Bir dinleyin...
1221 Okunma, 0 Yorum
Ahmet Altan - Taraf
Özer Ataç

Bir Dinleyin…

24.06.2010

Üç çocuğun hikâyesi var bugün gazetenin birinci sayfasında.

İkisi öldü.

Biri PKK gerillası olarak bir karakola saldırdığı sırada, diğeri babasıyla bindiği askerî servis aracında bir bombanın hedefi olarak hayatını kaybetti.

Üçüncüsü ise ölümün ne olduğunu bile bilmeden ablasının cenazesine katılan küçücük bir kız.

Bu çocuklar bu topraklarda doğdular.

Uzun zamandır süren bir günahın kurbanı oldular.

PKK’lı  çocuk daha yeni bir gerilla, örgüte katılalı bir yıl olmuş, öldürmeye gittiği askerler gibi o da acemi.

Ankara’da öğrencilik yaptığı sırada bir soruşturmaya uğramış, eve döndüğünde eşyalarının ev sahibi tarafından kapının önüne atıldığını görmüş.

Gösterilere katılan Kürt bir kiracı istememiş ev sahibi.

Ankara’dan Van’a gitmiş, orada okumaya çalışmış, yeniden bir soruşturmaya uğramış, tekrar Ankara’ya dönmüş, tutunamamış, sonunda dağa  çıkmak zorunda kalmış.

Büyük bir ihtimalle kaderi, eşyaları “kapının önüne atıldığında”  çizilmiş, istenmediğini, düşman gibi görüldüğünü fark etmiş.

Gittiği yerde ölüm olduğunu bile bile gitmiş.

Otobüste ölen Buse’nin seçim hakkı bile olmamış, sadece babası  asker olduğu için, babasıyla birlikte bir otobüse bindiği için insafsız bir saldırıda ölmüş.

Buse’nin küçük kardeşi ise herhalde hayatı boyunca Kürtlere düşman olarak yaşayacak çünkü ablasının katilleri Kürt.

Şemdinli’deki saldırıda ölen gerillanın bir kardeşi varsa o da Türklere düşman olacak.

Çoğalarak devam edecek düşmanlık.

Neden ölüyor çocuklarımız, neden birbirlerine düşman oluyor?

Önceki gün, siyasetle ilgilenmeyen, genç, başarılı, kendine iyi bir hayat kurmuş bir Türk’le konuşuyordum, bütün savaş onun farkına bile varmadan söylediği tek bir “kelimenin” içinde saklıydı.

Sakin bir sesle, cevabını gerçekten merak ederek, “Kürtlere istediklerini verecek miyiz, ortada bu kadar şehit var,” dedi.

Türkler kendi askerlerine “şehit” derken, Kürtlerin de kendi savaşçılarına “şehit” dediğini, iki tarafın da ölümde bile bir “hiyerarşi”  oluşturduğunu bilmiyordu.

Ama asıl önemli kelime “vermek” kelimesiydi.

O bir Türk’tü  ve Kürtlere istediklerini verip vermemek onun iradesine kalmıştı.

– Neden vermek hakkına sen sahipsin, dedim.

Niye isteyen Kürtler de, veren Türkler? İkisi de aynı ülkenin vatandaşları  değil mi? Aralarındaki bu ilişki biçimini kim belirledi?

Şaşırarak yüzüme baktı.

 – Aslında Türk olduğun için bu ülkenin sahibi olduğuna, Kürtlerin de bu ülkenin sahiplerinden haksız bir şeyler isteyen insanlar olduğuna inanıyorsun, değil mi?

Bunu düşünmemişti bile.

Bence asıl büyük haksızlık ve büyük tehlike buradaydı.

Türkler hiç düşünmeden, bilinçli bir hale bile gelmeden, ülkenin “sahipleri ve efendileri” olduklarına inanmışlardı.

Kime, neyin, ne kadar verileceğini belirleyecek olanlar onlardı.

Bu, öylesine değişmez bir gerçekti ki bunu düşünmeye bile gerek yoktu, bütün yaşadıklarımız, bütün okuduklarımız, bütün okullarımız bizim bilinçaltımıza bunu kazımıştı, “Türkler buranın efendisidir”.

Anlaşmazlık, savaş ve ölüm, bizim bilinçaltımıza kazıdığımız, düşünmediğimiz, tartışmadığımız, değişmez bir gerçek olarak benimsediğimiz bu inançtan kaynaklanıyordu.

Biz Türk’tük, buranın sahibi, efendisi, hâkimi bizdik, kimse bizimle eşit olamazdı, biz ne kadarını verirsek o kadarına razı olmak zorundaydılar.

Dillerini konuşup konuşmayacaklarına, çocuklarına hangi dilde eğitim yaptıracaklarına, hatta yakın zamanlara kadar çocuklarına ne isim koyacaklarına biz karar verirdik.

Kürtler buna itiraz ediyordu.

“Biz eşitiz,” diyorlardı, “Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda birlikte savaştık, birlikte askerlik yapıyor, birlikte vergi veriyoruz, neden siz efendi olacaksınız ve ne hakla bize sığıntı muamelesi yapacaksınız?”

Bu ülkenin çocukları işte bu yüzden ölüyor.

Türkler efendi olduklarına inandıkları ve bu durumu asla değiştirmek istemedikleri, Kürtler de bu haksızlığa rıza göstermediği için.

Türkler, “hepimiz bu ülkede eşitiz, herkes eşit haklara sahip olmalı, benim çocuğum Türkçe okuyorsa, Kürt çocukları da Kürtçe okumak hakkına sahiptir” dediğinde ölümler biter.

Üstelik Türkler efendi olduklarını sansalar da efendilik haklarına sahip değiller, dindar bir Türk kızı başına örtüsünü sarıp okuluna gidemiyor, solcu bir Türk fikirlerinden dolayı hapis yatıyor, Alevi bir Türk ibadetini kendi ibadethanesinde yapamıyor, bu mu efendilik?

Sahte bir efendilik için gerçek ölümler yaşıyoruz.

Buna değer mi?

Tanrının, adaletin ve vicdanın önünde hepimiz eşitiz.

Bunu Türklerin kabul etmesi yeter.

Bu ülkenin çocukları  ölmez o zaman.

ahmetaltan111@gmail.com

 

YORUM  :

 

KURUMSAL VAMPİRLİK SEĞİRMESİ YA DA ACILARIN EFENDİSİ OLARAK DEVLET

 

İLKİN BİR AFORİZMA :

 

“İnsanlığın hüzün tarihinde, kan ile kurulup kan ile korunan bu organizma; yaşadığı müddetçe taze gıdaya ihtiyaç duymuştur.” (Astrolojide, Jüpiter’in pluto’ya resti).

 

a) Bu temellendirme ile, Sisli balkan Karpat dağlarındaki , soğuk taş şatodan Hollwood südütyolarına transfer edilen Pensilvanya kontu  Bay Dracula’nın doğal esin kaynağı Devletlerin ; “aydınlıkta” kurulup, “karanlıkta” (giz/derin) refleksleri geliştirilerek mutasyona uğratılmışlığının özetidir.

 

b) Başka bir hikaye de: İsa peygamberin (selam ona) Bürütüs’ünün 13 (gümüş sikke:yine satış!.) barkoduyla kodlanmış kişiliği;  bir daha ölme-mecesine (‘sonsuza kadar –kan ile beslenek-yaşayacak’ ölümsüzlük) kederin bayrağının timsali oluşu.

 

1) “NERDE BU DEVLET?”

Bu ülkede, trafik kazaları; kamu ödevine yönelik eksikliklerden doğan failsiz can , mal kayıpları; anayasadaki “bütün vatandaşlarının insan onuruna yakışır yaşam koşullarının sağlanması…” hükmüne rağmen hastanelerde, hapishanelerde, okulda, sokakta ..kavrulan insanlık kesiksiz, süreçte azalıp çoğalarak  (“yaşam gelişimdir “diyorlar!) süregelmiştir.

 

Terör ise ayrı bir fasıl: bedendeki kanser hücreleri gibi.

Tedavisi  zor: “Erken teşhis” veya  kemoterapi.

Sosyolojik kıyas ile, OHAL!!!

“Radyasyonda” yanmış bedende  sükunet !?!

“İşin” (ya da belanın) diğer yönü: Kanseri atlatanlar artık kentli olamazlar/ beton ortam alerjisi/toprak-bahçe sevgisi; kaldı ki atlatamazlar..

 

2) EBELİK / KURUCULUK  İLE DOĞAL DOĞUM.

Sahi, devleti insanlar neden kururlar, isterler, fedakarlıkla yaşatırlar?!

Cevabı çok açık : O devletin topraklarında yaşayan her bir ferdin  güven, huzur ve mutluluğu için..

Çok iddialı değil mi?

Fakat gerçek bu.

Tersi mümkün mü? Hayır.

Yoksa insan neden adasın ki kendini,evi kiradayken dahi, toprağa?!

Neden kazancını paylaşsın ki?

Devletlerin kuruluşunda gerekçe hep aynı şeyler olagelmiştir:

Acı, ıstırap, baskı, savaş, yokluk, hukuksuzluk, yokluk/fakirlik, zulüm…

Sonunda kurulur; gücü elinde tutanlar her şeyi ayarlar. Sonra da bu ayarı halka bir düzenekle(demokratik  seçim etiketi) tasdik ettirirler. Ardından/ istimle gelir “değişmez ilkeler”;  bir daha başlangıç öncesi yaşanmış, ızdırap, acı, gözyaşı, eziyet, fakirlik…yaşanmasın ; yeniden böyle bir oluşuma lüzum kalmasın d i y e !!!

 

3) SUNİ DÖLLENME, TÜP “BEBEK”..

Ailenin bir çocuğa ihtiyacı olduğunda,  bu ihtiyaç doğal yollarla karşılana-madığında;  modern tıpta (emperyal karar alıcılar) çareler tükenmez. “Seçilmiş”/kayırılmış (yaygın değil; geri halkın içinde  seyrek )  spermlerle (oligarşik yapılar), laboratuar (kurmaca/düzenek tarihçilik) tekniğinin rahime (milletin bağrı)”üflenen “bebek”..  

Böyle bir aile hep gözetim altında kalacak ki gelişim ve mutluluk başarıldığında, bundan böyle suniliğe (klonlama) yol açılsın. Daha ötesi,  ten ve aşk ta insanlığın gündeminden çıkıp, anılarda kalsın; ne olur ne olmaz: aşk değil mi ki dağları deldirip, olmazları olduran!?.  Tedbiren bu insani devrimsel potansiyel, ortadan kaldırılıp  bağlı tutulmalı/dondurulmalı sürekli:

(müddesir/74): 18: İNNEHU FEKKERA VE KADDER / Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti.

19: FE KUTİLE KEYFE KADDER / Kah-rola-sıca, nasıl da ( hakka karşı, canlar pahasına) ölçtü biçti.

20: SÜMME KUTİLE KEYFE KADDER / Sonra, canı (zorla çıkacak olan) çıkacası tekrar (hata yapmamak için) ölçtü biçti.

21: SÜMME NEZAR /sonra (sezinleniyor mu diye marifetine) tekrar baktı.

22: SÜMME ABESE VE BESER/ sonra, kaşlarını çattı, suratını astı( olmazlığa  iştahı kaçtı).

23: SÜMME EDBERA VESTEKBER / sonra (doğal, haklı yaşama) sırt çevirdi büyüklendi (karanlığı seçti).

24: FE KALE,  İN HAZA İLLA SIHRUY YUH’SER / (ilan edip şöyle) dedi: Bu (Hak mavalı) öğretile gelen büyüdür.

25: İN HAZA  İLLA KAVLÜL BEŞER / bu ancak insan sözüdür(kozmiklikle/vicdanla alakası yoktur).

…diye resmediyor , kozm O zun vicdanı.

 

4) OLMADI  İSE    EVLADLIK( protez) VERELİM ?!

Teknoloji yetmediğinde ya da ailenin geliri tüp bebek için tıbbi olanakları karşılayamadığında; yetim kurumlarından (dağıtılmış haklar),   küresel çobanların izni ile yine  ailesiz çocuklardan seçilen/atanan  birliktelikler oluşturulmuştur: GYÜ (gelişme yolundaki ülkeler)…

Sistem dışı/ “kazara” doğmuş (talancıların  ayıbı!) çocukların, toplandığı yetimhaneler(zenginlikleri çalınmış, doğası heder edilmiş coğrafyalar), varlığı kaçınılmaz kurumlardır.

Kürsel talancılar, ellerindeki kuvvet ile, doğal biyolojik toplulukları; 

a.         Ya karıştırıp başkaca düzenleyebiliyorlar: yabancılaştırma.

b.         Ya da seçtikleri melezlerle  (kendilerine en çok benzeyen /evlatlık/işbirlikçi/virüs) hasta edip, sözde gelişim adına gelişimi burunlarından getirebiliyorlar.

Tabii,  doğanın bunlara yönelik   vereceği cevabın şeklini,   keskin zekalarıyla izledikleri laboratuarlarında kestiremiyorlar.

 

Doğanın, bu arsızlığa karşı refleksi şudur: beni eğrittiğinde, düzü  ararsın, fakat bulamazsın!..

Hak esaslı  (denge/simetrik/eşdağılım/yerindelik) planlamalar,  doğa tarafından engellense de   yıkıma  uğramaz; tersi ise,  kaosu çağırır.

 

Evlatlık/ protez tercihler, zorunlu ve geçici çözüm olduklarından,   gelişmeye koşut olarak, kendi içinde bir hesaplaşmaya gireceklerdir: ya protez gelişip asıl; ya da asıl türetilip, protez olur. İşin aslı evlatlık biyolojik illiyet için yok tur; sosyolojik varlığı biyolojik bağıntıyı mış gibi görür. Bu yaklaşımın ulusal yapılanmalardaki vazifesi   her zaman kur-durucu-ların  arka kapı ( failsiz müdahale) kullanma inisiyatifleridir.

Özetle: evlatlıklar,  arka kapılar, işbirlikçiler.. o toplumlar özürlü kılınırken (sakatlandıkları kaza sebebi) tasarlanmışlardır.

 

SONSÖZ : EN BÜYÜK AYNA,  DEVLETE  TUTULMALI..

Toplumlar,  güven, barış, zenginlik, mutluluk.. gibi özlemlerinin şemsiyesi olarak algılayıp (itaat ettirildikleri) devletler; bekli de insanlığın tepesinde var sanılan yakıcı güneşin yakıcılığından değil; içlerindeki fırıncılardan  (taze ekmek gereksinimi ) ayakta kalıyordur.

Her ne oluyorsa, faili failsizi..  büyük aynadaki devletin   yansımasıdır; berber aynası (tek tek biçimsizlikler)  kişisel bakım içindir, toplumsal adalet için değil!..

 

Özer Ataç

 

KTK (Kıyıda Taş Kaydırıcısı)

 

 

 

Özer Ataç






Sayı: 55 | Tarih: 27.06.2010
Oktay Ekşi
Çözüm Yanlışımızdadır
1990 Okunma
15 Yorum
Vahap Alma
Reşat Nuri Erol
Terörü nasıl bitirelim?
1969 Okunma
12 Yorum
Ilker Ardic
Zülfü Livaneli
Benim oğlum can verirken, çiçekler çığrışıp açtı
1361 Okunma
Ali Bülent Dilek
Ahmet Hakan
Helal olsun Sarıgül
1307 Okunma
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Şevket Eygi
"Türkün Yeni Âmentüsü"
1254 Okunma
Emine Hocaoğlu
Ahmet Altan
Bir dinleyin...
1221 Okunma
Özer Ataç
Hayrettin Karaman
Açılımlar ve Terörle Mücadele
1190 Okunma
Hilmi Altın
Ruşen Çakır
Taşeron diye diye...
1183 Okunma
Tayibet Erzen
Mahir Kaynak
Taşeronluk nedir?
1178 Okunma
Süleyman Karagülle
Mehmet Altan
Çifte bacakla tekme atılmaz
1176 Okunma
Mehmet Hikmetumut
Mümtazer Türköne
Bir cenaze kaç oy eder?
1153 Okunma
Arif Ersoy
Fehmi Koru
Vuruşmayalım, konuşalım
1123 Okunma
Ahmet Kirtekin


© 2024 - Akevler