde yürümek istiyordu. İnsanlar da bıkmıştı. Üniversitelerdeki çocuklarının ilim tahsil etmesini istiyorlardı, kavga etmesini değil. Bu şartlar altında gerçekleşen darbe bu şekilde halk tarafından destek gören bir darbe haline gelmişti. 27 Mayıs ile 12 Eylül arasındaki en temel farkı buydu.
Zaten 12 Eylül darbesini halkın desteklediğinin kanıtı 1982 yılında halk oylamasına sunulan anayasanın ve beraberinde darbeci Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığının % 92 gibi ezici bir çoğunlukla kabul edilmesiydi. Gerçi bu konuda da çok iddialar ortaya atılmış, sonucun gerçekte bu olmadığı çokça konuşulsa da o yıllarda ortaokulu henüz bitirmemiş olan ben gözlemlerimde hiç “hayır” diyen bir kimseye rastlamadım. Aile çevremin tamamı, okuldaki arkadaşlarımın babaları, anneleri, kısacası tanıdığım herkes ve onların çevresi “evet” diyerek 12 Eylül anayasasını onaylıyordu.
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi vardır. Bu teoriye göre bir kişi alt seviyedeki ihtiyacı karşılanmadan üst seviyedeki ihtiyacını karşılamaya yönelmez. Buna göre 6 tabaka halinde ihtiyaçlar sınıflandırılmıştır:
- Fizyolojik ihtiyaçlar
- Güvenlik ihtiyacı
- Ait olma ihtiyacı
- Sevgi, sevecenlik ihtiyacı
- Saygınlık ihtiyacı
- Kendini gerçekleştirme ihtiyacı
Bir insan fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamadan güvenliğini düşünemez. “Aç kurt fırın deler” şeklinde bir atasözü vardır. Bir insan aç ise önce açlığını giderir. Güvenliğini düşünmez. Açlığı giderilen bir insan için artık güvenlik önemlidir. Güvenliğini de sağladıktan sonra bir gruba, bir fikre ait olma ihtiyacı hakim olur. Bu adım adım devam eder.
12 Eylül döneminden önce ise insanlar güvenlik ihtiyacını karşılayamıyordu. Bundan dolayı huzursuzlardı. Darbe ile meydana gelen güven ortamı ise bunu sağlamış ve insanlar rahatlamışlardı. Böylece darbe halk tarafından desteklenir hale gelmişti.
O günün şartları içinde oylanan ve kabul edilen anayasayı bugünün şartları içinde değerlendirmek ve sanki anayasa referandumunu o günün darbecilerine “hayır” demek haline getirmek, bunun içinde o günkü idamlıkların mektuplarını okuyarak duygu sömürüsü yapmak, referandumun içeriğini önemsizleştirerek basit tekniklerle, Özalvari yöntemlerle halktan “evet” oyu almak içindir.
Başbakanın psikolojik etki ile “evet” dedirtmek istemesinin sebebi ise bu referandumu bir nevi kendi güven oylaması haline getirmiş olmasıdır.
Darbe sonrasında askerler (Orta Amerika ülkelerinden farklı olarak) yönetimi sivil yönetime bırakmışlardı. Türkiye’deki darbelerin en önemli özelliği de budur. Asker darbeyi yapar. Ama amacı diktatör olmak değildir. Sonunda kendisi sivilleşir ve sivil yönetimin en üst kademesine geçer. Ama diktatör olmaz. Çünkü bilir ki yaptığı darbe nedeniyle kendisi ceza görmez.
Darbecileri yargılamaya gelince, o kadar büyük bir yanlıştır ki anlatılamaz. Darbeciler yargılansın demek şu anlama gelir: “Ey darbe yapmayı düşünen, eğer darbe yaparsan ve başarılı olursan sakın ha sakın yönetimi sivillere bırakma. Diktatör ol. Çünkü bırakırsan seni cezalandıracağız.” Gayet iyi bilinen bir gerçektir ki başarısız darbe girişimleri yapanların sonu idam sehpasıdır zaten. Merak ediyorum, darbe yapıp yönetimi sivillere bırakanları yargılamak hangi kıt aklın ürünüdür ya da hangi kıt akla hangi zeki şeytan bunu empoze etmiştir.
Her olay günün şartları içinde değerlendirilmelidir. Darbe sonrası asılmalar yanlıştır. Desteklediğim sanılmasın. Ama askeri yönetim denince akla gelen budur. Askeri yönetimde kanunlar yürürlükte değildir. Komutanların sözleri uygulanır. Bunu da unutmamak gerekir.
Başbakan ve muhalefet bugünkü tutumlarından vazgeçmeli, anayasa değişikliğinin getirdikleri ve götürdükleri nelerdir, bunları tartışmalı, halk aydınlatılmalıdır. Ama çok açık olarak görünen gerçek şudur ki ister 12 Eylül anayasası, ister değiştirilecek olan anayasa hiçbir soruna çözüm bulamaz. Çözüm kökten sistemin değişmesi, Adil Düzenin gelmesidir.