Muhalefet
1353 Okunma, 9 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

 

29 Temmuz 2012, Pazar

 

Ülkemizde muhalefet, iktidar ne yaparsa yapsın bunun yanlış olduğunu söylemek olarak algılanır. Yani muhalefetin ülkenin sorunlarının nasıl çözüleceğine ait bir projesi yoktur. Bu konuda iktidar ne yaparsa bunun yanlış olduğunu söylemek yeterli sayılır.

-Muhalefet çözüm üretmiyor.

-İktidar da üretmiyor. Hepsi taşeronluk yapıyor.

 

Mesela şu anda dünyada büyük bir değişim yaşanıyor ve bunun sonuçları her ülkenin konumunu değiştirebilir. Yani geçmişte savaşlarla yapılan değişimler şimdi ekonomik yolla ve küçük ülkeleri birbiriyle savaştırarak ya da iç isyanlarla gerçekleştiriliyor.

- Küçük ülkeleri savaştırma ve iç isyanlarla dünya yönetiliyor.

- Çözüm Adil düzendir. Mahir Bey dahil kimse kulak vermiyor.

 

Bu konuda iki görüş vardır: Bazılarına göre her ülkenin kendi tercihleri yönünde davranması ve bunların tümünün etkisiyle bir sonuca varılmasıdır. Diğer bir görüş dünyaya egemen olan büyük güçlerin ya anlaşarak ya da çatışarak bir düzen kurmalarıdır. Ben ikinci görüşü savunduğum için değerli bir dostum tarafından eleştirilirim. Ona göre dünya bir kaosu yaşar ve sonuçlar önceden belirlenemez. Mesela tüm dünyanın soğuk savaş yaşadığı günlerde bunun bir düşmanlık olmadığını, ABD ve SSCBnin aralarındaki bir anlaşmayla kendi nüfuz bölgelerini muhafaza ettiklerini düşündüm. Eğer bu soğuk savaş olmasaydı ABD batı, SSCB doğu Avrupayı kontrol edemezdi ve her ülke kendi politikasını belirlerdi. Bir ülkede muhalefet ve iktidar aynı taktiği uygulayabilir.

 

- Devlet düzeni iç isteklere veya dışarıdaki oluşlara göre düzenlenir. Ben dışarıya göre düzenlenmelidir, diyorum. Soğuk savaş iç dengeyi sağlamak için anlaşmalı yapılmıştır.

- Devlet, dış dengelere göre kendisini ayarlar. İller ise kendi iç dengeyi sağlar. Bucaklar ise kendi isteklerine göre yaşarlar. Sermaye  bu çatışma siyaseti ile 500 senedir iktidardadır. Sonuna geldi.

 

***

Şimdi gelişmelerin yeniden bu iki ülkenin ortak projesi etrafında şekillendiğini düşünüyorum. Muhalefetten söz ederken bunları söylememin sebebi muhalefetin dünyadaki gelişmelerle ilgilenmeden sadece iktidarı eleştirerek görevini yaptığını sanmasıdır. Yapılması gereken büyük güçlerin projelerini anlamaktır. Ama bunlara hiç itiraz etmeden boyun eğmek gerekmez. Özellikle Türkiyenin tavrı bu projeyi çok etkiler. Ancak bunu gören güçler önceden ülkenin tavrını kontrol etmek için hazırlık yapmışlardır. Bunun yolu ülke ekonomisini kontrol etmek, bu yolla medyayı etkileyerek, hatta inşa ederek kamuoyunu şekillendirmektir. Ancak bu gibi mücadelelerde birbirine rakip olan güçler de vardır ve ülke içindeki karmaşayı tahrik ederler.

 

-Yeniden Rusya ABD ile anlaşmalı çatışma dengesi oluşmaktadır. Türkiye bunu görmeli. Buna etki eder.

-  Sovyet Batı çatışması sona erince sermaye yeni denge aramaktadır. Daha kuramadı. Müslümanları ayaklandırarak etkin güçleri yola getirmek ve onlara İslamiyeti yok ettirmeyi planlıyor.

 

Bunları engellemek amacıyla derin devlet adıyla bir yapıyı önerdim ancak bunu kanunsuz işleri yapan devlet kurumları olarak kamuoyuna yansıttılar. Bana göre dış etkilere karşı iktidar, muhalefet, bürokrasi, sermaye sahipleri, aydınlar birbirinin karşısına geçmez ama çözüm için kendi projelerini sunarlar. Bu amaçla problemin ne olduğu, arka planda hangi güçlerin hangi politikaları uyguladığı konusunda uzlaşmak gerekir.

-Değişen dünyaya uymak için derin güce gerek vardır.

-  a) Sivil-asker ilişkisi  düzenlenmelidir.

   b) Yerinden yönetim getirilmelidir.

   c) Hakemlik sistemi oluşturulmalıdır.

   d) Sermaye baskısından kurtarılmış basın oluşturulmalıdır. Ondan sonra  Cumhur Başkanı,        Genelkurmay Başkanı ve Başbakan üçlüsü istişarelerden sonra devletin siyasetini belirlemelidirler.

 

Eğer bu güçlerden bazıları dışarının kontrolünde ise anlaşma sağlamak zordur. Çözüm hangi güç iç güçleri daha çok etkiliyorsa onların istediği yönde olur. Dışarının kontrolünde olmak mutlaka bir ilişki olmasını gerektirmez. Onlar kendi politikalarına en uygun kişiyi üst makamlara getirirler.

 

- Dışarısı politikalarına uygun kişiyi etkili yere getirirler.

-  Türkiyede hep bunu yaptılar, ama gelenler, hep Türkiye lehinde politika yaptılar. Bugünkü güçlü Türkiye böyle oluştu.

 

Sonuç olarak bir devlet olmak bir bayrağı olmak, sınırlarının çizilmiş olmasıyla sağlanamaz. Ülkeyi idare edecek siyasetçi, bürokrat, kamuoyunu etkileyecek medya ve hepsine şekil verecek sermaye o ülkenin geleceğini düşünmeli ve yaşadıkları yere bağlı olmalıdırlar. Muhalefet iktidara gelmek için değil, ülkenin sorunlarının doğru çözülmesini sağlamak için uğraşmalıdır.

 

- Devletin bekası, sorunlara ulusça çözüm aramakla mümkündür.

- Bunun için ordu güçlü olmalıdır. İç yönetime karışmamalıdır.  İç yönetim yerinden yönetime bırakılmalıdır. İç ve dış olaylarda hakemlerden oluşan yargı üstünlüğü sağlanmalıdır. Fikri ürünleri değerlendiren merkezler oluşturulmalıdır.

 

 

4 Ağustos 2012, Cumartesi

HANGİSİ BELİRLEYİCİDİR?

 

Genel kanı bir ülkede dış politikayı iktidarın belirlediği ve bu iktidarı da ülke içindeki şartların tayin ettiği biçimindedir. Yani öncelik iç politikadadır. Ben dış politikanın daha belirleyici olduğunu hatta iktidarın belirlenmesinde de dış şartların etkili olduğunu düşünürüm. Bu politikacıların yabancıların hizmetinde olduğu anlamına gelmez. Eğer dış güçler ekonomiyi etkileyebiliyorlarsa, ülke sermayesini belli bir yöne sevk edebiliyorlarsa, iktidarı onlara uygun dış politika uygulayacak partilerin almasında etkili olurlar.

 

- Dış politikayı iktidar belirlemez, onları sistem iktidar, yapar.

- Etkin güçler, kendi aralarında denge kurarak dünya siyasetini yürütürler. Türkiye etkin güç değildir. Olması için de uğraşmalıdır.  Türkiye konumu itibari ile dünya dengesinin devamına yardımcı olur. Bunun için savunma gücüne sahip olmalı, tarafsız politika gütmeli, kendisi etkin olmaya çalışmamalıdır. Dengelerin bozulmasını önlemelidir.

 

Günümüzde dünya yeni bir dengeye doğru ilerlemektedir ve bu kendiliğinden gelişen değil bazı güçlerin planları yönündedir. Mesela Suriye yıllarca Baas rejimi altında yaşamış hiç sesi çıkmamıştır. Oysa şimdi demokrasi uğruna bazı güçler savaşmaktadır. Bana göre savaşın iç politikadan kaynaklanan yönü yoktur ve sadece yeni dünya düzeninde onun yeri ve şekli belirlenmektedir. Bu durum bir ülkede iktidar ve muhalefetin büyük güçlerin istediği yönde oluşması yönünde olduğu anlamına gelir. Ancak büyük güçlerde durum farklıdır. Mesela ABDde iki parti birbirinin karşıtı değil alternatifidir. Bir parti iktidara gelince uyguladığı politikalar başarılı olmazsa diğerinin gelişi o ülkedeki genel durumu belirleyen gücün B planını uygularlar. Yani iki farklı parti ülkeyi yöneten tek gücün iki farklı planını uygulayacaklardır. Aynı durum Rusyada da geçerlidir. Asla vazgeçmeyeceklerini, bütün güçlerini onu yaymak için kullandıklarını söylediğimiz komünizm devlet tarafından ortadan kaldırılmıştır ve bu konuda yazdığım makalenin başlığı Dışa dönüktür. Yani dış şartlar bir ülkede akla bile gelmeyecek şeylerin yapılmasına sebep olabilir.

 

- Dünyada yeni dengeler oluşmaktadır. Oluşturan vardır.

- Tekel sömürücü sermaye yeniden denge kurma çabasındadır. Başaramayacaktır. Denge Adil Düzen üzerinde kurulacaktır. 50  yıl önce söylediklerimiz bugün gerçekleşti. Şimdi söylediklerimiz de  50 yıl sonra gerçekleşmiş olacaktır. Yaşıtlarınız bu cümlemi hatırlasınlar.

 

***

Ülkemizde de dış şartlar içte ciddi değişikliklere neden olabiliyor. Geçmişte Kürtleri diğer vatandaşlarla aynı görüp buna uygun davrandığım için söylemeyi bile istemediğim ithamlarla karşılaştım. Mahkemelere gittim, dergideki işimden kovuldum, hakkımda mahkemelerde de ispat ettiğim iftiralara uğradım. Şimdi Kürtlerle birlikte yaşanması gerektiği kolaylıkla söyleniyor.

 

- Ülkemizde de değişmeler var. Kürtlerden dolayı yargılandım. Şimdi, ana politika oldu.

- Kürtlere ayrıcalık tanımak ülkeyi bölmektir. Sevre gitmektir. Yerel yönetim, bağımsız iller, nüfusu 1 milyonu aşmayan bağımsız iller sorunu çözer.

 

Türkiye bugün bölgedeki ve dünyadaki gelişmelerle çelişmeyen bir dış politika uyguluyor. Şüphesiz bunun da eleştirilecek yanı vardır ama hiç değilse genel istikameti doğrudur. CHP iktidara gelse nasıl bir dış politika uygulayacağı bilinmiyor. Bu konuda bir stratejilerin ne olacağı bilinmez. Mesela dünyadaki yeni güç odağı Uzakdoğu ile işbirliği yapıp ABD- Rusya eksenine karşı mı çıkacaklar. Avrupanın güç odağı olma şansının devam ettiğini düşünüp onunla birlikte mi hareket edecekler? Sözlerinden anlaşılan bir strateji belirlemek yerine her olaya karşı tavır almayı düşündükleridir. Bir gün birini haklı bulup onun yanında, diğer bir gün haksız görüp karşısında olabilirler. Dış politikada prensiplere bağlı ve dürüst hareket edilmesini düşünüyorlar.

 

- Türkiye ana hatları ile doğru politikadadır. CHP Çin-AB bloğuna mı geçecek.

-Sermaye dünyayı bölmek ve dengesini kurmak istiyor. Hıristiyanlar ve Müslümanlar birleşip sermaye sömürüsüne son vereceklerdir. Çin ve Hint de desteklenecek. Adil Düzen  gelecek.

 

MHP ABD ile birlikte olmayı uşaklık sayıyor, Rusyayı hesaba bile katmıyor. Başka bir ülkeyle ittifaktan da söz etmiyor. Türkiyenin tek başına günün şartlarına göre hareket edebileceğini ve gücümüzün buna yeteceğini düşünüyor. Kahramanlık ve vatanseverlik maddi bir desteğe ihtiyaç göstermeden hedefe ulaşmamızı sağlar diyor. Etkili bir güç olmak için ne ekonomik güce ne de bilimsel üstünlüğe gerek görmüyor.

 

-MHP bağımsız kalmamızı istiyor, buna gücümüz var mı?

-Evet buna gücümüz var, hem de fazlasıyla.

 

NOT: Yazıda yer alan italik ifadeler Süleyman Karagülle'ye aittir.

 

Yorum:

 

Yeni Dünya Dengesi

 

İnsanlık tarihi; toplayıcılık, avcılık, çobanlık, çiftçilik, pazar mübadelesi, aracı mübadele ve işçilik aşamalarını geçti. Yeni düzen arıyor. Bu da ortaklık düzenidir. Senet mübadelesi sistemidir.

İnsanlık, siyasette Mezopotamya-Mısır, İbrani- Yunan,  Hıristiyanlık-Roma, İslam-Avrupa uygarlıklarını aşama aşama geçti, şimdi yeni uygarlığı oluşturmaya başlamıştır. Bu çiftlerden birincilerin ve ikincilerin ömürleri biner yıldır. İkinciler birincileri 500 sene arkadan takip eder. Birinci uygarlıkların başlangıcı milat ile kodlanmıştır. Bugün batı medeniyeti çökmeye başlamıştır.

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
05.08.2012
18:23

HAYRETTİN KARAMAN'IN YAZDIKLARINI İZLEMEYE DEVAM EDİYORUZ...

(ÖNCEKİLER ÖNCEKİ HAFTA DEĞERLENDİRMELERİNDE...)

***

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr

05 Ağustos 2012 Pazar

Libya örneği

Arap Baharı'nda İslam'ın etkisi ve geleceği konusunda kötümser tahminlerde bulunanlar niçin öncelikle giden ile geleni karşılaştırmazlar, bilemiyorum. Yeni liderler ve nispeten hür olan Müslüman halk İslam'a dönmeyecek de, zalim, laik, ABD veya Rusya yahut da siyonistlerin güdümünde olan devrik liderler mi İslam'a dönecekti!? Halkını ezen ve soyan, İslam'ı da yalnızca istismar eden (bazıları buna bile yanaşmıyorlardı) despotlar daha yıllarca iktidarda kalmalı ve zulümlerine devam mı etmeliydiler? Evet kan döküldü, tehlikelerle karşılaşıldı, ama hangi iyinin ve ıslahatın bir bedeli yoktur ki! Komünizme yeşil elbise giydirdiğini sanan zalim Kaddafi, halkına fare demiş ve taraftarlarına "çıkın, bu fareleri öldürün" diye seslenmişti, bu akıbete kendisi uğradı ve Libya yeni bir yola girdi. Bu yolun İslam ile ilgisine (İslam'a yolculuk mahiyetinde olduğuna) dair bazı tespitler aktaracağım. Devrimin kaderini değiştiren lider Mustafa Abdulcelîl bir konuşmasında şunları söyledi: "Libya'da hukukun temel kaynağı İslam hukuku (şeriat) olacaktır. Bankaları faizden arındıracağız..." Bingazi'de devrimin zaferinin kutlandığı günde şöyle dedi: "Zaferi havaya ateş ederek değil, tekbir ve secde ile kutlayalım". Abdulcelil'in şeriatı uygulayacaklarına dair konuşmasını kötü emellerine alet etmek isteyen dünya medyası yaygara koparınca insanların endişelerini giderecek bir açıklama yapmıştır; bizdeki bazı basın mensupları bunu "Abdülcelil, şeriat sözlerinden döndü" şeklinde verdiler. Halbuki onun açıklaması şöyle idi: "Uluslararası kamuoyuna garanti veririm ki, Müslüman olan Libyalılar ılımlıdır. Pazar günü sadece evlilik ve bankacılık ile ilgili konularda şeriat kurallarını örnek verdim. Faiz artık yasak ve çok eşlilik de serbest olacak. Ama bu diğer modern kanunları yok sayacağız ve insan haklarına saygı göstermeyeceğiz anlamına gelmiyor" Bu sözlerde "şerait sözlerinden dönme" var mı? İnsan haklarına riayet edeceğiz, modern kanunları yok saymayacağız" demek, "şeriattan vaz geçtik" mi demektir? İslam hukuku temel kaynak olduktan sonra ona aykırı olmayan düzenleme ve uygulamaların devam etmesi tabiî değil midir? Şimdi Libya'da geçici meclis seçimi yapıldı, bu seçimde Müslüman Kardeşler'in partisi ikinci oldu. Seçimleri Ulusal Güçler İttifakı kazandı. Geçici yönetimin eski Başbakanı Mahmud Cibril'in liderliğinde 58 siyasi oluşumun bir araya geldiği Ulusal Güçler İttifakı, Meclis'teki 200 sandalyeden 39'unu almayı başardı (Müslüman Kardeşler'in 17 sandalyesi var). Libya Meclisi'nde 200 sandalye bulunuyor, bunların 80'i siyasi partilere ayrılmış durumda. 120 sandalye bağımsız milletvekilleri için ayrılmış kontenjanı oluşturuyor. Mahmud Cibril yumuşak laik bir rejimden yana. Ancak seçim sonuçları kesinleşmeden yaptığı açıklamada Cibril, partisinin Libya'nın birliğini esas aldığını vurgulamış, İslami hükümlere uymanın temel ilkeleri olduğunu söylemiştir. Siyaset yorumcularına göre: Gelecek yıl baharda yapılması planlanan seçimlere kadar görev yapacak ve yeni anayasayı hazırlayacak Ulusal Konsey'de, bağımsız adayların eğilimleri genel eğilimi ve yeni hükümetin yapısını belirleyecektir. Yeni durumda İslamcıların yine de hükümeti kuracak çoğunluğu sağlama şansları olabilecektir. Her durumda İslamcıların iktidarda veya muhalefette Libya siyasetinde etkili olacakları anlaşılmaktadır.

Reşat Nuri Erol
07.08.2012
07:07

HÜSNÜ MAHALLİ

Çok korktum!

07 Ağustos 2012 Salı 02:00 Kuveyt'te yaşayan önemli bir arkadaşım geçenlerde aradı ve ''Katar ve Suudi yönetimi sana çok kızıyor' dedi. Ben de şamata olsun diye 'Çok korktum' dedim. Meğer adamlar Arap ve özellikle Türk medyasında onları hedef alan yazı ve söylemlerimden çok rahatsız. Oysa benim onlarla ilgili yazıp anlattığım her şeyin bin katı Arap ve Batı medyasında yazılıp çiziliyor. Çünkü onların yapısı yazılmayacak gibi değil. Hele Suudiler... 18. yüzyılın sonundan itibaren İngilizlerle işbirliği yapan hatta Vahabi mezhebini bile İngilizlerle birlikte icat eden Suud Ailesi Osmanlı'yı kutsal topraklardan kovduktan sonra 1945'te Amerikalıların hizmet ve himayesine girdi. O gün bugün bu aile hep ABD'nin emrinde oldu hem de din adına! Örneğin Mısır'daki Arap milliyetçisi anti-emperyalist idealleri olan Nasır'ın karşısına Suudiler dikildi. Gerekçeleri de Nasır 'Allah'sız komünist Sovyetler Birliği ile işbirliği yapıyor '... O günden sonra Arap coğrafyasında hatta Türkiye dahil İslam ülkelerinde ABD'nin tüm sol ve devrimci hareketlere karşı planlarında hep Suudiler var. Ama petro-dolarlarla... Saddam'ı İran'a saldırtan sonra da aynı Saddam'ı Kuveyt'ten çıkartan ve Irak'ın işgalini sağlayan yine Suudi paraları. Kaide ve Taliban'ı kurup finanse ederek güçlü kılan yine Suudilerdir. Çeçen ve Bosna halklarının mücadelelerini radikalleştiren ve bu mücadelelerin kanlı bir şekilde bastırılmalarının alt yapısını hazırlayan yine Suudilerin Vahabileridir. Libya'nın NATO tarafından işgal edilmesi ve Suriye'deki ayaklanmanın devamı için Suudiler milyarlarca dolar harcadı, harcıyor... Hem de İslam'ın yüce değerleri uğruna!!! Bahreyn'deki halk ayaklanmasının bastırılmasında olduğu gibi. Özetle Suudi Ailesi'nin pisliklerini anlatmak için İngilizler, Amerikalılar ve genel olarak Batılılar bir düzine kitap yazmışken ben bunları burada bir makaleyle anlatmam olası değil. Ama söylenmesi gereken temel bir kural vardır : Bu coğrafyada ABD ve yandaşlarının tüm pisliklerinin içinde mutlaka Suudilere önemli bir rol verilmiş, verilmektedir. Örneğin İsrail'i Lübnan'da yenen Hizbullah Suudilerin başdüşmanıdır. Örneğin İsrail için büyük bir tehlike olan İran, Suudilerin başdüşmanıdır. İran'ın başdüşmanı olan ve bölgedeki Sünni ülkeleri Şii İran'a karşı birleştirmeye uğraşan Suudiler doğal olarak İsrail'in baş tacıdır. Ama gelin görün ki Suudilerin ABD ve İsrail'e sunduğu bunca hizmet artık yetmiyor. Yani 'Kutsal mekanların hizmetkarı' olarak tüm İslam dinini Vahabileştirerek ABD'nin hizmetine sunmak isteyen Suud Ailesi artık bazı Amerikan çevrelerini mutlu etmiyor. Hem de trilyonları bulan petrol gelirlerini Amerikan hazinesinde tutmalarına rağmen... Peki Amerikalılar neyin peşinde? Kendi hizmetlerinde 30 yıl süreyle kusur etmeyen Mübarek, Bin Ali ve öncesinde Saddam'dan demode oldukları gerekçesiyle kurtulan ve bu tiplerin yerine daha moda tipler arayışına giren Amerikalılar, sayıları 15 bin civarında Suud Ailesi yerine sayıları daha az olan aileleri tercih ettiği anlaşılmaktadır. Örneğin sayıları 200 kadar olan Katar Şeyhi Hamed'in ailesi. Üstelik Şeyh Hamed de en az Suudiler kadar zengin ve ülkesi Suudi Arabistan kadar büyük ve dağınık değil. Katar 11 bin kilometrekarelik bir toprak ve bu toprağın neredeyse % 30'ı Amerikan üsleleri ile kaplı. Gerçek Katarlıların sayısı ise 250-300 bin civarında. Suudi Arabistan ise 2,2 milyon kilometrekare ve nüfusu yaklaşık 28 milyon. Yani kontrol edilmesi zor bir coğrafya ve bir kısmı Şii olan nüfus. Üstelik Katar Şeyh'i Hamed Amerikalılara 'Ben size daha iyi hizmet ederim' diyor ve bu amaçla 1995'te babasına darbe yaparak işbaşına gelmişti. O gün bugün ne yaptıysa hepsi Amerikalıların noter tasdikli takdirnamesini almak içindi. Ama bir tek eksiği var: O da Mekke ve Medine... Bir de bakarsınız gidip oraları ele geçirebilir. Yeter ki Amerikalılar ona 'Yürü ya kulum' desin. İsrailli dostlarını da yanına aldı mı işte o zaman Hayber'e kadar onu hiç kimse tutamaz ! İşte o zaman ben çok korkarım.

Süleyman Karagülle
07.08.2012
17:46

Hayretin Karamanın söylediklerine katılmıyorum.: Kaddafi'yi, sermaye getirip koydu. Müslümanlara zülüm yaptırdı. Şimdi sen git bunlar gelsin dedi. Kanla bitti. Biraz sonra bunlara da git diyecek. ve kanla gönderecek. Hayrettin Karamana Katılıyorum.: Yeni iktidar mümin. Şeriata göre hareket etmek istiyor. Ne var ki şeriatı biliyor mu? Allah birilerinin hatırı için kendi şeriatı olmayanı şeriat yapmaz. Şeriata sahip çıkıp şeriatı bilmeyenlerin iktidarını başarılı kılmaz. Habisatla tayyıbat bir arada olmaz. Yeni iktidar Adil düzeni öğrenmeli ondan sonra onu şeriat diye uygulamalı. O zaman o git dese de gönderemez.

Süleyman Karagülle
07.08.2012
18:02

Mahalli Kardeşimiz. Hiç korkma, Sermaye siyasi gücünü kaybetti. Sahte dolara dayalı Finans gücünü korumaktadır. Onu kullanarak yeniden siyasi gücünü de elde edeceği çabasındadır. Arap baharı budur. Büyük Ortadoğu budur. Bu savaşın sonunda finans gücünü de kaybedecektir. O gidiyor. Yerine biz geleceğiz. Adil düzen çalışanları gelecek. Korkarım o gider, biz hazır olmadığınız için gelemeyiz. Bir fetret devri yaşanır.

Reşat Nuri Erol
08.08.2012
05:00

Hüseyin Gülerce Hükümet-TSK ilişkilerinde yeni dönem...

Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök'ün Ergenekon davasındaki tanıklığı, yeni bir döneme de kapı aralamış görünüyor. Özkök, ifade verirken TSK'yı kurum olarak yıpratmamaya büyük özen gösterdi. Ama TSK içinde, AK Parti hükümetine karşı, kurulduğu ilk günden itibaren komuta kademesinde duyulan rahatsızlığı, demokrasi dışı müdahale ile ortadan kaldırmaya yönelik teşebbüslerin varlığını da teyit etti. Muhtıra sözcüğünün, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman tarafından telaffuz edildiğini açıkladı. Ve en önemlisi, "5-7 Mart 2003 tarihlerinde 1. Ordu'da, daha önce planlanmış seminerde, gerçek siyasi isimler kullanılarak amacın dışına çıkıldığını" belirtti. İşin aslı buydu. Balyoz'dan yargılananlar daha en başta Sayın Özkök'ün dediğini deselerdi, belki bugün emekli de edilmeyeceklerdi... Genelkurmay Karargâhı, baştan beri bu yanlışı yaptı. İnkâr yoluna gittiler. İmzalı, paraflı belgelere "kâğıt parçası" demeler, Poyrazköy'de çıkan LAW'lara "boru" yakıştırmaları, internet andıcını yok saymalar.. döndü dolaştı kendilerini yaktı... Birkaç gün önceki YAŞ kararları ile bu davalardan yargılanan komutanların emekli edilmesi, Özkök'ün ifadeleri ile yan yana getirilince, hükümet-asker ilişkilerinde yeni bir dönemin işaretlerini görmek mümkün. Yeni dönemin en kuvvetli işareti ise Sayın Başbakan'ın, farklı bir "Ulusa Sesleniş" programına dönüşen "Gündem Özel" programındaki açıklamaları oldu. Sayın Başbakan, halen tutuklu olan emekli Orgeneral İlker Başbuğ için; "Genelkurmay Başkanı örgüt elemanı değil. Suçlama insaf dışı. Tutuklu yargılanmasını doğru bulmuyorum." dedi. Devam eden bir davada, düpedüz yargıya müdahale olan bu yaklaşımını Sayın Erdoğan, bir adım daha ileri götürdü ve şunları söyledi: "Silahlı kuvvetler mensuplarının tutuksuz yargılanması gerekir. Ben kolay kolay bir silahlı kuvvetler mensubunun bu ülkeden kaçacağına ihtimal vermiyorum..." (Soru soran gazeteci arkadaşların, Sayın Başbakan'a, internet andıcı davası sanığı Tümgeneral Mustafa Bakıcı'nın geçen yılın kasım ayında, PKK'nın yardımıyla Rusya'ya kaçtığını hatırlatması gerekmez miydi?) Darbe teşebbüsü davalarının ardında en baştan itibaren kuvvetli bir siyasi irade koyan Sayın Başbakan'daki bu değişimin bir sebebi olmalı. Bir harp ihtimali mi var? Evet, bu değişimin sebebi ne olabilir? Sayın Erdoğan'ın, 2014'teki cumhurbaşkanlığı adaylığı sebebiyle değiştiği iddialarını, ben erken ve haksız buluyorum. Nitekim Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, "Başbakan Erdoğan ile hukukumuz kardeşlikten ötedir. Daha iki yıl var. Günü gelince görüşürüz." demekle, adaylık tartışmasını kapattı. Biz hüsnü zanna memuruz. Askerle ilişkilerde evet Sayın Başbakan'ın tutumunda bariz bir değişiklik var. Kanaatimce Sayın Erdoğan şöyle düşünüyor: Bu davalar çok uzadı. Yeni Genelkurmay Karargâhı her gün gündeme gelen yargılamaların, ifadelerin, itirazların, devam eden tartışmaların kurumu yıprattığını, artık bu sayfanın kapatılması gerektiğini düşünüyor. Aynı şekilde, yeni komutan Orgeneral Özel, TSK ile darbe laflarının yan yana gelmesi döneminin bitmesini istiyor. Son YAŞ toplantısındaki emeklilikler de bunu ima ediyor. Türkiye'nin demokratikleşmesi adına TSK da üzerine düşeni yapmaya hazırdır. Terör azgınlaştı, etrafımızda, dost bildiğimiz ülkelerin de işin içinde olduğu ciddi bir gaile var. Bu darbe tartışmalarını artık geride bırakıp, asli vazifelerimize bakalım... Eğer gerçekten böyleyse, Sayın Başbakan'daki değişimi de anlarız. Sadece bir uyarıda bulunma ihtiyacını hissediyorum. Önemli olan silahlı kuvvetlerde, zihniyet değişiminin gerçekleşmesidir. Bünyede artık cuntacılara, darbe heveslilerine asla prim ve cesaret verilmemelidir. Zihniyet değişiminin bir işareti olarak da, TSK İç Hizmet Kanunu'nun darbelere gerekçe yapılan 35. maddesinin, anayasa değişikliğini beklemeden, Meclis açılır açılmaz kaldırılması gerekir... h.gulerce@zaman.com.tr 08 Ağustos 2012, Çarşamba

Reşat Nuri Erol
08.08.2012
05:08

LEVENT GÜLTEKİN

Başbakanın bu şikayetinin muhatabı kim?

Gültekinacikcenk@gmail.com

Başbakan Erdoğan yargıdan dertli, bu son zamanlarda dile getirdiği şikayetlerle iyice belirginleşti. Başbakan yargının özellikle asker ve MİT'le alakalı tutumundan rahatsız. Pazar günü ahaber'de bu kadar generalin tutuklu yargılanmasını doğru bulmadığını, özellikle de İlker Başbuğ'a yapılanın kabul edilemez olduğunu vurguladı. Bu konuda Başbakan Erdoğan ile benzer endişeleri taşıdığımı söyleyebilirim. Ben de yargının son dönemde imza attığı işlerin birçoğunun izaha muhtaç olduğunu düşünüyorum. Fakat Başbakan Erdoğan nedense yargının sadece askere karşı tutumundan şikayet ediyor. Mesela Hanefi Avcı konusunda yargı ile aynı çizgide. “Paralı eğitime hayır” diyen çocuklar sorulduğunda da yargıdan farklı bir tutum göstermiyor. “Poşu davası” dediğimiz türden geneli rahatsız eden meselelerde de “bağımsız yargı” diyerek işin içinden çıkmaya çalışıyor. Genel olarak yargının sorunlu bir durumda olduğunu ima etmekten de geri durmuyor ama. Bu meselede benim en çok dikkatimi çeken Başbakan Erdoğan'ın yargı karşısında kendini mazlum göstermesi. Önceleri asker karşısında mazlum pozisyonundaydı, askerin yerini şimdi yargı aldı. Yargıyla ilgili her soru karşısında sözü bir şekilde MİT Başkanı olayına getirip asıl hedefin kendisi olduğunu ima ediyor. Bu kısmen doğru olabilir. Ama ortada tuhaf bir durum var. Yargıdaki arızanın giderilmesinden kim sorumlu? Hukuk adına işlenen cinayetlerde savcılar, yargıçlar hangi yasalara dayanıyorlar? Siyasi iktidarların yaptıkları yasalara değil mi? Yargı mensuplarının insanları yıllarca tutuklu yargılama hakkı elde ettiği yasalar bu hükümetlerin elinden çıkmadı mı? Yargıçların, savcıların eline o yetkiyi hükümetler yaptıkları yasalarla vermiyor mu? Diyelim verdi ve sonradan uygulamada sorunlar olduğunu gördü. Peki niçin düzeltmiyor? 4 tane "yargıda reform" paketi çıkarıldı. Niçin en çok şikayet edilen konulara o paketlerde yer verilmedi? Başbakan Erdoğan'ın İlker Başbuğ'a yapılanlardan şikayeti yeni değil. Son yargı paketinden önce de bu şikayetini dile getirmişti. Peki şikayet edeceğine niçin 4. yargı paketinde bu ve benzeri sorunlara köklü bir çözüm üretmedi? Bunu ben anlamıyorum. Siz anlıyor musunuz? Hükümet sorunları çözmeye dönük reformlar yapmadıktan, kılını kıpırdatmadıktan sonra yargının bağımsızlığı nasıl yerleşecek? Hakimlerin ve savcıların vicdanlarına mı kalacak bağımsızlık? Gerçek bir bağımsız yargı için yasaların sağlama oturtulması gerekmez mi? Başbakan Erdoğan Hakan Fidan meselesinde gösterdiği atikliği şikayetçi olduğu diğer konularda niçin göstermiyor? Bana göre İlker Başbuğ meselesinde suçu savcıların üzerine atıp sadece üzüntülerini belirtmek bir başbakanın yapacağı iş değil. Yargıdaki aksaklıklardan sorumlu değilmiş gibi bir hava yaratmak Başbakan Erdoğan'ın gerçekte amacının üzüm yemek değil, bağcıyı döğmek olduğunu gösterir. Deniz Feneri savcılarına veyahut Hakan Fidan'a dava açan savcılara ‘hatalarından’ dolayı hadleri bildirilirken yargı bağımsız değil de, diğer meselelerde mi birden bağımsızlaşıyor? Hangi meselede yargı adil, hangi meselede tarafgir ve hesaplı nasıl anlayacağız? Bazı meselelerde yargıya güvenip bazı meselelerde güvenmemek görülmüş bir şey midir Allah aşkına? Başbakan Erdoğan kendisini mazlum durumuna sokmadan, bu ülkede herkesin güvenini kazanacak bir yargı düzeni oluşturmaktan sorumludur. Şikayet eden değil, çözüm üreten taraf olmalı. Bunu yapmadığı sürece şikâyetlerinin laftan öte bir değeri de, karşılığı da olmayacaktır. Başbakan Erdoğan'ın şikayet edip hiçbir şey yapmadığı bir başka konu da medya. Başbakan Erdoğan medyayı suçlayarak ülke sorunlarını çözmede mesafe kat edeceğini düşünüyorsa gerçekten yanılıyor. Tamam, medya sorunlu, esaslı bir tutum belirlemekte sorun yaşıyor. Bir bilinç sorunu var. Peki her konuşmasında medyayı suçlayacak bir gerekçe bulan Başbakan Erdoğan'ın son 10 yıldır kendi etrafında oluşturduğu medya ne durumda? Daha mı bilinçli? Daha mı ahlaklı? Daha mı zeki? Daha mı başarılı? Daha mı itibarlı? Kendisine politik destek veren, kendisinin de desteklediği hangi gazete, hangi tv daha yüz ağartıcı bir durumda ki geçmişten yakınıp duruyor? Vitrine sürdüğü, iş tuttuğu, değer verdiği hangi gazeteciler bu ülkeye ‘namuslu’ bir medya yapacak? Şikayet etmeyi, yakınmayı bırakıp bu sorunlara ne zaman gerçekçi ve kalıcı bir çözüm bulacak gerçekten çok merak ediyorum. 10 yıldır ne medya düzeldi, ne de yargı. Bakalım kaç yıl daha böyle gideceğiz..

Reşat Nuri Erol
09.08.2012
03:41

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr

09 Ağustos 2012 Perşembe

Yemen örneği

Yemen'de bugün durum oldukça karışık ve karmaşıktır; ülkede şiddet seçim sandıkları kurulu iken de devam etti. Kuzeydeki Şii mezhebine mensup Hutiler ile güney bölgesinin bağımsızlığını savunan partiler seçimlere karşı idiler, seçim günü geldiğinde seçim bürolarına saldırdılar, sandık görevlisi 8 asker öldürüldü. Yine de seçmenin %60'ı seçim sandığına gitmişti. % 99 oy oranı ile 2 yıllık bir süre için seçilen Hadi Mansur'un esas gündemi anayasa değişikliği, çok partili seçimler olmasına rağmen, patlayan bombalar eşliğinde oturduğu koltuğundan ilk mesajı el-Kaide'ye karşı vereceği savaşı şiddetlendireceği oldu... Bütün bunlara rağmen Yemen'de işlerin rayına oturacağı ve uygun bir geçiş döneminden sonra bu ülkenin özelliklerini de yansıtan bir islâmî modelin oluşacağı ümidimizi besleyen olaylar ve olgular var: Yemen Anayasası ülkeyi ve rejimi şöyle tanımlıyor: Madde 1. Yemen Cumhuriyeti bağımsız bir Arap İslam devletidir. Ülke parçalanamaz bir bütündür, Yemen halkı da Arap-İslam ümmetinin bir parçasıdır. Madde 2. Devletin dini İslam, resmi dili Arapça'dır. Madde 3. İslam Hukuku (şeriat) bütün yasamaların kaynağıdır. el-Kaide ve Ensâr'ş-şerî'a aşırı bir din anlayışına sahip ve şiddet yanlısı olsa da bunların ülkedeki tabanı ve halk desteği oldukça zayıftır. Buna karşı 13 Eylül 1990 da kurulan "Islah İçin Yemen Birlik Partisi (et-Tecammu'u'l-yemenî li'l-ıslah) gelecek için ümit verici. Partinin halk (kabileler) tabanı geniş ve güçlü. Müslüman Kardeşler geleneğinden geliyor; ancak kurucu ve sonraki yöneticiler, ülkenin şartlarına göre önemli yöntem değişiklikleri yapmışlar. Parti başta bazı kabileleri ve selefîleri kanatlarının altına almış, sonra islâmî bir demokrasi ve çoğulculuk ilkelerine yönelmiştir; son devrimden önceki seçimlere katılmış, ikinci parti olmuş ve koalisyonlarda yer almıştır. Ülkedeki kabile yapılanmaları sebebiyle bu iki amacına şu anda ulaşamamış olsa da yolunda yürümektedir. Partinin sekiz ilkesi şöyledir: 1. İnanç (akide) ve şeriatıyla İslam: Evren, insan ve hayata dair kapsamlı tasavvura kaynak olan inanç ve bütün alanlarında hayatı düzenleyen bir şeriat. 2. Allah'ın kitabı ve Resulü'nün sünneti hukukun ve meşruiyetin ölçütü ve esasıdır; bunlara uymayan her şey batıldır, terk edilir. 3. Bütün çeşitleriyle istibdadı dışlayan, her alanda halka danışmaya (şûrâya)dayanan, İslam kurallarının kontrolüne tâbi bir demokratik yönetim. 4. İslamî manasıyla hürriyet; bu, Allah'ın insanları onunla değerli kıldığı, yaratılıştan verilmiş ve onsuz hayatın düzgün olamayacağı bir haktır. 5. Allah'ın Müslümanlara farz kıldığı, hayatlarına temel kılmalarını emrettiği adalet. 6. Halkı ve toprağı ile bir bütün ve Arap ümmetinin bir parçası olan Müslüman-Arap Yemen. 7. Arap ve İslam birliğini gerçekleştirmek için devamlı çaba. 8. Eski ve yeni ıslah tecrübelerinden istifade. Partinin şimdiki lideri ile 1 Ağustos'ta yapılan bir röportajda, "acele etmeden, sabırla, barışçı yollardan, er veya geç hedeflerine ulaşacaklarını" ifade etmiştir.

Reşat Nuri Erol
09.08.2012
04:54

Etyen Mahçupyan Dindarın siyaset yolu

Din ile siyaset arasındaki ilişkide uzun deneyimler sonrası gelinen nokta, bu iki alanın arasına mesafe konması gerektiğidir. Gerçekten de din ile siyasetin 'doğası' arasında uyumsuzluk var. Dinler zamana bağımlı olmayan evrensel kabuller üzerine oturdukları için, 'doğru' olanı tüm insanlık ve tüm zamanlar için bildiklerini vazederler. Siyaset ise 'doğru' olanın geçici olarak ve sadece belirli bir grup insana anlamlı gelecek şekilde saptanabileceği varsayımı üzerinde yaşanabilir. Aksi halde siyasete konu olacak tercihlerle, farklı yollarla karşılaşmaz ve bunlar arasında hangisini seçmemiz gerektiği konusunda ayrışmazdık. Unutmamak gerek ki siyaset, esas olarak geleceğin bugünden kurulmasına yönelik bir etkinlik ve bu da önümüzde farklı gelecek tahayyüllerinin, dolayısıyla farklı varoluş ve yaşama biçimlerinin olduğunu söylemekte. Bu belirsizlik nedeniyle siyaset 'doğrunun' göreceliliğini ontolojik olarak kabul etmek durumundadır. Nitekim kendi meşruiyeti de bu göreceliliğe dayanır. Oysa görecelilik, dinlerin kabul etmek bir yana felsefi olarak kabullenemeyeceği bir durum... Dinler açısından göreceli bakış, vahiyle gelen kutsal akidelerin, dolayısıyla doğrudan ilahi gücün sorgulanması, esnetilmesi, giderek dışlanmasını ima eder. Bu nedenle dine dayanan siyaset sonuçta dini bozar... Öte yandan bu tür siyaset, siyasetin kendisini de anlamsızlaştırır ve toplumun entelektüel ortamını totaliter bir mecraya doğru sürükleyebilir. Çünkü din üzerinden oluşacak siyasetler, 'doğruyu' bildiklerinden emin olan insanların bu 'doğruyu' başkalarına kabul ettirme gayretine dönüşür ve aynı zamanda bu 'doğruların' hiçbir esnekliğinin olmaması nedeniyle uzlaşmalara kapalı kalır. Sonuç neredeyse kaçınılmaz olarak karşılıklı otoriter zihniyetin hakim olmasıdır. Bir tarafın kategorik olarak katı tutumunu sürdürdüğü ortamlarda, diğer anlayışlar da katılaşma eğilimi gösterirler ve karşılıklı silahların konuştuğu bir yapıya doğru kolayca gidilebilir... Öte yandan dinler 'doğru' yaşamın ne olduğunu söylemenin ötesinde, bu yaşamı sadece kişiler için değil cemaat için önerirler. İdeal durum bir toplumun her bireyinin belirli bir dinî inanca bağlı olması olurdu... Böylece herkesin toplum için 'doğru' bulduğu şey aynı olacak ve çatışmasız, ahenk içinde bir cemaat hayatı oluşabilecekti. Dikkat edilirse bu siyasetin de işlevsiz ve anlamsız kalmasını ifade edecekti, çünkü herkesin aynı doğruda buluştuğu bir toplulukta farklı görüşler ancak detay konularda olabilecek, onları da dini yorumlamayı bilen rehberler değerlendirecekti. Böyle bir toplumda geleceği tartışmak da, sadece teknik konularla sınırlı basit durumların akılcı çözümlerine indirgenecek, esasa ilişkin hiçbir konu tartışmaya açılmayacak, ama kimse de şikayet etmeyecekti. Bu ideal durum halen birçok dindar için çekiciliğini koruyor. Osmanlı'nın cemaatçi yapısının da aynı mantıktan esinlendiğini söylemek ve bu çekiciliğin tarihsel bir zemini olduğunu öne sürmek de mümkün. Bu yaklaşım bir tür içe kapanmacılık ve dışlama anlamına gelmekle birlikte, dinin siyasetten korunma isteğini de ifade ediyor. Çünkü siyasetin egemenliği insanları farklılaşma ve yeniden gruplaşma yönünde teşvik edici bir ortama tekabül etmekte. Diğer bir deyişle siyasetin alanı ve derinliği arttıkça, dinlerin de yüzeyselleşip kırılganlaşacağı açık. Bunun anlamı dindarların azalması değil... Aksine siyaset genişleyip derinleştikçe dindarların sayısı muhtemelen artacaktır. Özellikle geçmişte dinin 'siyaset yolu' olarak yaşandığı cemaatçi toplumlarda, dindarlar kendi içinde farklılaşırken, inancı da esnetecek ve dünyevileştirecektir. Birçok dindarın bunu bir tehlike olarak görmesi şaşırtıcı değil... Ne var ki dini 'siyaset yolu' olarak yaşamış olan bir geçmişten daha farklı bir gelecek çıkamaz. Çünkü dinle siyaset arasındaki mesafeyi bilerek daraltmış, pragmatik amaçlarla dini kullanmış, dindarlıkla siyasi kariyeri meczetmiş bir gelenekten söz ediyoruz. Bu ülkedeki toplumsallaşma kanallarından başlıcası daima din olmuş ve bu durum inanç sistemlerini sürekli olarak dünyevileştirerek (sofu bir dindar açısından yüzeyselleştirerek) yeniden üretmiştir... Bugün bir eşik daha geçiliyor ve dindarlar siyasetin paydaşı ve kurucu öğesi olma yönünde ilerliyorlar. Önlerinde iki yol var: Ya dinlerini de siyasete taşıyarak 'kullanıma' açacaklar ve son kertede dine zarar verecekler. Ya da artık homojen bir cemaat olmadıklarını kabullenerek, dini özel hayatın parçası olarak yeniden tanımlayacak ve böylece siyaseti de özgürleştirecekler. Buna kısaca sekülerleşme deniyor... Birçoklarının sandığının aksine dini koruyan, dindarı ise tüm toplum karşısında aktörleştiren bir siyasetin kapısını açan, 'iyi' bir değişim. Yeter ki siyasetin çekiciliği dinin işaret ettiği ahlaki zemini yok etmesin ve dindarlar aynı ahlakı seküler çerçeve içinde yeniden üretebilsin... e.mahcupyan@zaman.com.tr 09 Ağustos 2012, Perşembe

Ali Bülent Dilek
10.08.2012
11:17

reşat abi

kitaplar bölümünde

2000 li yıllar başında felsefe ve kelam

adı altında felsefe çalışmaları konuldu

ilk ikazınla beraber koymuştum

selamlar...





Sayı: 164 | Tarih: 5.08.2012
Yusuf Kaplan
İslamcılık;varoluş yolculuğumuz
İslamcılar!nerede hata yaptı
2168 Okunma
20 Yorum
Ali Bülent Dilek
Mahir Kaynak
Muhalefet
Yeni Dünya Dengesi
1353 Okunma
9 Yorum
Süleyman Karagülle
Mehmet Barlas
Sibernetik ölümsüzlük neleri değiştirirdi ki?
Ölüm ancak kurtuluştur!
1324 Okunma
4 Yorum
Tayibet Erzen
Hüseyin Gülerce
Yeni Türkiye'ye yeni dış politika
Kendi Yaptıklarımızın Sonucuna Katlanmak
1303 Okunma
1 Yorum
Zafer Kafkas
Ahmet Hakan
‘Toplumda karşılığı yok’ putunu yıkalım
Gayba iman etmemek
1281 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Şevket Eygi
İçi Ateş Dolu Uçurumun Kenarında
Her Yerde Höşgörü
1090 Okunma
Emine Hocaoğlu


© 2024 - Akevler