22.06.2010
Ortaya çıktığı andan itibaren PKK’nın bağımsız bir varlık değil taşeron bir örgüt olduğu söylenir. İlginç olan, PKK’yı böyle niteleyen kişi ve kesimlerin, Türkiye ve bölgedeki gelişmelere paralel olarak sürekli değişmesidir. Buna bağlı olarak PKK’nın “kimin adına” hareket ettiği sorusuna da değişik zamanlarda değişik cevaplar verilir. ABD, İsrail, dağılan Sovyetler Birliği, yerine kalan Rusya, Saddam Hüseyin dönemi Irak, şimdiyse Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi, Suriye, İran ve şu an aklıma gelmeyen nice ülke ve esas olarak da bunların gizli servisleri, dönem dönem “PKK’nın ardındaki gerçek güç” olarak görüldü, gösterildi. Tabii bu arada Türkiye’nin içindeki bazı odakların PKK’yı kurduğu ve/veya kontrolü altında tuttuğu da sıklıkla dile getirildi. Son olarak PKK’nın Ergenekon yapılanmasının doğrudan ürünü olduğu yolunda iddialar öne çıkıyor. Öyle ki PKK’ya atfedilen eylemlerin bazılarının doğrudan Ergenekoncular tarafından kotarıldığı veya onların doğrudan ya da dolaylı yönlendirmeleriyle PKK’cılar tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürenler var.
Bu iddialar dün vardı, bugün de var, yarın da olacak. Bunları kanıtlamaksa hiçbir zaman dört dörtlük mümkün olamayacak. Ancak kesin olan bir nokta var: Doğru ya da yanlış, “taşeron örgüt” saptaması bir aşamadan sonra bizi hiçbir yere götürmüyor. Şöyle basitleştirebiliriz.
Size “PKK taşeron bir örgüt” diyene önce “Kimin taşeronu?” diye sorun. Bunun cevabı şu ya da bu ülke veya odak olacaktır. Ardından “Ee sonra?” diye sorun, cevap “Ne sonrası?” olacaktır.
Şunu söylemek istiyorum: PKK’nın şu ya da bu odağın taşeronu olması, örgütün lojistik ve kısmen de istihbarat imkanlarını anlamamızı kolaylaştırabilir ancak onun hiç de yabana atılmayacak toplumsal desteği onca gencin neden gönüllü olarak saflarına katıldığını gibi sosyal, psikolojik, kültürel öğeleri kavramamızda hiçbir işe yaramaz, hatta işimizi çok daha zorlaştırabilir.
Hep aynı tartışma
Yazının buraya kadarki bölümünü 7 Ekim 2008 günü yine Vatan’da yayınlanan “PKK taşeron bir örgüt mü?” başlıklı yazımdan olduğu gibi aldım. Yine Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde, bu sefer Aktütün Karakolu saldırıya uğramıştı ve her zaman olduğu gibi bir dizi komplo teorisi gündemi meşgul ediyordu. Tıpkı Aktütün’den bir yıl önce yaşanan Dağlıca baskınından sonra olduğu gibi.
Hatırlıyorum, Dağlıca’nın ardından birkaç gün susmuştum. Yanlış bir şekilde “sözün bittiği yer” de olduğumuzu düşünmüştüm. Halbuki tam da sözün başlaması gereken yerdeydik. Sonuçta, 19-22 Ekim 2007 tarihleri arasında “PKK’yı anlamak” başlıklı dört yazı kaleme aldım. Öylesi bir atmosferde, sorumluluğu bazı “iç ve dış odaklar” a atıp, PKK’yı “zavallı bir taşeron” olarak görmemek riskliydi, ama gerekliydi.
Bugün de susmamak, konuşmak; olup bitenleri anlamaya çalışmak şart. “Anlayacağız da ne olacak?” diyenlere şunları söylemek isterim:
Devamı için TIKLAYINIZ.
Yorum:
Dün geçti, Yarın Meçhul, Bugün Uykudayız!
PKK’nın ülke içindeki etkinliğine bakıldığında, önemini kaybeden en büyük meselenin aslında taşeron olmasının ya da olmamasının olduğu görülecektir. Burada ön planda olan bilançodur. Her gün ülkenin çeşitli yerlerinden gelen askeri ve sivil şehit haberleri zihinlerde kalan tek kareyken, cenazelerde atılan Kürtçe ağıtlar madalyonun aslında daha vahim olan diğer yüzünü gözler önüne serer niteliktedir. Ortada bir Türk düşmanlığı değil Türkiye düşmanlığı vardır ve hedef de cinsi, yaşı, kimliği, ırkı, dili ne olursa olsun T.C vatandaşıdır.
PKK’nın dış güçler tarafından desteklenmesi, her türlü lojistiğinin temin edilmesi artık zihinlerde sadece Sam Amca’yı değil asıl olan diğerlerini de canlandırıyor. Biz de kalkmış savunmaya dışarıdan başlıyoruz. ABD ile görüşmeler yapıyoruz, Kuzey Iraktaki PKK’yı etkisiz hale getirmeye çalışıyoruz… Ama içeri bakmayı ihmal ediyoruz. Şu anda herkes pimi çekilmiş bomba gibi. Öyle derin bir öfke var ki, bunu kontrol etmek, bununla başa çıkmak bana göre dış politika adı altında yaptıklarımızdan kat be kat zor.
Kabul etsek de etmesek de PKK’nın ülke içinde destekçileri var ve maalesef ki bunlar çeşitli vaatlerle tutulan paralı sefillerden ibaret değil. Etnik olarak Kürt kökenli olan birçok insan da ülke yönetimine tepkili dolaylı olarak PKK sempatizanı pozisyonunda. Böyle düşünen insanların önce gönülden ve zihinden bir yenilenmeye ihtiyacı var. Bunu için de PKK’nın ‘adaletsizlik’, ‘soykırım’, ‘işsizlik’ gibi sloganlarını anlamsızlaştırmak gerekiyor. Bunu yaparken de açılım adı altında değil, iyileştirme adı altında yapmak gerekiyor. Nitekim kabul etmek gerekir ki, açılım aslında halk arasında bölücülük yapmaktan başka bir şey değil. Ülke içinde ezilen, dışlanan, haksızlığa maruz kalan tek topluluk Kürtler mi? O zaman, sırf başörtülü diye protokolde eşinin yanında yer alamayan Hayrünnisa Gül ve diğerlerinin durumunu nasıl açıklayacaksınız?
Kalenin dıştan korunması ne kadar önemliyse, içten fethedilmesi de o kadar kolaydır, diye düşünüyorum. Bu yüzden tek vücut olmak çok önemli. Bunun için herkesin Türk olması veya Türk gibi olması gerekmiyor. Herkesin kafasındaki vatandaşlık algısının yenilenmesi gerekiyor, tabii paralel olarak devletin de bakış açısının ve tutumunun yenilenmesi şartıyla.
Sonuç olarak dönüp dolaşıp yine Türkiye’nin temel sorunlarından olan adalet ve işsizlik meselelerine geldik. Bunlar çözülmeden yapılacak tampon tedaviler ölümü ertelese de süründürmeyi ihmal etmez.