İslâmcılık: Varoluş yolculuğumuz
Yusuf Kaplan
ykaplan@yenisafak.com.tr
30 Temmuz 2012 Pazartesi
Müslüman toplumların bizzat İslâm'la kurdukları ilişki, İslâm üzerinden kurdukları doğrudan değil, dolaylı bir ilişki: Doğrudan olmadığı için de doğurgan olamıyor.
Müslüman toplumlar, İslâm'la ilişkilerini, başkaları üzerinden, çağdaş seküler zeitgeist (zamanın ruhu) üzerinden kuruyorlar. Bir kendi'leri, kendi zeitgeist'ları yok çünkü.
Batı-dışındaki bütün diğer dinlerin, medeniyetlerin, kültürlerin çocukları da kendileriyle ilişkilerini başkaları üzerinden kuruyorlar: İnsanlığın sorunu, tek bir zeitgeist'a mahkûm olması.
Tek bir zeitgeist'ın hâkim olduğu başka bir zaman dilimi yaşanmadı tarihte. Oysa modernlikten önce, aynı zaman dilimi içinde farklı zeitgeist'lar birbirleriyle ilişki kurarak yaşabiliyorlardı.
* * *
İnsanlığın başına gelebilecek en büyük felâket budur: Dünyada sadece Batılı zeitgeist hükümfermâ ve başka zeitgeist'ların yaşamasına izin vermiyor.
………………………………
Bunu ben söylemiyorum sadece. Yarım asır önce yapısal antropolojinin kurucusu Claude Levi-Strauss da söylemiş ve tek bir kültürün diğer kültürleri yok etmesine karşı çok büyük bir kampanya başlatmış.
Tek bir zeitgeist'a mahkûm olmak demek, kendi algılama, duyma, düşünme ve varolma biçimlerimizi yitirmemiz ve pornografiye, pornografik simülasyona / ayartıya ve asimilasyona / yabancılaşmaya mahkûm olmamız demek.
* * *
Söylediğim şey şu: Müslümanların da müslümanlıkla kurdukları ilişki biçimi pornografik simülasyon ve asimilasyon üzerinden işliyor. Yani tek bir zeitgeist'ın, Batılı zeitgeist'ın dünyası içinden ve dünyaya bakış biçimleri ile baktıkları için, hiçbir şeyi göremiyorlar; yalnızca pornografik ayartma / simülasyon ve karartma / asimilasyon biçimlerine mahkûm oluyorlar: Çünkü tek bir zeitgeist'ın her yerde hâkim olması, bütün insanlığı çağ körleşmesinin eşiğine fırlattığı için, insanlar, dünyaya kendi dünyaları içinden bakabilme yetilerini yitiriyorlar: Mesafe duygusunu yitirdikleri için; yani farklı dünyaların ve bakış açılarının hâkim seküler zeitgeist tarafından yutulması ve uyutulması sözkonusu olduğu için, dünyanın farklı dinlerine, düşüncelerine mensup çocukları kendi dünyalarına bile kendi bakış açılarından bakamıyorlar.
İnsanlığın başına bundan daha büyük bir felâket gelmedi: Dünyaya bakarken de, kendi dünyama bakarken de kendime özgü, özgün bakış açılarıyla değil, hâkim, dayatılan bakış açılarıyla bakacağım: Bu, sadece bir körleşme değil, zihnî köleleşme.
* * *
İşte İslâmcılık, tek bir zeitgeist'ın (Batı-merkezciliğin) dünyaya çeki düzen vermesine karşı başlatılmış bir direniş, bir diriliş ve bir varoluş hareketidir. İslâmcılık, İslâm'la kurulan ilişkinin aslî mi, arızî mi olduğunu belirleyen bir 'üçüncü alan'dır.
Birinci alan, çağdaş seküler Batılı zeitgeist'ın alanı: Hayatımız bu alanın içinden ve bu alanın üzerinden kuruluyor ve yürüyor: Bütün insanlığın hayatı. Tek yaşayan gerçek o.
İkinci alan, Müslümanlığın henüz ne olduğunu anlayamadığımız, hâlâ muhayyel, hâlâ orada öylece duran, hâlâ onunla o olarak irtibat kuramadığımız, varoluşumuzun kaynağı ama şu ânki varoluşumuza kaynaklık edemeyen, kendisinden geldiğimiz, kendisiyle geldiğimiz ve yitirdiğimiz, bizi yeniden kendimize getirecek kaynak.
İşte üçüncü alan, yani İslâmcılığın alanı, bizim Müslümanlıkla kopan ilişkimizi dolaylı, dolambaçlı, marazî, yamandırıcı yollarla, psişe bozukluklarıyla değil, doğrudan ve doğurgan bir şekilde kurulmasını sağlayan bir biliş (ilme'l-yakîn / epistemolojik), bir oluş (ayne'l-yakîn / fenomenolojik) ve bir varoluş (hakka'l-yakîn / ontolojik) yolculuğu.
Benim İslâmcılık'tan anladığım ya da anlamak istediğim şey bu.
* * *
Bugün insanların, biri hâkim, diğeri ona mahkûm iki dünyaları var: Birincisi, hâkim seküler zeitgeist. İkincisi de, hâkim zeitgeist'e göre veya -nadiren de olsa karşı konumlanan Batı-dışı dünya: 'Göre' de, 'karşı' da marazî.
Yalnızca İslâmcılar, bu iki alanın dışında bir üçüncü alan'da yaşıyorlar: Hâkim zeitgeist'a göre değil; bazen hâkim zeitgeist'a karşı, bazen de hâkim zeitgeist'a rağmen. Üçüncü alan, bizi pornografik simülasyon ve asimiliasyondan 'kurtaracak' bir varoluşsal imkân.
İslâmcılık, sadece siyasî bir söylem ve hareket olursa ve kalırsa, üçüncü alan olamaz. İslâmcılık, öncelikle bir fikir hareketi olabildiği zaman, Batı'yla da, İslâm'la da doğrudan ve önyargısız ilişkiler kurabildiği zaman, yaşanan krizin öncelikle entelektüel kriz (epistemolojik kopuş, ontolojik savruluş) olduğunu görüp, yalnızca -sosyopolitik- gövde hareketi değil, fikrî bir omurga hareketi özelliğine kavuşabildiği zaman bir şey sunabilir insanlığa.
Sözün özü: İslâm'ın insanlığa sunabileceği imkânların bitmesi de, yeniden-filizlenebilmesi de İslâmcılık üzerinden olacak. Varoluşumuzun da yokoluşumuzun da anahtarları, İslâmcılık'ta gizli. İyi de İslâmcılık nerede (gizli) acaba?
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=33410&y=YusufKaplan
yorum;
İslamcılar! nerede hata yaptı
Alıntı; muhteşemdi tam yerine geldi kıyamadım…
REFAH PARTİSİ NEREDE HATA YAPTI?
BİLİMSEL BİR ANALİZ YRD.DOÇ.DR.SÜLEYMAN AKDEMİR 1997
I-Bu yazıyı, Yeni Şafak gazetesinin RP’nin hatalarını tesbit için bir ‘RP nerede hata yaptı?’ komisyonu kurduğunu okuyunca kaleme alma gereğini hissettim. Öncelikle, bir hatanın olduğunun farkına varılması ve bu konuda tesbit ve teşhis cihetine gidilmesi, geç olmakla birlikte önemli bir gelişmedir. Bu husustaki görüşlerimi çok zor olmakla birlikte faydası olur ümidiyle yazıyorum.
II- Osmanlı dönemi fikir hareketleri ve İslâmcılık
- RP olayını anlayabilmek ve değerlendirebilmek, şayet hata ve yanlışlar varsa tesbit edebilmek için konuya Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlamak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ortaya çıkan fikir hareketleri ele alınmadan RP’yi değerlendirmek yanlış olur. Çünkü olayın kökleri o tarihlere kadar gitmektedir. Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra Batı’ya doğru ilerlemeleri artmış ve büyük zaferler kazanmışlardır. Bu zaferler Viyana bozgununa kadar sürmüştür. Bu yenilgiden sonra artık hüsranlar dönemi başlamış ve her sefer büyük bir toprak parçasının kaybı ile sonuçlanmıştır. Bir süre sonra ise Batı’ya karşı üstünlük iddiası, yerini komplekse ve aşağılık duygusuna bırakmıştır.
- Elbette bu yenilg ve hüsranların nedenleri üzerinde durulmuş ve çareler aranmış, bu konuda değişik görüşler ileri sürülmüştür.
a-Batıcılık: Batıcı aydınlar, uygarlığın artık Batı toplumlarına geçtiğini, çağı ve uygarlığı yakalamanın ancak bu uygarlığı bir bütün olarak almakla mümkün olabileceğini savunmuşlardır. Bazı batıcılar, Batı’dan sadece bilim ve tekniğin alınmasını, diğer önemli bir kısmı ise kültür dahil Batı uygarlığı tamamen alınmadıkça çağın ve çağdaşlığın yakalanamayacağını ileri sürmüşlerdir.
b- Milliyetçilik/ulusçuluk: Batıcılık yanında, Batı7da gelişen ulusçuluğa da değinmek gerekir. Ulusçuluk ile ilgili fikri gelişmeler, batılı toplumları derinden sarstığı gibi, farklı ulus ve etnik grupları bünyesinde uzun yıllar barış içinde yaşatan Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkilemiştir. Bunun sonucunda özellikle Balkanlar ve Ortadoğu’da bir asır içinde büyük kopmalar ve bağımsızlık hareketlerine sahne olmuştur. Ulusçuluk akımları küçük devletlerin bağımsızlık almalarına neden olurken, Osmanlının sonunu da hazırlamıştır.
c-İslâmcılık: Diğer önemli bir fikir akımı ise, İslâmcılıktır. İslâmcıların bir kısmı batı karşısında tekrar eski günlere dönmenin, İslâmiyet’e tam bir bağlanışla mümkün olabileceğini tezini savunmuşlardır. Diğer bir kısmı ise, kültür ve düşüncede İslâmiyet’i korumakla birlikte, bilim ve teknoloji alanında Batı’nın alınması gerektiğini, yani batılılaşmanın bilim ve teknoloji ile sınırlı kalmasını savunmuşlardır.
- Milli Mücadele bu fikir akımlarının uzlaşması ile TBMM çatısı altında verİlmîştir. Savaş bittikten sonra, savaş sırasında yönetimde yeterince yer almayan İslâmcılar, fikir alanında da yer edinemediler. Meclise batıcılar ve Türkçüler egemen oldular. İslâmcılık hem meclisten hem de toplumsal yapıdan adeta silindi. Yapılan inkılaplar ile toplumsal yapı farklı bir şekil aldı. Ağır bir yenilgi alan İslâmcılar uzun süre toparlanamadı, meydan adeta batıcılar ile Türkçülere kaldı.
RP bu ağır yenilgiyi alan İslâmcıların günümzüdeki uzantısı ve takipçisidir. Tarihteki İslâmcılar için ileri sürülenler büyük ölçüde Refah Partisi için de söylenebilir. O halde, İslâmcıların, Osmanlıların son döneminde ve özellikle de Milli Mücadele sırasında yaptıkları hata ve yanlışlıkları tesbit edebilir ve bu kadar ağır bir yenilgi almalarının sebebini bulabilirsek, günümüzdeki hata ve yanlışlıkların da aynen tekrar edilip edilmeyeceğini ortaya koyabiliriz.
Demek ki, tesbit ve sorular RP’yi ilgilendirmektedir ve bu sorular RP içinde geçerlidir. Şayet bu soruların cevabı doğru verilirse, yapılan hatalar ortadan kaldırılabilir ve tekrarlanmaz. Çünkü, buradaki sorun sadece RP sorunu veya RP’nin hata ve yanlışlıkları değil, İslâm’ın ve İslâmcıların da sorunudur. Ancak özellikle bazı İslâmcıların hata ve yanlışlarını kabul etmeleri çok zor görünüyor. Bu yargıya varmamızın sebebi, bu kimselerin henüz çağdaş bir İslâm anlayışına sahip olmamalarıdır. Bu konuyu daha açarak etraflı bir biçimde ele almak istiyoruz.
III. İslâmiyet ve İslâmcılar
İslâmcı ile Müslüman arasında ne fark vardır veya bir fark var mıdır? Elcevap: vardır. Müslüman, İslâm dinini seçen kişidir. İslâmcı ise Müslüman olmaktan öte İslâmiyet’i yaşam biçimi olarak gören kişidir. Demek ki, iki isimlendirme arasında bir fark var. O halde, İslâmiyet ile ilgili düşünce ve anlayışları tam olarak ortaya koymadan soruları cevaplamak çok zordur.
İslâmcıları veya Müslümanları dört grupta toplamak mümkündür.
- İslâmiyet’i sadece bir inanç ve ahlâk kabul edenler
İslâmiyeti sadece bir inanç sistemi ve bir takım ahlâkı kurallar bütünü olarak algılayanları bu grupta toplamak mümkündür. Özellikle Cumhuriyet sonrası uygulamalar ile halkın büyük bir kısmı İslâmiyet’i bu şekilde algılamaktadır.
- Gelenekçi İslâmcılar
İslâmiyet’i geçmişte yaşandığı gibi kabul edenler ve günümüzde aynen yaşanması gerektiğini ileri sürenler bu grupta yer alırlar. Çok az teknik dışında çağdaş gelişmeleri hayatlarının dışında tutmak isterler. Örneğin; Hz. Muhammed (Sav) devrinde televizyon yoktu veya radyo dinlenmiyordu; Şimdi de dinlemeye gerek yoktur derler. Geleneksel İslâmcılar, Hz. Muhammed (Sav) ve arkadaşları ile ondan sonraki müçtehitler dönemine kadar olan gelişmeleri temel alırlar ve bu gelişmeleri insan hayatı için yeterli görürler. Örneğin, çağdaş kavramlar olan demokrasi ve laikliği kabul etmezler ve bu kavramlarla adeta savaşırlar. Bunlara karşı durmayı inançlarının bir parçası sayarlar.
3-Reformist İslâmcılar
İslâmiyet’te yer alan bazı kurum ve ilkelerin yerine çağdaş bir takım kurum ve kuralların uygulanması gerektiğini ileri sürenler bu grupta yer alırlar. Eskiyen bazı ilke ve kurumların yerine yenileri konulmalıdır derler. Örneğin; İslâm düşüncesinde demokrasi veya laiklik yok mu? O halde çağdaş ilke ve kurumlar olarak bu kurumlar İslâmiyet’e eklenmelidir. Eskiyen hükümler olabilir ve bu hükümlerin yerine yenileri konulabilir. Bu çağda faizsiz bir ekonomi düşünülemez mi? O halde, faiz ile ilgili hükümler kaldırılabilir ve yerine faizli sistem konulabilir.
- İçtihatçı Müslümanlar
Bu düşüncede olanlar, İslâmiyet’i bir sistem olarak kabul ederler. Bu görüşte olanlara göre Hz. Muhammed (Sav), kendi çağında arkadaşlarıyla birlikte örnek bir yaşam sürdürmüşlerdir. Bu bir “model”dir. Bu örnek dönem özellikle Kur’an ve diğer deliller esas alınarak günümüz şartlarında analoji/benzetme yöntemiyle yeniden yapılacak içtihatlarla günümüze getirilebilir. Günümüzde müçtehitler, peygamberlerin varisleri olan ilim adamlarındır. Gelişen ilimler dikkate alınarak günümüzün sorunlarının çözümü için yeni içtihatlar yapılmalıdır.. Çağdaş sorunları deliller çerçevesinde günümüz şartlarına göre ele almayan ve çözmeyen bir düşünce kabul edilemez. O halde, İslâmiyet ancak içtihatla anlaşılabilir ve içtihat yapılmadığı takdirde sorunlara verilen cevaplar gerçek manada İslâmiyet’i yansıtmaz. İçtihatsız tebliğ olmaz. İçtihadı bir örnek ile açıklayalım: İslâm Fıkhı, sular bahsi ile başlar, temiz suyun kriterleri verilir ve bu arada “büyük havuz ile akarsu kir tutmaz” ilkeleri konulur. Sular, temizlik ve çevre bakımından günümüzde de önemini korumaktadır. Ancak, akarsular günümüzde, örneğin Tuna Nehri kirli akmaktadır. “Akarsu kir tutmaz” ilkesi artık sorun çözmüyor. Günümüzde kimya ve biyoloji bilimleri suların kirliliği ile ilgili kolibasili oranlarıyla kirli olup olmadığını belirlemektedir. Demek ki, suların kirliliği bahsi gelişen bilimler dikkate alınarak yeniden değerlendirilecek ve kirlilik tayini için içtihat yapılacaktır. İşte içtihatçı düşünce ekonomi, siyaset ve din açısından geçmişi örnek alarak günümüz şartlarında sorunları delillerle İlmî olarak çözmektedir. Bu yönüyle mutlaka çağdaş olmayı esas almaktadır.
Bu dört düşünce akımı dikkate alınmadan RP’yi değerlendirmek mümkün değildir. RP, aslında bütün İslâmcı düşüncelerin bir sentezi ve diğer partilerin hata ve yanlışlıklarına karşı tepkilerin bir araya geldiği parti olarak karşımıza çıkmaktadır.
IV- Adil Düzen
RP, Adil Düzen söylemine kadar geleneksel İslâm’ı esas alan bir parti idi. Ancak Adil Düzen çalışmalarıyla birlikte içtihatçı bir anlayışı benimseme sürecine girdi. Bununla İslâmiyet’i çağdaş olarak anlama bakımından önemli bir atılım yaptı. 1985-1991 yılları arasında RP’nin programı büyük bir değişikliğe uğradı. Bu yeni anlayış ile büyümeye başlayan RP’ye, önceden bu partide siyasi istikbal görmeyenler kıdemlerini esas alarak, bu partiye hulul etmeye başladılar. Uzun yıllar ANAP içinde yer alan bir kısım muhafazakârlar partiye döndüler. Gelenekçi İslâmcılar partide zaten var olan ağırlıklarını iyice artırdılar. Adil Düzen’i hazırlayan, yani İslâmiyet’i çağdaş bir sistem olarak ele alan grup son derece basit politik oyunlarla devre dışı bırakıldılar ve bir bakıma tasfiye edildiler. 1991 ve 1995 seçimlerinde Adil Düzen üzerinde en önemli çalışmaları yapan bilim adamları, seçilecek yerlerde aday gösterilmediler. RP, MKYK’da ve milletvekilleri arasında Prof. Erbakan’ın dışında Adil Düzen’i savunabilecek bir bilim adamı yer almadı. Böylece RP, Adil Düzen ile yakalamış olduğu İslâmiyet’in çağdaş yorumunu yapılan saldırılara karşı koruyamadı. Parti görevlileri ve milletvekilleri geleneksel manada bildikleri İslâmiyet’i Adil Düzen diye anlatmaya başladılar. Bunun sonucunda Adil Düzen, yapılan saldırılar karşısında hafife alındı ve yavaş yavaş terk edilmeye başlandı.
Bir çok milletvekili çağdaşlığı ve İslâmiyet’in çağdaş yorumunu bilmediğinden bu defa diğer partilerin milletvekilleri gibi davranmaya başladılar. Fakat gelenekçi özellikleri dolayısıyla çağdaş siyasete de ayak uyduramadılar; insanlara çağdaş bir İslâmiyet’i sunamadılar, toplum ve diğer partiler ile kısır tartışmalara girdiler. İşin tuhafı, diğer partiler o kadar çöküntü ve bölünme içindeydiler ki, RP bütün saldırılara rağmen çökmedi ve ayakta kaldı.
O halde RP’nin en önemli hatası Adil düzen’i insanlara onların anlayabileceği bir biçimde sunamaması ve çağdaş çözümler getirdiğini insanlara anlatamaması olarak tespit edilebilir.
V- RP’nin çağdaş İslâm’ı sunamaması ve içtihatçı bir zihniyete sahip olmaması, telafisi zor ve imkansız yanlışlıklar zincirini artırmıştır. Çünkü, İslâmiyet’in diğer sistem ve dinlerden en önemli farkı, içtihada ve buna bağlı olarak çağdaş yorum ve yeni çözümlere açık olmasıdır. Bu ayırıcı yönü ön plana çıkarılmadığı takdirde, diğer din ve sistemlere yapılan bütün eleştiriler, haklı olarak İslâmiyet’e de yapılabilir. Kökten dinci, fundamantalist, gerici, yobaz, gelenekçi, çağdışı gibi nitelemeler haklılık kazanmaya başlar.
VI- Oysa İslâmiyet’in içtihada dayalı çağdaş bir yorumu, henüz Türk toplumuna sunulmadı. RP, bu önemli görevi üstlenemedi ve o da diğer düzen partilerinin iktidarda düştüğü konumda kaldı. Bu konu çok önemlidir; daha iyi anlayabilmek ve bütün suçu da RP’ye yıkmamak için burada geniş bir parantez açmayı yararlı görüyoruz.
- İçtihatçı İslâm anlayışı, Birinci İslâm Uygarlığı’nın zirvede olduğu dönemde, önceleri yapılan mükemmel içtihatlar karşısında yeni içtihat yapmanın gereksiz, daha sonra da müçtehit yetişmenin zor olduğu bahaneleriyle terk edilmeye başlanmıştır. Tarım toplumunun şartlarına göre yapılan içtihatlar, o dönemde bir çok sorunu mükemmel bir biçimde çözmüş ve çağı itibariyle gerçekten üstün bir uygarlık düzeyi olarak yaşanmıştır. Ancak içtihat yapılmasının terk edilmeye başlanmasına rağmen, İslâm toplumları sahip oldukları güçlerini bir süre daha devam ettirmişlerdir. Fakat uygarlık tohumlarının Batı’da atılması ve özellikle sanayi inkılabı ile birlikte insanlığın tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmesi, eski tarım toplumunun çözümlerini büyük ölçüde anlamsız kılmış ve artık halk ve yönetim için sorunlar çözülememeye başlamıştır. Böylece içtihadı terk etmenin ve içtihat alışkanlığını bırakmanın bedeli ve faturası İslâm toplumları için çok ağır olmuştur. Eskiden çağdaşlarına örnek olan ve çağdaşlarından ileride bulunan İslâm toplumları bu defa geri kalmışlar ve kendilerine yobazlık ve gericilik adına yapılan ithamlara ciddi manada cevap veremez hale gelmişlerdir.
O halde, İslâm toplumlarının günümüzde ikinci veya üçüncü sınıf toplum olmalarının nedeni, çağdaşlığı yakalamanın temel umdesi olan içtihatla barışık olmamaları ve karşılaşılan sorunlara hâlâ geleneksel yöntem ve anlayışlarla cevap vermeleridir. Bu temel ve köklü sorunu çözemeyen İslâmcılar, günümüzde hiçbir yeniliğin ve çözümün öncüsü olamazlar.
RP, “Adil Düzen” ile ilgili içtihatçı yaklaşımı teorik olarak benimsedi, fakat kısa bir süre sonra parti üst yönetimi gelenekçi anlayışı ile konuyu dondundu.
Burada yeri gelmişken İslâmcı Türk aydınlarının da içtihat konusunda yeterli birikime sahip olmadıklarını belirlemek gerekir. Özellikle RP’nin sunduğu Adil Düzen modelini yeni ve çağdaş terminoloji ile takdim edildiğini görünce önce anlayamadılar ve algılayamadılar. Daha sonra bir grup tarafından hazırlandığından bahisle reddiyeler düzmeye başladılar. Çok azı hariç, bu reddiyeleri kapalı oturumlarda ve dedikodu biçiminde yaptılar. Bazıları raporlar hazırladılar. Bu raporların yetersiz ve sadece eleştiri niteliğinde olduğu; gerçek eleştirinin sadece alternatif üretildiği takdirde bir anlam ifade edebileceği söylenince, bu defa eleştirilerini terke yönlendirdiler.
İçtihat karşıtı kişilerin akıl hocalığı ile RP iktidarda muktedir olamadı. İslâmiyet adına bırakın icraat yapmayı, tersine büyük bir gerileme söz konusu oldu. Diğer partilerin yönetimlerinde sorun olmayan bir çok basit İslâmi meseleler, bu defa özellikle RP’ye dayatıldı. Başörtüsü sorununun çözülmesi bir yana daha da arttı; İmam-Hatip liseleri sorunu halledilmek bir yana kangren haline getirildi. Ordudan mürteci/gerici olduğu söylenen bir çok kişi, sıradan çıkarılma usulleri varken, üstelik Yüksek Askeri Şûra kararıyla özlük hakları da ellerinden alınarak atıldı. Hepsi bir tarafa RP için sudan gerekçelerle kapatılma iddianamesiyle dava açılabildi. Üstelik CMUK ilkeleri ve Türk hukuk mevzuatı hiçe sayılarak açılabildi bu dava. Sergilenen bu senaryolara karşı RP hiçbir karşı strateji geliştiremeden ve karşı atakta bulunamadan üstelik iktidarı da devretmek zorunda kaldı.
Şunu açıkça ifade edebiliriz ki; RP’ye karşı bütün bu yapılanlar gerçek manada hem demokrasiye hem de laikliğe aykırıdır ve Türk demokrasisi, üzülerek ifade edelim ki, bu sınavı verememiştir. RP iktidarının bir yıllık uygulamalarının en önemli ve güzel tarafı, ahde vefaya güzel bir örnek olmasıdır. Sonradan oynanan ve demokrasi ayıbı olan gelişmelerde RP’nin bir günahı yoktur. Hatta tersine demokrasi havarilerine en güzel demokrasi dersi, iktidar devredilmek suretiyle verilmiştir.
Burada demokrasi ayıbı kadar acaba, RP’nin kusurları yok mudur? Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, bir yıllık uygulama sırasında RP kurmayları hiç bir siyasal strateji geliştiremediler. Hatta söylenenlerin tersine ciddi manada bir kadrolaşma da yapamamışlardır. Bir gecede görevden alınabilecek bir genel müdürü ancak 11 ayda görevden alabilmişlerdir. Esasen RP, kendisine karşı oynanan oyuna karşı adeta boyun eğmeyi politika edinmiştir. Ancak, karşı strateji oluşturamayınca oyundaki baskı artmış ve sonuçta çekilmek zorunda kalmıştır. RP, hiçbir kurumda bir yenilik örneği ve ciddi bir değişme gösteremeden iktidarı teslim etmiştir. Oysa, iktidarda İslâmiyet adına toplumu rahatlatacak ve yapılacak bir sürü iş vardı. Halkın ve bir çok aydının beklentileri vardı. Burada yapılacak işler ve değişim planı olmadığından adeta bürokrasiye teslim olundu. Örneğin; TÜBİTAK ve YÖK kurumlarında değişiklik yapılmak istendi; fakat öyle projeler sunuldu ki; “Adil Düzen”e uyup uymaması bir tarafa YÖK’e ve TÜBİTAK’a karşı gelenler bile bu kurumları savunmak zorunda kaldılar. Dini alanda Aleviler ile dinsizlere hiçbir güvence verilmedi ve bu cemaat ve kişilere önceki dönemlerde yapılan haksızlıklar sürmeye devam etti. Ordu mensuplarının maaşları artırıldı; ancak, bu da tepkilere neden oldu. Yaranmak bir tarafa muhtıraya maruz kalındı.
Bütün gelişmeler karşısında RP kurmayları ve İslâmcı aydınlar, karşı strateji oluşturma bir tarafa, RP’yi daha vahim durumlara düşürdüler. Hazırlanan senaryolara karşı reytinge malzeme olmaktan öteye gidemediler ve kendi ifadeleriyle yapay gündemlerin esiri oldular; gündemi ise hiçbir zaman oluşturamadılar. Şunu açık olarak ifade edebiliriz ki, 54. Refah-yol Hükümeti, hiçbir zaman ülke gericiliğe gittiğinden çökertilmedi. Gerçek nedenler kumarhane mafyası, kara para aklayıcıları, tekelci holdingler ve özellikle de kredi muslukları kapatılan medyadır. RP’nin bu gibi kurum, kuruluş ve kişilere karşı nasıl bir strateji izleyeceğine ilişkin bir hazırlığı yoktu. Halbuki bu sorunlar değil Türkiye’nin, dünyanın en önemli sorunlarıdır. Bütün bunlara karşı, zaman ayarlayıcı, değişimci ve daha iyi formüller getirmeden sadece yasal bir takım dayatmacı çözümlerle neticeye ulaşmaya imkan yoktur. Örneğin, mecliste kumarhane mafyasının yirmiden fazla milletvekili varken ve hükümetin ayakta durması beş-on oyla bile zorla sağlanırken, kumarhane yasasının kabul edilmesi elbette hükümetin sonu demektir.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen tamamen ilâhî iradenin bir tecellisi olarak Susurluk’ta bir kaza oldu ve RP için çok önemli bir fırsat doğdu. Böyle bir sorunun “Adil Düzen”e göre çözümü merak dahi edilmedi. Bu kaza, RP’nin önünü açacak Allah’ın bir yardımı iken, tersine işledi ve RP’nin iktidardan uzaklaşma sebepleri arasında yer aldı. Görülüyor ki, RP7den ciddi çözümler beklenecek olay ve sorunlar ortaya çıktığı halde, RP gelenekçi yapısıyla bu sorunları çözemedi ve halkın umudu olamadı.
Elbette sorunun bir tarafında ortağı ve ordu vardı. Susurluk RP hariç her yere bulaşıyordu. O halde, bu sorunun çözümünde yeni bir yaklaşım ve çözüm önerilebilirdi. Fakat RP böyle yapacağına istişare kapılarını kapattı ve parti içinde birkaç kişinin kendi kararlarıyla sorun kapatılmak istendi.
Oysa, Allah’ın açık yardımı şuradan belliydi: Konuya karışan bakan, D 8’lerin oluşumunu engellemek için bakanlar kurulunun kararnamesini imzalamazken, bu olay nedeniyle istifa etmek zorunda kaldı. Demek ki, Allah doğru yapılan hareketin önündeki engelleri kaldırıyor, buna karşılık hatalı yapılan hareketler de ise engeller çıkarıyordu.
Sözün kısası ve işin özü; İslâmcı olan bir parti iktidara geldikten sonra Allah’ın yardımlarını görmezlikten gelerek diğer partiler gibi davrandı. İslâmiyet’e uygun hareket edeceklerine kendi akıllarını ve anlayışlarını daha üstün gördüler. Burada ortak akıl yerine birkaç kişinin aklı ön plana çıkarıldı.
RP, çağdaş İslâm’ı insanlara takdim edemeyince, bu defa diğer partiler gibi sistem içinde çözümler aramaya ve bozuk düzeni düzeltmeye ve tamir etmeye çalıştı.
Yeri gelmişken ifade edelim ki, Türkiye’de çağdaş İslâmiyet hiçbir zaman gerçek manada laiklik engeline takılmamıştır. Laiklik engeline takıldığı ileri sürülen düşünce ve çözümler, eski çözümlerdir. Demek ki, RP veya İslâmcılar henüz çağdaş bir çözüm üretemediklerine göre, Türkiye’de İslâmiyet’in önündeki engelin, anayasada yer alan laiklik ilkesi olduğunu söyleyemezler. Bu tezi yanlışlayacak bir gelişmeye henüz rastlanmamıştır. Elbette getirilen çözümler çağdaş ve akla uygun olduktan sonra, hem ülke için hem de İslâmiyet için problem teşkil etmez. Hem çağdaş hem akla uygun hem de İslâmiyet’e aykırı değil. Böylesi çözümler hem halkımız hem de diğer insanlar tarafından tartışmasız kabul görmektedir. Hele bu çözümleri birer alternatif olarak sunup, dayatmacı çözümleri terkedecek yaklaşımlar ortaya konulduğu zaman, Müslümanların gerçek zaferi o zaman olacaktır.
İslâmcı aydınların içtihada dayalı böyle düşünceleri var mı? Böyle bir projeleri var mı? Uzlaşma ve hoş görüyü getirecek düşünceleri var mı? Çatışmaları sona erdirecek çözümleri var mı? Üzülerek ifade edelim ki; yok. O halde, bu ülkede İslâmî çözümlerde yok demektir. Esasen İçtihada dayanmayan çözüm önerileri, Örneğin; İran Cezayir, Afganistan örnekleri de ortada iken, insanlar elbette böyle bir İslâm’dan korkarlar.
RP, demokrasi, laiklik, hukuk devleti, liberallik ve piyasa ekonomisi adına, güvenlik adına ne vaat etmiştir ve neler yapmıştır?
Esasen, bu temel kavramlara diğer partiler de göstermelik ve politik amaçlı olarak sahip çıkıyorlar. O zaman RP’nin, bu kavramları ele alıp boşluklarını doldurması ve halka gerçek demokrasi, gerçek laik bir toplum, serbest piyasa ve liberal ekonomi anlayışını sunması gerekirdi. Bu kavramların gerçek ve istismarsız çözümü sadece ve sadece içtihatçı İslâm’da varken, bazı sözcüler tarafından ‘şeytani demokrasi’, ‘tağuti laiklik’ gibi, İslâm terminolojisini de saptırarak karşı çıkınca, dananın kuyruğu koptu. Elbette ülkemizin demokrasi sorunu vardır; ancak bunun çözümü demokrasinin şeytani olmasında değil, daha iyi demokrasi ve demokratikleşme sürecinin artırılması ile sağlanabilir. Elbette ülkemizin laiklik ile ilgili sorunları vardır; ancak bunun çözümü laikliği inkârda değil, tersine daha laik bir ortam oluşturmakla mümkündür.
İşte anayasamızda yer alan ve devletin temel nitelikleri arasında sayılan bu ilke ve kurumlara RP, İslâm adına sahip çıkması gerekirken, bazı sözcüleri bu kavramlara İslâm adına karşı çıkmayı adeta marifet saymışlardır. Bazı RP’lilerin, demokrasi ve laiklikle ilgili olumlu açıklamaları, İslâm’ın çağdaş yorumunu benimsemediklerinden iki yüzlü ve takiyye olarak değerlendirilmiştir. Gerçekten, İslâmiyet’in bu ilke ve kurumları benimsediğini söylemeden veya en azından bu ilke ve kurumlarla uzlaşabileceğini açıklamadan, bu kurumları açıklamaya çalışanlar İslâmcı nitelikleri nedeniyle samimi kabul edilmemişlerdir. O halde, burada sorun İslâm’da değil, tersine onunu savunuculuğunu yapmak için öne düşüp de onu yeterince bilmeyenlerdeydi. Sonunda bütün bu yanlış ve hatalar birikerek bu hazin sonu hazırlamıştır.
Üzülerek ifade edelim ki, İslâmcı aydınlar ve İslâmcı sermaye içtihatçı bir yaklaşım içinde değiller. Hemen hemen büyük çoğunluğu inanç ve düşüncede geleneksel İslâm’ı tercih etmekte ve çağdaş şartlarda İslâmî mücadele yerine iş ve çalışma hayatlarında mevcut şartlara uygun hareket etmektedirler. Örneğin; işlerini yürütmek için rüşvet vermekten çekinmedikleri gibi, özellikle Özal döneminden sonra artık faizli çalışmayı da hayatlarının bir parçası haline getirmişlerdir. Bu kimseler inançlarında Müslümandır, fakat yaşayışlarında ise inançları önemini kaybetmiştir.
İslâmcı sermaye, büyümek için İslâmî modeller yerine, rejimin çatışmacı ve faize dayalı büyüme tarzını benimsemiştir. Bu kimseler kendilerine meşruiyet kazandırmak için İslâmcı yazar ve hocalardan fetvalar da almışlardır. Böylece, çekinilen bir çok konu engel olmaktan çıkmış ve İslâmcı sermaye, İslâmî olmayan bir biçimde büyümeye başlamıştır.
Bütün bunlar, gelişen İslâm’ı, diğer kimseler nezdinde geleneksel yön ve özellikleriyle korkutmaya başlamıştır. İslâmcılar, çağdaş İslâmî modeller geliştirecekleri yerde, şartlardan yararlanmaya ve rejime, özellikle haksızlıklara ayak uydurmaya başlamışlardır.
İşte RP, bu tür siyasetçi, aydın ve sermayedarlar tarafından desteklendiğinden, bu insanların aynası olmuştur. Yenilik, çağdaşlık, güncellik, değişim çağdaş toplumla uzlaşmakla beraber ileri ve sorunları çözücü modeller geliştirme ve örnek olarak insanlara sunma, mümkün olduğu kadar ve sonuna kadar ilkelerinden ödün vermeme gibi İslâmî özellikler göz ardı edilmiştir.