Siyaset, artık dine alet edilmiyor!
2350 Okunma, 24 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

 

 

 

 

 

Siyaset, artık dine alet edilmiyor!

15.09.2012

Mümtaz'er Türköne

 

Çok uzun zamandan beri "din-siyaset" ilişkisi tartışmıyoruz. "Din siyasete alet ediliyor" sözü, uzun yıllar merkez sağ partileri köşeye sıkıştırmak için kullanıldı. "Laiklik elden gidiyor" dendiğinde, halkın devlet tekelindeki dine olan talebinin sorun teşkil ettiğini anlıyorduk.

- Din siyasete alet ediliyor diye sağ partiler itham edildi.

- Sermayenin basın yoluyla saldırma parolası idi.

 

Darbelerin neredeyse yegane gerekçesini oluşturan bu itirazlar, askerî vesayet düzeninin sona ermesiyle sırlara karıştı. Laikçiliği din karşıtlığı üzerinden bir "siyasî karşı-din" olarak tarif edersek, artık bu dinin müşterisi de kalmadı. Dolayısıyla artık siyaset dine alet edilemiyor.

- Artık din siyasete alet edilmiyor.

- Sermaye dini yenemeyince kendisi alet etmeye başladı

 

Ya CHP?

- CHP de sermayenin yolunda.

 

CHP çok akıllıca bir şey yapıyor. Artık AK Parti hükümetini ve icraatlarını, din-siyaset ekseninde eleştirmiyor. Laik hassasiyeti kullanmıyor. AK Parti'nin muhafazakâr söylemleri arasında öne çıkan dinî sembollere karşı saygılı bir dil benimsiyor. Göstergeler çok somut. 4+4+4 reformu, açıkça din eğitiminin önünü açmak ve imam hatiplerin orta kısmına hayat vermek için yapılmışken CHP bu topa girmiyor. Çocukların 66 ayına itiraz ederken, dinî muhtevalı derslere ve imam-hatiplere karşı alışılagelmiş muhalefeti yürütmüyor.

-CHP din istismarını siyaset olarak kullanıyor.

- Çünkü artık kendisi de onu yapıyor.

 

Sadece CHP Genel Başkanı'nın üslubunda değil bu farklılık; belirlenmiş bir stratejinin ürünü olarak örgütlü bir şekilde uygulandığı anlaşılıyor. CHP'ye yakın medya organlarında da hükümete yönelik laiklik eksenli bir muhalefet görülmüyor. Kontrol altına alınamayan kalemlerden veya kültür-sanat haberleri arasından fırlayan eski alışkanlıkların tezahürleri ise pek göze çarpmıyor.

- Bu siyaseti tüm örgüt benimsemiştir.

- Sermayenin talimatı böyle.

 

Strateji çok akıllıca; çünkü eski alışkanlığın ne CHP'ye bir getirisi var ne de AK Parti'yi frenleyecek gücü. CHP, din üzerinden AK Parti ile kutuplaştığı zaman ürettiği mesajların tamamının menzili azalıyordu. AK Parti'nin önüne haksız rekabet üstünlüğü verdiği çok geniş bir alan açıyordu. CHP'nin bu ısrarından vazgeçmesi, siyasetin temel parametreleri ve üslubu için çok köklü bir değişikliğin habercisi. Din, dinî semboller, halkın dindarane talepleri siyasî tartışma konusu olmaktan çıkartılıp, muhafazakâr politikalara avantaj sağlayan dindarlık tekeli sona erdiğinde CHP'nin önünde eşit rekabet fırsatları doğacak. Semboller, üstelik kutsallar üzerinden yapılan siyaset, yerini reel sorunlara bırakacak.

- Din karşıtı olmanın doğurduğu tekel kalkıyor.

- Sermaye dünyayı dinsizleştirecekti. Başaramadı. Şimdi yozlaştırmaya çalışıyor. Amel yok benimseme var.

 

Anayasa Uzlaşma Komisyonu'ndaki manzara böyle değil. CHP, "din ve vicdan hürriyeti"nin formüle edilmesinde, 61 ve 82 Anayasası'nın katı laikçiliğini sürdürmeye çalışıyor. Aslında AK Parti'nin savunduğu Anglo-Sakson tarzı sekülarizm ile CHP'nin Fransız usulü (ama arkaik) laikçiliği karşı karşıya geliyor. Din ile siyaset arasındaki ilişkiyi tanzim eden bu iki farklı anlayışın ilki, yani sekülarizm din ve vicdan hürriyetini merkeze alır. Temel ölçü, düzenlemelerin bireyin din ve vicdan hürriyetini koruma yeteneğidir. Bireyi kendi inancını koruyacak, ifade edecek ve baskılardan uzak tutacak kamu düzenini tesis etmek asıl meseledir. Laiklik ise din ile siyaset arasındaki ilişkiyi devleti merkeze alarak çözer. Devlet dinler karşısında tarafsız olduğu takdirde, din-siyaset ilişkisinin düzene gireceğini iddia eder. Komisyondaki tartışma bu iki anlayışın karşı karşıya geldiğini gösteriyor. AK Parti bireyin inanç özgürlüğünü eksen alıyor; CHP ise devletin tarafsızlığını. Problem, bu farklı yaklaşımların pratikteki karşılığıyla ilgili. Bizim devletimiz dinler konusunda tarafsız değil; olması da imkânsız. Diyanet İşleri Başkanlığı bir anayasal kurum olarak devam ettiği sürece bu tarafsızlığı kimse iddia edemez. AK Parti'nin formülü ise din ve vicdan özgürlüğü üzerinden sorunu kökünden çözüyor. CHP'nin devlet üzerinden sağlanacağını iddia ettiği ama fiilen uygulanamayan bütün garantileri anayasa hükmüne dönüştürüyor.

- Anayasa komisyonunda ise AK parti halkın dini özgürlüğü demekle sekülarizmi savunuyor, CHP dini devletin çözmesi anlamında laikliği savunmaktadır.

- Taraflar batının seneler öncesi anladığı anlamdan tekrarlıyorlar. Sermaye yanlışlığı görmüş vazgeçmiş ana daha doğrusunu bulamamıştır.

 

Komisyon'daki bu tartışmanın "inanmama özgürlüğü" olarak medyaya yansıması tam bir mugalata. Din ve vicdan hürriyeti otomatik olarak negatif düşünceleri ve tutumları da kapsar. "İnanma" doğal olarak "inanmama"yı da bir hürriyet olarak getirir. Şöyle düşünelim: İnanmama hürriyetinin olmadığı bir yerde inanç hürriyetinden değil inanç mecburiyeti gibi inananı da zora sokacak saçma bir durumdan söz edilebilir.

- İnanmama hürriyeti inanç hürriyeti içindedir.

- İnanma kalbi bir fildir, yasanın konusu olamaz.  Yasaklar amelidir. Bazı kavli yasaklar da vardır. Kalbi yasak yoktur.

 

Türkiye, AK Parti tarafından tam on yıldır yönetiliyor. Değişen ne var? Siyasetin artık dini teğet geçecek olması hem dindarlar hem siyasetçiler için bir kazanç değil mi?

- Dinin siyasete teğet geçmesi kazanç değil midir?

- Ak parti sorun üretmemiştir. Ama sorun çözülmelidir. Ekseriyet sistemi ile laiklik çelişkidir. Çözüm bekliyor.

-m.turkone@zaman.com.tr : http://twitter.com/Mumtazer  :14 Eylül 2012, Cuma

 

Mahir Kaynak yazmıyor. Gelecek hafta yeni yazar seçeceğim. Alıntı yapılmasını istemediği için yazıları koymadım.

 

NOT: Yazıda yer alan italik ifadeler Süleyman Karagülle’ye aittir.

 

Yorum:

Laiklik

Uygarlaşmadan önce kabileleri din adamları yönetiyordu. Mezopotamya’da siteler oluştu ve siteleri yazılı şıralar yönetmeye başladı.  Laiklik ilk olarak Hazreti İbrahim tarafından ortaya konmuştur. İlim dinden ayrılmıştır. Hazreti Musa yönetimi dinden ayırdı. Hazreti Davut ekonomiyi dinden ayırdı. Hıristiyanlık ise dinin devlet içindeki bağımsız yerini ortaya koydu. Bütün bunlar kurumlar arası laikliği getirmiştir.

Kuran yönetiminde önce toplulukların tek dini vardı. Aynı yerde değişik din mensupları yaşmazlardı. Kuran kendisinden önceki peygamberlerin laiklik çabalarını tamamlamış, tam laik bir düzen kurulmuştur.

Devlet içinde ilmi, dini, mesleki ve siyasi dayanışma sosyal gruplar ayrı kurumlar oluşturup ilim yaymayı, yargılamayı, ekonomi yürütmeyi, siyaset yönetmeyi yüklenmiştir. Genel kurallar teoride kalmış uygulama oluşmamıştır.

Bugün anayasamızda, demokrasi, laiklik, sosyallik değişmez madde içinde yer almıştır. İslamiyet demokrasiyi içtihat ve icmalarla, laikliği hakemlik sistemi ile, sosyalliği yeryüzü kira payından çalışmayanlara pay ayırmak ile ve Adil Düzen‘le denge düzeni ile ekonomide liberalliği tesis etmiştir.

Bugünkü batı düzeni ekseriyet demokrasisi ile laikliği bir araya getirerek sömürü düzenini sürdürmek istemektedir. Hayat çelişkiyi taşımaz. Batı anlayışı, laiklik ve sekülarizmin hedefi İslamiyet’te olduğu gibidir. Ama mekanizması İslamiyet’e aykırıdır.

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
18.09.2012
07:55

Taha KIVANÇ / (Fehmi KORU) Bunların şerrinden korkulur tkivanc@stargazete.com

Prof. Benjamin Barber ABD’nin parlak siyaset bilimcilerindendi. Kitapları çok satanlar listesine girer, dünyanın -Türkçe dahil- belli başlı dillerine çevrilirdi. Son zamanlarda yazılarıyla karşılaşmıyor, fikirleriyle ilgili tepkilere rastlamıyordum... Meğer sebebi varmış: Prof. Barber iyi niyetine kurban gitmiş... 40 yıl Libya’yı elinde tutan Muammer Kaddafi bu işin böyle devam etmeyeceğini öngördüğü için oğlu Seyfulislâm’ı bir Batılı gibi yetiştirip en iyi okullarda okutmuş, yönetimi onun ellerine bırakmayı ummuştu. Seyfulislâm da kurduğu bir vakıf aracılığıyla Libya içinde fakir-fukaraya yardım taşırken, dünyada ismi duyulmuş önemli kişileri sürecin sorunsuz gerçekleşmesi için yardımına çağırmıştı. ‘Kaddafi Vakfı’ yönetiminde yer alan Batılı bilimadamlarından biri de Prof. Barber... Kaddafiler’den Muammer olanının başına gelen malum: Linç edildi. Seyfülislâm hayatını değilse de parmaklarını kaybetti. Prof. Barber de bilim camiası tarafından bir kenara itilmiş durumda. ABD medyası yazdıklarına yer vermediğinden İngiliz Guardian’dan ara sıra baş gösteriyor o da... Guardian’da çıkan son makalesi gerçekten göz açıcı. Bingazi’deki ABD Başkonsolosluğu’na yapılan ve büyükelçi dahil dört Amerikalı görevlinin canını kaybetmesiyle sonuçlanan saldırının ne ilk ne de son olduğuna işaret ediyor Prof. Barber... Yazıyı okuduğunuzda, ABD ve müttefiklerinin bölgeyi dönüştürme girişiminin, Libya’da ‘haydut devlet’ tanımı içerisine girme tehlikesi taşıyan bir yapı ortaya çıkarmakta olduğu sonucuna varıyorsunuz. Devrimlerin her zaman olumlu sonuçlara yol açmadığı görüşünde Prof. Barber, özellikle de Batı açısından... “Diktatörlükleri devirdiğinizde demokrasi getirmiş olmuyorsunuz; anarşiye kapı aralıyorsunuz” diyor. Libya ona göre bugün o durumda; Suriye de yarın muhtemelen benzer bir duruma düşebilecek... ‘Anarşi’ sözcüğünü haklı gösterecek örnekleri var, Libya’dan: Hiçbir kurala kendilerini tâbi hissetmeyen 100 bin kadar milis varmış Libya’da ve ellerinde roketle atılan bombalar bile bulunuyormuş. Hükümet ellerinden silâhları almayı veya birbirlerine karşı kullanmalarına engel olmayı başaramamış. Haziran ayında önce Bingazi’deki ABD Başkonsolosluğu önünde bir bomba patlamış, sonra da İngiliz büyükelçisini hedef alan bir bombalama eylemi yaşanmış... Silâhlı gruplar aylarca Libya’nın dört bir tarafındaki Sufi camilerini yağmalayıp yakmışlar; aşırı örgütler suçlanmış, ancak kimse tutuklanmamış... Mayıs ayında geçici hükümetin içişleri bakanının makamına saldırmış milisler, saldırıda dört kişi hayatını kaybetmiş... Zuvarah ve Ragdaleyn aşiretlerinin rakip milisleri Trablus’ta çatışmış; 22 kişi ölmüş... Seyfülislâm Kaddafi’nin âkıbetini de onun yazısından öğrendim: Süreç planlandığı gibi gitseydi, Batılılar eliyle babasının koltuğuna oturtulacak oğul Kaddafi’yi Zintan adlı milis grubu yakalamış ve kendi cezaevinde tutuyormuş... Yargılanacağı Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından atanan avukatını da ellerinde tutuyormuş milisler... Ne yargılama, ne de resmi makamlara teslim... Hiçbir şey... Liste devam edip gidiyor... Hiç kuşkusuz, Libya diktatörü Muammer Kaddafi’nin devrilmesi iyi bir şeydi; ancak devrilme sonrasında işlerin hiç de bize yansıtıldığı gibi gitmediği de bir gerçek... Merkezi otorite güçsüz ve ülkenin bütününe hâkim olmakta zorlanıyor; o arada ellerine ağır silâhlar ve füzeler geçirmiş olan milisler de hâkimiyet kurdukları alanlarda kök söktürüyor. Uğursuz filmin tetiklediği protesto olayları ‘bahar’ yaşamış diğer Arap ülkelerinde de otorite boşluğuna yol açabilir. Libya, Mısır, Tunus, Yemen gibi ülkelerde baş gösterecek ‘kaos’ İslâm Dünyası için yıkım demektir. Film uğursuz, ama fâilleri daha az uğursuz değil: “Çevirenlerin bile izleme fırsatı bulamadığı, sadece YouTube’da fragmanına ulaşılabilen filmden insanlar nasıl haberdar oldu?” sorusunun cevabını biliyorum artık. Morris Sadek adlı Mısırlı bir Kıpti aktivist Gamel Girgis adlı gazeteciyi arayıp birkaç kez uyarmış... Sonrası mâlum... Daha büyük oldu-bittilere hazırlıklı olalım.

Reşat Nuri Erol
18.09.2012
08:26

Emre Kongar ekongar@cumhuriyet.com.tr İslamcılık Geriliyor,

Yerini Muhafazakârlık mı Alıyor? Geçen gün, kişiliğine de, fikirlerine de saygı duyduğum, yorumlarını yararlanarak okuduğum bir yazar şöyle bir ifade kullandı: “İslamcılığın Türkiye’de gerilemesi, yerini muhafazakârlığın alması...” Sıradan dogmatik veya iktidar dalkavuğu bir yazar yazsa, “AKP iktidarının din eksenli politikalarını meşrulaştırmak istiyor” diyerek üzerinde pek durmayacağım bu ifade, değer verdiğim birinden gelince, konuyu biraz irdelemeye çalıştım. *** 16 Eylül 2012 Pazar günü Ahmet Hakan Müslümanlara yönelik o pespaye kışkırtma filmine Türkiye’de gösterilen tepkilerin neden kitlesel şiddete dönüşmediğini yorumlarken şöyle yazmıştı: “TÜRKİYE’DE DURUM NE? Mısır’da, Libya’da, Yemen’de, Sudan’da ortaya çıkan tepkilerin Türkiye’de neden ortaya çıkmadığı sorusu sıkça soruluyor. Benim bu soruya verebildiğim cevaplar şunlar: - Filme Başbakan düzeyinde gösterilen tepki. Bakınız: Başbakan Erdoğan’ın ‘Hazreti Peygamber’e hakaret fikir özgürlüğüne girmez’ açıklaması... - Bakanların filme yönelik en sert ifadelerle gösterdiği tepki... Bunlar tabanın gazını almaya yarıyor. - ABD elçisinin öldürülmesine Türkiye’yi yönetenlerin sert tepki göstermeleri... Muhafazakâr taban etkileniyor bu tür tepkilerden... - İslam dünyasında ortaya çıkan ölçüsüz tepkilerin ülkede sert eleştirilere uğraması... - Ve hepsinden önemlisi: İslamcılığın Türkiye’de gerilemesi, yerini muhafazakârlığın alması...” *** Düşüncelerini her zamanki tevazuu ile “Benim bu soruya verebildiğim cevaplar şunlar” diyerek son derece alçakgönüllü bir biçimde sıralamış Ahmet Hakan. Ben olsam, aklımın erdiği kadar, bunlara bir de “AKP iktidarının dinci, dindar, muhafazakâr, dinci-dindar-muhafazakâr, muhafazakâr-demokrat kesimler üzerindeki denetimini” de eklerdim; bu denetim bazı konularda sınırlı da kalsa, böyle bir uluslararası sorunda oldukça etkili herhalde. Ama benim bu yazıda üzerinde durmak istediğim asıl konu bu değil. Asıl irdelemek istediğim konu, başta da söylediğim gibi, “Acaba Türkiye’de gerçekten İslamcılık geriliyor ve yerini muhafazakârlık mı alıyor?” *** Eski deyimle “muhafazakârlık” yeni Türkçe karşılığı ile “tutuculuk”, eskiye, geleneklere, göreneklere, alışkanlıklara bağlı olmak demek. Siyasal anlamda, din ve milliyetçilik çizgisindeki “sağ yelpazenin” büyük bir kısmını kapsar. Toplumsal ve kültürel anlamda da kökleri, önce dini değerlere, sonra da milli değerlere bağlılığı ifade eder. Zaten toplumsal örf ve âdetlerimizin, gelenek ve göreneklerimizin kökeni din değil midir! *** Son yapılan araştırmalar, toplumdaki muhafazakârlık eğilimlerinin, özellikle AKP’nin on yıllık iktidarı döneminde arttığını gösteriyor. Bu araştırmalardaki muhafazakârlık sorularına bakıldığında ise dini inanç ve âdetlere, yani İslam dinine dayalı ölçüm kriterleri öne çıkıyor. Bu durum hiç de şaşırtıcı değil: Muhafazakârlığı bir toplumda nasıl ölçeceksiniz ki? Her toplumda ama özellikle Türkiye gibi bir din-tarım imparatorluğundan demokratik ve laik bir hukuk devletine devrimle geçmiş bir ülkede, elbette dini değerler üzerinden. Gerek birey, gerekse toplum olarak insan davranışlarının “muhafazakârlaşması” neyi gösterir? Dini değerlerin yükselişini değil mi? Bu açıdan dincilik, yani İslamcılık ile muhafazakârlık açısından, bunların birbirini dışlayan, birbirinden çok farklı, birbirinin yerine geçebilecek kavramlar gibi kullanılmalarının biraz yanıltıcı olabileceğini sanıyorum. Olsa olsa siyasal jargon, yani siyasetin özel dili açısından, din temelinde gelişmekte olan süreçlere, mevcut toplumsal ve siyasal olaylara farklı bir isim vermekten ibaret kalacağından kuşku duyarım. Belki de Ahmet Hakan “İslamcılık” derken “dinciliği”, “muhafazakârlık” derken de “dindarlığı” kastediyor. Aslında Türkiye’de kendini “muhafazakâr” olarak tanımlayan, ama dini kendilerine göre algıladıkları ve İslamı kendi bildikleri gibi yaşadıkları için, İslamcılar tarafından “iyi Müslüman” kabul edilmeyen bir kesimin olduğu muhakkak. Ama bu ayrım bile, toplumsal açıdan önemli olsa da, dinin siyasette kullanılması ve sonuçları açısından, çok büyük bir fark yaratmaz galiba. 18 Eylül 2012 - Cumhuriyet

Reşat Nuri Erol
18.09.2012
08:29

MEDYAİRONİK 18.09.2012 Alper Görmüş Başbakan’ın sır kitabının muhtemel ‘flaş’ı... Başbakan Tayyip Erdoğan Kiev’de gazetecilerle sohbet ederken şöyle dedi: “Biz Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetiyoruz. Şu anda söyleyebileceklerim var, söyleyemeyeceklerim var. Her şeyi, her zaman, her yerde söyleyemeyiz. Ama Allah izin verirse biz bunları ileride kaleme alacağız. (...) Arapların bir sözü vardır. Sırrı şöyle tarif ederler: ‘İki dudağın arasından çıktı mı esiri olursun.’ Bizim de bazı sırlarımız var. Fatih, ‘Sakalım bilse sakalımı keserim’ demişti.” Erdoğan, bu cümleleri bilhassa 2003’teki “Balyoz”u hatırlatarak sarf edince, bir gazeteci “Yani Balyoz’da kamuoyunun bildiğinden daha karanlık tablolar mı var” diye sormuş. Erdoğan bu soruya da “var tabii canım” karşılığını vermiş. Bu darbe işleri ne kadar tuhaf... Ona bulaşan, tanıklık eden gazetecilerle ona maruz kalan siyasetçileri aynı noktada buluşturuyor: “Şimdilik anlatmayacağım, ileride kitabını yazacağım.” Başbakan’ın sözleri bana tabii ki, başımıza örülmekte olan çoraplara tanıklık ettiği hâlde bunları neden haberleştirmediği sorusunu “çünkü kitabını yazacaktım, not alıyordum” diye cevaplayan Mustafa Balbay’ı hatırlattı. İkisinin de hakkı yok! Oysa ne Balbay’ın var böyle bir hakkı, ne de Başbakan Erdoğan’ın... Çünkü yazmadıkları ya da açıklamadıkları, sadece şahıslarını ilgilendiren şeyler değil (öyle olsa, bildiklerini kendileriyle birlikte öbür dünyaya götürme hakları da var). Böyle bir hakları yok, çünkü yazmadıkları ya da açıklamadıkları, doğrudan doğruya bizlerin hayatlarıyla ilgili şeyler, yani kamusal... “Şimdilik anlatmayacağım, ileride kitabını yazacağım”ı böyle dünyanın en normal şeyiymiş gibi iki dudağının arasından fırlatıveren kişilerin, kamuoyu sorumluluğu en yüksek iki görev alanından çıkması bu ülkeye dair çok şey söylüyor ama, o ayrı fasıl... Şu da var: Başbakan, görülmekte olan bir davayla ilgili kamuoyunun ve yargının bilmediği fakat kendisinin bildiği bir şeylerin varlığından söz ediyor. Ülkenin başbakanı da olsa, Erdoğan, bildiklerinin özelliği nedeniyle bildiklerini kendisine saklayamaz. Bu açıklama en çok, davanın görüldüğü mahkeme heyetini ilgilendiriyor. Heyet, Erdoğan’ı tanık olarak mahkemeye davet etmeli! “Artık Esiri Olsam Da Olur” Şimdi gelelim, başlıkta sözünü ettiğim noktaya... Evet, ben, Başbakan’ın ileride yazacağı kitabın 2003 bölümünün “flaş”ını tahmin edebiliyorum... Yazının bundan sonrasında Başbakan’ın yıllar sonra yazacağını iddia ettiğim satırları onun kaleminden çıkmış gibi aktaracağım, cuma günkü yazımda da bu muhayyel mektubu hangi somut gerçeklere dayandırdığımı anlatacağım. Lütfen yazının bundan sonrası için bugünde olduğumuzu unutun; 2027’teyiz... Gazeteler, 14 yıl başbakanlık (üç dönem), 10 yıl da cumhurbaşkanlığı (iki dönem) yaptıktan sonra emekliye ayrılan Erdoğan’ın “Artık Esiri Olsam Da Olur” adlı anılar kitabının bir milyon adet basılan birinci baskısının üç gün içinde tükendiğini, yayınevinin ikinci baskıya geçtiğini haber vermektedirler. Yazının devamını okumak için tıklayın.

Reşat Nuri Erol
18.09.2012
08:42

ABDÜLKADİR SELVİ

Yeni Şafak

Başbakan'ın üç vazgeçilmezi Sırat köprüsünden geçiyor Türkiye adeta... Bu süreçte Başbakan Erdoğan'ın zihin haritasında nelerin yer aldığını okuyabilmek önemli. Azerbaycan'dan başlayıp, Ukrayna ve Bosna Hersek'le devam eden 5 günlük gezimiz sırasında en çok buna dikkat etmeye çalıştım. 30 Eylül kongresinde nasıl bir kadro ortaya çıkaracak bunu ölçmeye, vereceği mesajların ipuçlarına ulaşmaya gayret ettim. 1-Başbakan, kongreyi kafasında yapmış. 3 dönem şartı gibi kritik bir kararın uygulanacağı, Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu'nun nerede değerlendirileceği, partiyi Cumhurbaşkanlığı seçimi başta olmak üzere yerel ve genel seçimlere taşıyacak kadronun nasıl belirleneceği ve kongre konuşmasında nasıl bir gelecek vizyonunun ortaya konulacağı gibi, çetin soruların bulunduğu bir aşamada Başbakan'ı çok rahat gördüm. Biz kongreyi merak ederken, o kongre sonrasını dizayn etmekle meşguldü. Kongre için tartışma 3 dönem ve yeni kadrolar üzerine yoğunlaşıyor ama Başbakan'ın önceliği mesajları olacak. Üzerinde çalışılan bir metin var. Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik'le sohbetimizden ham metin üzerinde Başbakan'la birkaç kez çalıştıkları izlenimi edindim. Ömer Çelik, 'Manifesto gibi bir konuşma olacak' dedi. Konuşmaya neden bu denli anlam yükleniyor? Cevabını yine Ömer Çelik'ten aldım. '11 yılımızı tamamladık. 11 yıl önce yola çıktığımızda ne söylediysek, hatta daha fazlasıyla gerçekleştirdik. Türkiye bir yere geldi. Türkiye 11 yıl önce bizim devraldığımız Türkiye değil. Ama dünya da aynı dünya değil. Sayın Başbakan'ın kongrede yapacağı konuşma da gelecek 11 yılın ipuçlarını bulacaksınız. Gelecek vizyonumuzu paylaşacağız' Başbakan bu kez, Erdoğan sonrası AK Parti'nin yörüngesini tayin edecek bir 'manifesto' açıklayacak. 2-Peygamberimize hakaret eden pespaye filmle birlikte başlayan gösteriler Başbakan'ı ciddi olarak düşündürüyor. Erdoğan, bunu bir film olarak değil, İslam dünyasına karşı bilinçli olarak hazırlanmış bir tuzak olarak görüyor. İslam alemini bu tuzağa düşmemesi için uyarırken, batı dünyasının da yapması gerekenler olduğuna inanıyor. Erdoğan, Gazze'nin sokaklarından Libya'nın meydanlarına, İslam coğrafyasında her Müslüman'ın kalbinde karşılığı olan bir lider. Bu tür vurdu, kırdılı, adam öldürmeye kadar varan eylemlerle İslam dünyasının haklı tepkisinde, haksız konuma düştüğü kanaatinde. Böylece bu filmle kurulan tuzağa düşülmesi tehlikesine karşı, ümmeti uyarmaya çalışıyor. Ama aynı zamanda İslam'ın güçlü bir sesi olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu olmak üzere tüm uluslararası zeminlere bu tepkiyi taşıyacak. 24 Eylül'de BM Genel Kurulu'nda yapacağı konuşmanın özü bu olacak. BM'de bu konuda hangi mesajları vereceğini sorduğumuzda, 'Oraya kalsın' dedi. Açıklamak istemedi. Ama nefret suçuna karşı uluslararası hukukta bir düzenleme yapılmasını gündeme getireceğini söyledi. 'Antisemitizmi insanlık suçu olarak ilan eden yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkenin Başbakanı olarak konuşacağım' dedikten sonra batının İslamifobia'yı hala suç saymadığına da işaret etme gereği duydu. Başbakan, filmin içinde başka filmler olduğunu düşünüyor. Örneğin Arap uyanışı olarak başlayıp, demokrasiye dönüşen halk hareketlerini çığırından çıkarma gibi. Olayın bir Başkan Obama'yı ilgilendiren boyutu var. Öncelikle Başbakan'ın Yalta'da yaptığı uyarının üzerine, Beyaz Saray sözcüsünün, 'Obama rica etti' şeklindeki açıklaması çok büyük bir rahatsızlık meydana getirdi. Ayrıca, bu olayların ABD seçimleriyle ilgili olduğu düşünülüyor. Obama'nın ayağının altına karpuz kabuğu konuldu denilebilir. 3-Suriye konusu Başbakan Erdoğan'ın kafasını en fazla meşgul eden olayların başında geliyor. Mısır ve Libya'da birbiriyle yarış halinde olan batı dünyasının Suriye'deki isteksizliği Başbakan'ı hayal kırıklığına uğratmış. Ancak Türkiye'nin doğru yerde durduğundan en küçük bir kuşkusu yok. BM Güvenlik Konseyi'nden çıkacak bir kararı A planı olarak gördüğünü, ancak başarısız olduğunu söylüyor. Mursi'nin teklifiyle başlayan dörtlü mekanizmayı ise önemsiyor. 4-Terörle mücadele konusu ise yurtdışında bir yanda temaslarda bulunurken, diğer yandan da her ayrıntısını takip ettiği bir mücadele. Başbakan'ın üç vazgeçilmezi var. 1-Necdet Özel Paşa. Genelkurmay Başkanı'na söz söyletmiyor, Başbakan. Adeta ona göğsünü siper etmiş vaziyette. 2-Ekonomi. Suriye konusunun dahi ekonomiye zarar vermemesi için Rusya ve İran'la olan ilişkileri ayrı bir zeminde götürmeye azami özen gösteriyor. 3-Kemal Kılıçdaroğlu. Ne sorarsanız sorun, Başbakan bir fırsatını bulup Kemal Bey'e çakıyor. Eli de biraz ağır...

Reşat Nuri Erol
18.09.2012
10:25

Sesten 6 kat daha hızlı bu araç bomba yağdıracak! Amerikan Ordusu sesten 6 kat hızlı uçabilen hava araçları geliştiriyor. Bu sayede en uzak noktaya bile en fazla 2 saatte bomba yağdırılabilecek 18.09.2012 10:56 Amerikan Ordusu sesten 6 kat hızlı uçabilen hava araçları geliştiriyor. ABD'deki herhangi bir üsten havalanacak hipersonik jetlerle dünyanın herhangi bir noktasındaki hedefin iki saat içinde vurulabilmesi hedefleniyor. Alman uzay ve havacılık uzmanı Dirk Lorenzen, Amerika Birleşik Devletleri'nde geliştirilen hipersonik jetin sesten 6 kat ve daha hızlı uçabilmesinin hedeflendiğini belirtiyor. Sözkonusu hedefe mevcut uçaklarda kullanılan motorlarla ulaşmanın mümkün olmadığına işaret eden Lorenzen, "Daha uzun vadeli kullanıma açık sistemler üzerinde duruluyor. Bir uçak gibi havalandıktan sonra yüksek hıza kısa süre içinde ulaşan, daha sonra da yine bir uçak gibi yere inen bir aracın geliştirilmesi amaçlanıyor" diyor. Uçak ve roketin özellikleri birleşiyor Deutschlandradio'nun konuyla ilgili sorularını yanıtlayan uzay ve havacılık uzmanı Dirk Lorenzen, şöyle devam ediyor: "Bu hızı şimdilik yalnızca roketler sağlayabiliyor. Roketse hem pahalı hem de uçak gibi yumuşak iniş yapamıyor. Tek kullanımdan sonra atmak zorunda kalıyorsunuz. İşte, sesten 6 kat hızlı hava aracı projesinde, uçağın bakım kolaylığıyla roketin hızı biraraya getirilmek isteniyor. Ama bu, muazzam zorlukta bir görev. Daireyi kare haline getirmek kadar zor." Sesten 6 kat daha hızlı uçak fikrinin uzun süredir gündemde olduğuna dikkat çeken Dirk Lorenzen, şunları söylüyor: "Bu hayalleri ilk ortaya atanlardan biri Avusturyalı havacılık uzmanı Eugen Sänger oldu. Sänger, 20'nci yüzyılın 20'li yıllarında, bir uçak gibi havalandıktan sonra uzaya kadar yükselen, daha sonra yeryüzüne geri dönen hava aracını formüle etti. Konsept düzeyinde kalmasına, teknik zorlukları aşamamasına rağmen böyle bir aracın önündeki engelleri saptadı. Eugen Sänger, Avrupa'da unutuldu, ama Amerikan askeri çevreleri proje üzerinde durmaya devam ediyorlar. Doğuda ve Batıda projeyi şimdiye kadar birçok kişi hayata geçirmeye çalıştı. Ama nafile!" Sivil ve askeri havacılığı nasıl etkileyecek? Amerikan Ordusu bünyesinde geliştirilen hipersonik jete kısaca "X-51A Waverider" adı veriliyor. Waverider'in 16 Ağustos 2012 tarihinde yaptığı son test uçuşu başarısız oldu. Uzman Lorenzen, hava aracının insanı fiziki açıdan zorlamayacağını belirtiyor: "Prensipte insan bünyesinin bu kadar yüksek hıza dayanması mümkün. Astronotlar da Uluslararası Uzay İstasyonu'na daha yüksek hıza sahip roketlerle transfer ediliyorlar. Tabi bunun için basınca dayanıklı kabin vesaire gibi teknik özellikleri ayarlamak gerek. Aracın sivil havacılıkta çok zengin yolcuları, misâl, Frankfurt'tan Sydney'e iki saatte transfer etmesi bekleniyor. Askeri alanda da bir bombardıman uçağının havalandıktan iki saat sonra dünyanın herhangi bir noktasına ulaşabilmesini öngörüyor. Elbette bu, stratejik açıdan muazzam bir avantaj olurdu." Hipersonik jetin hava ulaşımında önemli bir dönüm noktası meydana getirmesi bekleniyor: "Uçak yolculuğu da bundan 30-40 yıl önce bir lükstü. Dolayısıyla sesten 6 kat daha hızlı hava aracı başarılı olduğunda, belki ilk başlarda olmasa bile, maliyetler düşürüldükten sonra hava ulaşımının tarihini değiştirecektir. 50 yıl sonra hava ulaşımının nasıl bir çehre kazanacağını kimse bilemez. Kesin olan, hâlâ çok daha fazla yatırım ve çalışma gerektiği…" Kaynak: Deutsche Welle Türkçe

Reşat Nuri Erol
19.09.2012
04:17

Osman CAN Yapısal değişim Yeni Türkiye’nin anahtarı ocan@stargazete.com

Türkiye’de devletin yapısı 1924’ten bugüne kadar değişmedi. Yerel yönetimler, parlamento-devlet kurumları ilişkisi ile askeri ve yargısal bürokrasinin demokratik denetimi tercihleri 1961’de ve 1982’de de aynı. Bu nedenle sistemin yapısal dönüşümü can yakıcı bir öncelik. Evet, Kongreye doğru giden AK Parti’nin ekonomi karnesi çok iyi. Hukuk ve siyasal alana ilişkin karnesi de genelde olumlu olmakla birlikte, dikkat çekmek istediğim çok daha temel bir sorun var. O da sistem değişimini hedeflemeyen hukuki değişikliklere odaklanmasıdır. Yaşanan birkaç yapısal değişimin somut bir siyasal vizyonun uygulaması olmaktan çok konjonktürel ihtiyaçlardan kaynaklandığı aşikâr. Bu nedenle yapısal değişikliklerle ilgili olmayan 2002-2005 dönemi faaliyetlerinin “reformlar dönemi” olarak yüceltilse de temel bir yanlışa işaret ediyor. Bunu izah ederken, önce Almanya’dan örnek vererek başlayalım. ‘Makyajlı Cuhmuriyet’in ilanı Almanya 1918 Kasım’ında gerçekleşen bir devrimle monarşiden demokrasiye geçti. İmparator Hollanda’ya kaçtı. Sosyal Demokrat P. Scheidemann Parlamento balkonundan Cumhuriyet ilan etti. Siyasi temsilciler Goethe ve Schiller’e ev sahipliği yapmış Weimar kentinde Ulusal Tiyatro’da toplanarak yeni bir Anayasa yaptılar. Ülkenin içinde bulunduğu kaotik dönem ve bir komünist devrim riski, Anayasa yapımında siyasetçileri yapısal dönüşümden alıkoydular. Zira şimdi devlet yapısını ve anayasal sistemi değiştirirlerse, elde komünistlerle ve sair darbecilerle mücadele edecek kurumlar, ordu, polis ve özellikle yargı kalmayacaktı. Oysa işleyebilir bir devlet aygıtına ihtiyaçları vardı. Ayrıca içinde yetiştikleri siyasal kültürün militarist ve milliyetçi dilinin çok da dışında olmadıklarından, pek çoğu için yapısal değişime de ihtiyaç yoktu. İşte bu gerekçelerle Polis teşkilatının parlamentonun denetimine alınması dışında, Anayasal sistem demokratikleştirilmedi, devlet kurumları demokratik denetime tabi tutulmadı. Başta R. Lüksemburg olmak üzere anayasa yapımı sırasında pek çok siyasetçi ve düşünürün uyarısı göz ardı edildi. Ne kurumsal yapı değişti, ne de eski rejim ekibi tasfiye edildi. Eski rejimin yargısı, ordusu, bürokrasisi, “demokrasi” döneminde varlığını ve etkinliğini devam ettirdi. Merkez ile yerel arasındaki ilişki değişmedi. Şunu desek yanlış olmayacak: Demokrasinin gelmesi denilen hadise, mevcut devlet yapısına yasa yapma yetkisi tanınmış bir parlamentonun eklenmesinden başka bir şey değildi. İmparatorun yerini aynı yetkilere sahip “seçimle gelmiş bir Cumhurbaşkanı”nın alması makyajdan öte bir anlama sahip değildi. Anlamı olsaydı, Türkiye’de bir anlamı olurdu. Kısaca cumhuriyetin ilanı Almanya’da demokratik düzeni tesis etmedi. Ne oldu? Ordu, Cumhurbaşkanı’nın darbeyi bastırma emrini “asker askere kurşun sıkmaz!” diyerek geri çekti. Hükümetin bilgisi dışında Kızıl Ordu’yla dahi ilişkiler kurabildi. Parlamentoya yönelik saldırı ve baskılar karşısında “tarafsız” kaldı. Bürokrasi, uygulamalarıyla önce 1919 sonrasında nispeten egemen olan liberal ortamı peyderpey boğarak, demokratik kamuoyunu çalışamaz hale getirdi. Yargı sağda ve solda liberal değerlere sahip olanları kriminalize etti, parlamentoya meydan okuyarak yapısal reformların geri çekilmesini sağladı. Nasyonal sosyalistlerin işbaşına gelmesini kolaylaştırdı. Düşünün ki yargı bürokrasisinin tepesindeki kişiler ve yargı teşkilatı, Nasyonal sosyalistlerin iktidara gelmesinden sonra dahi yerlerinde kaldılar. Kısaca, demokratik siyasal aktörler demokrasiyi yapısal dönüşümü yapmaktan kaçınmak suretiyle altın tepside devlet aygıtına, yani bürokrasiye teslim etti. Demokrasiyi yutan rejim 1924-1929 arasındaki ekonomik kalkınma mucizesinin ve yapısal olmayan pek çok reformun bu kaderi değiştirememiş olduğunun da altını defalarca çizmekte yarar vardır. Kısacası Nasyonal sosyalistlerin iktidara gelmesi, anayasal düzeni demokratikleştirememiş siyaset kurumunun, anayasal düzen tarafından yeniden ele geçirilmesi hamlesinden başka bir şey değil! Rejim nasyonal sosyalistlerce ele geçirilmedi, rejim demokratik siyaseti ele geçirdi. 1945 sonrası Almanya’sını bugün Avrupa’nın ileri demokrasilerinden ve hukuk devleti sistemlerinden biri haline getiren deneyim buydu ve 1945 sonrasında gerçekleştirdikleri yapısal reformlardı. Başta ordu ve yargı olmak üzere devlet teşkilatı yapısal değişime uğratıldığı gibi, istisnasız tüm kurum ve kuruluşlar demokratik siyasetin denetimine tabi tutuldular. Demokratik siyaset yalnızca parlamento genel kurulunda başlayıp biten bir müzakerecilik olmaktan çıkarılıp, devletin tüm sistemini et- kileyen ve muhalefetin de inşaya katılabildiği bir imkâna dönüştürüldü. Eyalet sistemi yeni baştan tanzim edildi. Yapısal olmayan reformlar dizisi Türkiye’ye de bakalım. 1908’de Meşrutiyet ilan edildi. 1909 ile siyasal sistemin tepesinde bir değişikliğe gidilerek meşruti monarşi kurumsallaştırıldı. Parlamento’nun yetkileri arttırıldı. Ancak devlet aygıtı modernleştirilmekle birlikte “demokratikleştirilmesi” gibi bir ihtiyaç baskın gelmediğinden, 1913 İttihatçı darbeyle birlikte parlamentonun yetkileri yeniden daraltıldı, partiler kapatıldı. Türkiye bir bürokratik diktatörlüğe teslim edildi. 1919 ile başlayan kurtuluş ve milli hâkimiyet mücadelesi 1921 Anayasasıyla taçlanırken, bu anayasanın öngördüğü teşkilatın kurulması, düzenli ordunun kurulması ve bürokrasinin Ankara’ya egemen olmasıyla birlikte akamete uğradı. 1924 Anayasası, 1921 tercihlerinin tersine 1913 ruhunu esas alarak bürokratik devleti Ankara’da tesis etti. Yerel yönetimlerin özerkliği ortadan kaldırıldı. Parlamento bürokrasinin halk adına yasama yetkisini kullandığı bir mekâna dönüştürüldü. Almanya’da Bismarck döneminde tesis edilmiş Bürokratik devlet aparatı, 1924 ile birlikte Ankara’da inşa edildi. 1945 sonrası devlet aygıtı, sistemde hiçbir değişime gitmeden birden fazla partinin kurulmasına onay verdi. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti yapısal olmayan reformlarla yetindi ve sistemi demokratikleştirme gayretine girmedi. Sistem 1960’ta yeniden iktidarı ele geçirdi ve bugüne kadar iktidarını devam ettirdi. Türkiye’de devletin yapısı 1924’ten bugüne kadar değişmedi. 1924’ün yerel yönetimler, parlamento-devlet kurumları ilişkisi ile askeri ve yargısal bürokrasinin demokratik denetimi tercihleri 1961’de ve 1982’de de aynı. Üstelik bu tercihler, siyaset kurumunun ulusal, bölgesel ve küresel politikasının hem belirlenmesini, hem de hayata geçirilmesini doğrudan etkilemektedir. Yani hayati tercihlerdir. Dolayısıyla Türkiye’de sistemin yapısal dönüşümü can yakıcı bir önceliktir. Weimar’ın akıbeti, 27 Mayıs’a bakılırsa, o kadar da bizden uzak değil. 30 Ekim Kongresi ve sonrasında ortaya çıkacak İrade’nin bu tarihi derse iyi çalışması gerekiyor. Haftaya devam edeceğim.

Reşat Nuri Erol
19.09.2012
04:36

"FAKİR YÜZDE 47 HİÇ UMURUMDA DEĞİL" Cumhuriyetçi aday Mitt Romney’nin ‘kendini mağdur gören yüzde 47 mutlaka Obama’ya verecek, onlar için endişelenmek benim işim değil’ dediğinin internete sızan bir ses kaydıyla ortaya çıkması ülkenin gündemine oturdu DIŞ HABERLER SERVİSİ Son iki yıla ait vergi beyannamelerini kamuoyuna açıklamayı reddeden, 250 milyon dolarlık kişisel servete sahip olduğu tahmin edilen Cumhuriyetçi başkan adayı Mitt Romney; ekonomik krizle sarsılan Amerikan orta ve alt sınıflarına hitap etme sorunlarına bir yenisini ekledi. Romney’nin adaylığının fiilen kesinleşmesinden sonra 17 Mayıs’ta, Florida eyaletinde Sun Capital Partners yatırım danışmanlığı firmasının sahibi Marc Leder’in evindeki bağış toplama gecesinde yaptığı konuşmanın internete sızmasıyla Cumhuriyetçi adayın seçim kampanyası büyük bir darbe aldı. Romney’nin, ‘kendilerini mağdur olarak tanımlayan, hükümetin onlarla ilgilenme sorumluluğu olduğuna inanan yüzde 47 oranındaki Amerikalının ne olursa olsun Obama’ya oy vereceğini ve bu nedenle kendi görevinin, bu insanlar için endişelenmek olmadığını’ söylediği ses kaydı Mother Jones sitesi tarafından yayınlandı. ‘Sorumluluk almıyorlar’ Suçlayıcı bir tonda Amerikan halkının yüzde 47’sinin ‘yiyeceğe, barınağa, sağlık hizmetlerine hakları olduğuna inandığını’ öne süren Romney, söz konusu kitlenin gelir vergisi ödemediğini söyledi. Çok zengin olduğu için geçim sıkıntısı çeken Amerikalıların halinden anlayamayacağı sıklıkla dile getirilen Romney “Onları, kendi kendilerinin bakımlarını üstlenmeleri ve kişisel sorumluluk almaları noktasında hiçbir zaman ikna edemeyeceğim” ifadelerini kullandı. ‘Nazikçe ifade edemedim’ Videonun internette hızla yayılmasının ardından basın toplantısı düzenleyen Romney, “Şöyle söylememe izin verin, bunlar nazikçe ifade edilmemiş sözler. Bir soruya yanıt olarak düşünmeden konuşuyordum. Öylesine bir ortamda yaptığımdan daha etkili ve açık şekilde bunu ifade edebilirdim. Elbette tüm Amerikalılara yardım etmek istiyorum. Tüm Amerikalıların önünde parlak ve zengin bir gelecek var” diyerek tepkileri dindirmeye çalıştı. Fakat tekrar seçilmeyi hedefleyen ve vaatlerini ekonomi üzerine yoğunlaştıran Demokrat Başkan Barack Obama’nın kampanyası fırsatı kaçırmadı. Obama’nın seçim kampanyasını yöneten Jim Messina “Küçümseyici bir tarzda ülkenin yarısının üstünü çizdiğinizde, tüm Amerikalıların başkanı olarak görev yapmanız zordur” ifadesiyle Romney’yi kınadı.

Reşat Nuri Erol
19.09.2012
08:47

Cemil ERTEM Batı’nın alacakaranlık kuşağı certem@stargazete.com

Morgan Stanley’in baş ekonomisti Joachim Fels, küresel bir resesyon için bütün şartların hazır olduğunu belirterek, durumun resesyon ve belirsizliklerle örülü genişleme seçeneği arasına sıkıştığını söyledi. Sanıyorum TCMB’da dün, bu küresel resesyon tehlikesini gördüğünü, faiz koridorunu daraltarak, bir parça anlattı. Morgan Stanley, bu durumu ‘alacakaranlık’ kuşağı olarak niteliyor. Gerçekten öyle; karşınıza neyin çıkacağını bilmediğiniz bir ormanda yol almak gibi. Böyle olunca duruma biraz yukarıdan bakmak şart oluyor. Bu olmazsa attığınız her adım sizin için bir bubi tuzağı olabilir. Unutmayalım; Vietnam Savaşı’nda Vietkong güçlerine moral üstünlük sağlayan en önemli araç bubi tuzakları idi. Karşınızdaki gücün ne yapacağını bilmeden, alacakaranlık bir ormanda yürümek kahredici bir durumdur. Bakın çok benziyor; iki hafta önce Avrupa Merkez Bankası bir varlık alım programı açıkladı; bunun birinci amacı, Almanya ile İspanya, İtalya gibi ekonomiler arasında borçlanma farkını kapatmak ve daha makul istikrarlı bir borç çevirme süreci oluşturmaktı. Ama geçen hafta Amerikan Merkez Bankası (Fed) yeni varlık alım programı açıklayınca, İspanya ve İtalya tahvillerinin faizleri yine yükseldi. Çünkü Fed’in talebi sonucu yüzüne bakılmayan varlıklar, sorunlu ülke tahvillerinden daha tercih edilir hale geldi. Amerika, Avrupa’yı önce köşeye sıkıştırmayı sonra da ‘kurtarmayı’ sever. Bunu defalarca yapmıştır, yine yapacak. ABD, 1995’te Bush’u iktidara taşıyan hamlenin tam tersini yapıyor, yani doları aşağıya çekiyor ve faizleri ısrarla aşağıda tutarak, hem açıklarını kapatacak bir yola giriyor hem de orta sınıfın güvenini toparlamaya çalışıyor. Gereksiz değerli bir Euro ve sıkışan güney Avrupa ülkeleri artık Almanya’yı da vurmaya başladı. Merkel yeniden seçilse bile kolu kanadı kırılarak seçilecek. Bu Avrupa bitiyor. ABD, daha kolay şekillendireceği bir Avrupa için, yeni Obama iktidarı ile birlikte düğmeye basacak. Burada Balkan coğrafyası, doğu Avrupa öne çıkmaya aday. Çünkü buralarda göreli genç bir nüfus ve gelişmeye açık hatta ‘aç’ iktidarlar var. Şunu söyleyebiliriz, 1978-1995 arası başlayan ve 21.yüzyılın başında hızlanarak, 3. Endüstri devrimini doğuya taşıyan Asya büyümesi, şimdi Türkiye üzerinden hem doğu Avrupa’ya hem de Ortadoğu ve Afrika coğrafyalarına taşınacak. Burada hemen Angus Maddison’un ‘Contours of the World Economy;1-2030’kitabına başvuralım. Maddison, burada 1820’den 2030’a kadar olan süreci doğu-batı büyüme oranlarını vererek ve karşılaştırarak anlatır. Maddison, kapitalizmin 1952-1978 arasındaki kişi başı gelir artışının, 1700-1820 dönemindeki artışın 28 katı, 1820-1952 arasındaki artışın da üç katı olduğunu söyler. ABD’nin başını çektiği, bir inşa dönemidir bu. Sovyetlerle olan yarış ve silahlanma küresel toplam faktör verimliğini yukarı çekmiş ve bu da batının, kriz öncesi, son ‘altın’ çağı olmuştur. 1978 yılı ilginçtir. Çünkü Çin’de Deng iktidara gelmiş ve bugüne taşınan, Çin merkezli Asya kalkınmasını başlatmıştır. Ama bu, 1973’de kriz ve Vietnam yenilgisiyle somutlanan batının geriye gitmeye başlamasının da tarihidir. 1978-95 arası, Asya sömürgecilik tahribatlarını giderir ve kalkınma paradigmasını yakalar. ABD’de Bush iktidarları son militarist çırpınışlardır. Maddison’un bu başyapıtı, Avrupa merkezli batının, yerini 2030’da kesin olarak doğuya bırakacağını söyler bize. Savaş olasılığı Tam burada Tan Oral’ın ‘Balık Eğrisi’ tezine gelmek istiyorum. ( 18.9.2012-Taraf) Tezine diyorum çünkü Oral’ın hem çizdiği grafik ve buradan hareketle vardığı sonuçlar bana göre tezdir. Oral, başta, doğunun değer birikimi ( kültürel, teknolojik birikim, büyüme hızı, askeri güç, nüfus ve coğrafi büyüklük) batının önünde olduğunu ancak batının keşifler, sömürgecik gibi faktörlerle hızla doğuya yetiştiğini söylüyor. Bu yetişme noktasında bir çatışma (savaş) var. Bu, bana göre, aslında bir nokta değil bir süreç. Batı, doğuya yetişirken talan ederek egemenliğini ilan ediyor. Yağma, talan ve savaşlar süreci... Şekilde balığın burnu ise bugünleri ve Maddison’un 2030’a giden sürecini anlatıyor. Doğu’nun batıya yetiştiği yerde de savaşlar var. Oral, barış halinin bu iki çizginin paralel bir yol izlemesi durumunda olabileceğini söylüyor. Bu mümkün mü; şimdilik pek değil gibi gözüküyor, çarpışma başladı bile. Ancak, tıpkı soğuk savaş dönemindeki gibi, nükleer ve kitle imha silahlarının hızla yayılması uğursuz bir denge hali oluşturabilir ve bu süreci yalnız bölgesel mevzi savaşlarla atlatabiliriz.

Reşat Nuri Erol
19.09.2012
08:55

Yiğit BULUT TÜSİAD ve geçmişteki versiyonlarına! yigitbulut@stargazete.com

Her konuda fikir beyan eden TÜSİAD ve geçmişte özellikle yabancıları ile işbirliği yaparak bu ülkenin varlıklarını “transfer eden” ilk versiyonlarına soruyorum; SİZ aşağıdaki sahnelerde neredesiniz? 1- Ekim 1875: Sadrazam Mahmud Nedim Paşa, Osmanlı’nın kurtuluş yolunda en önemli adımı olan ‘faizde tenzilat’ kararını açıkladı. Yabancıların tuzağına düşmüş Osmanlı Devleti faiz borçlarının beş yıl süreyle ancak yarısını ödeyeceğini ve ödeyemediği kısım için yüzde 5 faizli tahviller vereceğini açıkladı. O yıl bütçe toplamı 25 milyon, iç ve dış faiz ödemesi 30 milyon liraydı... 2- Mart 1876: Osmanlı Devleti, borç ödemelerinin tamamını durdurduğunu açıkladı. “Ödemekle bitmeyen faiz-borç sarmalında” alınmış en doğru karardı... Yok edilme süreci Osmanlı sanayi yapısını tamamen çökerten 1838 Baltalimanı Anlaşması ile başlamıştı. 1838 yılında Reşid Paşa, ilk olarak Lord Stratford ve Avrupa’nın diğer devletleriyle serbest ticaret anlaşmasını imzalamış, Osmanlı, devletçi ekonomiyi rafa kaldırarak gümrük vergilerini İngiltere ile saptamayı kabul etmişti. Bu adım ile Osmanlı, ucuz mallar cenneti haline gelirken, üretmediğini tüketen bir toplum haline de gelmiş ve en verimli alanlar yabancı sermayenin eline geçmişti. 1814 yılında bir sterlin 23 kuruş iken, 1839’da 104 kuruş oldu. Avrupa devletleri, Osmanlı’ya “Hemen dış borçlanmaya gitmelisiniz” diyerek baskı yapmaya başladı. Bu arada dünya “petrol servetlerinin” hazırlığını yapmış ve Osmanlı süratle borçlandırılırken, petrol yatakları yabancılar tarafından paylaşılmaya başlanmıştı... 3- Mayıs 1876: Borç ödememe kararı ilk sonuçlarını vermeye başladı. “Başkaldıran boyunduruk altındaki Osmanlı”ya ilk isyan kışkırtmalar sonucu Balkanlar’da başladı. Bulgarlar ve Sırplar isyan etti. Aynı günlerde İstanbul’da medrese öğrencileri ayaklandı ve borç ödememe kararını alan Sadrazam Nedim Paşa azledildi. Ayaklanma Harbiye öğrencileri arasında da yayıldı, Dolmabahçe Sarayı sarılarak Sultan Abdülaziz tahttan indirildi... 1878-1881 Osmanlı Hazinesi Düyun-u Umumiye’ye teslim oldu... 4- 1950-1970: Emperyal güçler Türk ekonomisini hatta Kore Savaşı-NATO üyeliği çizgisinde Türkiye’yi “esir etme” planını harekete geçirdi. 1960 öncesi Rusya kartı ile bu oyuna karşı “hamle yapan” siyasi otorite, Sadrazam Nedim Paşa’nın kaderinden kurtulamadı! “İrtica” diye ayağa fırladık, emperyal güçlerin “kucağına düştük”! 5- 1978-1980: Türkiye’de halen de süren hâkim politikaların temeli, 1978’in Temmuz ayında, Dünya Bankası’nca hazırlanan raporla atıldı. Raporun imzalayıcıları Kemal Derviş ve Sherman Robinson idi. Hükümetler bu rapora uymayı kabullenmezken, 1980 darbesiyle uygulamaya konulan bu raporla, Türkiye’nin 1978’e kadar başarıyla süren kalkınmacı, bireysel ve küçük ölçekli sermaye birikimlerine dayalı yapısı, büyük ölçekli çokuluslu sermaye ilişkilerinin kontrolünde serbestleşmeyi savunan bir dinamiğe dönüştü. Ekonomide bu yanlış programın izlenmesiyle verilen yüksek faiz, sıcak para girişi gibi ödünler Türkiye’nin varlıklarının yurt dışına kaçmasına sebep oldu. 1977 yılında düşünülen kalkınma hamlesi böylece engellenmiş ve “Cumhuriyet ile yırtılan borç gömleği” yeniden Türkiye’ye giydirilmiş oldu... 6- 1980-2007: 1980’de yok denecek kadar az olan borç stokumuz, her yıl bütçenin yüzde 40-50’sini vermemize rağmen 300 milyar doların üzerine çıktı. Türkiye, 70 milyonu ile çalışıp 3-5 bin gerçek-tüzel (iç-dış) kişiye gelirinin yüzde 50’sini aktarır hale geldi. 2001 yılında borsa ve kurdaki hareket sonrası, Türkiye IMF tarafından atanan “1978 raporu yazarına” teslim edildi ve dünya üzerinde görülmemiş bir dolar faizini tefecilere aktarmaya başlarken, IMF’ye en borçlu üç ülkeden biri oldu... TÜSİAD ve çevresi 158 milyar doları kaşla göz arasında “yurtdışına çıkarıp” kendi şirketlerine kredi olarak geri verdiler! 7- 2007 sonrası: 2003-2005 arasında oynanan oyunlar, planlanan ama hayata geçmeyen darbeler ortaya döküldü ve ordumuzu kışkırtan iç-dış yerleşik odakların “siyasal-finansal dinamikleri” nasıl bu halk ve devlete karşı kullanmak istedikleri deşifre edildi. Finansal manipülasyonlar sona ererken siyasi manipülasyonlar da “Abiler” tarafından yapılamaz oldu! Sonuç: Her konuda fikir sahibi olan Ümit Hanım ve arkasında saklanan “ağalarına” soruyorum; yukarıdaki detayları, genel tabloyu ve bilinmeyenleri tartışmak istiyor musunuz? İstiyorsanız ve cesaretiniz varsa, bildiğim her “virgülü” kamuoyu önünde sizlerle tartışmaya hazırım! Var mı cesaretiniz? HAYDİ!

Reşat Nuri Erol
19.09.2012
10:11

İbrahim KAHVECİ Memur vergisi! ikahveci@stargazete.com

Kamuoyuna fısıldanan bilgilere bakılırsa ülkemiz yeni bir vergi nedeni ile karşı karşıya. Bizler bazen vergi kaynağı yerine vergi nedeni ile de vergileri adlandıran ülkeyiz. Örneğin 99 depremi ile hayatımıza giren vergilere kısaca "deprem vergisi" demiştik. Oysa deprem vergisinin ana omurgasını "özel iletişim vergisi" oluşturmuştu. Son açıklanan bütçe verileri ülkemiz ekonomisinde ana sıkıntının bütçe açığı ve nedeninin de personel giderlerinden oluştuğunu gösteriyor. Tabii ki personel dendiğinde de akla ana kütle memurlar geliyor. TÜİK'in açıkladığı Mayıs 2012 verilerine göre ülkemizde 24 milyon 752 bin toplam çalışan bulunmaktadır. Çalışanların 3 milyon 159 bin kişisi kamudadır. Kamu çalışanlarının ise 2 milyon 655 bin kişisi memurlardan oluşmaktadır. Her 10 çalışanın 1 i memur. Maliye Bakanlığının verilere göre ise Ocak-Haziran 2012 dönemi kamu personel giderleri 43 milyar 824 milyon TL'ye ulaşmıştır. Geçen yıla göre maaş giderlerindeki artış oranı yüzde 19,0. Burada iki kritik nokta vardır: (1) Birincisi kamu personel sayısındaki artıştır. 2012 yılında memur sayısındaki artış dikkat çekicidir. Sadece Şubat-Mayıs üç aylık dönemde kamu personel sayısındaki artış 47 bin kişiden fazladır. Ve bu artışın 37 bin kişiden fazlası da memur statüsündedir. (2) İkinci kritik nokta ise memur maaş artışlarıdır. Özellikle Haziran ayında aylık personel gideri hızlı bir sıçrayışla 8 milyar 329 milyon TL'ye ulaşmıştır (geçen yıl haziran aynına göre yüzde 36,2 artmıştır) Haziran aynındaki kamu personel giderindeki sıçrayışın ne kadarının maaş artışından, ne kadarının da yeni istihdam artışından geldiğini TÜİK verileri açıkladığında görebileceğiz. Bazı genel hesaplara bakarak Sn Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in neden tedirginlik içeren açıklamalarda bulunma gereği hissettiğini anlayabiliriz. (a)Personel giderlerinin payı artmaktadır. 2011 yılında bütçe payı önceki yılların ortalaması yüzde 21'lerden 23'e çıkmıştır. Hatta 2012'de yeni ve çok hızlı bir sıçrayışla personel giderlerinin bütçe payı yüzde 26'ya ulaşmıştır. (Ocak-Ağustos %25,5) Kamu personel giderleri geçen yılın ilk yarısında GSMH'nın yüze 6,1'i iken; bu yılın ilk yarısında GSMH'nın yüzde 6,5'i kadar bütçeden personel gideri harcanmıştır. (b)DPT'nin (şimdi kalkınma bakanlığı) uzun dönemli kapsamlı çalışmalarında (ki sadece TÜİK değil, işveren ve işçi sendikaları dahil) çalışanlar arasındaki ücret farkının açıldığı görülmektedir. 2000 yılından 2010 yılına kadarki dönemde reel ücretlerde kamu işçileri ve özel sektör işçileri yüzde 20'ler seviyesinde maaş kaybına uğramışlardır. Kamu işçisinin reel maaş kaybı yüzde -23,0 Özel sektör işçisi reel maş kaybı yüzde -16,3 Bu iki işçi kesimi bırakın artan milli gelirden pay almayı, ciddi oranda reel ücret kaybına uğramıştır. İşçi kesiminin bu kayıplarına karşılık aynı dönemde kamu kesimi memur maaşlarındaki reel artışlar ortalama yüzde 33,2'ye ulaşmıştır. Bir taraftaki (işçi ücretlerindeki) kayıp, diğer taraftaki (memur ücretlerindeki) artış çalışan kesim arasındaki uçurumu büyütmüştür. Memur statüsünün ücretlerde açılan makas ile artan cazibesi, doğal olarak devletçilik ve memurculuk hayallerini de artırmıştır. Not: Ne yazık ki medyada memur maaşları hakkında çok sıkı takipçilik yapılırken özel sektörün durumu görmezden geliniyor. Oysa maaşlarda makasın açılmasında bir diğer ana sorun özel sektör işçi ücretlerinin uğradığı büyük kayıptır. (Kamu işçi ücretleri en yüksek ücret olduğundan reel kayba rağmen hala memur maaşının üzerindedir -DPT.) Bütün bu çalışmaları-verileri neden aktardık? Türkiye bu gidişle bütçenin yüzde 25'inden fazlasını, Milli gelirin ise yüzde 7'sini aşacak bir kamu personel gideri ile karşı karşıyadır. Bu maaş yükü -dünya borç krizi ile boğuşurken borçla karşılanmayacağına göre- özel sektör üzerinden vergi olarak doğrudan veya dolaylı olarak karşılanmak zorundadır. Alınacak yeni verginin nedeni de maalesef artık adı olarak hafızalara yer edecektir. Lakin bir başka sorunda bu vergi yükünün hangi kesim üzerine yıkılacağıdır: (1)Alt gelir gruplarını ilgilendiren miktarsal vergiler artık sınırları zorlayacak noktaya gelmiştir. (örneğin tüketim vergileri) Maliyet artırıcı dolaylı vergilerin de üretim-istihdam temelinde daha geniş sorunlar oluşturduğunu 2009 krizden çıkış vergilerinde maalesef yaşamış bir ülkeyiz. (Akaryakıt vergisi veya doğalgaz-elektrik zammı gibi) Sonuç itibari ile küresel buhranın şiddetini artırdığı dönemde, yeni toplumsal yapılaşmaların ayak seslerinin duyulduğu bir ortamda vergi-zam söylemlerinin eskisinden çok daha zor olduğunu da söyleyebiliriz. "Artık servet vergisini tartışmanın zamanı gelmedi mi? İşleyen serveti değil, atıl serveti, aylak serveti, finansal serveti vergilendirmeyi tartışmaya açmalıyız. " NOT: MUSİAD yeni başkanı Sn. Nail Olpak çok önemli açıklamalarda bulunuyor. Başta medya olmak üzere çok geniş kitlenin sermaye altında şekillenen modellerine rağmen, yeni MÜSİAD Başkanı'nın aykırı söylemleri ilgi çekici. Başkanın açıklamaları artık şişirilmiş büyüme rakamları yerine, nihayet kalkınma ve adaleti konuşacak noktaya geldiğimizi gösteriyor. MUSİAD'a geçen hafta yaptığım çağrıyı tekrarlamak isterim:MÜSİAD kumarhane borsası sistemi yerine; gerçek ortaklık piyasasını oluşmasına önayak olabilir. 2002-2012 arası 10 yılda finansmanda faiz tek alternatif olunca faizin sadece oranının düştüğünü-piyasasının ise çok şiştiğini görüyoruz. Bankalara esir bir ekonomi büyümez-büyüyemez; olsa olsa şişer ve nihayetinde de patlar.

Reşat Nuri Erol
20.09.2012
07:14

Mümtaz'er Türköne İslâmcılar

neden geri kaldılar? Gelen tepkiler hayat belirtisi gösteren, yaşayan bir organizmanın tepkileri değil. Çok değerli fikir mahsulleri elbette var; ama gelen tepkilerde bugüne dair neredeyse hiçbir şey yok. Ali Bulaç'ın bu tartışmayla ilgili seri halde kaleme aldığı yazıları 20 yıl, hatta 30 yıl önceki matbuattan alıp okumuş da olabilirdiniz. İslâmcılık uzun iktidar yolculuğu boyunca kendi içinde bir mutasyon yaşadı, rakipleriyle etkileşime girdi ve tarihe, yani gerçeklere uyum sağladı. Ortaya bambaşka bir şey çıktı: Bugün karşımızda "devlet aklı" olarak duruyor. Çünkü devleti o yönetiyor. Onlar artık "eski" İslâmcılar. İslamcılıkta direnenler ise tarihin dışına savrulanlar. Geçmişte yapılan yolculuğu gayenin kendisi zannedenler. Yeni şeyler söyleyemeyecek kadar yaşlı olanlar, parti politikasını dar dairesinin dışında kalıp ikbal kapısını aralayamayanlar, hayatın süfli gerçekleri ile uzlaşmayı reddedip, geçmişin nostaljileri arasında kaybolmayı tercih edenler, keskin sirke misali kendi küpüne zarar verme telaşındaki marjinaller... Bugün hâlâ İslâmcılık iddiasında bulunanlar bu kategorilerden herhangi birine mensuplar. Tanımlardaki belirsizliğin arkasına sığınanları açığa düşürmek için tekrarlayalım. "İslâmiyet bir hayat nizamıdır, behemehal hayatın her alanına uygulanmalıdır" diyerek çantalarında İslâm tarihi boyunca ilk defa keşfedilmiş "İslâm siyasî sistemi"ni taşıyanlardan bahsediyoruz. Bu büyük iddianın, cür'etin ve ortalığı kasıp kavuran teorilerin arkasında tarihî, içtimaî ve insanî -adını ne koyarsanız koyun- bir dram vardı. Bugün ile geçmiş arasındaki farkı kavramak için bu dramı hatırlamamız lâzım. Hayatın gerçekleri ile geçmişten ve İslâmiyet'in ihtişamından ilham alan hayaller, gayeler, emeller arasında doldurulması çok güç bir uçurum duruyordu. Müslümanlar yoksuldu, geriydi, eğitimsizdi, ilkel şartlarda yaşıyordu. Batı ise zenginliğin, ihtişamın, ileriliğin nimetlerine garkolmuştu. Yolculuğun meşakkati ile varmak istediğiniz hedef için geçmeniz gereken menziller yolcunun çenesini düşürür. İslâmcılık adını verdiğimiz, içinde siyasî-sosyal-ekonomik "sistem" arayışı olan nazariyeler işte bu uzun yolun meşakkatine katlanmak için hayalî menzillere dair uydurulmuş hikâyelerdir. "Uydurma" lafı geçmişin İslâmcılarına ağır gelebilir. İspatı: Bugün o anlı şanlı menzillerden, yani sistemlerden hiçbiri hatırlanmıyor. 1960'lı, 70'li hatta 80'li yılların İslâmcı metinlerini açıp okuyun. Müelliflerinin bile o metinleri yüzleri kızarmadan okuyabileceğini sanmıyorum. En ilerileri Necip Fazıl'ın, Sezai Karakoç'un kaleminden çıkanlar. Yüksek belagatin, edebî ilhamların dışında bugüne hitap eden bir düşünce bulup çıkartabilir misiniz? Hakkını verelim. O zaman çok işe yaradılar. Pusulasını kaybetmiş, bir şeyler arayan nesli "Diriliş Nesli"ne dönüştürdüler, Anadolu bozkırlarına sıkışanları "Büyük Doğu"ya taşıdılar. Peki ya bugün? O kadar emeğin, o kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi ne? "Müsbet hareket" düsturu ile keskin ideolojik tartışmaların ve kutuplaşmaların dışında kalan Risale-i Nur Geleneği dışında bir canlılık belirtisi kaldı mı? İslâmcılık o zengin birikimi, zihinleri ve kalpleri ateşleyen gücü ile meşruiyet boşluğu içinde kaybolan devlete uzun yıllar yetecek bir hayat iksiri verdi. Kitleleri ateşleyen bu keskin ideoloji, bugün sakin ve serinkanlı devlet aklına dönüştü. İslâmcılığın kavmiyetçilik, ırkçılık karşısına koyduğu "Müslümanlar kardeştir" düsturunu bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Kürt politikasına vücut veren ve "devletin, ülkesi ve milleti ile bütünlüğünü" sağlayan bir kaynak olarak takip edebiliriz. PKK'nın işi gücü bırakıp AK Parti'ye açtığı savaş, "devlet-i ebed müddet"e İslâmcıların katkısının sonucu değil mi? Türkiye Cumhuriyeti, Batılı ittifak sistemleri içinde kuma gömdüğü başını kaldırıp çevresi ile ilgilenmek zorundaydı. İnfirat politikalarından vazgeçmek ve Ortadoğu'da bir mihver ülke haline gelmek, devletin âlî menfaatleri için gerekliydi. Devleti daha itibarlı ve güçlü kılacak bir politikaya dönüştürmek için İslamcı birikim ve aydınlar dışında başka seferber edebileceğimiz hangi aktörler vardı? Araplar deyince burun kıvıran laik-Kemalist hariciyeciler mi? Mısır bugün Türkiye'nin ayak izlerine basarak ilerliyor. Dün İslâmcılar Seyyid Kutup'un koyduğu "İşaret Taşları"nı arıyordu. Öyleyse İhvan-ı Müslimîn ile Risale-i Nur hareketinin mirasını bugün yan yana koyup karşılaştırmamız lâzım. m.turkone@zaman.com.tr http://twitter.com/Mumtazer 20 Eylül 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
20.09.2012
07:42

Yusuf Ziya CÖMERT

yzcomert@stargazete.com (YUSUF ZİYA İHLASLI BİR KARDEŞİMİZDİR, YAZDIKLARINDAN İHLAS AKAR/AKIYOR;

KENDİSİNİ ŞAHSEN TANIR VE SEVERİM, BU ŞEHADETİM BUNA İSTNADENDİR. RNE)

İslamcılığın,

Pantoloncu Necdet’le bile alakası var

(DOĞRUDUR... İLGİNÇ TEVAFUK, İSTANBUL'A İLK GELDİĞİM YILLARDAN İTİBAREN PANTOLONCU NECDET'İ TANIDIM... ÜSKÜDAR'DAKİ DÜKKANI, GENEL SEKRETERİ OLDUĞUM VE DÖRT KATLI BİNA İNŞA ETTİĞİMİZ, HALEN FAALİYETTE OLAN "İSLAM MEDENİYETİ VAKFI VE ARAPÇA İLE DİĞER DİL KURSLARI" MERKEZİ İLE AYNI SOKAK/CADDE ÜZERİNDEYDİ... VAKFA UĞRADIĞIMDA NECDET ABİ'YE DE UĞRAR, ÇAYINI İÇER, KISA "İSLÂMÎ" VE SİYASİ SOBETİMİZİ YAPAR VEYA EN AZINDAN SELAM VERİRDİM... [ALLAH RAHMET EYLESİN, BİR MÜDDET ÖNCE VEFAT ETTİ...] RNE)

Bizim memleketlerde acayip sorular ve acayip cevaplar vardır. Bunların sayısı sınırsızdır ve her biri ayrı ayrı güzeldir. Ama şimdi aklıma gelen, cevabı tescil edilemeyen bir soru. Bir zamanlar, arkadaşım Fuat Susuz anlatmıştı. (Fuat, Sürmeneli’dir. Köylerinin adı yanlış hatırlamıyorsam Mezire.) Köyde bir adam, Fuat’a soruyor: “Biz ne zamandan beri muslimanuk?” Fuat, ayet-i kerimeyi de hatırlatarak cevap veriyor: Kaaluu Belaa’dan beri. Adam, asıl can alıcı sorusunu soruyor: “Tamam, Kaaluu Belaa’dan beri muslimanuk. Bi soru daha soracağum sana. Kaaluu Belaa’dan önce ne idik?” Hadi çık işin içinden. “Emice, Kaalu Belaa’dan önce ruhlar yaratılmamıştı. Dolayısıyla, Müslüman ya da gayrımüslim değildiler.” Yok. Bunlar cevap değil. Soruyu soran adamın kafa konforu yerinde. “Ben bu soruyi çok hocalara sormuşum. Kimse cevap verememiş.” Şimdi benim sorum da, İslamcılık’a dair. Aynı Sürmeneli köylünün sorduğu soru gibi. “Biz ne zamandan beri İslamcıyız?” Bunun, tabii, enva-yı çeşit cevabı var. Kimisi tutup, ‘Kaaluu Belaa’dan beri İslamcıyız’ bile diyebilir. Desin. “Felsefe yapma, İslamcılık kelimesi ne zamandan beri var” diye sorarız biz de. Diyelim ki cevabını aldık. “Abdülhamit’ten beri” dedi birisi. Veya Sait Halim Paşa. Ya da Bediüzzaman. Eşref Edip... Necip Fazıl... Sezai Karakoç... (Bu iş asla Yahya Kemal’e kadar gelmez.) Veya bir başkası, “Milli Nizam Partisi’nden beri” demiş olsun. Asıl soru, orada sorulacak. Tıpkı Sürmeneli’nin yaptığı gibi. “Peki, Abdülhamit’ten evvel ne idik?” “Efendim, Abdülhamit’ten önce İslamcılık yoktu, çünkü İslamcılığa gerek yoktu.” Ben seviyorum ve çok içine dalmadan izliyorum İslamcılık tartışmalarını. Kimi zaman, ‘İslamcılık’ veya ‘Selametçilik’ kelimelerinin yerine ‘Müslüman’ kelimesinin kullanıldığı günleri hatırlıyorum. Mesela, birinden bahsediliyor. “Milli eğitimde bir arkadaş var, iyi, birikimli bir arkadaş.” Bu yeterli değil. ‘Birikimli arkadaş’ı daha iyi tanımak için bir bilgiye daha ihtiyaç var. “Müslüman mı?” Bu soru, ‘Selametçi mi’ diye de sorulabilirdi. Cevabı aynı işe yarardı. Geriye doğru baktığım zaman, bana sevimsiz geliyor. Ama o zamanlar yadırganmazdı böyle sorular. Ahh! “Türk müsün, Müslüman mısın?” sorusunu unuttuk. O devirlerde, ülkücü arkadaşlarımız böyle sorular sorarlardı. Şimdi şöyle bir soru mu çıkmalı ortaya? Bir işe yarar mı? İslamcı mısın, Müslüman mısın? Bir bu soru eksikti. Ben, insanlar arasındaki ‘ideolojik’ farkları hissedebildiğim çocukluk yıllarımı İstanbul’da geçirdim. Bugün gazetesi her gün evimize giriyordu. Vehip Sinan’ın çizdiği Topuz’un Maceraları’nı ve ‘Bay İlerici’yi her gün okuyordum. Evimizde Büyük Doğu’nun ve İstiklal Gazetesi’nin ciltleri vardı. Babamla, MTTF’nin (Milli Türk Talebe Federasyonu) bir gecesine gittiğimi hatırlıyorum. Üsküdar Din Görevlileri Cemiyeti’nin küçücük salonunda ‘Onlar Böyleydi’ piyesini ailece seyrettik. Sonra da Abdullah Kars’ın Hazret-i Ömer’in Adaleti piyesini. Annem, Pantoloncu Necdet’in dükkanından pantolonlar alıp teyelleyerek evin bütçesine katkıda bulunurdu. Bunun da bir yeri vardı bizim dünyamızda. ‘Mukaddesatçılık’, ‘Mefkurecilik’ gibi hayli ‘sakil’ sıfatlar dolaşırdı ortalıkta. Böyle zamanlara tanık olduk. Rahmetli Alaeddin Özdenören anlattı. Aklımda kaldığı kadarıyla naklediyorum. “Bir gün, Sezai Abi’yle Galata Köprüsünün üstündeyiz. Yürüyoruz. Ben yarım adım geriden yürüyorum.” “Sezai Abi durdu. ‘Pürman İslamcı olmak lazım’ dedi. İslamcı kelimesini, ilk o telaffuz etti.” Bugün, tartışmanın teorik tarafına giresim yok. Bir girizgah yapmış oldum. Sait Halim Paşa’dan Sezai Karakoç’a, Sürmene’deki köylüden Pantoloncu Necdet’e kadar, ‘İslamcılık’ olgusunun kapsamına girebilecek birçok ismi anmış oldum. Elbette, ‘teorik tartışma’ya çok değer veriyorum. Bu yazı böyle başladı böyle bitsin. Kıssadan hisse de şu olsun: İslamcılık’ın, Pantoloncu Necdet’le bile bir alakası var. Tartışmaları, ‘İslamcı mısın, Müslüman mısın’ sorusuna kadar uzatmayalım.

Reşat Nuri Erol
20.09.2012
07:52

MİNİK BİR HATIRLATMA DAHA:

" (DOĞRUDUR... İLGİNÇ TEVAFUK, İSTANBUL'A İLK GELDİĞİM YILLARDAN İTİBAREN PANTOLONCU NECDET'İ TANIDIM... ÜSKÜDAR'DAKİ DÜKKANI, GENEL SEKRETERİ OLDUĞUM VE DÖRT KATLI BİNA İNŞA ETTİĞİMİZ, HALEN FAALİYETTE OLAN "İSLAM MEDENİYETİ VAKFI VE ARAPÇA İLE DİĞER DİL KURSLARI" MERKEZİ İLE AYNI SOKAK/CADDE ÜZERİNDEYDİ... VAKFA UĞRADIĞIMDA NECDET ABİ'YE DE UĞRAR, ÇAYINI İÇER, KISA "İSLÂMÎ" VE SİYASİ SOBETİMİZİ YAPAR VEYA EN AZINDAN SELAM VERİRDİM... [ALLAH RAHMET EYLESİN, BİR MÜDDET ÖNCE VEFAT ETTİ...] RNE) "

DEDİM YA...

AKLIMA GELDİ, PAYLAŞALIM...

ÜSTAD SÜLEYMAN KARAGÜLLE VE M. LÜTFİ HOCAOĞLU İLE -O ZAMANKİ ADIYLA- "KUR'AN MATEMATİĞİ" VE -ŞİMDİKİ ADIYLA- "KUR'AN VE İLİM SEMİNERLERİ" FAALİYETLERİMİZ YANİ 681. HAFTAYA ULAŞAN "ADİL (EKONOMİK) DÜZEN" ÇALIŞMALARIMIZ YA DA BAŞINDAN BERİ GENEL OLARAK "İSLÂMCILIK" DENEN ŞEYLER, İŞTE İSTANBUL/ÜSKÜDAR'DAKİ BU MÜTEVAZİ SOKAK/CADDE ÜZERİNDEKİ MÜTEVAZİ "İSLAM MEDENİYETİ VAKFI MERKEZİ"NDE BAŞLADI...

SELAM VE DUA İLE..

REŞAD

Reşat Nuri Erol
20.09.2012
07:54

Halime Kökçe Numan Kurtulmuş

AK Parti’ye ne katar? hkokce@stargazete.com

AK Parti, Başbakan Erdoğan’ın tüzük sınırlaması gereği son kez aday olacağı büyük kongreye hazırlanıyor. Kongre pek çok açıdan önemli, bunlardan biri de AK Parti’de Numan Kurtulmuş’lu bir dönemin başlangıcı olması. Kurtulmuş’un ve yanı sıra Süleyman Soylu’nun AK Parti’ye katılması, Türkiye’deki siyasi partileri birkaç ana başlıkta toplayabileceğimiz bir siyasi yönelim farklılığı olarak belirginleştirdi. Öteden beri Türkiye’de siyasete dinamizm katan ve demokratikleşmenin lokomotifi olan muhafazakâr-dindar çoğunluk için artık AK Parti olağan bir adres. Devleti, içinden çıkıp geldiği Milli Görüş çizgine ve çeperde kalmış, oyundan başkaca siyasette esamisi okunmamış, o da askeri müdahalelerle hiçe sayılmış ekseriyete açtı. Merkezin sağında sayabileceğimiz eğilimleri kapsama kapasitesinin yanında marjinal addedilen yönelimleri de siyasallaştırdı. Ve aslında siyasette yeni bir merkez yarattı. Bu yeni merkez, merkezin sağı-solu kategorisini de kısmen anlamsızlaştırdı. Bu sürecin bir etabı daha tamamlandı kanımca, o da Numan Kurtulmuş ve ekibi ile AK Parti arasındaki “bütünleşme”. Bütünleşme vurgusu Sayın Kurtulmuş’a ait. Kendisi diyor: “İktidar partisinin bizim getireceğimiz oya ihtiyacı yok, bu bir katılma değil, fikirlerin, kadroların bütünleşmesidir.” ‘Kutsal ittifak’ Kurtulmuş, Star gazetesinde Star yazarlarıyla buluştu, bizlerin AK Parti’ye katılım süreciyle ilgili sorularımızı cevapladı. İlk sözü ise ‘katılmayı’ bir ‘bütünleşme’ olarak tashih etmek oldu. Numan Kurtulmuş’u Saadet’le artık birlikte yürüyemeyeceğinin kesinleştiği dönemde ayrı bir parti kurup kurmama konusunda bazı gazetecilerle yaptığı bir istişare toplantısında da dinleme imkânım olmuştu. O vakit Kurtulmuş’a en çok “AK Parti’den farkınız ne olacak” sorusu sorulmuştu. Bu soru aslında “ne duruyorsunuz AK Parti’ye katılın” iması da taşıyordu. Kurtulmuş o zaman da aşağı yukarı gazetemizi ziyareti sırasında ifade ettiği ilkeler doğrultusunda konuşmuştu: “Milletin baktığı yerden bakıp AK Parti’yi uyaracak bir mecra olmak.” Bence HAS Parti kısa süren ömründe bu misyonu iyi ifa etti. Gerekli gördüğünde iktidar partisini eleştirmekten geri durmadı ama anayasa referandumu, MİT krizi gibi kritik zamanlarda da desteğini esirgemedi. 28 Şubat için parti olarak suç duyurusunda bulundu. Türkiye’nin demokratikleşme adımlarında hep cesaretlendirici oldu. Hükümet’in muhtelif darbe girişimleriyle terbiye edilmek istendiği dönemlerde Numan Kurtulmuş’un “kutsal ittifaklara” alet olmamak suretiyle belaları def ettiğini de biliyoruz. Bugün Silivri’de yargılanmakta olan Ergenekon sanıklarının kollarının nerelere uzandığının adlı adınca konuşulduğu zamanlar gelecektir elbet. ‘Bas sırtıma yüksel’ 22 Eylül’de İstanbul’da AK Parti’ye katılım törenleri gerçekleşecek. Numan Kurtulmuş gerek Saadet Partisi içinde vesayetçi yapıya karşı verdiği mücadele ile gerekse HAS Parti tecrübesinde izlediği demokratikleşmeden yana çoğulcu ve yerli duruşuyla millet nazarında hüsnü kabul gören siyasi bir kişilik olarak öne çıktı. Bu yönüyle AK Parti’nin reformcu, yenilikçi çizgisini güçlendirecek bir isim. Partinin neresinde olur, önümüzdeki dönemde nasıl bir görev üstlenir bunu şimdiden kestirmek güç ancak daha AK Parti kurulurken Erdoğan’ın “Ben siyasi yasaklıyım, bas sırtıma yüksel” dediği birinin AK Parti’deki varlığının hissedilir boyutlarda olacağı kesin.

Reşat Nuri Erol
20.09.2012
09:31

" Durum, HAS Parti’nin başarısızlığını kabul edip kendini kapatması ve bazı partililerin AKP’ye katılmasından ibaret. Belki bu olayı HAS Parti’nin, o da bir kısmının, AKP tarafından “yutulması” olarak tarif edebiliriz. "

Bir HAS Parti vardı rcakir@gazetevatan.com Ruşen Çakır

Dün HAS Parti, delegelerinin ezici bir çoğunluğunun oylarıyla kendini fesh etti. Numan Kurtulmuş’un ay sonundaki kongrede iktidar partisinde önemli bir mevkiye geleceği kesin gibi. Belki birkaç kurmayı da AKP yönetimine girer ama siyaseti yine Kurtulmuş ile aynı çatıda sürdürmek isteyen HAS Partililerin çoğu, muhtemelen iktidar partisinde bir tür sıfırdan başlamak durumunda kalacak. Bu olaya nasıl bir ad vermek doğru olur? Herhalde Erdoğan-Kurtulmuş ikilisi “bütünleşme” sözcüğünü tercih ederler, ancak kelimenin gerçek anlamıyla bir bütünleşmeden söz etmek zor. Çünkü ortada eşit bir ilişki yok. Durum, HAS Parti’nin başarısızlığını kabul edip kendini kapatması ve bazı partililerin AKP’ye katılmasından ibaret. Belki bu olayı HAS Parti’nin, o da bir kısmının, AKP tarafından “yutulması” olarak tarif edebiliriz. Burada en önemli husus HAS Parti’nin AKP’ye sadece bazı isimleri taşıyor olması, bu partiyi kısa ömründe dikkat çekici kılan bazı politik görüş ve duruşların transferinin pek söz konusu olmamasıdır. Bunun işaretlerini Numan Kurtulmuş’un AKP ile anlaştıktan sonra yaptığı bazı açıklamalarda görmek mümkün. Yanlış anlaşılma olmasın, Kurtulmuş’un iktidar partisine geçmesinin arifesinde görüş ve duruşlarını değiştirdiğini söylemiyorum. Tam tersine onun yeni dönemde “en sahici” haliyle karşımızda olacağını düşünüyorum. Kurtulmuş’a özel parti Ne demek istediğimi izah etmek için HAS Parti’nin kuruluşunu hatırlatmam gerekiyor. Bu parti Saadet Partisi’ndeki yaşlı abilerin ve Erbakan ailesinin gençlerinin Kurtulmuş’un önünü tıkaması ve Necmettin Erbakan’ın da tercihini kendisinin veliahtı olarak görülen Kurtulmuş’tan yana yapmaması üzerine ortaya çıktı. Diğer bir deyişle özünde bir “Numan Kurtulmuş partisi” olarak ortaya çıktı. Fakat parti sadece Milli Görüşçüleri bir araya getirmedi. Mehmet Bekaroğlu gibi “İslami sol” olarak tanımlayabileceğimiz isimlere ek olarak sosyalist soldan ilginç bazı kişiler de bu yeni projede yer aldılar. Sonuçta ortaya SP’den ve tabii ki AKP’den bambaşka bir parti çıktı. HAS Parti’nin kısa sürede dikkat çekici bir performans sergilemesinde Kurtulmuş’un ender rastlanır nezaketinin etkisi kuşkusuz yüksekti. Fakat bu partinin ilgi çeken bazı politikalarının arkasında Kurtulmuş’tan çok, farklı deneyim, birikim ve geçmişlere sahip olan ve bir kısmını yukarıda tarif ettiğimiz birbirinden ilginç kişiler bulunuyordu. Hatta önceki yazılarımda da vurgulamış olduğum gibi, Kurtulmuş özellikle iktidar partisine karşı aşırı temkinli üslubu nedeniyle bu politikaların pratiğe geçmesinde bir tür fren oldu, partinin dinamizm kazanmasının önünü aldı. Dolayısıyla Kurtulmuş’la zamanla ortaya çıkan HAS Parti kimliği arasında bir tür doku uyuşmazlığının ortaya çıkmış olduğunu, onun AKP’de daha kendiyle barışık bir siyasi performans sergileyeceğini söyleyebiliriz. Ortada kalan miras Peki Kurtulmuş’un bazı arkadaşlarını da yanına alarak AKP’ye katılması, onunla birlikte hareket etmeyen ve artık partisiz kalmış kadroların önünü açar mı? Bu soruyu Bekaroğlu’na yönelttiğimde “Kuşkusuz partinin kapatılması birçok şeyi geciktirecek, ama sadece geciktirecek. Zira kimliklere dayalı siyaset yapmayan bir partiye şiddetle ihtiyaç var. Ya mevcut partilerden bazıları kimlik siyasetinden vazgeçecek ya da kısa vadede olmasa da bu boşluk doldurulacak” cevabını verdi. İyimserlik iyi bir şeydir ancak Bekaroğlu’nun bu yaklaşımını fazla gerçekçi bulmadığımı itiraf etmeliyim. Bana göre kısa ömürlü HAS Parti’nin mirası ortada kalacak ve bugün AKP’ye katılmayı içlerine sindiremeyen partililerin bazıları ilerde “Bir zamanlar bir HAS Parti vardı” diye hayıflanacaklar.

Reşat Nuri Erol
21.09.2012
06:21

Mümtaz'er Türköne Tarih dışı İslâmcılık

Ali Bulaç'ın, Abdurahman Aslan'ın Umran Dergisi'ndeki yazısından iktibas edip onay verdiği bir hüküm: "İlk defa 19. yüzyılda Osmanlı yenildiğinde sebebini kendi dininde aradı." Yenilgilerimizin sebebi din imiş. Ne kadar genelleyici bir hüküm değil mi? Bu hüküm, İslâmcı geleneğin karşısında direndiği haksızlığı ve dinimize bühtan edenlerle mücadelesini, İslâm'ı yeniden ayağa kaldırmak için giriştikleri insanüstü gayretleri açıklıyor. 150 yıllık tarihi, bu hükmün üzerine inşa ederek bir çırpıda özetleyebilirsiniz. "Osmanlı" herhalde "Osmanlı'da birileri" peş peşe gelen yenilgilerin müsebbibi olarak İslâmiyet'i gördüler. Geri kalmışlığımızın sebebini de dinimize bağladılar. Öyle mi? Hayır değil. Öyle olmadı. Osmanlı'da kimse İslamiyet'e böyle bir bühtanda bulunmadı. Tersine böyle bir hükmü vermek Osmanlı'ya iftira etmek demek. Cahilce ve nankörce bir bühtan. İslâmcılığın tarihsizliğini kavramak için bu bühtanın üzerine eğilmemiz lâzım. Osmanlı sona erene kadar hiç kimsenin ağzından, "Yenilgilerimizin sebebi dinimizdir" şeklinde bir cümle çıkmadığı gibi, kimsenin aklının köşesinden İslâmiyet'e böyle bir iftirada bulunmak geçmemiştir. Böyle bir iftirayı Osmanlı'ya edenler cahil ve nankör ithamından kurtulmak için tek bir örnek vermelidir. Sadece tek bir örnek. Yenilgi için tek bir örnek yok. Bu iddia ilk defa 1882 yılında Ernest Renan tarafından ortaya atılmıştır. "İslamiyet ve Bilim" başlığı ile Sorbonne'da verdiği konferansta İslâmiyet'in bilime ve ilerlemeye aykırı bir din olduğunu iddia eden ilk kişi odur. Bu iddiaya o sırada Paris'te bulunan Cemaleddin Afgani çok düşük ve ezik bir profilde karşılık vermiş, özetle İslam coğrafyasında görülen geriliğin müsebbibinin İslâmiyet değil, Müslümanlar olduğunu söylemiştir. Namık Kemâl'in Magosa sürgününde yazdığı "Renan Müdafaanamesi" bu iftiraya karşı bilinen bir düzine cevaptan en ateşli olanıdır. İslamiyet'i Batı'dan gelen bu tür iftiralar karşısında savunan bir kütüphane dolusu kitap mevcuttur; ama aynı bühtanı içinde yaşadığı toplumun dinine karşı yapan biri, birileri veya bir eğilim mevcut değildir. Hiç olmamıştır. "Dinler toplumları geri bıraktırır" şeklinde pozitivistlerin 19. yüzyılda sık tekrarlanan ve bütün dinleri hedef alan tekerlemesi ayrı; "Yenilgilerimizin sebebi dinimizdir" gibi içerden gelen bir özeleştiri ayrı. Tekrarlayalım: "İslâmiyet yüzünden yeniliyoruz" lafını, Osmanlı Devleti paramparça olduğunda bile kimseden duyamazsınız. Dinle bağlantı kurabilecek sadece iki tür açıklama vardır. Yenilgilerimizin (ve geriliğimizin) sebebi İslâm'dan uzaklaşmadır. İkincisi ise suçlu İslâmiyet değil Müslümanların algıları ve yanlış yorumlarıdır. Bir tek istisnayı 1919'da Malta'da sürgünde iken yazdığı "Üç Medeniyet'te, Ahmet Ağaoğlu'nun satırlarında bulabilirsiniz. Ağaoğlu da suçu doğrudan İslâmiyet'e değil, Hıristiyan Batı medeniyetinin hakim olduğu çağda Müslüman kalmakta ısrar etmemize bağlar. Açıkça din değiştirmeyi teklif eder. Ne var ki o da Osmanlı değildir; bir Rusya aydınıdır. Sorun tarihte olanlar değil, Ali Bulaç ve Abdurrahman Aslan gibi İslâmcıların geçmişi bu kadar kolay karartabilmeleri başlı başına bir sorun olarak ele alınmalı. Bu nankörlük bilinçli ve kasıtlı değil; sadece İslamcıların tarih dışılığının bir kanıtı. İslâmcıların metinlerinde, tarihin önemli İslâmcı simaları sadece isimleriyle anılırlar. Ali Bulaç gibi seçici şekilde sadece tezlerine delil olsun diye bu metinlere müracaat edenler ise, tamamıyla indî genellemelere ulaşırlar. Ama ne hikmetse bir geleneğe, tarihî devamlılığa işaret eden en küçük bir referansa rastlayamazsınız. Çok sık tekrarlanan Said Halim Paşa, Filibeli Ahmet Hilmi gibi isimlerin ne düşündüğünü, ne yazdığını İslâmcılardan öğrenen birine rastladınız mı? Türkiye İslâmcılığı Seyyid Kutup'un açtığı yolu takip ederek bu tarih dışı körlüğe mahkûm oldu. Seyyid Kutup, Türkiye İslâmcıları tarafından sadece bir şablon olarak kullanıldı. Bu şablonun işe yaradığına ve gerçeklerle yüksek idealler arasındaki açığı kapatmak için kullanıldığına şüphe yok. Ama Türkiye'de galip gelen ve hatta Türkiye'yi bugünlere getiren Bediüzzaman'ın açtığı yoldur. Sadece Nur cemaatini kastetmiyorum. Said Nursi, İslamcıların tarih dışı savrulmalarını engelleyen ve onların ayaklarını yere bastıran bir katalizör olarak hep yanıbaşlarında durmuştur. "Yoldaki İşaretler" ile Nur Risalelerinin açtığı çığırı mukayese edeceğim. m.turkone@zaman.com.tr http://twitter.com/Mumtazer 21 Eylül 2012, Cuma

Reşat Nuri Erol
21.09.2012
06:22

Süleyman Sargın Süleyman Efendi Hazretleri

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin ifadeleriyle, "Hoca oğlu hoca" olan Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, Silistreli soylu bir ailenin evladıdır. Babası zamanın müderrislerinden Hafız Osman Efendi'dir. Soyu Fatih Sultan Mehmed Han'ın "Tuna Hanı" olarak tayin ettiği ve kendi kız kardeşi ile evlendirdiği İdris Bey'e dayanır. Süleyman Efendi Hazretleri 1888 (H.1306) senesinde Silistre'nin Ferhatlar köyünde doğdu. İlim ehli ve fazilet sahibi bir aileden dünyaya gelen Süleyman Hilmi Tunahan, ilk tahsilini Silistre Rüşdiyesi'nde ve Silistre Satırlı Medresesi'nde gerçekleştirdi. Daha sonra tahsilini tamamlamak için İstanbul'a gelerek Sahn-ı Semân (Fatih) Medresesi'ne kaydoldu. Fatih dersiâmlarından ve o devrin meşhur âlimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi'nin (Büyük Hamdi Efendi) ders halkasına devam etti. Zamanın usûlüne göre aklî ve naklî ilimleri tahsil ettikten sonra 1916 senesinde Ahmed Hamdi Efendi'den birincilikle icâzet, diploma aldı. Daha sonra o zamanki tabiri ile dersiâm (profesör) olarak yetişmek üzere Süleymaniye Camii medreselerinden Medresetü'l-Mütehassısîn'in tefsir ve hadis kısmına devam etti. Son derece parlak bir zekâya sahip olan Süleyman Hilmi Tunahan, 1919 senesinde Medresetü'l-Mütehassısîn'den birincilikle mezun oldu. Aynı yıllarda Medresetü'l-Kuzâtı (Hukuk Fakültesi) da üstün bir derece ile bitirdi. Böylece bir taraftan dersiâm diğer taraftan da kadılık rütbelerine ulaşarak devrinin zahirî ilimlerini tamamlamış oldu. Mezuniyetin ardından İstanbul'da dersiâm olarak vazifeye başlayan Süleyman Efendi Hazretleri bir müddet sonra medreselerin kapatılması üzerine vaizliğe tayin edildi. Uzun müddet İstanbul'un Sultanahmet, Süleymaniye, Yenicami, Şehzadebaşı ve Piyalepaşa gibi büyük câmilerinde halka vaaz ederek tebliğ ve irşad hizmetinde bulundu. 1939 senesinde ilk defa tevkif edilerek, birinci şubenin tabutluklarında işkence ve hakaretle dolu günler geçirdi. Ama o, talebe yetiştirmekten, bulabildiği istidatlara Kur'an'ın ruhunu nakşetmekten geri durmadı. Aradan çok geçmeden yeniden tevkif edildi. Yine sorgular, hapisler, çileler ve işkenceler... Demokrat Parti iktidarıyla Kur'an hizmetleri bir nebze rahatladı. 1951 senesinde ilk düzenli Kur'an öğretimini Çamlıca'da başlatan Süleyman Efendi Hazretleri ilk resmi Kur'an kursunu da 1952 senesinde açtı. 1956'da Fransızlara karşı mücadele eden Cezayir Müslümanları için dua istediğinden dolayı defalarca karakollara çağırılıp sorgulandı. 1957'de Kütahya'da tevkif edilerek hapse atıldı. İki ay kadar süren hapis hayatının ardından, idamla yargılandığı davadan beraat etti. 16 Eylül 1959 tarihinde İstanbul Kısıklı'daki evinde, uğruna bütün ömrünü verdiği Rabb'ine yürüdü. Süleyman Efendi Hazretleri, tasavvufî yönü ağır basan bir mürşitti. O'nun bu yönüyle ilgili olarak merhum damadı Kemal Kaçar ağabey Necip Fazıl'a şu bilgileri veriyor: "Süleyman Efendi'nin bâtın ilmine yani tasavvuftaki manevî cephesine gelince, şüphesiz bu husus ehline malumdur. Zahirî akıl ve zekâ ile idraki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan Müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir. Hatta iç hayatı münkir olamaz da yine tasavvuf ve irşada ehil bir zat ile karşılaştığı halde, o zat İlahî iradeyle kendisini ona bildirmezse, dünyalar bir araya gelse onun feyzlerinden haberdar olamazlar. Bizim ise kendisinin manevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı ilmelyakîn biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve ruh melekeleri üzerindeki tesirini öz ruhumuzda ve vücudumuzda hissetmiş, enfüsî ve kevnî kerametlerinin üstün irşad harikalarını fiil halinde ve hakkıyla müşahede etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inayet ve lütfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna Silsile-i sâdâd=Büyükler zinciri kolunun otuz ikinci ferdi Selâhüddîn ibni Mevlânâ Sirâcüddîn hazretlerinin cismanî nisbet, İmam-ı Rabbânî hazretlerinin de ruhânî nisbetle vârisleri bulunduğuna imanımız tamdır. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, hiç olmazsa aksini iddia etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hâli görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünya ve ahiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz." Fethullah Gülen Hocaefendi, Süleyman Efendi Hazretleri için şunları söylüyor: "O, aksiyonu önde, eşine ender rastlanır yorulma bilmeyen bir mücâhede insanıdır. Hayatı boyunca, ehl-i sünnet ve'l-cemaat düşüncesinin sadık ve kararlı bir müdâfii olarak yaşamış.. dinî duygu ve dinî düşüncenin üst üste sarsıntılar yaşadığı bir dönemde "sath-ı mücadele" demiş; dinî düşünce ve tarih şuurunu bir kanaviçe gibi kullanarak, ruhumuzun dantelasını örmüş.. bir baştan bir başa ülkenin her yanında açtığı kurslar, yurtlar ve pansiyonlarla gönüllerimize varlığımızın esaslarını duyurmaya gayret etmiş.. ruhların ve ruhânilerin tayerân ettiği âleme yürüyeceği âna kadar da, bu misyonunu edadan geri durmamıştır.." Bediüzzaman Hazretleri'yle alakalı bir hatırayı da Süleyman Efendi'nin yakın talebelerinden muhterem Mehmed Emre Hocaefendi anlatıyor: "Sivrihisar'da vazifeye başladığım sırada ziyaretime gelen Emirdağ Müftüsü Mehmet Oral'a iade-i ziyarette bulunmak üzere Emirdağ'a gitmiştim. Bahsi geçen zat beni birkaç gün misafir etti. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'nin bu ilçede bulunduğunu öğrenince Kur'an kursu öğreticisi Hafız İbrahim ile birlikte üstadı ziyarete gittik. Bu muhterem zatın ikamet ettiği ev, Kur'an kursunun tam karşısındaydı. Üstad Hazretleri'nin hizmetinde bulunan Zübeyr, bizi görünce aşağı indi ve maksadımızı öğrenip yukarı çıktı. Birazdan Üstad'ın huzuruna kabul edileceğimizi haber verdi, sevindim. Odadan içeri girdiğimizde Üstad, oturmakta bulunduğu karyolanın üzerinde iki dizi üzerine gelerek boynuma sarıldı. Ben de elini öpüp oturdum. Said Nursi Hazretleri kendine mahsus şivesiyle; "Müftü deyince yaşlı, ihtiyar bir kimse tasavvur ediyordum. Sen gençmişsin. Kimde okudun?" dedi. Ben, "Süleyman Efendi Hazretleri'nde" cevabını verdim. Bunun üzerine; Üstad, "Ben kendini görmemişim. Fakat manen tanırım. Ulema-i sû' (kötü niyetli âlimler) İslam dininin şerefini ayakaltına düşürdüler. Fakat o bunu minarenin şerefesi gibi yükseltti. Onu ve talebelerini okuduğum evradın sevabına ortak kılıyorum." dedi. Bugün sayısız Kur'an hadimine mürşitlik yapan bu büyük insan dünyanın dört bir yanında ışıldayan Kur'an müesseseleri sayesinde kemâlat arşında her gün bir basamak daha yükselmekte ve manevî hizmetine devam etmektedir. Bizler de bu büyük insanın Karacaahmet Kabristan'ında bulunan kabrini ziyaret edip Fatihalar okumalı, feyzinden, manevi tasarruf ve himmetinden istifade etmeye çalışmalıyız. Rabb'im şefaatine nail eylesin. s.sargin@zaman.com.tr 21 Eylül 2012, Cuma

Reşat Nuri Erol
21.09.2012
06:41

Yiğit BULUT ‘Yeni finansal sistem’ ve Türkiye yigitbulut@stargazete.com

Amerika’dan bir dostum mesaj atmış. Kendisi çok iyi bir “finansal analist”. Aynen şöyle diyor; eldeki verilere bakarak denklem yazınca Türkiye ile ilgili sorun yaşıyorum, inanılmaz bir akış-hareketlenme var ve bana göre matematiksel bir izahı henüz yok”! Olaya sadece “veri mantığı” içinde bakanlar anlayamadılar ve asla anlayamayacaklar “Türkiye’deki gelişimi ve alt dinamiklerini”! Sevgili Amerikalı dostumun ve içeride bazılarının da ıskaladığı bu detay; denklemin gizli bileşenleri var; yaşananı “anlaşılabilir-anlamlandırılabilir” kılan-kılacak olan! Daha açık yazayım; “2+2 eder 4” mantığı içinde Türkiye gerçeğini 2001 sonrası anlamaya çalışanlar başarılı olamadılar ve kafa değişmedikçe olamayacaklar... Sevgili dostlar, bu noktada soralım; yeni finansal sistem ve Türkiye başlığı altında “değişim” nasıl sorgulanabilir? Neler olabilir? Çok açık yazayım; dünya üzerinde 1945 sonrasında kurulan sistem “ana parçaları” ile birlikte değişiyor ve en önemlisi “ana merkezler” yer değiştiriyor. Londra düşerken yerini İstanbul alıyor ve gerekli adımlar atılabilirse “yeni sistem içinde” New York-İstanbul-Şangay-Hong-Kong-Tokyo çizgisi çiziliyor. Bu yapı içinde “en güçlü” olmaya aday merkez İstanbul. Nedeni de oldukça net; 2001 sonrasında “oluşan tehdit algılaması” ile “New York-Londra” hattından kaçmaya başlayan paranın adresi artık İstanbul... Neden derseniz; Türkiye’nin konumu ve en önemlisi “tarihten getirdiğimiz” gerçeklerimiz, ÖZÜMÜZ... Bu noktada şunu soralım; Türkiye gerekli adımları atarsa, nasıl bir değişim olacak? Madde madde sorgulayalım; - Gerekli hukuki düzenlemeleri yaparsak-yapabilirsek, birilerinin “alternatif bankacılık” diyerek küçültmeye çalıştığı “katılım bankacılığının” merkezi Türkiye olacak. Daha açık yazayım; “İslami Bankacılık-Katılım Bankacılığı” olarak nitelendirilen yapının “ana merkezi” İstanbul olacak ve “katılım bankalarının” büyüklükleri ve piyasa değerleri diğer bankalar ile yarışır hale gelecek. Bu noktada “BDDK içinde başka bir yapılanma” dahil bütün düzenlemeleri yapmamız gerekli. İçeriden çıkacak “ülke elden gidiyor” sesleri hikaye, o çıkan-çıkacak seslerin altında var olan ve Türk Halkının yılda 9 milyar TL’sini “komisyon-hava parası” adı altında cebe indiren bankalar var. - Türkiye, Orta Doğu-Orta Asya ülkeleri başta olmak üzere para transferlerinde LONDRA’nın devre dışı bırakıldığı “yeni sistemi” geliştirecek. Geliştirmek zorunda. İngiliz’e komisyon vermeden işimizi yapar, TL üzerinden “periferimizle” iş yapabilir hale geleceğiz - Avrasya Menkul Değerler Borsası kurulacak ve “periferimizdeki” bütün ülke şirketleri Türkiye’de işlem görecek. - “Faizsiz Enstrümanların” geliştirilmesi ve vergilendirilmesi ile ilgili yeni düzenlemeler yapılacak ve “var olan finansal yapıya haraç vermeden” yeni bir DÜZEN kurulacak Sevgili dostlar, İran’ı dışarıda tutarsak; “Katılım Bankacılığında” 155 milyar dolarla Suudi Arabistan, 133 milyar dolarlık büyüklük ile Malezya bugün için “en güçlü” rakibimiz. Aslında “rakip” değiller, ne sistemleri, ne dokuları ne de konumları müsait değil! 2011’de Türkiye’nin “küresel İslami finans” pazarındaki büyüklüğü ise 30 milyar dolar. Burada çok önemli bir detay var; Türk Halkının “var olan finansal düzene” kaptırdığı, yani bankaların her yıl üzerinden 10’larca milyar dolar kar yazdığı, varlığı 480 milyar dolar civarında. Türkiye Katılım Bankaları Birliği rakamlarına göre, katılım bankalarının toplam aktifleri ise 60 milyar dolar. Bu verinin de anlamı çok açık; Türk halkı, birikimleri itibariyle “yeni sistemin de” en büyük potansiyele sahip müşterisi. Sonuç: Türkiye’nin “şımarık çocuğu bankalarımız” sanıyorlar ki; BU DÜZEN böyle gider ve “havadan sudan komisyon, dosya parası, bakım ücreti, faiz ve daha birçok kalem altında” her sene 9 milyar TL’mizi alabilirler. Bu yapı değişecek ve bölge ülkelerine de servis verebilen ve “yeni bir finansal düzen” oluşacak... Birileri bağırsa, çağırsa, kendini de parçalasa Türkiye, YENİ DÜNYA DÜZENİ ile ortaya çıkan potansiyeli kullanacak ve “YENİ BİR FİNANSAL DÜZEN” oluşacak... Önemli not: Ana değişimi ıskalayıp sadece “rakamlara bakan” Ernst&Young danışmanlık firmasının hazırladığı “Dünya İslami Bankacılık Rekabet Raporu” başlıklı araştırmaya göre bile; dünyada 2010’da 416 milyar dolar olan İslami bankacılık varlıkları 2015’te 1 trilyon dolara çıkacak. Aynı rapora göre bugün 30 milyar dolar olan Türkiye’nin İslami bankacılık varlıkları 2014 sonunda 87 milyar doları geçecek ve Türkiye 2015 yılında Katar, Bahreyn ve Mısır gibi ülkeleri geride bırakarak, Suudi Arabistan ve Malezya ile liderlik yarışına girecek...

Reşat Nuri Erol
21.09.2012
06:49

Cemil ERTEM Aslında olan-biten budur! certem@stargazete.com

KüçükBüyükYazdır Şu sıralar bazı gelişmeleri ve haberleri, bir puzzle’ın, parçaları gibi yan yana getirmeyi denediğinizde çarpıcı sonuçlara varabiliyorsunuz. Hele Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed) oldukça ‘kararlı’ genişleme kararından sonra arka arkaya gelen haberler oldukça açıklayıcı idi. Fed’in bu kararından sonra Suudi Arabistan’ın petrol fiyatları ve tabii arzı ile ilgili açıklaması çok önemli bir gelişmedir. Fed’in kararından sonra doların düşeceği ve dolara bağlı fiyatlanan emtia fiyatlarının yukarı çıkacağı çok belli idi. Ancak Suudi Arabistan, ABD için bir kabus olan, petrol fiyatlarının çıkışını önledi. Suudi Arabistan’ın zamanlaması tabii ki tesadüf değil. Fed’in hamlesinden sonra, dolar karşısında hızla değerlenen Euro, bitmiş İspanya gibilerinden çok Almanya’yı vuracağı için, Merkel hemen çark etti ve başta Alman Merkez Bankası olmak üzere Alman devlet bürokrasisin dediklerinin tam tersini söylemeye başladı. Şimdi İspanya için Rajoy hükümetini uçuruma itmeyecek ve özerk bölgeleri ayağa kaldırmayacak bir ara çözüm formülü aranıyor. Ancak bu çözüm formülü, ortak tahvil ihraç etmeden bulunamaz. Çünkü Fed’in yolu belli; düşük faiz, agresif genişleme... Böyle olunca ne olacağı belli olmayan ülke tahvillerini Almanya faizinden kim, niye alsın? Burada Avrupa Merkez Bankası (ECB) istediği kadar genişleme yapsın AB’nin güneyi sürdürülebilir bir faiz haddinden borçlanmayı yakalayamaz. İşte ABD, tam burada Almanya’ya şunu söylüyor; ‘kurtarma fonlarına onay vermen yetmez, ortak tahvile sonra da ortak mali birliğe ve siyasi birliğe gideceksin. Yoksa AB dağılır ve bütün sistem bunun altında kalır.’ Bu işin ABD ve Avrupa tarafı, tabii Asya’da da önemli gelişmeler var. Çin, ÇKP Kongresi’ne kadar, limandan ipi çözülmüş gemi misali hareket edecek. Ancak Kongre’de liberal kanadın işbaşına gelmesi Obama’nın yeniden seçilmesi kadar önemlidir. Asya ülkeleri, biraz enflasyonu göze alarak, kriz öncesi büyüme tempolarını yakalayabilirler. Peki, ABD, AB ve Asya tarafında bunlar olurken, Türkiye, Ortadoğu cephesinde neler oluyor? Burada da yukarıda sözünü ettiğim puzzle’ı bozarak anlamlı kılan en önemli haber, küresel sermayenin kayda değer derecelendirme kuruluşu Standard&Poor’s’dan geldi. S&P, Suriye’deki çatışmaların komşu ülkelerin kredi notlarını etkileyebileceğini açıkladı. Peki, komşu ülkeler hangileri? Lübnan, Ürdün, Irak, İsrail ve Türkiye. S&P, şaka yapar gibi, Türkiye ve İsrail’in riskinin diğerlerine göre daha az olduğunu da söyledi. Bu açıklamanın hedefinin Türkiye olduğu -riski az denmesine rağmen- açık değil mi? Tabii ki bütün bu gelişmelerin nedenleri ve sonuçları çok önemli. Ama bu neden ve sonuçlar iç içe geçiyor ve bizi bir senaryoya götürüyor. İşte en güçlü senaryo... Nedenler-Sonuçlar 1- Almanya’nın 4. Reich diyebileceğimiz Berlin merkezli bir Avrupa düşü giderek zayıflıyor. ABD ve İngiltere bunun karşısında. İspanya için kademeli ara çözüm bulunacak gibi. Bence, Almanya 2013 başındaki seçimlerden sonra ortak tahvilden hareketle mali birliğe ve temkinli-yeni bir büyüme politikasına razı olacak. 2- Obama dönemi hem yeni bir küresel finans sermayesi hem de NATO’da somutlanan yeni bir dünya güvenlik konseptini öne çıkartacak süreci başlatabilir. Asya tipi kalkınma ABD’nin de benimseyeceği bir yol olacağı için, yeni bir para sistemine değin, düşük bir dolar ve düşük faiz politikası sürecek. 3- Çin’in, içeriye dönük yeni bir kalkınma stratejisine geçerken, parasının tam konvertibl olması için adım atması en güçlü senaryo. Bu, geleneksel Çin-ABD dengesini bitirir ve yeni bir BM’nin yolunu açar. 4- Doğu Avrupa, Türkiye, Ortadoğu ve K. Afrika entegrasyonun hızlanması gerekiyor. Bu senaryo ‘Balkanlaştırarak’ yeniden biçimlendirme stratejisin tam tersi. Bunun için Türkiye’de Kürt sorununun halledilmesi artık yalnız Türkiye’nin sorunu değil. Ancak Hükümetin bu konuda ‘duygusal’ olmayı bir kenara bırakıp, daha gerçekçi olan yola, bıraktığı yerden devam etmesi lazım ki, bunun işaretleri var. Oslo sürecinin yeniden tartışılması mesela... CHP’de buraya gelecek çünkü bu devlet seçeneğidir. Ancak, bu dört seçeneğin alternatifi Avrupa’da yeni Balkanlaşma ve Türkiye’nin de içinde olduğu sürgit bir Ortadoğu savaşıdır. Bu seçenek, tekelci devletçiliğe ve onun militarizmine dayanan yapıların tercihi olarak öne çıkıyor. Türkiye’yi Suriye politikasından dolayı cezalandırmak ve caydırmak bunlar için şu sıralar çok önemli. Bundan dolayı, içeride geleneksel sermaye çevrelerinden, ulusalcı muhalefete kadar olan cepheye, küresel finans tarafında, S&P’yi de katmayı- ya da kullanmayı- başardılar.

Reşat Nuri Erol
21.09.2012
06:54

Beril DEDEOĞLU Üniversitelerimiz bdedeoglu@stargazete.com

Üniversitelerimizin yapısal sorunları olduğu inkar edilemez. Devlet üniversitelerinin rektörleri, kampüs bahçesine dikilecek çiçekten patlayan su borusunun tamirine kadar her işten sorumlu inşaat kalfasına dönüşmüş durumdalar. Gayet tabi bu işleri yapabilmek için gerekli olan ödeneği ya da elemanı elde edebilmek için de Ankara’da maliye, DPT ve YÖK arasında mekik dokumak zorunda kalıyorlar. Ankara’ya gide gele helak olan rektörler, devletten sürekli bir şeyler isteyen ve çoğu zaman da ret cevabı alan, bunun karşılığında da kendi personeli tarafından sürekli eleştirilen bir konumdalar. Deneyimli ve kendi teamüllerini oluşturmuş üniversitelerde idari kadrolar rektörlerin sorumluluklarını paylaşabilmesini kolaylaştırıyor, ancak bu gelişmiş üniversitelerde bile yetkinin paylaşıldığına fazla tanık olunmuyor. Üniversite teamülleri, ne yazık ki yönetimin dikey bir hiyerarşi içinde oluşmasına yol açmış. Mali açıdan bu hiyerarşinin en üstünde rektörün yer alması, tüm yönetimsel ve akademik konularda da rektörleri yetkin ve etkin kılmış. Esasen karar alımının Senato ve Yönetim Kurullarında alınması öngörülmekle birlikte, büyük üniversitelerde bu kurumlar görüş alışverişi yapılan yerlere, küçük üniversitelerde de üst amirin kararını beyan ettiği mekanlara dönüşmüş. Vakıf üniversiteleri Vakıf üniversitelerindeki durum ise daha farklı, ancak buralarda da ciddi sorunlar bulunuyor. Kurucu vakıf bir mütevelli heyeti oluşturuyor, bu heyet de rektörü saptıyor. Devlet üniversitelerine göre son derece özerk bir durum olduğu düşünülebilir. Ancak fiilen işler böyle yürümüyor. Birçok vakıf üniversitesinde mütevelli heyeti kağıt üzerinde, mütevelli heyet başkanı kararları alıyor. Üniversitenin tüm mali kararları bu heyet tarafından alındığından rektörün hareket alanı baştan sınırlanmış oluyor. Mütevelli başkanları rektörlerle birlikte üniversite içinde yer alıp her işe kendileri karar alır hale geldiklerinde ya iki başlı yönetimler ortaya çıkıyor ya da bilgi sahibi olan para sahibi olanın yanında etkisiz elemana dönüşüyor. Bu durumda, kamuoyunda vakıf üniversiteleri bir iş adamının üniversitesi gibi algılanıyor ve konu iş adamı olduğunda da öğrencinin müşteri olarak görüldüğü sanılıyor. Oysa vakıf üniversiteleri, kamusal hizmet veren, devletin yüksek öğretimde yükünü paylaşan ve mali olanakları açısından devlet üniversitelerinden çok daha performanslı kurumlar olma kapasitesi taşıyan yerler. Hepimiz aynı gemideyiz İster devlet ister vakıf olsun, üniversitelerin yapısal sorunlarının başında idari yapının yanlış teşkilatlanmış olması geliyor. Mali açıdan birisi devlete diğeri vakıfa bağlı olsa bile, yapılarının, atama ve yükseltme ilkelerinin, teşkilat biçimlerinin ille ayrı olması anlamlı değil. Ayrıca, tüm üniversitelerde sorumlulukla birlikte yetkinin de kişilerden kurumlara devredilmesi gerekiyor. Yöneticiler, mütevelliye ya da devlete olduğu kadar idari ve akademik personele karşı da sorumlu hale gelmeli. Bir üniversitede neden şu bölüme kadro verildiği ama bu fakülteye verilmediği, bu kararı kimin aldığı, hangi saiklerle aldığı gibi yaşamsal sorular, açık, şeffaf ve katılımcı ortamlar sağlanmadığı sürece yanıt bulamaz. Zira bugünkü yapıyla zaten üniversiteler yönetilemez hale geldiler ve ne yazık ki idari olarak yönetilemez olan kurumlar siyaseten yönetilme eğilimine sürükleniyorlar. Oysa üniversitelerin değil, içinde çalışanların ya da öğrencilerin siyasi eğilimleri olur ve bunlar da doğası gereği faklıdır; kimse rektörüyle aynı görüşü paylaştığı için o kurumda yer almaz. Tersine, üniversite farklıları taşıyabildiği ölçüde evrensel standartlara ulaşmış olarak kabul edilir. Üniversiteler, yöneticilerin derebeyi, öğretim elemanlarının teba, öğrencilerin de birer rakam olmadıkları yerler olmalı, yoksa dünya sıralamasındaki yerimiz hiç değişmeyecek.

Reşat Nuri Erol
21.09.2012
07:07

İslamcılığın onur mücadelesine uzaklık

Ahmet TAŞGETİREN atasgetiren@bugun.com.tr

Mümtazer Türköne ile Ali Bulaç arasında başlayıp, sonra başkalarının da iştirak ettiği "İslamcılık" tartışmasına, Aksiyon'daki bir yazım dışında girmedim. Türköne'nin dünkü Zaman'daki yazısı, bir anlamda damara basma niteliği taşıyordu ve girmek farz oldu. Türköne yola "İslamcılık bitti"den başladığı için, anlaşılan bunu "fikri insicam" diye sayıp, öyle de devam ediyor. Dün şöyle yazmış: "İslâmcılık uzun iktidar yolculuğu boyunca kendi içinde bir mutasyon yaşadı, rakipleriyle etkileşime girdi ve tarihe, yani gerçeklere uyum sağladı. Ortaya bambaşka bir şey çıktı: Bugün karşımızda "devlet aklı" olarak duruyor. Çünkü devleti o yönetiyor. Onlar artık "eski" İslâmcılar. İslamcılıkta direnenler ise tarihin dışına savrulanlar. Geçmişte yapılan yolculuğu gayenin kendisi zannedenler. Yeni şeyler söyleyemeyecek kadar yaşlı olanlar, parti politikasını dar dairesinin dışında kalıp ikbal kapısını aralayamayanlar, hayatın süfli gerçekleri ile uzlaşmayı reddedip, geçmişin nostaljileri arasında kaybolmayı tercih edenler, keskin sirke misali kendi küpüne zarar verme telaşındaki marjinaller... Bugün hâlâ İslâmcılık iddiasında bulunanlar bu kategorilerden herhangi birine mensuplar." Bunu okuyunca kendime baktım. Ben, devleti yöneten "eski İslamcılar"dan değilim. Kendimi "İslamcılıkta direnenler" arasında sayabilirim. Ama acaba Türköne'nin saydıklarından hangisi bana uyuyor? Alt alta sıralananlardan hangi aşağılanmış sıfatı kabul etmeliyim? Acaba ben tarihin dışına savrulmuş muyum? Yoksa yazının başka bir yerinde zikredilen Büyük Doğu ve Diriliş nesli gibi bir başka tarih dışına savrulmuşluk çizgisinde miyim? Acaba Türköne, bunları yazarken kaç kişiyi somutlaştırdı zihninde? Türköne'nin kesiştiği dünyalar Birkaç gün önce Ahmet Altan, "İslamcıların ortaçağı" diye yorumlamıştı, filmle ilgili tepkileri. Türköne'de de var bu, Müslüman bilincini aşağılık duygusuna bulama çabası: "Müslümanlar yoksuldu, geriydi, eğitimsizdi, ilkel şartlarda yaşıyordu. Batı ise zenginliğin, ihtişamın, ileriliğin nimetlerine gark olmuştu." Bu, zenginin malı misali züğürt Müslümanlar'ın çenesini yoruyor Türköne'ye göre... Türköne, İslamcılığın tezlerinin, mesela AK Parti iktidarıyla, "devlet aklı"na dönüştüğünü, Türkiye Cumhuriyeti'ne hayat iksiri olduğunu, muhtemelen olup olacağının da bundan ibaret olduğunu söylüyor. Vaktiyle, ülkücü gençler, İslamcılar'a, "İslam'ın getireceği sistem ne" diye sorarlardı, bunun da altında, "Aslında İslam'ın kendine özgü bir sistemi yok" yaklaşımı vardı. Türköne ve benzeri eski ülkücü ideologlar, orada durmaya devam ediyorlar. Bir şey daha söyleyeyim: Graham Fuller'le, İan Lesser'ın ortaklaşa yazdıkları bir kitap, "Kuşatılanlar"da, "İslamcıların iktidarına karşı çıkmamak lazım, çünkü iktidara gelirlerse ülke sorunlarıyla yüzleşir, İslamcılıktan vazgeçer, laikleşirler" diyorlardı. Türköne, o tezin bir yerlerine monte olmuş durumda. Yanlışlar nerede? Bir, AK Parti'nin donmuş bir proje, onu oluşturan öncü kadroların donmuş insanlar olduğunun sanılmasında. İki, İslam'ın bir paket proje olarak gelip, hiçbir reel politik değerlendirmesi yapmadan uygulamaya geçeceği, şu anda böyle bir şey olmadığına göre, artık tüm ideallerin çökmüş olacağının sanılmasında. Üç, Talan edilmiş bir coğrafyada, emperyalist projelerin uzantısı sistemler altında kişilikleri ile oynanmış toplumların, kendilerini İslam'a göre yeniden toparlama gibi bir zaruretin görmezden gelinmesinde. Dört, İslam'ın ve Müslümanlar'ın kendilerini ifade özgürlüklerinin, bugün bile uluslararası ve yerel sistem kuşatması ile karşıya bulunduğunu dikkate almamakta... Beş, kendi kendisinin "İslam'ın neresinde olduğu"na bakmamakta, bir Müslüman'ın İslam'ı bütünlük içinde yaşama derdini anlamamakta... Altı, İslamcılığın, aynı zamanda bu coğrafyadaki her insan için bir onur mücadelesi olduğunun farkına varmamakta... Damardan sorayım: Türköne, İslamcılar'ın dünyasına bu kadar uzak mıydı?

Reşat Nuri Erol
22.09.2012
07:39

ÖMER LEKESİZ

Yeni Şafak gazetesi

İslamcılık ve kemiyet (Zaman'dan Ali Ünal'a ve ...)

Yolu mümin için çok dar, fasık için çok geniş olan ruhbanlığın farz kılınmamasındaki (Hadid 27) hikmetlerden biri insanın fıtraten gütmeye ve güdülmeye meyyal ve bunun da istismara açık olmasıyla ilgili olabilir. Nitekim modern dini cemaatlerdeki ilişkilerin de zaman içinde bu yöne evriliverdiğini görmek mümkündür: Ezberciliği benimsedikleri için, ola ki içlerinden düşünmeye teşebbüs ederek o ezberin fevkinde davranmayı, diğer bir söyleyişle düşünmekten de muaf tutulmayı sorgulayabilecek birilerinin çıkması ihtimaline karşı sadece atanmış, nöbetçi ya da gönüllü olan birkaç kişiyi konuşmaya yetkili kılıyorlar. Kendi içlerinde aranılan vasıflara sahip birilerini bulamadıklarına ise 'devşirme-aydın' istihdam ediyorlar. Parti vb. sözcü merkezli çalışan demokratik kurumlar sayesinde, özü ruhbanlığa dayanan bu uygulamayı da dikkatlerden belirli oranda kaçırılabiliyor. 'Belirli oranda' diyorum çünkü, söz konusu kişilerin kimi olgu ya da olaylarla ilgili verdikleri aşırı tepkiler mezkur gizlenişin çoğu zaman hemen açığa çıkmasını sağlıyor. Örneğin İslamcılık tartışmasında olduğu gibi? İslamcılık tartışması Müslümanlar var oldukları müddetçe sürecek bir tartışma olması nedeniyle sürüyor; İslam'dan değil (çünkü Din Allah'ın korumasındadır) Müslümanların hallerinden yana sorumluluk duyanlar geçmiş devirlerde olduğu gibi, şu ve sonraki devirde de düşünmeye ve düşündüklerini söylemeye devam edecekler çünkü. Bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur. Asıl anlaşılmayan o atanmış, nöbetçi ya da gönüllü elemanların, tartışmayı kendi gruplarını parlatma yönünde bitirmek için İslamcılığa nihai bir ölüm yumruğu vurmaya azmetmeleri ya da rolleri gereği buna azmettirilmiş olmalarıdır. Örnek mi? İşte, Ali Ünal. Ünal, Zaman'da yayınlanan 'İslâmcılık ve Bediüzzaman' başlıklı yazısında, özet olarak günümüzde Müslüman entelektüellerin(?) Said Nursi'nin zikrettiği rükünlerden ve marifetullah'tan yoksunlukları nedeniyle kalıcı etkilerinin söz konusu olmayacağından bahisle 'merhum Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'un bile arkasında onları nihayete kadar takip edebilecek kaç kişi bulunduğu sorusuna verilecek bir cevap, entelektüelin tesirini görmeye yeter' yargısında bulunuyor; bununla İslamcılığı tasavvuf olgusundan ayırmaya, keyfiyetten kemiyete indirgemeye ve yokluğa mahkum etmeye çalışıyor. Ünal'ın, bağlısı olduğu grubun yapısal nedenlerle münevver yetiştirememesiden duyduğu kompleksle konuşması ve 'hoşgörücüler'den olmasına rağmen konuşurken asgari nezaketi, (Hafazanallah, İslamcılarla kendi grubu arasında siyasal bir özdeşlik kurulmasına vesile olur endişesiyle) muhataplarından sakınması mazur görülebilir belki, ancak ilgili yargısını Said Nursi'yi temellük etmişçesine onun üzerinden temellendirmeye çalışması mazur görülemez. Çünkü Said Nursi'nin tefsiri, düşünceleri ve eylemleri ümmete mal olmuştur; avamın da havasın da inşallah ondan bir nasibi vardır. Dolayısıyla nasıl ki Teymiyye sadece selefilerin imamı değilse, Said Nursi de sadece nev-nurcuların bediüzzamanı değildir. Bu nedenle Said Nursi'yi İslamcılardan ayırmak onun geniş olan söz ve eylem alanını daraltmaya çalışmaktan başka bir şeye yaramaz. Ünal'ın Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'un isimlerini de zikrederek ileri sürdüğü yargıya gelince: İslamcı bir hareket olarak Müceddidiliğin öneminden habersiz kalmayı tercih ediyor, Ünal. İmam-ı Rabbani ona uzak düşeceği için hiç değilse 1779-1827 tarihleri arasında yaşayan Halid-i Bağdadi'nin niyetlerine ve eylemlerine bir bakıverse gerçeği öğrenecektir. Tasavvufi bilgiyi edebi maharetiyle buluşturan Necip Fazıl ve Sezai Karakoç ise 'tek başına bir ümmet' olduğu buyurulan Hz. İbrahim'i takliden yalnızlığı seçerek siyasi, ekonomik, eğitimsel, yayınsal kurumlar kurmaya tenezzül etmediler; fanilik idrakiyle yaşamayı ona tercih ettiler; kendi günah yüklerinden başka dünya yükü yüklenmediler. Yalnızlığı bilinçli olarak seçtiklerinden İslamcılıklarını bir kurumu yaşatmanın bedeli olarak feda etmeleri de hiç gerekmedi. Öte yandan sevenlerini (kendi verdikleri hükümlerin mahkumu olacaklarını iyi bilsinler diye) papağan olarak değil kendi zamanlarından sorumlu insanlar olarak yetiştirdiler. Bu babta mezkur isimlerin tâbi oldukları hüküm şudur: 'Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir / Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.' İşin özü budur. Son olarak: Keyfiyetin tükenişi kemiyetin hakimiyetidir. Taraftar çokluğuyla en fazla futbol amigolarının övünmesi bu yüzdendir. Ünal, futbolumuz neyse biz de oyuz, diyorsa bir itirazım olamaz. Ama onun yine de mevcut konumunu ve yargılarını tekrar düşünmesini temenni ediyorum.

Reşat Nuri Erol
22.09.2012
07:53

LEVENT GÜLTEKİN

Türkiye’yi bu tablodan kim kurtaracak?

(Cevap veriyorum: Adil Düzen Çalışanları ve ..... ....... kurtaracak) RNE

Levent Gültekinacikcenk@gmail.com Türkiye’de son dönemde peş peşe meydana gelen olaylara ve bunların arkasında yatan ihmallere bakınca insanın içini bir karamsarlık kaplıyor. Her kaza, her terör saldırısı geleceğe dair ümidimizi kırıyor. Bu durum sadece peşi sıra gelen olumsuzluklarda kendini göstermiyor. Devletle ilgili her alanda, her ilişkide, her icraatta tuhaf bir düzensizlik, kalitesizlik, yüzeysellik kendini gösteriyor. Lafı fazla uzatmadan hemen söyleyeyim Türkiye’de kurumlarda genel ve derin bir çürümüşlük var. Hangisini tutuyorsanız elinizde kalıyor. İşini düzgün yapan bir kurum neredeyse yok. Kurum olmadığı gibi işini yaparken yaptığı hatanın vebalini, utancını yaşayacak insanlar da kalmadı. Kimse artık yaptığın yanlıştan utanmıyor. TSK, yargı, eğitim sistemi, spor camiası, medya, iş dünyası, bürokrasi… Hepsi profesyonellikten uzak ve günü kurtarmaya matuf işler peşinde. Hepsinde ucuz ve yüzeysel bir makyajın altına saklanmış derin bir çürümüşlük hakim. Meclis’teki vekil kalitesine baktığınızda tablo daha da vahim. Bu durum üstelik yeni değil. Yani bu kurumlar yıllardır bu halde. Yargı yıllardır olduğu gibi adaletten uzak. İdeolojik, tarafgir. TSK yıllardır PKK ile mücadelede bir ihmaller zinciri yaşıyor. Şimdi anlıyoruz ki yıllardır darbe planlamaktan, “Atatürk’ün devrimlerine bekçilik” yapmaktan başka hiçbir iş yapmamışlar. Bu süreçte ellerinde tuttukları ‘güç’ hem ahlaklarını, hem de sorumluluk duygularını alıp götürmüş. ÖSYM yıllardır bir çürümüşlük içinde. Eğitim sistemindeki sorunlar yıllardır kangren halinde. Emniyet deseniz öyle.. Çürümüşlüğü özellikle bugün bu kadar net görebiliyor olmamızın iki nedeni olduğunu düşünüyorum.. Birincisi gelişen teknoloji ile beraber herşey denetlenebilir hale geldi. Artık hiç bir şey saklanamıyor. Diğer neden ise medya ile hükumetin, yani bütün kurumları ile beraber devletin ve medyanın ayrı kamplarda ve çatışma halinde olmaları. Bu çatışma ülkenin bütün defolarını da açıkça ortaya çıkarıyor. Çünkü medya iktidarın zaafını ortaya koymak için her ihmalin, her eksikliğin, her başarısızlığın üzerine projektör tutuyor. Hükûmet de aynı tutumla benzer bir projektörü medyanın ve kendi muarızlarının üzerine tutunca, halk olarak esasında her tarafı saran derin yozlaşmanın ve çürümüşlüğün farkına varıyoruz. Medyada ‘kamu sorumluluğu’ ve ülke yararı, yerini kişi ve şirket yararına bırakmış. Herkes canını ve malını kurtarma telaşında. Her mesele, her tartışma, her olay medyada ideolojik bir kamplaşma oluşturmaktan başka hiçbir anlam taşımıyor. Kimse kimsenin dürüst, samimi, sorumlu olabileceğine inanmıyor. Tablo karanlık. Çürüme toplumun derinliklerinden yüzeyine doğru ilerliyor. Toplumsal ahlak, toplumsal bilinç, toplumsal değerler, toplumsal başarı neredeyse yok denecek kadar az. Peki hal böyleyken ne yapacağız? Nasıl çıkacağız bu çürümüşlükten? Kim bizim elimizden tutup ayağa kaldıracak? Önce toplum mu düzelecek, yoksa önce devlet mi? Önce aydınlar mı ahlaki bir düzeye ulaşacak, yoksa toplum mu? Kim kime dürüstlükte, titizlikte, nezakette, başarıda kaynaklık edecek? Kim kimi yanlış yaptığında uyaracak bir ahlaka ve dürüstlüğe daha erken ulaşacak? Tablo böyleyken ideolojik tartışmaların kime ne faydası var? Türkiye de her tartışmada ikiye bölünen toplumun bir yarısı diğerinden daha ahlaklı, daha çalışkan, daha dürüst, daha yüksek kültürlü değil. Dindarı da, dinsizi de, solcusu da, sağcısı da bu çürümüşlükten nasibini yeterince almış. Belki de toplumun tek ortak noktası yozlaşma ve çürümüşlük. Bundan dolayıdır ki bir tartışma olduğunda bir taraf diğerinden daha inandırıcı gelmiyor. Bu karanlık tabloyu sizi umutsuzluğa sevketmek için yazmadım. Tablo ne yazık ki böyle. Durumumuzu bilip buradan bir çıkış yolu aramayı denemeliyiz. İnsanı önceleyen bir yapıya öncülük edecek bir düşüncenin yerleşmesine zemin hazırlamalıyız. Diyeceğim o ki şapkayı önümüze koyup düşünme vakti geçmek üzere. Yoksa “bırak dağınık kalsın” diyenlerden misiniz? twitter.com/acikcenk

Reşat Nuri Erol
22.09.2012
10:26

Kanıt

husnu mahalli Hür Suriye Ordusu'na bağlı silahlı militanların Hatay bölgesinde ve sınır boyunca faaliyetleri ile ilgili olarak Türk ve yabancı medyada çok şey yazılıp söylendi. Hükümet ise hep yalanladı. Önceki gün Akçakale'de ilginç bir olay yaşandı. CNN-Türk muhabiri ilçede iki kişi ile canlı yayın yapıyordu. Yayına katılanlardan biri Türkçe biliyordu ve sınırın karşı tarafındaki Tel Abyad ilçesindeki çatışmaları anlatıyordu. Konuşan kişi 'Bu röportaj bittikten sonra arkadaşımı Tel Abyad'a Hür Suriye Ordusu'nun yanında savaşmaya göndereceğim' dedi ve konuşmayı bitirdi. Hiç kimse de ona 'kimi, nasıl ve neden gönderiyorsun' demedi, demiyor. Peki Tel Abyad'da neler oldu ? Suriye'nin Türkiye ile olan kara sınır kapılarını ele geçiren ya da geçirmeye çalışan Hür Suriye Ordusu iki gün önce Tel Abyad ilçesine saldırdı ve sınır kapısını kontrol altına aldı. Çatışmalar devam ediyor. Bu normal bir haber gibi görünebilir. Ama Tel Abyad'ın Suriye'nin Kürt bölgesinde olduğu ve nüfusu akrabaları Urfa bölgesinde yaşayan Arap ve Kürtler'den oluştuğu hatırlanırsa durum biraz farklılaşabilir. Çünkü üç ay önce PKK yandaşı PYD bu bölgede Kürt bayraklarını sallandırınca Ankara kıyameti koparmış ve PYD'nin bu bölgelerden yola çıkarak Türkiye'ye problem yaratması durumunda müdahale tehdidinde bulunmuştu. Oysa üç gün önce Türkiye destekli Hür Suriye Ordusu militanları Tel Abyad'a saldırıyor ama orada bulunan ve Esad destekli olduğu söylenen PYD güçleri sesini çıkarmıyor. Ama Türkiye'deki bazı medya ve 'uzman'ların yorumlarına bakılırsa PKK'nın son dönem saldırılarının arkasında Şam ve Tahran var. Oldukça ilginç bir çelişki. Bu çelişkinin bir diğer boyutunu dünkü Yeni Şafak'ın manşetinde görebildik. Hükümet yanlısı Yeni Şafak, İsrail'den PKK'ya anlık istihbarat desteğini detayları ile anlatıyordu. Yeni Şafak'ın yazdıkları doğru ise PKK'nın son saldırılarının anlamı farklı olur. Çünkü herkes bilir ki Şam ve Halep'teki savaşla meşgul olan Esad, PKK ile ilgilenecek zamanı yoktur ve olamaz. İsrail ile işbirliği yapan PKK ise hiçbir şekilde Şam'ın yandaşı olamaz. Unutulmamalıdır ki; daha iki yıl öncesine kadar Türkiye ile Suriye arasında PKK'ya karşı çok etkin ve kapsamlı bir işbirliği vardı ve Şam, zaman zaman da Tahran, yakaladığı yüzlerce PKK'lıyı Ankara'ya teslim ediyordu. Özetle bu coğrafyanın tüm veri ve kavramları karışmış durumda.. İki yıl öncesine kadar birleşme durumuna gelen iki ülke olan Suriye ve Türkiye şimdi çok pis bir savaşın eşiğinde. Batılı ülkeler ile Katar ve Suudi Kral ve Şeyhler bu durumdan büyük haz alıyorlar. Nasıl olsa sonunda Türkiye bu savaşta tek başına kalacaktır. Bu savaşın sonuç ve yansımalarını kestirmek pek kolay değil ve olmayacaktır. Bu coğrafyamızın temel özelliğidir. Örneğin olayların başından beri tampon ya da uçuşa yasak bölge konusunda ısrarlı olan Ankara 18 ay sonra bunun olanaksız olduğunu itiraf etmeye başladı. Hükümet gibi 'uzman'ların da öngörüsü hep yanlış oldu. Esad'ın üç ay içinde düşürüleceğini söyleyenler şimdi 'Düşecek ama zamanı kestirmek zor' demeye başladı. İnadını sürdürenler ise Suriye'nin yerlebir edilmesini umursamıyor. Yapılan ilk hesaplamalara göre 18 aylık yıkımın maliyeti 12 milyar dolar civarında. Hangi taraftan olursa olsun ölen insanları hiç kimse umursamıyor. Nasıl olsa herkes Irak'taki rakamlara alıştı ve Suriye'dekilerin sayısı bir milyona henüz ulaşmadı! Ulaştığında belki harita üzerinde Suriye diye bir ülke olacak ama bu ülkenin insanı asla rahat yaşamayacak, yaşatılamayacaktır. Suriye rahat olmayınca çevresi asla olmayacaktır. Çünkü 'Büyük Oyun'un amacı buydu ve mutlaka sırada başka ülkeler olacaktır. Bakalım 'Büyük İkramiye' kime çıkacak?





Sayı: 170 | Tarih: 16.09.2012
Mahir Kaynak
Siyaset, artık dine alet edilmiyor!
Laiklik
2350 Okunma
24 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
İslam ümmeti için ağıt
Filmi kim çektirdi?
1495 Okunma
2 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Barlas
Özgürleştirmek kolay bir iş değildir...
Müslümanların Masumiyeti
1274 Okunma
1 Yorum
Tayibet Erzen
Yusuf Kaplan
'Şeytan'ın masumiyeti!
Durun kalabalıklar!
1273 Okunma
Ali Bülent Dilek
Mehmet Şevket Eygi
Bir Tür Kıyamet Kopacak
Umudumu Yitirmedim
1185 Okunma
1 Yorum
Emine Hocaoğlu
Hüseyin Gülerce
Libya'da hangi düğmeye basıldı?
Müslümanca Tavır
1152 Okunma
Zafer Kafkas


© 2024 - Akevler