İslamcılık;varoluş yolculuğumuz
2168 Okunma, 20 Yorum
Yusuf Kaplan - Yeni Şafak
Ali Bülent Dilek

 

İslâmcılık: Varoluş yolculuğumuz

 

Yusuf Kaplan
ykaplan@yenisafak.com.tr

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Müslüman toplumların bizzat İslâm'la kurdukları ilişki, İslâm üzerinden kurdukları doğrudan değil, dolaylı bir ilişki: Doğrudan olmadığı için de doğurgan olamıyor.

Müslüman toplumlar, İslâm'la ilişkilerini, başkaları üzerinden, çağdaş seküler zeitgeist (zamanın ruhu) üzerinden kuruyorlar. Bir kendi'leri, kendi zeitgeist'ları yok çünkü.

Batı-dışındaki bütün diğer dinlerin, medeniyetlerin, kültürlerin çocukları da kendileriyle ilişkilerini başkaları üzerinden kuruyorlar: İnsanlığın sorunu, tek bir zeitgeist'a mahkûm olması.

Tek bir zeitgeist'ın hâkim olduğu başka bir zaman dilimi yaşanmadı tarihte. Oysa modernlikten önce, aynı zaman dilimi içinde farklı zeitgeist'lar birbirleriyle ilişki kurarak yaşabiliyorlardı.

* * *

İnsanlığın başına gelebilecek en büyük felâket budur: Dünyada sadece Batılı zeitgeist hükümfermâ ve başka zeitgeist'ların yaşamasına izin vermiyor.

………………………………

Bunu ben söylemiyorum sadece. Yarım asır önce yapısal antropolojinin kurucusu Claude Levi-Strauss da söylemiş ve tek bir kültürün diğer kültürleri yok etmesine karşı çok büyük bir kampanya başlatmış.

Tek bir zeitgeist'a mahkûm olmak demek, kendi algılama, duyma, düşünme ve varolma biçimlerimizi yitirmemiz ve pornografiye, pornografik simülasyona / ayartıya ve asimilasyona / yabancılaşmaya mahkûm olmamız demek.

* * *

Söylediğim şey şu: Müslümanların da müslümanlıkla kurdukları ilişki biçimi pornografik simülasyon ve asimilasyon üzerinden işliyor. Yani tek bir zeitgeist'ın, Batılı zeitgeist'ın dünyası içinden ve dünyaya bakış biçimleri ile baktıkları için, hiçbir şeyi göremiyorlar; yalnızca pornografik ayartma / simülasyon ve karartma / asimilasyon biçimlerine mahkûm oluyorlar: Çünkü tek bir zeitgeist'ın her yerde hâkim olması, bütün insanlığı çağ körleşmesinin eşiğine fırlattığı için, insanlar, dünyaya kendi dünyaları içinden bakabilme yetilerini yitiriyorlar: Mesafe duygusunu yitirdikleri için; yani farklı dünyaların ve bakış açılarının hâkim seküler zeitgeist tarafından yutulması ve uyutulması sözkonusu olduğu için, dünyanın farklı dinlerine, düşüncelerine mensup çocukları kendi dünyalarına bile kendi bakış açılarından bakamıyorlar.

İnsanlığın başına bundan daha büyük bir felâket gelmedi: Dünyaya bakarken de, kendi dünyama bakarken de kendime özgü, özgün bakış açılarıyla değil, hâkim, dayatılan bakış açılarıyla bakacağım: Bu, sadece bir körleşme değil, zihnî köleleşme.

* * *

İşte İslâmcılık, tek bir zeitgeist'ın (Batı-merkezciliğin) dünyaya çeki düzen vermesine karşı başlatılmış bir direniş, bir diriliş ve bir varoluş hareketidir. İslâmcılık, İslâm'la kurulan ilişkinin aslî mi, arızî mi olduğunu belirleyen bir 'üçüncü alan'dır.

Birinci alan, çağdaş seküler Batılı zeitgeist'ın alanı: Hayatımız bu alanın içinden ve bu alanın üzerinden kuruluyor ve yürüyor: Bütün insanlığın hayatı. Tek yaşayan gerçek o.

İkinci alan, Müslümanlığın henüz ne olduğunu anlayamadığımız, hâlâ muhayyel, hâlâ orada öylece duran, hâlâ onunla o olarak irtibat kuramadığımız, varoluşumuzun kaynağı ama şu ânki varoluşumuza kaynaklık edemeyen, kendisinden geldiğimiz, kendisiyle geldiğimiz ve yitirdiğimiz, bizi yeniden kendimize getirecek kaynak.

İşte üçüncü alan, yani İslâmcılığın alanı, bizim Müslümanlıkla kopan ilişkimizi dolaylı, dolambaçlı, marazî, yamandırıcı yollarla, psişe bozukluklarıyla değil, doğrudan ve doğurgan bir şekilde kurulmasını sağlayan bir biliş (ilme'l-yakîn / epistemolojik), bir oluş (ayne'l-yakîn / fenomenolojik) ve bir varoluş (hakka'l-yakîn / ontolojik) yolculuğu.

Benim İslâmcılık'tan anladığım ya da anlamak istediğim şey bu.

* * *

Bugün insanların, biri hâkim, diğeri ona mahkûm iki dünyaları var: Birincisi, hâkim seküler zeitgeist. İkincisi de, hâkim zeitgeist'e göre veya -nadiren de olsa karşı konumlanan Batı-dışı dünya: 'Göre' de, 'karşı' da marazî.

Yalnızca İslâmcılar, bu iki alanın dışında bir üçüncü alan'da yaşıyorlar: Hâkim zeitgeist'a göre değil; bazen hâkim zeitgeist'a karşı, bazen de hâkim zeitgeist'a rağmen. Üçüncü alan, bizi pornografik simülasyon ve asimiliasyondan 'kurtaracak' bir varoluşsal imkân.

İslâmcılık, sadece siyasî bir söylem ve hareket olursa ve kalırsa, üçüncü alan olamaz. İslâmcılık, öncelikle bir fikir hareketi olabildiği zaman, Batı'yla da, İslâm'la da doğrudan ve önyargısız ilişkiler kurabildiği zaman, yaşanan krizin öncelikle entelektüel kriz (epistemolojik kopuş, ontolojik savruluş) olduğunu görüp, yalnızca -sosyopolitik- gövde hareketi değil, fikrî bir omurga hareketi özelliğine kavuşabildiği zaman bir şey sunabilir insanlığa.

Sözün özü: İslâm'ın insanlığa sunabileceği imkânların bitmesi de, yeniden-filizlenebilmesi de İslâmcılık üzerinden olacak. Varoluşumuzun da yokoluşumuzun da anahtarları, İslâmcılık'ta gizli. İyi de İslâmcılık nerede (gizli) acaba?

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=33410&y=YusufKaplan

yorum;

İslamcılar! nerede hata yaptı

Alıntı; muhteşemdi tam yerine geldi kıyamadım…

REFAH PARTİSİ NEREDE HATA YAPTI?

BİLİMSEL BİR ANALİZ      YRD.DOÇ.DR.SÜLEYMAN AKDEMİR  1997

 

I-Bu yazıyı, Yeni Şafak gazetesinin RP’nin hatalarını tesbit için bir ‘RP nerede hata yaptı?’ komisyonu kurduğunu okuyunca kaleme alma gereğini hissettim. Öncelikle, bir hatanın olduğunun farkına varılması ve bu konuda tesbit ve teşhis cihetine gidilmesi, geç olmakla birlikte önemli bir gelişmedir. Bu husustaki görüşlerimi çok zor olmakla birlikte faydası olur ümidiyle yazıyorum.

II- Osmanlı dönemi fikir hareketleri ve İslâmcılık

  1. RP olayını anlayabilmek ve değerlendirebilmek, şayet hata ve yanlışlar varsa tesbit edebilmek için konuya Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlamak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ortaya çıkan fikir hareketleri ele alınmadan RP’yi değerlendirmek yanlış olur. Çünkü olayın kökleri o tarihlere kadar gitmektedir. Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra Batı’ya doğru ilerlemeleri artmış ve büyük zaferler kazanmışlardır. Bu zaferler Viyana bozgununa kadar sürmüştür. Bu yenilgiden sonra artık hüsranlar dönemi başlamış ve her sefer büyük bir toprak parçasının kaybı ile sonuçlanmıştır. Bir süre sonra ise Batı’ya karşı üstünlük iddiası, yerini komplekse ve aşağılık duygusuna bırakmıştır.
  2. Elbette bu yenilg ve hüsranların nedenleri üzerinde durulmuş ve çareler aranmış, bu konuda değişik görüşler ileri sürülmüştür.

a-Batıcılık: Batıcı aydınlar, uygarlığın artık Batı toplumlarına geçtiğini, çağı ve uygarlığı yakalamanın ancak bu uygarlığı bir bütün olarak almakla mümkün olabileceğini savunmuşlardır. Bazı batıcılar, Batı’dan sadece bilim ve tekniğin alınmasını, diğer önemli bir kısmı ise kültür dahil Batı uygarlığı tamamen alınmadıkça çağın ve çağdaşlığın yakalanamayacağını ileri sürmüşlerdir.

b- Milliyetçilik/ulusçuluk: Batıcılık yanında, Batı7da gelişen ulusçuluğa da değinmek gerekir. Ulusçuluk ile ilgili fikri gelişmeler, batılı toplumları derinden sarstığı gibi, farklı ulus ve etnik grupları bünyesinde uzun yıllar barış içinde yaşatan Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkilemiştir. Bunun sonucunda özellikle Balkanlar ve Ortadoğu’da bir asır içinde büyük kopmalar ve bağımsızlık hareketlerine sahne olmuştur. Ulusçuluk akımları küçük devletlerin bağımsızlık almalarına neden olurken, Osmanlının sonunu da hazırlamıştır.

c-İslâmcılık: Diğer önemli bir fikir akımı ise, İslâmcılıktır. İslâmcıların bir kısmı batı karşısında tekrar eski günlere dönmenin, İslâmiyet’e tam bir bağlanışla mümkün olabileceğini tezini savunmuşlardır. Diğer bir kısmı ise, kültür ve düşüncede İslâmiyet’i korumakla birlikte, bilim ve teknoloji alanında Batı’nın alınması gerektiğini, yani batılılaşmanın bilim ve teknoloji ile sınırlı kalmasını savunmuşlardır.

  1. Milli Mücadele bu fikir akımlarının uzlaşması ile TBMM çatısı altında verİlmîştir. Savaş bittikten sonra, savaş sırasında yönetimde yeterince yer almayan İslâmcılar, fikir alanında da yer edinemediler. Meclise batıcılar ve Türkçüler egemen oldular. İslâmcılık hem meclisten hem de toplumsal yapıdan adeta silindi. Yapılan inkılaplar ile toplumsal yapı farklı bir şekil aldı. Ağır bir yenilgi alan İslâmcılar uzun süre toparlanamadı, meydan adeta batıcılar ile Türkçülere kaldı.

RP bu ağır yenilgiyi alan İslâmcıların günümzüdeki uzantısı ve takipçisidir. Tarihteki İslâmcılar için ileri sürülenler büyük ölçüde Refah Partisi için de söylenebilir. O halde, İslâmcıların, Osmanlıların son döneminde ve özellikle de Milli Mücadele sırasında yaptıkları hata ve yanlışlıkları tesbit edebilir ve bu kadar ağır bir yenilgi almalarının sebebini bulabilirsek, günümüzdeki hata ve yanlışlıkların da aynen tekrar edilip edilmeyeceğini ortaya koyabiliriz.

Demek ki, tesbit ve sorular RP’yi ilgilendirmektedir ve bu sorular RP içinde geçerlidir. Şayet bu soruların cevabı doğru verilirse, yapılan hatalar ortadan kaldırılabilir ve tekrarlanmaz. Çünkü, buradaki sorun sadece RP sorunu veya RP’nin hata ve yanlışlıkları değil, İslâm’ın ve İslâmcıların da sorunudur. Ancak özellikle bazı İslâmcıların hata ve yanlışlarını kabul etmeleri çok zor görünüyor. Bu yargıya varmamızın sebebi, bu kimselerin henüz çağdaş bir İslâm anlayışına sahip olmamalarıdır. Bu konuyu daha açarak etraflı bir biçimde ele almak istiyoruz.

III. İslâmiyet ve İslâmcılar

İslâmcı ile Müslüman arasında ne fark vardır veya bir fark var mıdır? Elcevap: vardır. Müslüman, İslâm dinini seçen kişidir. İslâmcı ise Müslüman olmaktan öte İslâmiyet’i yaşam biçimi olarak gören kişidir. Demek ki, iki isimlendirme arasında bir fark var. O halde, İslâmiyet ile ilgili düşünce ve anlayışları tam olarak ortaya koymadan soruları cevaplamak çok zordur.

İslâmcıları veya Müslümanları dört grupta toplamak mümkündür.

  1. İslâmiyet’i sadece bir inanç ve ahlâk kabul edenler

İslâmiyeti sadece bir inanç sistemi ve bir takım ahlâkı kurallar bütünü olarak algılayanları bu grupta toplamak mümkündür. Özellikle Cumhuriyet sonrası uygulamalar ile halkın büyük bir kısmı İslâmiyet’i bu şekilde algılamaktadır.

  1. Gelenekçi İslâmcılar

İslâmiyet’i geçmişte yaşandığı gibi kabul edenler ve günümüzde aynen yaşanması gerektiğini ileri sürenler bu grupta yer alırlar. Çok az teknik dışında çağdaş gelişmeleri hayatlarının dışında tutmak isterler. Örneğin; Hz. Muhammed (Sav) devrinde televizyon yoktu veya radyo dinlenmiyordu; Şimdi de dinlemeye gerek yoktur derler. Geleneksel İslâmcılar, Hz. Muhammed (Sav) ve arkadaşları ile ondan sonraki müçtehitler dönemine kadar olan gelişmeleri temel alırlar ve bu gelişmeleri insan hayatı için yeterli görürler. Örneğin, çağdaş kavramlar olan demokrasi ve laikliği kabul etmezler ve bu kavramlarla adeta savaşırlar. Bunlara karşı durmayı inançlarının bir parçası sayarlar.

3-Reformist İslâmcılar

İslâmiyet’te yer alan bazı kurum ve ilkelerin yerine çağdaş bir takım kurum ve kuralların uygulanması gerektiğini ileri sürenler bu grupta yer alırlar. Eskiyen bazı ilke ve kurumların yerine yenileri konulmalıdır derler. Örneğin; İslâm düşüncesinde demokrasi veya laiklik yok mu? O halde çağdaş ilke ve kurumlar olarak bu kurumlar İslâmiyet’e eklenmelidir. Eskiyen hükümler olabilir ve bu hükümlerin yerine yenileri konulabilir. Bu çağda faizsiz bir ekonomi düşünülemez mi? O halde, faiz ile ilgili hükümler kaldırılabilir ve yerine faizli sistem konulabilir.

  1. İçtihatçı Müslümanlar

Bu düşüncede olanlar, İslâmiyet’i bir sistem olarak kabul ederler. Bu görüşte olanlara göre Hz. Muhammed (Sav), kendi çağında arkadaşlarıyla birlikte örnek bir yaşam sürdürmüşlerdir. Bu bir “model”dir. Bu örnek dönem özellikle Kur’an ve diğer deliller esas alınarak günümüz şartlarında analoji/benzetme yöntemiyle yeniden yapılacak içtihatlarla günümüze getirilebilir. Günümüzde müçtehitler, peygamberlerin varisleri olan ilim adamlarındır. Gelişen ilimler dikkate alınarak günümüzün sorunlarının çözümü için yeni içtihatlar yapılmalıdır.. Çağdaş sorunları deliller çerçevesinde günümüz şartlarına göre ele almayan ve çözmeyen bir düşünce kabul edilemez. O halde, İslâmiyet ancak içtihatla anlaşılabilir ve içtihat yapılmadığı takdirde sorunlara verilen cevaplar gerçek manada İslâmiyet’i yansıtmaz. İçtihatsız tebliğ olmaz. İçtihadı bir örnek ile açıklayalım: İslâm Fıkhı, sular bahsi ile başlar, temiz suyun kriterleri verilir ve bu arada “büyük havuz ile akarsu kir tutmaz” ilkeleri konulur. Sular, temizlik ve çevre bakımından günümüzde de önemini korumaktadır. Ancak, akarsular günümüzde, örneğin Tuna Nehri kirli akmaktadır. “Akarsu kir tutmaz” ilkesi artık sorun çözmüyor. Günümüzde kimya ve biyoloji bilimleri suların kirliliği ile ilgili kolibasili oranlarıyla kirli olup olmadığını belirlemektedir. Demek ki, suların kirliliği bahsi gelişen bilimler dikkate alınarak yeniden değerlendirilecek ve kirlilik tayini için içtihat yapılacaktır. İşte içtihatçı düşünce ekonomi, siyaset ve din açısından geçmişi örnek alarak günümüz şartlarında sorunları delillerle İlmî olarak çözmektedir. Bu yönüyle mutlaka çağdaş olmayı esas almaktadır.

Bu dört düşünce akımı dikkate alınmadan RP’yi değerlendirmek mümkün değildir. RP, aslında bütün İslâmcı düşüncelerin bir sentezi ve diğer partilerin hata ve yanlışlıklarına karşı tepkilerin bir araya geldiği parti olarak karşımıza çıkmaktadır.

IV- Adil Düzen

RP, Adil Düzen söylemine kadar geleneksel İslâm’ı esas alan bir parti idi. Ancak Adil Düzen çalışmalarıyla birlikte içtihatçı bir anlayışı benimseme sürecine girdi. Bununla İslâmiyet’i çağdaş olarak anlama bakımından önemli bir atılım yaptı. 1985-1991 yılları arasında RP’nin programı büyük bir değişikliğe uğradı. Bu yeni anlayış ile büyümeye başlayan RP’ye, önceden bu partide siyasi istikbal görmeyenler kıdemlerini esas alarak, bu partiye hulul etmeye başladılar. Uzun yıllar ANAP içinde yer alan bir kısım muhafazakârlar partiye döndüler. Gelenekçi İslâmcılar partide zaten var olan ağırlıklarını iyice artırdılar. Adil Düzen’i hazırlayan, yani İslâmiyet’i çağdaş bir sistem olarak ele alan grup son derece basit politik oyunlarla devre dışı bırakıldılar ve bir bakıma tasfiye edildiler. 1991 ve 1995 seçimlerinde Adil Düzen üzerinde en önemli çalışmaları yapan bilim adamları, seçilecek yerlerde aday gösterilmediler. RP, MKYK’da ve milletvekilleri arasında Prof. Erbakan’ın dışında Adil Düzen’i savunabilecek bir bilim adamı yer almadı. Böylece RP, Adil Düzen ile yakalamış olduğu İslâmiyet’in çağdaş yorumunu yapılan saldırılara karşı koruyamadı. Parti görevlileri ve milletvekilleri geleneksel manada bildikleri İslâmiyet’i Adil Düzen diye anlatmaya başladılar. Bunun sonucunda Adil Düzen, yapılan saldırılar karşısında hafife alındı ve yavaş yavaş terk edilmeye başlandı.

Bir çok milletvekili çağdaşlığı ve İslâmiyet’in çağdaş yorumunu bilmediğinden bu defa diğer partilerin milletvekilleri gibi davranmaya başladılar. Fakat gelenekçi özellikleri dolayısıyla çağdaş siyasete de ayak uyduramadılar; insanlara çağdaş bir İslâmiyet’i sunamadılar, toplum ve diğer partiler ile kısır tartışmalara girdiler. İşin tuhafı, diğer partiler o kadar çöküntü ve bölünme içindeydiler ki, RP bütün saldırılara rağmen çökmedi ve ayakta kaldı.

O halde RP’nin en önemli hatası Adil düzen’i insanlara onların anlayabileceği bir biçimde sunamaması ve çağdaş çözümler getirdiğini insanlara anlatamaması olarak tespit edilebilir.

V- RP’nin çağdaş İslâm’ı sunamaması ve içtihatçı bir zihniyete sahip olmaması, telafisi zor ve imkansız yanlışlıklar zincirini artırmıştır. Çünkü, İslâmiyet’in diğer sistem ve dinlerden en önemli farkı, içtihada ve buna bağlı olarak çağdaş yorum ve yeni çözümlere açık olmasıdır. Bu ayırıcı yönü ön plana çıkarılmadığı takdirde, diğer din ve sistemlere yapılan bütün eleştiriler, haklı olarak İslâmiyet’e de yapılabilir. Kökten dinci, fundamantalist, gerici, yobaz, gelenekçi, çağdışı gibi nitelemeler haklılık kazanmaya başlar.

VI- Oysa İslâmiyet’in içtihada dayalı çağdaş bir yorumu, henüz Türk toplumuna sunulmadı. RP, bu önemli görevi üstlenemedi ve o da diğer düzen partilerinin iktidarda düştüğü konumda kaldı. Bu konu çok önemlidir; daha iyi anlayabilmek ve bütün suçu da RP’ye yıkmamak için burada geniş bir parantez açmayı yararlı görüyoruz.

  1. İçtihatçı İslâm anlayışı, Birinci İslâm Uygarlığı’nın zirvede olduğu dönemde, önceleri yapılan mükemmel içtihatlar karşısında yeni içtihat yapmanın gereksiz, daha sonra da müçtehit yetişmenin zor olduğu bahaneleriyle terk edilmeye başlanmıştır. Tarım toplumunun şartlarına göre yapılan içtihatlar, o dönemde bir çok sorunu mükemmel bir biçimde çözmüş ve çağı itibariyle gerçekten üstün bir uygarlık düzeyi olarak yaşanmıştır. Ancak içtihat yapılmasının terk edilmeye başlanmasına rağmen, İslâm toplumları sahip oldukları güçlerini bir süre daha devam ettirmişlerdir. Fakat uygarlık tohumlarının Batı’da atılması ve özellikle sanayi inkılabı ile birlikte insanlığın tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmesi, eski tarım toplumunun çözümlerini büyük ölçüde anlamsız kılmış ve artık halk ve yönetim için sorunlar çözülememeye başlamıştır. Böylece içtihadı terk etmenin ve içtihat alışkanlığını bırakmanın bedeli ve faturası İslâm toplumları için çok ağır olmuştur. Eskiden çağdaşlarına örnek olan ve çağdaşlarından ileride bulunan İslâm toplumları bu defa geri kalmışlar ve kendilerine yobazlık ve gericilik adına yapılan ithamlara ciddi manada cevap veremez hale gelmişlerdir.

 O halde, İslâm toplumlarının günümüzde ikinci veya üçüncü sınıf toplum olmalarının nedeni, çağdaşlığı yakalamanın temel umdesi olan içtihatla barışık olmamaları ve karşılaşılan sorunlara hâlâ geleneksel yöntem ve anlayışlarla cevap vermeleridir. Bu temel ve köklü sorunu çözemeyen İslâmcılar, günümüzde hiçbir yeniliğin ve çözümün öncüsü olamazlar.

RP, “Adil Düzen” ile ilgili içtihatçı yaklaşımı teorik olarak benimsedi, fakat kısa bir süre sonra parti üst yönetimi gelenekçi anlayışı ile konuyu dondundu.

Burada yeri gelmişken İslâmcı Türk aydınlarının da içtihat konusunda yeterli birikime sahip olmadıklarını belirlemek gerekir. Özellikle RP’nin sunduğu Adil Düzen modelini yeni ve çağdaş terminoloji ile takdim edildiğini görünce önce anlayamadılar ve algılayamadılar. Daha sonra bir grup tarafından hazırlandığından bahisle reddiyeler düzmeye başladılar. Çok azı hariç, bu reddiyeleri kapalı oturumlarda ve dedikodu biçiminde yaptılar. Bazıları raporlar hazırladılar. Bu raporların yetersiz ve sadece eleştiri niteliğinde olduğu; gerçek eleştirinin sadece alternatif üretildiği takdirde bir anlam ifade edebileceği söylenince, bu defa eleştirilerini terke yönlendirdiler.

İçtihat karşıtı kişilerin akıl hocalığı ile RP iktidarda muktedir olamadı. İslâmiyet adına bırakın icraat yapmayı, tersine büyük bir gerileme söz konusu oldu. Diğer partilerin yönetimlerinde sorun olmayan bir çok basit İslâmi meseleler, bu defa özellikle RP’ye dayatıldı. Başörtüsü sorununun çözülmesi bir yana daha da arttı; İmam-Hatip liseleri sorunu halledilmek bir yana kangren haline getirildi. Ordudan mürteci/gerici olduğu söylenen bir çok kişi, sıradan çıkarılma usulleri varken, üstelik Yüksek Askeri Şûra kararıyla özlük hakları da ellerinden alınarak atıldı. Hepsi bir tarafa RP için sudan gerekçelerle kapatılma iddianamesiyle dava açılabildi. Üstelik CMUK ilkeleri ve Türk hukuk mevzuatı hiçe sayılarak açılabildi bu dava. Sergilenen bu senaryolara karşı RP hiçbir karşı strateji geliştiremeden ve karşı atakta bulunamadan üstelik iktidarı da devretmek zorunda kaldı.

Şunu açıkça ifade edebiliriz ki; RP’ye karşı bütün bu yapılanlar gerçek manada hem demokrasiye hem de laikliğe aykırıdır ve Türk demokrasisi, üzülerek ifade edelim ki, bu sınavı verememiştir. RP iktidarının bir yıllık uygulamalarının en önemli ve güzel tarafı, ahde vefaya güzel bir örnek olmasıdır. Sonradan oynanan ve demokrasi ayıbı olan gelişmelerde RP’nin bir günahı yoktur. Hatta tersine demokrasi havarilerine en güzel demokrasi dersi, iktidar devredilmek suretiyle verilmiştir.

Burada demokrasi ayıbı kadar acaba, RP’nin kusurları yok mudur? Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, bir yıllık uygulama sırasında RP kurmayları hiç bir siyasal strateji geliştiremediler. Hatta söylenenlerin tersine ciddi manada bir kadrolaşma da yapamamışlardır. Bir gecede görevden alınabilecek bir genel müdürü ancak 11 ayda görevden alabilmişlerdir. Esasen RP, kendisine karşı oynanan oyuna karşı adeta boyun eğmeyi politika edinmiştir. Ancak, karşı strateji oluşturamayınca oyundaki baskı artmış ve sonuçta çekilmek zorunda kalmıştır. RP, hiçbir kurumda bir yenilik örneği ve ciddi bir değişme gösteremeden iktidarı teslim etmiştir. Oysa, iktidarda İslâmiyet adına toplumu rahatlatacak ve yapılacak bir sürü iş vardı. Halkın ve bir çok aydının beklentileri vardı. Burada yapılacak işler ve değişim planı olmadığından adeta bürokrasiye teslim olundu. Örneğin; TÜBİTAK ve YÖK kurumlarında değişiklik yapılmak istendi; fakat öyle projeler sunuldu ki; “Adil Düzen”e uyup uymaması bir tarafa YÖK’e ve TÜBİTAK’a karşı gelenler bile bu kurumları savunmak zorunda kaldılar. Dini alanda Aleviler ile dinsizlere hiçbir güvence verilmedi ve bu cemaat ve kişilere önceki dönemlerde yapılan haksızlıklar sürmeye devam etti. Ordu mensuplarının maaşları artırıldı; ancak, bu da tepkilere neden oldu. Yaranmak bir tarafa muhtıraya maruz kalındı.

Bütün gelişmeler karşısında RP kurmayları ve İslâmcı aydınlar, karşı strateji oluşturma bir tarafa, RP’yi daha vahim durumlara düşürdüler. Hazırlanan senaryolara karşı reytinge malzeme olmaktan öteye gidemediler ve kendi ifadeleriyle yapay gündemlerin esiri oldular; gündemi ise hiçbir zaman oluşturamadılar. Şunu açık olarak ifade edebiliriz ki, 54. Refah-yol Hükümeti, hiçbir zaman ülke gericiliğe gittiğinden çökertilmedi. Gerçek nedenler kumarhane mafyası, kara para aklayıcıları, tekelci holdingler ve özellikle de kredi muslukları kapatılan medyadır. RP’nin bu gibi kurum, kuruluş ve kişilere karşı nasıl bir strateji izleyeceğine ilişkin bir hazırlığı yoktu. Halbuki bu sorunlar değil Türkiye’nin, dünyanın en önemli sorunlarıdır. Bütün bunlara karşı, zaman ayarlayıcı, değişimci ve daha iyi formüller getirmeden sadece yasal bir takım dayatmacı çözümlerle neticeye ulaşmaya imkan yoktur. Örneğin, mecliste kumarhane mafyasının yirmiden fazla milletvekili varken ve hükümetin ayakta durması beş-on oyla bile zorla sağlanırken, kumarhane yasasının kabul edilmesi elbette hükümetin sonu demektir.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen tamamen ilâhî iradenin bir tecellisi olarak Susurluk’ta bir kaza oldu ve RP için çok önemli bir fırsat doğdu. Böyle bir sorunun “Adil Düzen”e göre çözümü merak dahi edilmedi. Bu kaza, RP’nin önünü açacak Allah’ın bir yardımı iken, tersine işledi ve RP’nin iktidardan uzaklaşma sebepleri arasında yer aldı. Görülüyor ki, RP7den ciddi çözümler beklenecek olay ve sorunlar ortaya çıktığı halde, RP gelenekçi yapısıyla bu sorunları çözemedi ve halkın umudu olamadı.

Elbette sorunun bir tarafında ortağı ve ordu vardı. Susurluk RP hariç her yere bulaşıyordu. O halde, bu sorunun çözümünde yeni bir yaklaşım ve çözüm önerilebilirdi. Fakat RP böyle yapacağına istişare kapılarını kapattı ve parti içinde birkaç kişinin kendi kararlarıyla sorun kapatılmak istendi.

Oysa, Allah’ın açık yardımı şuradan belliydi: Konuya karışan bakan, D 8’lerin oluşumunu engellemek için bakanlar kurulunun kararnamesini imzalamazken, bu olay nedeniyle istifa etmek zorunda kaldı. Demek ki, Allah doğru yapılan hareketin önündeki engelleri kaldırıyor, buna karşılık hatalı yapılan hareketler de ise engeller çıkarıyordu.

Sözün kısası ve işin özü; İslâmcı olan bir parti iktidara geldikten sonra Allah’ın yardımlarını görmezlikten gelerek diğer partiler gibi davrandı. İslâmiyet’e uygun hareket edeceklerine kendi akıllarını ve anlayışlarını daha üstün gördüler. Burada ortak akıl yerine birkaç kişinin aklı ön plana çıkarıldı.

RP, çağdaş İslâm’ı insanlara takdim edemeyince, bu defa diğer partiler gibi sistem içinde çözümler aramaya ve bozuk düzeni düzeltmeye ve tamir etmeye çalıştı.

Yeri gelmişken ifade edelim ki, Türkiye’de çağdaş İslâmiyet hiçbir zaman gerçek manada laiklik engeline takılmamıştır. Laiklik engeline takıldığı ileri sürülen düşünce ve çözümler, eski çözümlerdir. Demek ki, RP veya İslâmcılar henüz çağdaş bir çözüm üretemediklerine göre, Türkiye’de İslâmiyet’in önündeki engelin, anayasada yer alan laiklik ilkesi olduğunu söyleyemezler. Bu tezi yanlışlayacak bir gelişmeye henüz rastlanmamıştır. Elbette getirilen çözümler çağdaş ve akla uygun olduktan sonra, hem ülke için hem de İslâmiyet için problem teşkil etmez. Hem çağdaş hem akla uygun hem de İslâmiyet’e aykırı değil. Böylesi çözümler hem halkımız hem de diğer insanlar tarafından tartışmasız kabul görmektedir. Hele bu  çözümleri birer alternatif olarak sunup, dayatmacı çözümleri terkedecek yaklaşımlar ortaya konulduğu zaman, Müslümanların gerçek zaferi o zaman olacaktır.

İslâmcı aydınların içtihada dayalı böyle düşünceleri var mı? Böyle bir projeleri var mı? Uzlaşma ve hoş görüyü getirecek düşünceleri var mı? Çatışmaları sona erdirecek çözümleri var mı? Üzülerek ifade edelim ki; yok. O halde, bu ülkede İslâmî çözümlerde yok demektir. Esasen İçtihada dayanmayan çözüm önerileri, Örneğin; İran Cezayir, Afganistan örnekleri de ortada iken, insanlar elbette böyle bir İslâm’dan korkarlar.

RP, demokrasi, laiklik, hukuk devleti, liberallik ve piyasa ekonomisi adına, güvenlik adına ne vaat etmiştir ve neler yapmıştır?

Esasen, bu temel kavramlara diğer partiler de göstermelik ve politik amaçlı olarak sahip çıkıyorlar. O zaman RP’nin, bu kavramları ele alıp boşluklarını doldurması ve halka gerçek demokrasi, gerçek laik bir toplum, serbest piyasa ve liberal ekonomi anlayışını sunması gerekirdi. Bu kavramların gerçek ve istismarsız çözümü sadece ve sadece içtihatçı İslâm’da varken, bazı sözcüler tarafından ‘şeytani demokrasi’, ‘tağuti laiklik’ gibi, İslâm terminolojisini de saptırarak karşı çıkınca, dananın kuyruğu koptu. Elbette ülkemizin demokrasi sorunu vardır; ancak bunun çözümü demokrasinin şeytani olmasında değil, daha iyi demokrasi ve demokratikleşme sürecinin artırılması ile sağlanabilir. Elbette ülkemizin laiklik ile ilgili sorunları vardır; ancak bunun çözümü laikliği inkârda değil, tersine daha laik bir ortam oluşturmakla mümkündür.

İşte anayasamızda yer alan ve devletin temel nitelikleri arasında sayılan bu ilke ve kurumlara RP, İslâm adına sahip çıkması gerekirken, bazı sözcüleri bu kavramlara İslâm adına karşı çıkmayı adeta marifet saymışlardır. Bazı RP’lilerin, demokrasi ve laiklikle ilgili olumlu açıklamaları, İslâm’ın çağdaş yorumunu benimsemediklerinden iki yüzlü ve takiyye olarak değerlendirilmiştir. Gerçekten, İslâmiyet’in bu ilke ve kurumları benimsediğini söylemeden veya en azından bu ilke ve kurumlarla uzlaşabileceğini açıklamadan, bu kurumları açıklamaya çalışanlar İslâmcı nitelikleri nedeniyle samimi kabul edilmemişlerdir. O halde, burada sorun İslâm’da değil, tersine onunu savunuculuğunu yapmak için öne düşüp de onu yeterince bilmeyenlerdeydi. Sonunda bütün bu yanlış ve hatalar birikerek bu hazin sonu hazırlamıştır.

Üzülerek ifade edelim ki, İslâmcı aydınlar ve İslâmcı sermaye içtihatçı bir yaklaşım içinde değiller. Hemen hemen büyük çoğunluğu inanç ve düşüncede geleneksel İslâm’ı tercih etmekte ve çağdaş şartlarda İslâmî mücadele yerine iş ve çalışma hayatlarında mevcut şartlara uygun hareket etmektedirler. Örneğin; işlerini yürütmek için rüşvet vermekten çekinmedikleri gibi, özellikle Özal döneminden sonra artık faizli çalışmayı da hayatlarının bir parçası haline getirmişlerdir. Bu kimseler inançlarında Müslümandır, fakat yaşayışlarında ise inançları önemini kaybetmiştir.

İslâmcı sermaye, büyümek için İslâmî modeller yerine, rejimin çatışmacı ve faize dayalı büyüme tarzını benimsemiştir. Bu kimseler kendilerine meşruiyet kazandırmak için İslâmcı yazar ve hocalardan fetvalar da almışlardır. Böylece, çekinilen bir çok konu engel olmaktan çıkmış ve İslâmcı sermaye, İslâmî olmayan bir biçimde büyümeye başlamıştır.

Bütün bunlar, gelişen İslâm’ı, diğer kimseler nezdinde geleneksel yön ve özellikleriyle korkutmaya başlamıştır. İslâmcılar, çağdaş İslâmî modeller geliştirecekleri yerde, şartlardan yararlanmaya ve rejime, özellikle haksızlıklara ayak uydurmaya başlamışlardır.

İşte RP, bu tür siyasetçi, aydın ve sermayedarlar tarafından desteklendiğinden, bu insanların aynası olmuştur. Yenilik, çağdaşlık, güncellik, değişim çağdaş toplumla uzlaşmakla beraber ileri ve sorunları çözücü modeller geliştirme ve örnek olarak insanlara sunma, mümkün olduğu kadar ve sonuna kadar ilkelerinden ödün vermeme gibi İslâmî özellikler göz ardı edilmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ali Bülent Dilek


YorumcuYorum
Hüseyin Kayahan
05.08.2012
08:08

Konuyla ilgili değil ama, Akdemirle ilgili bir şey söyleyeyim: Küllerin altında hala canlı duran bir ateş var. Bu külleri ne savurabilir, bilmiyorum. Büyük bir yetenek, bazı sıkıntılarından dolayı hareketsiz duruyor. Allah ona kolaylık versin. Biz ne kadar dilesek de, olabilecek kadar oluyor herşey.

Selamlar

Reşat Nuri Erol
05.08.2012
10:47

iki haftadan beri "İSLAMCILIK" tartışması var...

iki haftadan beri bunları aktarmaya gayret ediyorum; bakıp/okuyup da ibret alalım diye...

*

Alİ BÜLENT kardeşimiz en doğrusunu yaptı...

SÜLEYMAN AKDEMİR arkadaşımızın yıllar önceki çalışmasını hatırlattı...

aradan bu kadar yıl geçti, değişen bir şey yok; HAVANDA SU DÖVMEYE DEVAM...!

daha da önemlisi: ADİL DÜZEN "İSLAMCILIK" ÇALIŞMASI DIŞINDA DA "YENİ BİR ŞEY" MAALESEF YOK.

NOKTA.

*

ÖYLEYSE...

"ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARI" OLARAK ÇALIŞMAYA DEVAM...

ÇALIŞMAK BİZLERDEN...

BAŞARI ALLAH'TAN...

ve's-selâm...

Reşat Nuri Erol
05.08.2012
10:51

bu arada...

üçüncü haftada da iktibaslara devam edelim ki mevcut seviyeyi ve gidişatı görbilelim...

tartışmayı başlatan kimdi?..

MÜMTAZER TÜRKÖNE...

öyleyse...

bugün yazdıklarına bakalım...

(BU ARADA AKDEMİR ARKADAŞIMIZIN ESKİMEYEN DEĞERLENDİRMESİ BİR DAHA DİKKATLİCE OKUNMALI...)

***

Mümtaz'er Türköne Ordulaşan partiler ve partileşen ordular

Rahatsız edici bir kontrast, birbirinden ilham alan ve yekdiğerine güç veren iki zıt kutup; sanki birbirini açığa çıkartmak ister gibi aynı anda karşımıza çıkıyor: Ordu gibi partiler ve parti gibi ordular. Hilmi Özkök'ün iki gün süren ve tarihe kayıt düşer gibi ortalığı sarsan ifadeleri bir zamanların partileşen ordularını birinci ağızdan resmediyor. Ya ordulaşan parti? Katkılarla büyüyen ve verimli bir mecrada süren "İslâmcılık" tartışması, Mehmet Ocaktan'ın sert ve nobran müdahalesi ve Ali Bulaç'ın buram buram zarafet ve rikkat kokan cevabı ile, ordulaşan bir partinin "yüksek güvenlikli" labirentleri arasında kaybolma riski taşıyor. Parti partidir, ordu değil. Ordu da parti gibi olmamalıdır. Önce Özkök'le başlayalım. Özkök'ün iki gün ve toplam dokuz saat süren ifadesini, uzun soluklu bir askerî reformun dibacesi veya gerekçesi olarak okumak lâzım. Ordu, ordu olmaktan çıkmış; bir siyasî parti merkezine dönüşmüş. Generaller işlerini güçlerini bırakmış, siyasetle meşguller; daha doğrusu asıl işlerinin darbe yapmak olduğuna karar vermişler, Özkök, Ordu'nun bir numaralı ismi iken, altında görev yapan generallerin darbe planları yaptığını, muhtıra önerdiğini ve plan seminerlerinin darbe organizasyonuna dönüştürüldüğünü söylüyor. Daha ne desin? Asker boş zamanlarında, uzun sıkıcı karargah nöbetlerinde, askerî gazinolardaki akşam muhabbetlerinde değil komuta toplantılarında, plan seminerlerinde bir siyasî parti merkezinde olduğu gibi siyaset konuşuyor, iktidar hesapları ve planları yapıyor. Tek fark: Seçim sandığı yerine o kocaman ağır tankları kullanmayı düşünüyorlar. Bu tablo bir bataklıktır. Bu bataklıkta ancak hukuku ve "milletin devleti ile bölünmez bütünlüğünü" çiğneyerek iktidar olursunuz. Faili meçhul cinayetler, Kürt sorununu Kürt vatandaşlarımızla devlet arasına korku dolu bir travmaya dönüştüren işler bu bataklıkta gerçekleşti. Güneydoğu'da Gaffar Okkan, Bahtiyar Aydın gibi devlet görevlilerine yönelik suikastların yine bu karanlık bataklıkta icra edildiği ortaya çıkıyor. Sonuçlanan Atabeyler davası, bu kirli ortamın subayları nasıl yoldan çıkarttığını gösteriyor. Orgenerali plan seminerinde darbe provası yapıyorsa, genç üsteğmen "devlet elden gidiyor" gerekçesi ile çevresindekileri ikna edip devlet büyüklerine suikastlar planlamaya girişiyor. İktidar oyununda topuyla, tüfeğiyle yer almak üzere siyasî parti gibi hareket eden bir ordu ülke için yakın ve sıcak bir tehdide dönüşüyor. Partileşen bir ordu yüzünden karşılaştığımız belayı, Kürt sorununda vardığımız nokta göstermiyor mu? Gelelim ordulaşan partiye. Parti (fırka) adı bile, partilerin bir ordu disiplini ve hiyerarşisi içinde yönetilmelerinin yanlışlığını göstermek için yeterli. Parti bir kısım, bir parça; hiçbir zaman bütünün tamamı değil. Bir partinin eline iktidar gücü geçtiği zaman, doğal olarak parti lideri kimin ne kadar pay alacağına karar veren tek merci haline geliyor. At sinekleri çoğalıyor. Siyasî mücadelede yüksek idealler çoğu yerde karşınıza çıkarları gizlemek için çıkıyor. Bizim saf ve masum İslâmcılık tartışmasının, bu dar labirentlerde oluşturduğu sıkışıklık ve yol açtığı rahatsızlık bu yüzden olmalı. AK Parti bir siyasî parti; ordu değil. Keskin bir hiyerarşi ve disiplin içinde bir kitle partisinin ordu düzeni içinde iş görmesi kendisine de ülkeye de zarar verir. Farklılıklar olacak, bu farklılıklar kendi arasında rekabet edecek, hem parti, hem ülke en iyiyi en doğruyu bulacak. Bunu sağlayacak olan yegane kaynak ise demokratik bir eleştiri ortamının bulunmasıdır. Bir ordunun, topuyla tüfeğiyle iktidar oyununa dahil olması nasıl ülkeyi bir bataklığa çeviriyorsa, bir siyasi partinin emir-komuta zinciri içinde ordu gibi hareket etmesi de aynı ülkeyi üzerinde ot bitmeyen bir çöle dönüştürür. Başbakan'ın partisi üzerine titremesi, onun kurumsal kimliğini çok önemsemesi, bir süvarinin bindiği atın bakımıyla ve performansıyla ilgilenmesi gibidir. Sonunda zafer bu atla kazanılacak. Ben hiçbir zaman "İslâmcı" vasfını, bir siyasî kimlik olarak benimsemedim. Söylediğim her söz eleştiriye açık. Yasin Aktay'ın dün Yeni Şafak'ta çizdiği öküz resmini bu yüzden "Bana öküz mü demek istiyor?" diye üzerime alınmıyorum. Ama Ali Bulaç Türkiye'de İslamcı düşünceye çok ciddî katkılarda bulunmuş, daha ötesi bir zamanların İslâmcılarının bugünün politikacılarının kişilikleri ve donanımları üzerinde ciddi emeği ve katkısı olan bir aydın ve bir âlim. Dünkü yazısında AK Parti'ye dönüp "Rızık Allah'tandır" isyanını dile getiriyorsa, AK Parti'yi veya liderini seven bütün kalem sahiplerinin ellerindeki kalemin sağını solunu tepeden tırnağa gözden geçirmesi gerekmez mi? m.turkone@zaman.com.tr http://twitter.com/Mumtazer 05 Ağustos 2012, Pazar

Reşat Nuri Erol
05.08.2012
18:20

YUSUF KAPLAN'IN BUGÜNKÜ (PAZAR) "İSLAMCILIK" İLE İLGİLİ YAZISININ SONUNDA DEDİKLERİ ŞÖYLE:

"Küresel sistemin lordları, İslâmcılığı bitirdikleri zaman, İslâm'ı bitirebileceklerini çok iyi biliyorlar. Çünkü İslâmcılık, Müslüman toplumların ruhudur. Diğer hareketler ise bedeni. * * * Eğer İslâmcılık biterse, Türkiye biter. Eğer İslâmcılık biterse, Kürt meselesi hiçbir zaman bitmez; üstelik de yeni 'Kürt' meseleleri zuhur eder. Eğer İslâmcılık biterse, İttihad-ı İslâm fikri de biter; İslâm coğrafyasında etnisite, kabile, mezhep, şebeke eksenli yığınla devlet zuhûr eder. Eğer İslâmcılık biterse, medeniyet fikri de, evrensellik fikri de biter. Eğer İslâmcılık biterse, kardeşlik fikri de, kardeşliğin kendi de biter. Eğer İslâmcılık biterse, zulüm, haksızlık ve sömürü hiçbir zaman bitmez. Eğer İslâmcılık biterse, ufkumuz kararır, umutlarımız söner, geleceğimiz suya düşer."

Reşat Nuri Erol
06.08.2012
07:10

Yasin Aktay yaktay@yenisafak.com.tr

06 Ağustos 2012 Pazartesi

İslamcılık, iktidar ve devlet

Önce bir tasrih: Mümtazer Türköne, benim verdiğim darb-ı meselden çıkarılabilecek en son (yani aslında asla çıkarılamayacak) anlamı çıkarmış. Gerçi üstüne alınmadığını söylemiş, ama ben bu sözden Türköne veya başkasına bir hakaret imasında bulunmaktansa yazı yazmayı tamamen bırakmayı yeğlerim. Hem Türköne hem de Ali Bulaç çok değer verdiğim her zaman yazılarını büyük bir ilgiyle, çok şeyler öğrenerek okuduğum iki değerli mütefekkirdir. Bu her sözlerine katılmak anlamına gelmez. Açtıkları ve başkalarını da davet ettikleri tartışmaya 'küçük kardeş samimiyeti havasında' icabet ederken tartışmadaki konumlarını 'resmetmek' üzere bir darbı mesel verdim. Mesel, aslında sadece bir iletişim sorununa işaret eden boyutuyla önemliydi, orada geçen 'öküz' yerine başka bir şey (aslan, kedi, ev) konularak de maksat hasıl olabilirdi, ama böyle bir ima ihtimali görmediğimden duyduğum-öğrendiğim şeklini tahrif etmek aklıma bile gelmedi. Maksat konuşulan kavramlar üzerindeki uzlaşmazlığı anlatmaksa aslında bu durum bile beni, çok üzülmem pahasına, teyid etmiş oldu. Bundan sonra verdiğim darb-ı meseli geri çekerek mümkün mertebe metaforsuz konuşmaya devam edeceğim. Allah sürç-ü lisan ettirmesin, hayır umarak başladığımız şu tartışmayı bize başka bir fitne kılmasın. * * * Müslüman vasfının neden yetmediğini soran Türköne'ye Ali Bulaç'ın da bir önermesine katılarak İslamcılığın Müslümanın bir vasfına işaret ettiğini söyledik. Kur'an'da Allah Müslümanlar için bir kimlik olarak 'Müslim' ismini seçmiş ve onlara başka bir kimlik üzere ölmemeyi de buyurmuş, ama bu Müslimin aynı zamanda mümin, muhsin, muhlis, muvahhid gibi başka boyutlarına yeri geldiğinde değinilmiştir. Müslümanın 'İslamcı' vasfı da aslında onun siyasal boyutuyla ilgilidir ve bu boyutuyla onun ayrılmaz bir vasfıdır. Çünkü siyasallık genelde insanın, özelde tabii ki Müslümanın da özünde olan bir şeydir. Siyasallık çok büyük projelere sahip olmaya gerek olmaksızın da en temel düzeyde taraf olmakla ilgilidir. Baştan itibaren İslam'ın bütün söylemleri Müslümanı bir taraf olmaya zorlar. Adem'in yaratılışıyla ilgili hikayeden başlayarak Kur'an Müslümanı şeytana ve insanlardan dostlarına karşı Allah'ın yanında durmaya davet eder. Siyasalın en temel tanımı budur ve bu tanım şu veya bu projeye sahip olmaktan önce de Müslümanın siyasallığını belirleyen bir şeydir. İslam'ın özü olan tevhid baştan sona bu tarafı belirlemeyle ilgilidir. Başka ilahları reddetmek, işe bir ret ile başlamak ve kendisine evvelinde ahirinde uyulacak yegane otorite olarak Allah'ı tanımak. İnsanlara ilahlık taslayan güçlere karşı reddiyeci bir duruş sergilemeden Müslüman olunmadığına göre, ve ilahlık taslayanlar her dönem ve bağlamda var olduğuna göre, siyasallık Müslümanın varoluşunun en temel düzeyidir. İslamcılık Müslümanın bu haline işaret eder ki, bu isimlendirmeye hiç ihtiyaç duymadan da Müslümanın bu boyutu anlatılabilir. Kur'an bu kavrama müracaat etmemiş mesela. Yeni bir kavrama ihtiyaç duymak biraz da kavramların toplumdaki iletişimi sağlayabilmesiyle ilgilidir. İslamcılık kavramı, belli bağlamlarda Müslüman kavramındaki işlev daralmasının bir sonucu olarak devreye girmiştir ki, bizzat kavramın ortaya çıkışı 19. Yüzyıl'dan çok daha gerilere gider. ilk dönemlerde de bizzat bu kavrama müracaat edilmiştir. İmam Eşari'nin meşhur eseri Makâlâtu'l-İslamiyyîn ve İhtilafu'l Musallîn (İslamcıların Sözleri ve Musallilerin İhtilafları) başlığını taşıyor ki İslamcılardan kasıt tam da İslam'ı doğru anlayıp yaşayan ve mücadelesini verenlerdir. Zaman zaman ortaya çıkan mücahit, murabıt gibi kavramlar da dönemlerinde İslamcılığın ifade etmek istediği anlamları ifade etmiştir. Türköne'nin yazılarında sorunlu bulduğumu söylediğim siyasal tanımı, siyaseti sadece projeler düzeyinde alan yaklaşım. İslam Ansiklopedisi'nde 12 yıl önce yine kendisinin yazmış olduğu ve bu tartışmada dayandığı İslamcılık tanımı da dünyayı topyekun özel bir siyaset çabasıyla değiştirme projesini anlatıyor. Bu tanıma göre İslamcılık bir tarihsel (19. Yüzyıl ve sonrası) ve coğrafi (Batı karşıtlığı) bağlamla sınırlı ve diğer siyasal ideolojiler gibi bir hayata hakim olma projesidir. Böyle bakınca İslamcılığın başarılı veya başarısızlığını ölçmek ve değerlendirmek gayet basittir. Batı'nın maddi ve kültürel üstünlüğü hala devam ettiğine göre ve İslam'ı hayata hakim kılamadığına göre İslamcılık halen başarılı olamamış hatta Türköne'ye göre başarısız olmuştur. Ama Türköne bu başarısızlığı bir yerde şu ifadelerle anlatmayı tercih ediyor: 'İslâmcılık bir iktidar projesi idi, gerçekleşti ve ömrünü tamamladı' Şimdi bu sözü bir başarısızlık öyküsü olarak nasıl yorumlayacağız? Hemen akla gelen basit soru şu: İslamcılık hedeflediği şeye ulaşmışsa onu neden başarısız saymamız gerekiyor? Tabii ki, İslamcılığın ulaştığı hedefin baştaki iddialarıyla ilgisi olmadığını söylemeye çalışıyor Türköne. Ya o İslamcıların bugünkü halini beğenmiyor (ki, beğenmeyebilir sonuna kadar hakkıdır) veya eski İslamcıların iktidar(daki) performansını İslamcılıklarına değil, yine devletin kendi iç fonksiyonuna bağlıyor ve bence asıl paradigmatik duruşunu burada sergiliyor. İslamcıların iktidara ulaşması ve iktidarda yaptıkları kendi performanslarıyla değil, Devlet'in duyduğu ihtiyaçla görevlendirilmeleriyle ilgilidir. O Devlet bir meşruiyet krizine girmiştir ve o meşruiyet krizini en iyi İslamcılarla çözebilirdi. Onun için İslamcılardan daha iyi bir enstrüman yoktu elinde. O İslamcıların iktidardayken Kürt sorununa yaklaşımları, askeri vesayet düzenini geriletmeleri, insan haklarını geliştirmeleri, refah düzeyini artırmaları, sosyal devlet uygulamaları, uluslararası alanda da Müslüman halklar arasındaki ilişkileri artırmalarının kendileriyle ilgisi yok da sadece o müteal devletin talepleriyle ilgisi var. Türköne'nin İslamcılığın şu spesifik örneğine (AK Parti) dair yaptığı analizde bile büyük sabit, cevher, öz devlettir geriye kalan herkes gibi İslamcılar da bu özün arazlarıdır. Bu devleti bir yerden tanıyoruz tabi. Biraz Hıristiyan siyaset felsefesi biraz Hegel'den. Murat Güzel de Star-Açık Görüş'te 'İslamcılığa uygun görülen rol: Türbedarlık' başlıklı yazısında bence çok iyi bir yerden yakalamış bu noktayı ve sormuş 'peki bu esnada o İslamcılar devlete hiç mi etki etmemişler? Onda hiç mi bir değişikliğe yol açmamışlar?' İslamcıların kendilerine ait hiç bir varlıkları ve rolleri olmamış mı? Böyle mi okuyacağız olan biteni? Buraya kadar, Türköne'nin dar siyaset tanımının veya algısının İslamcılığı değerlendirmeye yetmediğini, İslamcılık diye ancak çok özel şartlarda ve zamanlarda ortaya çıkan spesifik projeleri değerlendirebildiğini anlatmaya çalıştım. Doğrusu bu tarz bir siyaset tanımının siyasal bilinci genel anlamda olumsuz etkileyen bir yanı da var. İnsanın bütün faaliyetlerinin devlet, tarih, süper güçler, merkez, sistem gibi metapolitik aktörler tarafından belirlendiği düşüncesine kapılanlar nasıl bir siyaset üretebilir ki? Tam ısınmışken, yerimiz bitiyor, demek ki devam edeceğiz.

Reşat Nuri Erol
06.08.2012
07:19

Ali Bulaç İslamcılık bir teoloji mi? İslam "teoloji (ilahiyat)" değildir; çünkü beşeri idrakin üstünde olan Zat'la uğraşmaz; Zat'ın bilgisi ve tabiatı üzerinde tartışma Hıristiyanlığa aittir. "Tanrı'nın tabiatı" araştırmaya konu olmadığına göre, bu manadaki "tanrı bilgisi (teoloji)" de olmaz. İslam bakış açısından epistemoloji ve bilme eyleminin anahtar terimleri olan "El ilm" Allah'tandır; Allah "Hayy" olduğu için biz hayat sahibiyiz ve bizim dışımızdaki varlıkların (melekler, cinler, hayvanlar, bitkiler) hayatı vardır. Allah "El âlim" olduğu için biz "biliriz", bilmek isteriz. Ama O'nun bilgisi mutlaktır, varlık âleminin bütününü -Meşşailerin iddia ettiklerinin aksine herhangi bir cüz'ü veya ufak bir alanı dışarıda bırakmamak üzere- ihata etmektedir. Bize sınırlı alanda tanınan imkânlar dâhilinde bilebildiğimiz O'nun vahy ile gönderdikleri ışığında "âlem"in "ilmi"dir. İkinci anahtar terim olan "ma'rifet"in konusu ise isimler, sıfatlar ve fiillerdir. Her bir bilmeyi yerli yerinde kullandığımızda Ma'rifetullahı hâsıl eder. Bu türden bilmenin veya daha doğru deyişle anlama ve tanımanın öncesinde iki bilme çabasının daha başarıyla yürütülmesi gerekir ki, bunlar da nefsin bilgisi olan Ma'rifetünnefs ve varlık âleminin, yani maddi tabiatın, gözlem-deney ve çok yönlü bilimsel araştırmanın konusu olan Ma'rifetulhalk vardır. Mümtaz'er Türköne soruyor: "Müslüman" sıfatı neden İslamcılara yetmiyor? Çünkü din, modern dünyanın soruları ve kurguları arasında bambaşka bir kalıba dökülüyor. Ortaya 'hakikat' için diğer dinlerle değil dünyevi ideolojilerle savaşan bir 'izm' çıkıyor. İslamcılar hesabı ahirete bırakmak yerine cenneti bu dünyada kurmaya çalışıyorlar." Bu soruyu kurgulayan zihnin "dini dışarıya çıkaran seküler" veya kiliseyle özdeşleşmiş dine nazaran "din-dışı laik" alana hakikat değeri tanıdığı anlaşılmaktadır. Bu, Kur'an'ın tashih etmeye çalıştığı temel bir yanlıştır. İslam'ın sahih inancına göre: 1) Allah'ın müdahil olmadığı toplu iğne ucu kadar alan yoktur. Zira varlık âleminin bütününü O yaratmıştır, varlık "Nefesürrahman"dır. Hangi alan veya şey Allah'ın yaratması dışında kendi kendine var olabilmiştir ki, "din-dışı alan" olsun? 2) El Hayy O ise, hayatın kaynağı da O'dur; "O göklerin ve yerin nurudur." Varlık âleminde bir zerreciğin katrilyonda biri kadar enerji, hayat belirtisi varsa, hayatını Hayy isminden alır. Hayata hayat veren O olduğuna göre, nasıl biz insanlar, O'nun iradesi, emri ve hükmü dışında kendimizin arzularına, öngörmelerine ve keyfine göre özerk/otonom hayat alanları var edebiliriz? Bu iki önerme "seküler olan"ın İslam içinde mümkün olmadığına işaret eder. Ama buna rağmen insanlar kendilerine ait, yani ilahi irade ve dini düzenlemenin dışında alanlar var ediyorlar ve dünyayı bu alanlar üzerinde kurguluyorlarsa, bunu Allah'a rağmen yapıyorlardır ki, bütün peygamber mesajlarının ana teması budur. "Hakikat" için İslamiyet tabii ki dinlerin teolojisini sorgular. Örneğin sıkça üçleme (teslis) inancının varsayımlarını çürütür, fakat mukabil bir teoloji kurmuyor. İslamiyet'in tarihte diğer dinlerin teolojilerine karşı geliştirdiği akli burhan ve hüccetler "teoloji/ilahiyat" değil, "Kelam"dır. Kelam ise, Nefha-i ruh'un türevi olan aklın vahy ışığında varlığı, hayatı, insanı, mebde' ve meadı, ahlaki tutum ve fiillerimizi kavrama, anlama, düzenleme ve açıklama çabasıdır. Kelam ile teoloji arasında uçurumlar vardır. Ve bazı geç kalmış mutezili modernistlerin iddia ettiklerinin aksine İslam kelamı kendini tüketmiş değildir. Özellikle Eş'ari kelamı -ki Maturidi kelamı da ondan büsbütün kopuk değildir- pozitivizmin ve determinizmin çöktüğü bir dünyada fizik, biyoloji ve epistemolojinin gelip dayandığı ürkütücü belirsizliğe karşı bize bir bilgi ve zihin hazinesi sunmaktadır. "İslamcı" terimini de ilk kullanan İmam Eş'ari'dir (öl. M. 935) ki kitabının ismi "Makalatu'l İslamiyyin"dir. İslamiyet'in işi "teoloji" değildir; hayat alanları dinden kopuk "dindarlık veya diyanet" de değildir. Bu dünya ile mesela adalet, özgürlük, sömürü, zulüm ve yoksullukla uğraşmaktır. Türköne, bize diğer dinlerin teolojisiyle uğraşın, "dini hükümleri" bırakıp "dindarlık veya diyanet"le yetinin demeye getiriyor. Üçüncü nesil İslamcılar, "teoloji"den-ilahiyatlardan uzak durup İslam Kelamı'nı bu dünyayı yeniden anlamak ve açıklamak üzere ihya etmelidirler. a.bulac@zaman.com.tr 06 Ağustos 2012, Pazartesi

Reşat Nuri Erol
06.08.2012
07:43

6 Ağustos 2012, Pazartesi Mustafa AKYOL İslamcılığa ne oldu? mustafaakyol@stargazete.com

Zaman gazetesinin iki muhterem yazarı, Ali Bulaç ve Mümtaz’er Türköne, “İslamcılık” üzerine önemli bir tartışma başlattılar köşelerinde. Zaman geçtikçe diğer bazı yazarlar da söze girdi, tartışmaya yeni açılar kattı. Ben de kendi bildiğimce bir şeyler söyleyeyim. Evvela da belirteyim ki, asıl tartışılması gereken, Bulaç’ın söyledikleri. Çünkü “İslamcılık bitti” diyen Türköne, bunu bir “sosyolojik gözlem” olarak ifade ediyor ki, kendisine büyük ölçüde katılıyorum. “İslamcılık bitmemiş ve bitmeyecektir” diyen Bulaç ise, daha “değer yüklü” şeyler söylüyor ki, bunları konuşmak lazım. Ancak tartışmayı zorlaştıran bir sorun var: “İslamcılık” kavramının tanımının biraz müphem olması. Öyle ki Bulaç’a göre, İslamcılık, istinasız her müminin sahip olması gereken bir hal. Türköne’ye göre ise, tarihsel şartların ürettiği bir tepki ideolojisi. İman ve ütopya Ben ise, bugüne dek bu köşede “İslamcılık”tan söz eder ve onu eleştirirken, Ali Bulaç’ın “1950-2000 arası ikinci nesil İslamcılar” dediği akımı kast ediyordum. (Osmanlı geleneğinden çıkan “ilk nesil” ile sonrakiler arasında ciddi farklar gördüğüm için.) Söz konusu (“ikinci nesil”) İslamcılığa bu köşede getirdiğim bir eleştirinin Ali Bulaç tarafından da adil bir tutumla teslim edilmesine ise sevindim. Bu akımın “Müslüman zihni siyasi bir ütopyacılığa hapsetmesi, iman, ahlak ve kültür gibi kritik meseleleri atlaması”nı eleştirmiş, bunun üzerine de bazı sert tepkiler almıştım. Bulaç da tam tamına şöyle demiş: “Söylemi ve retoriği aşırı biçimde politize edilmiş İslamcılık, tasavvufa, dinin manevî, irfani ve ahlaki boyutuna bigane kaldı... Politik öncelik her şeyin önüne geçti, bu da derinliksiz, kültürel bakımdan yoksun siyaset biçimlerini ve siyasetçileri öne çıkardı.” Durum buyken, bu “aşırı biçimde politize edilmiş İslamcılık”ın eski müntesiplerinden bazılarının bugün “battı balık yan gider” havasına girmesine şaşmamak lazım. Asıl mesele siyasi ütopya ise, onun bitmesiyle birlikte “manevî, irfani ve ahlaki boyut”un boşluğu da sırıtıyor haliyle. Kırmızı çizgiler Meselenin özüne gelirsek, burada “Ali ağabey”e hem katıldığım hem katılmadığım noktalar var. Katıldığım kısım, bütün hayata yön veren bir değerler manzumesi olarak “din”in zayıflaması durumunda, sembol ve ritüellere odaklı bir “diyanet”in yükselmesine yaptığı eleştiri. (İnciller’de Hz. İsa’nın dilinden Ferisiler’e yapılan eleştirileri hatırlatan bir haklılık var burada.) AK Parti’nin eleştiriyi hak eden yönlerinin “İslamcılık”tan kaynaklanmadığı konusunda da hemfikirim; oradaki problem bence “Türk siyasi kültürü”nün her partide karşımıza çıkan sorunları. Bulaç’a katılmadığım kısım ise, önce “her Müslüman bittabi İslamcı olmak zorundadır” dedikten sonra, “İslamcı ise mutlaka şöyle olmalıdır” dercesine getirdiği subjektif ve otoriter kırmızı çizgiler. Bu soruna Yasin Aktay da Yeni Şafak’taki köşesinde işaret etmiş. “Bulaç’ın söylemlerinde İslamcılık neredeyse vahyedilmiş bir mutlak otorite diliyle ifade edilince ona karşı çıkmak da ilahi bir otoriteye karşı çıkmak gibi algılanıyor” demiş. Örneğin, Ali Bulaç dini hükümlerde “tarihsellik” gören ilahiyatçıları, “Müslüman zihne zerk edilen küresel bir proje”nin gaflet içindeki hizmetkarları olarak tasvir ediyor. Oysa aynı ilahiyatçılar, “dînî olan” ile “tarihsel olan”ı ayırarak, “Kur’an’ı asrın idrakine okutmak” gibi ihlaslı bir gayret içinde de olamaz mı? Bulaç’ın bu sert eleştirisinden sızan “küresel sistem” alerjisi ise, “ikinci nesil İslamcılar”daki yaygın “anti-küreselci” zihniyete karşılık geliyor ki, buna da çarşamba günü değinelim.

Reşat Nuri Erol
06.08.2012
07:48

6 Ağustos 2012, Pazartesi İbrahim KİRAS Şimdi kim İslamcı ibrahimkiras@stargazete.com

İslamcılık tartışmalarında gelinen noktada sorumuz şu: Bugün kime İslamcı diyebiliriz? Bu sıfatın ilk taşıyıcılarının fikirlerinin, taleplerinin ve hedeflerinin ne olduğu konusunda pek ihtilaf yok. Öyleyse kimlikleri meçhul olan bugünün İslamcılarını teşhis edebilmek için eldeki bu veriyi kıstas olarak kullanmak faydalı olabilir. 19’uncu asrın ikinci yarısında ortaya çıkan İslamcılık akımının üç ana sütunu var. İslamcılıktan söz etmek için her üçünün de ayakta olması lazım. Sacayağı gibi. İlki öze dönüş fikri. İkincisi ittihad-ı İslam ve antiemperyalizm, üçüncüsü istibdatla mücadele. “Öze dönüş” tarih boyunca kültürel etkilerle şekillenen ve zamanla dinin yerini alan din yorumlarının yerine İslam’ın aslî mesajına dönülmesi demek. Dünya Müslümanlarının birliği anlamına gelen “ittihad-ı İslam” kavramı İslam ülkeleri arasında siyasal birlikten ziyade dünya Müslümanları arasında belirli konularda anlayış birliğinin sağlanmasını ve birlikte hareket etmelerinin teminini öngörüyor. “İstibdat karşıtı” sıfatı ise bugünün dünyasında “demokrat” kavramına denk geliyor. Bugüne gelecek olursak... Benim bir tezim var: Hem bir fikir akımı olarak İslamcılığı hem de belirli bir süredir toplumumuzda yaşanan “İslamlaşma” cereyanını anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için “Sosyolojik İslamcılık” adını verdiğim kategoriyi mutlaka hesaba katmamız gerekiyor. Toplumdaki “İslamlaşma” cereyanının aydınların zihin dünyasındaki İslamcılık cereyanıyla ilişkisini çözmek için İslamlaşma cereyanının esasen sosyolojik bir gelişme olarak okunmasından yanayım ben. Sözgelimi Almanya’ya işçi olarak giden ve orada yabancı bir kültürün tehdidini üzerlerinde hisseden insanların köylerinde veya kasabalarında yaşayan akrabalarını hayrete düşürecek derecede “dindarlaşma” eğilimi içine girmeleri herhalde yaşadıkları kültür çatışması ve “kimlik” problemi bağlamında açıklanabilir. Yoksa bu insanlar Sait Halim Paşa’yı, Nurettin Topçu’yu veya Sezai Karakoç’u okuyarak bir sosyal harekete start vermiş değiller. Gerçi bardağın dolu tarafını görmek istersek burada elbette İslam akidesinin ve kültürünün yabancı inanç ve kültürlerin hücumu karşısında mensuplarına direnme gücü verdiği sonucunu da çıkarabiliriz. Ama esas itibarıyla sosyolojik bir hadise var karşımızda. Sadece Almanya’da değil, Türkiye’nin iç göçle hızla büyüyen metropollerinde de aynı tabloyu görüyoruz. Köyünde, kasabasında yaşarken “herkes kadar dindar” olan insanlar büyük şehirlere geldikten bir süre sonra “herkesten daha dindar” görünmeye başladılar. 1960’larda, 70’lerde CHP’nin oy deposu olan İstanbul gecekondularının 90’lardan sonra Milli Görüş partilerine yönelmesinin ve bu sosyal kesimde yaşanan “İslamlaşma” sürecinin mantıklı bir açıklamasını arayanlar sosyolojinin imkânlarına başvurmak durumundalar. Ben işte bu yüzden “sosyolojik İslamcılık” diye bir şeyden söz ediyorum. Burada öncelikle merkezin tahakkümüne çevrenin başkaldırısı var. Paylaşım kavgası var. Kültür çatışmasının doğurduğu kimlik ihtiyacı var. Yani bir kimliğe sığınarak kültür çatışmasının üstesinden gelme ihtiyacı var. İslamcılığın sacayağı durumundaki üç hedeften bahsetmiştik. Bugün “İslamcı” adlandırmasına muhatap olan kesimlerde “öze dönüş” fikrinin izi var mı? Yok, çünkü birincisi toplumsal İslamlaşma cereyanını ortaya çıkaran faktör zihinsel bir arayış değil. İkincisi benim “Popüler İslamcılık”diye tabir ettiğim geleneğin temsilcileri olan medrese ve tarikat mensupları ve onların günümüzdeki varisleri öze dönüş fikrine oldukça soğuk yaklaştıkları için din anlayışını daha ziyade bu geleneğin şekillendirdiği kesimden bunu beklemek doğru değil. Aynı şey İslamcılığın diğer iki sütunu için de geçerli. İslam Birliği konusu günümüzde sadece siyasallaşmış İslami gruplar için önemlidir; diğerleri için pek önemi yoktur. Demokrat tutum da toplumumuzun olmazsa olmazı değildir. Uzun lafın kısası, ilk İslamcıların fikirleriyle ve gayeleriyle uyuşmalarını kıstas alırsanız ne günümüzün tarikat ve cemaatlerinin ne de siyasi partilerinin “İslamcı” olarak anılma- ları doğru görünmüyor.

Reşat Nuri Erol
07.08.2012
06:46

Özlem Albayrak albayrakozlem@yahoo.com

07 Ağustos 2012 Salı

İslamcılık

Dindar kitlelere yönelik yayın yapan gazete sütunlarında Ramazan başında filizlenen verimli bir tartışma yürüyor bugünlerde: İslamcılık nedir, öldü mü, yaşıyor mu? Muhalefetteyken başarısı/mefkuresinin güzelliği yadsınamaz olan siyasal İslamcılık'ın idealleri iktidara toslayıp tuzla buz mu oldu? gibi hepsi birbirinden hoş ve ufuk açıcı konu başlıkları... Tartışmaya minik bir katkıda bulunmak ilgi çekici olurdu doğrusu; çünkü her ne kadar kavramın tanımı hakkında bile bir konsensus oluşamamış olsa da, İslamcılık'ın sanıldığından çok daha uzun bir Türkiye tarihine damga vurmuş bir ideoloji olduğu kesin. Toplumsal/sosyal karşılığı da elbette var, ama asıl olarak siyasal alanın neredeyse belirleyeni denebilecek ölçüde etkili... Yukarıda sözünü ettim; 'İslamcılık'ın ne olup, ne olmadığı noktasında çeşitli görüşler var, ancak dindarlık ile İslamcılığı eşitleyen bakış açısına yakın olanlardan değilim sanırım. Çünkü Türkiye'de ve aslında dünyanın geri kalanında da, İslamcılığın ortaya çıkmasının bir etkiye karşı tepki olarak sözkonusu olduğunu düşünmekteyim. 19. asırda dünya çapında bir güç haline gelen Batı Medeniyeti ile özelde İslam'ın, genelde Doğu dünyasının karşılaşması, modern dünyayı saran bunalımın ana kaynağını oluşturdu. İslamcılık da, tam bu karşılaşma anında ortaya çıkan edebiyat-sosyoloji, alim-aydın, zihinsel-normatif çatışmasıyla görünür kılınan bir 'korunma refleksi' çünkü. Herhangi bir dünya görüşünü, inanç biçimini, algı ve değerler sistemini, yorumlarsanız ideolojikleştirirsiniz. Bu yorumlama ister size meydan okuyana karşı bir meydan okuma içersin, ister meydan okuyanın değerlerlerine hayranlık ve eklemlenle arzusu içersin, durum değişmez. İdeolojikleşmenin mukadder sonucu, bilgi/eylem kopukluğudur. Bir dünya görüşünün az ya da çok ideolojikleşmesi insanları dönüştürür, kalpleri başkalaştırır. İslamcılığa geleceğim, ama bugün, "İslam'ın sadece erkeklerin elinden çıkmayan ve kadınlara haksızlık etmeyen bir yorumu yok mudur?" sorusuna aranan cevabın birilerince haniyse dinden çıkmayla eşitlenir hale getirilmesinin, sebebi biraz da budur. İslam'ın kadın lehine yorumlanması fikrinden korkup, fersah fersah kaçanların her dindarın İslamcı olması gerektiğine yönelik savı da ayrıca düşündücü. Çünkü İslamcılık tam da, Bedri Gencer'in ufuk açan eserinde de uzun uzun anlattığı gibi, Yahudi ve Hristiyan olan Batı Avrupa dünyasındaki sekülerleşme, dinin medeniyete dönüşümüne paralel olarak Hristiyanlaştırmadan medenileştirmeye dönüşen kosmopolis idealidir (Gencer, İslamda Modernleşme, s:37). Ve İslamcılık da bu türden bir sekülerleşmeye İslam dünyası tarafından verilen ve İslamca olduğu düşünülen karşılığın adıdır. Bu ad, dini asıl, medeniyeti türev olarak alır, yani Batı'nın yaptığının tam tersine medeniyete karşı dini önceler. Ve medeniyeti "dini yaşayışın estetik kalıbı" olarak kodlar. Bu, fikir olarak iyi bir fikirdir ve İbrahim Kiras'ın önceki gün (Şimdi Kim İslamcı - 08/08/2012 – Star) sözünü ettiği sacayaklarından: "öze dönüş"ten, "ittihad-ı İslam ve antiemperyalizm" ve "istibdatla mücadele"den ivme alır. Ancak yukarıda sözünü ettiğim arız bakidir: Bilgi/eylem kopukluğu. İslamcılığı toptan okka altına göndermek istemem, tarihsel işlevi ve sonuçları itibariyle ciddiye alınası pek çok oluşumun sebeplerinden biridir. Ancak yine de, bugün İslamcıların neden özel bir kültür, bir sanat akımı üretemediğinin, İslamcılar'da neden inanmış bir mümin ahlakı ve imanına rastlayamadığımızın, rastlasak bile çok az rastladığımızın sebebi biraz da sözünü ettiğim o arıza kaynaklıdır.. Çünkü İslamcılık, dinden arındırılmış Batı medeniyetinin, "İslam toplumları geri bırakmaktadır" tezine karşı verilmiş bir reflekstir ve bu refleks Batı'nın dili, kavramları, dünyayı algılama biçimi ve yöntemiyle verilmiştir. Alim-aydın olmuştur misal, hikmet-bilimsel bilgiyle yer değiştirmiş, oryantalizme karşı oksidentalizm üretilmiştir. Sonuç; sekülerleşmede zıddına benzeme... Üzgünüm ama, görünen budur...

Reşat Nuri Erol
07.08.2012
06:54

Mümtaz'er Türköne 'Müfrit Âlim' Bedeviler şehri ele geçirdikten sonra kapıya nöbetçiler diktiler. Zaman zaman Ali Bulaç gibi badiyede yaşayan biri çıkıp, "ey içeridekiler, zarardasınız!" diye seslendiği zaman, nöbetçiler ayaklanıyor. İçeridekilerin umurunda değil; lakin nöbetçiler biraz da fırsattan istifade kendilerini göstermek için işlerini gürültülü şekilde ifa ediyor. Olan söylenen söze oluyor; gürültüde kaynayıp gidiyor. Bu sefer kaynamadı. Dünkü yazısı ile Ali Bulaç sözü yeniden mecraına yerleştirdi. İtiraz ederken bile aydınlanıyoruz. Hûşû içinde Ramazan'ı geçirirken, memleketimiz alnı secde gören emir sahiplerinin taht-ı nezaretindeyken Müfrit Âlim bizi uzak sınırlara götürüyor. Her şeyi yeni baştan düşünmemizi ve yeniden kapsamlı bir ihya hareketine girişmemizi öneriyor. "Müfrit Âlim", Bediüzzaman'ın Ali Suavi için kullandığı bir tabir. Ali Suavi gibi kabına sığamayan, yerinde duramayan ve hep uçlarda dolaşan gerçek bir âlimi niteleyecek en doğru sıfat. İslâmcılığı modern çağlara özgü ve Batı ile rekabet eden bir İslâmî düşünce birikimi ve bir siyasî hareket olarak kabul edersek, bu düşüncenin ilk öncüsü ve kurucusu sıfatını hak eden iki kişiden biri Ali Suavi'dir (1839-78). Uzun bir izahata girmeden özetleyeyim: Modern İslâmî düşüncenin içine, Batı'nın demokrasi ve özgürlükler dünyası ile rekabet etmek kastıyla "Hâkimiyet Allah'ındır" düsturunu bir anahtar olarak koyan odur. Fıkıh ve fetvayı, Batılı kanunların karşısına sağlam argümanlarla yerleştiren de odur. Egemenlik tabirinin Latincesini kullanarak soruyor: "Souverain kimdir?" Cevap "El Hakimu Huvallah"tır. Yeterli mi? Modern zamanlarda İslâmcı düşünce, Batı'da üretilmiş sorulara verilen cevaplar etrafında oluştu. Bundan önce İslâmî Medeniyeti, Yunan, Roma ve Yahudi-Hıristiyan üçgeninde gelişen birikime vâkıftı ve İslâm felsefesi, tasavvufî düşüncesi, Kadim Yunan felsefesinin her türü ile diyaloğa girerek (İşrakî ve Meşşaî felsefesinden, Kelamcıların uğraştıkları problemlere kadar) ve zaman zaman içselleştirerek gelişti. Üstelik Batı'yı Yunan felsefesi ile tanıştıranlar da Müslümanlar olmuştu. 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında gelişen ve günümüze kadar Batı'nın dünya üzerindeki hâkimiyetinin maddî ve fikrî temellerini oluşturan modernlik, aynı zamanda geleneksel İslâmî birikimin bir anti tez olarak diyaloğa girdiği dünyanın adıdır. Kısaca Batı modernliğini referans alan modern çağlara özgü bir İslâm düşüncesi ortaya çıkmıştır. Şayet bu düşünceyi, kitleleri peşine takıp sürükleyen, acil siyasî sorunlara çözüm getiren ve modern dünyanın sorularına cevap olarak İslâm'ı topluma ve siyasete yeniden hâkim kılmayı amaçlayan bir ideolojiye dönüştürürseniz, bunun adına İslâmcılık diyoruz. Ali Bulaç'ın "İslâmcılık bir teoloji mi?" sorusuna verdiği cevap, Mevdudi ve Kutup ekolüne uygun. Peki, yine modern İslâm düşüncesi içinde Suruş ve Arkun'u referans alıp başka cevaplar verilemez mi? Bulaç, "İslâm teoloji değildir" cevabını verirken "Zatın bilgisi ve tabiatı üzerine tartışma Hıristiyanlığa aittir" hükmüne ulaşıyor. Ya Kelamcıların ve İslâm filozoflarının ciltler dolusu tartışmaları? Ali Bulaç'ınki sadece bir rey. Pekâlâ, Teolojiyi de içeren bir İslâm düşüncesinden bahsedilebilir. Bizim kadim geleneğimizle, modernliğin etkisindeki İslâmî düşünce veya İslâmcılık arasındaki fark burada ortaya çıkıyor. Kadim zamanların âlimi verdiği benzer hükmü; "doğrusunu Allah bilir" diye bitirirdi. İslâmcılar, modernliğin ezici tahakkümü altında tek ezeli ve ebedi hakikate sahip olduklarına inandıkları için, böyle bir ihtiyat payı bırakmazlar. Modernliğin içinde tonlarca birbiri ile rekabet eden düşünce ve ideoloji vardır. Her biri tek hakikat olduğunu ve o hakikatin de onların tekeline girdiğini iddia eder. İslâmcılar da öyle. Ali Bulaç, "İslâmiyet'in işi bu dünya ile, mesela adalet, özgürlük, sömürü, zulüm ve yoksullukla uğraşmaktır." diyor. Ben de tam olarak bu iddiayı kastederek, İslâmcılığı "cenneti bu dünyada inşa etmek" olarak tanımlamış ve kaynağının Batılı ideolojiler olduğunu söylemiştim. "Bu dünya bir imtihan yeridir" sözü, Bulaç'ı çürütmek için yeterli mi? Elbette hepimize düşen görev adaleti tesis etmek, zulmü engellemek. Peki nasıl? Bütün sorunlara tek ve mutlak cevaplar bulursanız modernliğin ve dolayısıyla İslâmcılığın dar sınırlarına hapsolursunuz. Yeryüzünde tek hakikatin sahibi olarak kibirle ve azametle dolaşan küçük ilahlardan birine dönüşürsünüz. Hâlbuki söz nasıl bitmeliydi? "Allahu'l âlim bi'ssavab". Peki, bu sözü İslâmcılardan duyma ihtimaliniz var mı? m.turkone@zaman.com.tr http://twitter.com/Mumtazer 07 Ağustos 2012, Salı

Süleyman Karagülle
07.08.2012
17:20

1997 de yazılan, Refah nerde hata yaptı makalesine benzer bir makale şimdi AK Part nerde hata yapıyor olarak yazılmalıdır. AK Parti iktidarı on seneyi doldurdu. AK Parti nerde hata yapmadı dememiz gerek. Sayın Dilek ve Sayın Kayahan Refah Partisi Hata yapmadı. AK Parti de hata yapmıyor. Hata yapan kim. Hata yapan üç kişi var. Süleyman Akdemir, Başkanı bulunduğu Akevler'i bırakmış, avukatlık batağına batmış. İkinci hatayı kim yapıyor. Hüseyin Kayahan yapıyor. İstanbul'a taşın diyoruz. Duymuyor bile. Üçüncü Hatayı Ali Bülent yapıyor, evde oturuyor, Yenibosna'ya gelip katkıda bulunmuyor. Diyeceksiniz Karagülle hata yapmıyor mu? Hatalar yaptım. Ben yaptım. Onun için başaramadık. Şimdi neden İstanbul'dayım, hatalarımı düzeltmek için. Sizden hatalarımı düzeltmem için katkı istiyorum. Havariliğinizi istiyorum. Gelin bir uygulama yapalım. Büyük değil küçük uygulama yapalım. Hatalarımızı düzeltelim.

Reşat Nuri Erol
08.08.2012
04:46

Yasin Aktay yaktay@yenisafak.com.tr

08 Ağustos 2012 Çarşamba

İslamcılığın iktidar ve muhalefet halleri

İslamcılık üzerine açılan tartışma, hızla ve yayılarak devam ediyor. Bu esnada tartışmaya yazılarıyla bir çok değerli isim katılıyor ve her biri birbirinden ufuk açıcı katkılar yapıyor. İslamcılığın bir tartışma nesnesi olması, özellikle kendi üzerinde düşünmesi, hayra alamet. Bu bir muhasebe hareketine dönüşebilir. Bu muhasebeye şiddetle ihtiyacımız var. Ben tartışmama daha önce belirlediğim hat üzerinden gitmeye çalışacağım. Mümtazer Türköne İslamcılığı belli bir dönem için İslam'dan yola çıkılarak geliştirilmiş Marksizm veya liberalizm ile aynı kulvarda rekabet etmeye çalışan bir siyasi proje olarak görüyor ve bu haliyle iktidara geldiği halde hedeflerini gerçekleştiremediğini anlatıyor. Neden? Çünkü ona göre İslamcılığın asıl yeri muhalefettir o yüzden bir muhalefet söylemi olarak cazip sayılabilen İslamcılığın iktidara gelmiş olması onun bizatihi başarısızlığının tek başına bir göstergesi sayılabilir. İktidarı her zaman İslamcılığın ötekileştirdiği bir konum olarak görmek bana göre Türköne'nin İslamcılık hakkındaki asıl yanılgılarından biridir. 1. Türköne bunu yer yer "normatif bir ilke" olarak, yani "İslamcılık sahici olacaksa hep muhalefet olarak var olmalıdır" mealinde, yer yer de "olanı betimleyici bir tespit" olarak ortaya koyuyor. Öncelikle bir durum tespiti olarak yapıyorsa, doktora tezi olarak çalıştığı 19. yüzyıl İslamcılığının nasıl bir konumdan hareket ettiğini iyi düşünmek gerekiyor? 150 yıllık bütün tarihi boyunca hep muhalif bir hareket olarak kaldığını söylediği "bu ideoloji" Abdülhamid'in zamanında da mı bir muhalefet ideolojisiydi? Ya Mehmet Akif'in ve ilk dönem Sebilürreşad çevresininki? Türköne "Bu güçlü siyasî akım, sistematik olarak hep iktidarın uzağında tutuldu. İslâmcılık, -Abdülhamid dönemi de dâhil- hiçbir zaman devlet katında resmî bir koruma ve himaye görmedi" diyor. Bizatihi iktidarın şu veya bu amaçla benimsediği bir ideoloji nasıl iktidardan uzak tutulmuş olabilir ki? İktidardakilerin siyasetlerine yön veren bir anlayış, bir duruş, içte ve dışta ittihad-ı İslam stratejisi bizatihi İslamcılık değil miydi? Bu haliyle bir iktidar ideolojisi olarak mevcudiyetini ayrıca "himaye ve koruma" çerçevesinde düşünmeye gerek var mı? Bu dönemde İslamcılık adına ortaya konan söylemin devletçiliği sonraki İslamcı söylemlerin ayıklamayı bir türlü başaramadığı sağcı muhafazakar unsurlarının da kaynağı değil miydi? Esasen Cumhuriyet öncesi ve sonrası İslamcılığın iktidar-muhalefet ilişkisi açısından farklı halleri üzerinde çokça duruldu. 2. İslamcılık için muhalefetin normatif bir ilke olarak varsayımına gelince, hatırlatalım ki, İslam'ın öyle bir ilkesi yok. Sürekli ve her halükarda kinik bir muhalefet güzellemesi ile İslam'ın sorumluluğu önplana çıkaran siyaset felsefesinin bağdaştırılabileceğini hiç düşünmüyorum. Nesnel olarak iktidar şansı olmayanların ürettiği muhalefet teolojileri ile İslam'ın işi olmaz. Esasen İslamcı siyasete sadece muhalefet rolünün yakıştırılması kanımca yine onun tabiatını yeterince iyi değerlendirememekle ilgili bir durum. Bu konu aslında İslam'ın siyasal-ilahiyatının da ayırd edici bir yanı. Ernest Gellner'in (yakın zamanlarda Kabalcı Yayınevi tarafından Müfit Günay'ın başarılı çevirisiyle yayımlanmış ) Muslim Society isimli eserinde diğer dinlerle karşılaştırmalı olarak İslam'da işaret ettiği bir özellik, İslam'ın dünyada hızlı bir başarıyı ve kitabının bütünlüğünü sağlamış tek din olduğudur. Hıristiyanlık zayıf kaldığı için Sezar'ın hakkını Sezar'a teslim etmek zorunda kaldı, güçlendiğinde de onu sahiplenmeye cüret edemedi. Yahudiliğinse durumu daha da karışık. Peygamberleri Hz. Musa zamanında vaadedilmiş topraklarına girememiş, girdiklerinde bile rahat edememiş ve hiç bir zaman sürgünden kurtulamamış, dünyadaki emellerini gerçekleştirememiş bir topluluk. Sürekli diaspora halinin ulaştırdığı yerin siyonizm olması Yahudiliğin bedelini bütün insanlığa ödettiği bir siyasal teoloji. Oysa Müslümanlar, Gellner'e göre, Mekke'deki 13 yıllık ağır tecrübenin ardından Medine'ye hicret etmiş orada hızla iktidarı kurmuş, kitapları ve hayat modelleri uygulamalı olarak tamamlanmış ve bunun teolojik söylemini de bütün zamanlar için üretmişler. Bu karşılaştırmaya, proleteryasını hiç bir zaman istediği yere ulaştıramamış olan Marksizmin tecrübesini de katarak baz alırsak, Müslümanlar bir hayat içinde olabilecek her türlü siyasal konumu yaşamış ve her türlü durum için bireysel ve toplumsal bir fıkıh üretme tecrübesine sahip oldukları gibi, hayatı dinamik bir süreç olarak algılayıp bunun siyasal fıkhını da üretebilmiş bir topluluk. Bunun onlara çok özel bir nitelik kazandırmadığını söyleyemeyiz herhalde. Farklı fıkıhlar arasındaki geçişliliklerde kuşkusuz bir bütünlük ve tutarlılık aranır. Süreç menzilden kopuk değildir çünkü. Şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki, siyasal teolojileri bütün bir süreç fıkhını ihata edebiliyor olmak diğer dinler ve siyasal ideolojiler arasında bir tek Müslümanlara nasip olmuştur. Ancak burada da şu ihtiyat payını elden düşürmeden: İslam'ın bütün boyutlarıyla dünyada "tamamlanmış", ideallerini bir dönem için gerçekliğe aktarabilmiş bir din olması bütün Müslümanların her zaman bu bütünlüğü kurabildikleri anlamına gelmiyor. O yüzden Müslümanların iktidarına yine Müslümanların muhalefeti hem teorik olarak mümkün hem de bunun sayısız tarihsel örneklerine rastlarız. Bugün de bunun böyle olmasının önünde hiç bir teorik engel yoktur. Yani daha açıkçası İslamcı özellikleri de olan bir iktidara muhalefet etmek esas itibariyle İslam'a muhalefet etmek demek değil. Bu, adı öyle konulsun veya konulmasın, İslamcılığın ne kadar hegemonik (Foucaultcu anlamda iktidar) olduğunun başka bir işaretidir sadece. Yerimiz bitti ama söyleyeceklerimiz bitmedi. Yine devam edeceğiz.

Reşat Nuri Erol
08.08.2012
04:47

Ömer Lekesiz

oflekesiz@hotmail.com

08 Ağustos 2012 Çarşamba

Uç baba torik

Ali Bulaç'ın hem İslamcılar nezdinde bir öz-eleştiriye hem de mevcut siyasi ortamdaki eğrileri ve doğruları birlikte belirlemeye neden olabilecek vasıftaki yazıları, giderek fıkıhtan futbola kadar her konuda alim olduklarını sanan kimi köşe yazarlarınca ilginç noktalara doğru savrulmaya başlandı. Mübarekler sanki dingilinden fırlamış bir tekeri yakalamaya çalışan çocuklar gibi, düşünceyi dize, tarihi hizaya getirerek, tarikatı siyasetle, siyaseti sosyolojiyle harmanlayıp ilginç düşünsel iksirler üretmenin gayretine düştüler. Örneğin aynı gazetenin iki yazarından biri Müceddidilik Hareketi'nin doğduğu günden beri İslamcılığın özünü belirleyen tarikatları, cemaatleri siyasi partilerle eşleştirerek bunları İslamcı olarak anılmaya layık görmezken, bir diğeri İslamcılığın politize edilerek tasavvuftan yalıtılması nedeniyle yozlaşmış siyasetin öne çıktığını söylüyor. Gerçi Ali Bulaç'ın gayretine hayranım çünkü en azından konunun öz-eleştiri boyutunu öne çıkartarak sürdürüyor yazılarını. Bence de aslolan budur. Hariçten gazel okuyanlar gibi kim İslamcıdır, kim değildir diye papatya falına bakmaktansa artıları ve eksileriyle mevcut İslamcı telakkiyi ve İslamcılık planında ideal olanı belirlemek öncelikli ve önemlidir. Öte yandan Yasin Aktay, Kazım Sağlam, Yusuf Kaplan, Lütfi Bergen, Murat Güzel, İlhami Güler ve Abdülaziz Tantik'in -hem mevcut hem de potansiyel katkılarıyla- tartışmayı hayırlı bir mecraya akıttıklarını / akıtabileceklerini de gözden uzak tutmamak gerekiyor. Konunun sosyolojik ve siyasi tarafı beni çok da ilgilendirmediği gibi sosyolojik İslamcılık, az irfanlı bol sarımsaklı İslamcılık gibi büyük tanımlara (yazarken kolay yazsam da) söylerken dilim bile dönmüyor zaten. Beni asıl İslamcılık esaslı uygulamalar ilgilendiriyor. Diğer bir söyleyişle metropol hayatının İslamizasyona etkisi, ütopyacılığın radikal eğilimleri beslemesi vb. hususlar, onlara hayatın değişkenliği, bizim faniliğimiz, Din'in Allah'ın korumasında oluşu gibi hakikatlerden baktığımda bana çok komik görünüyorlar. Bu yüzden uygulamada karar kılıyorum. Uygulama derken Hz. Hüseyin'den bugüne değin yaşanmış ve halen yaşanmakta olanı kastediyorum. Yakından bir örnek vereyim mi? İstiklal Mahkemeleri'nden, Kur'an dahil Arapça, Osmanlıca kitapların yakıldığı yıllardan, camiden çıkarken takkesini başında unutan Müslüman'ın kodesi boyladığı günlerden, seyyar köftecilerin bile dinci olarak fişlendiği demlerden bugünlere geldik. Şimdi taraf olanıyla olmayanıyla, yaşasın ya da ölsün diyeniyle demeyeniyle İslamcılığı tartışıyoruz. Allah aşkına bu nasıl bir ölmektir ki, ölüsü bile dirisinden daha canlı görünüyor ve muhterem sağcılarda bir basiret kilitlenmesinin, düşmanlık patlamasının nedeni olabiliyor? Ve Allah aşkına bu nasıl bir AK Parti'dir ki İslamcılığı tükettiğine dair onca iddiaya rağmen yerli İslamcıların değilse de içerideki ve dışarıdaki Müslümanların müşterek umudu olmayı sürdürebiliyor? İşte bu yüzden diyorum ki, tarikatları İslamcılığın dışında tutan da, İslamcılıktaki yozlaşmayı hal bilgisinin yokluğuna bağlayan da, İslamcılığa mühlet biçen de hayatın nabzının nerelerde ve nasıl attığını bilmiyor. Bilmiyor çünkü işi sadece sosyoloji ve siyaset kuramı olanların burnu kitaptan çıkmaz; burnu kitaptan çıkmayan ise hayatı ıskalar. Daha önce de söyledim: yerli İslamcılık rasyonel ve edebi karakterlidir ki, dolayısıyla moderndir. Yeni nesil İslamcılıksa ilim – tarikat – edebiyat üçlüsünün sentezine yaslanıyor. Demek o ki, siyasi ve sosyolojik şartlanmalarla baktığımızda ya da konuyu sadece AK Parti'nin başarısına ya da başarısızlığına indirgediğimizde hem bu sentezi gözden kaçırmış, hem sözü gereğinden çok fazla çoğaltmış, hem de medya aleminin bilgiçlerine ahkam kesme fırsatı sunmuş oluyoruz. İslamcılığı siyasi ve sosyolojik plandan çok daha fazla kültürün kurucu unsurları, araçları üzerinden yorumlama, çözümleme, değerlendirme ehliyetine sahip olanlar ancak öz-eleştiriye ve yeniden yapılandırma şansına sahip olabilirler. Diğer bir söyleyişle adalet, rejim, metafizik, iktisat, bilim, dil, mimari, müzik, resim, şiir, nesir sanatları, sinema, eğitim vb. konuları doğrudan Din'in ve hayatın içinden etik, estetik ve pratik planda İslamcı bir bağlanmayla 'yeniden' okuma kabiliyetine sahip olanların düşüncelerinin söz konusu tartışmada bir karşılığı vardır. Değilse 'meraklı melahat' cinsinden cübbeli fetvacıların, atılan her taşın peşinden koşmaya şartlanmış olanların, özellikle de sağcıların ve liberallerin bu babta söyedikleri ve söyleyebilecekleri şeylerin ciddi bir karşılığı yoktur. Son tahlilde bu tipe karşı şunu demekle yetinirim: Sen konuşurken ben biraz uyuyayım, sen de bu arada uç baba torik.

Reşat Nuri Erol
08.08.2012
04:54

Etyen Mahçupyan Seküler İslamcılık

Bazı kavramların yan yana gelmesi tanımı gereği anlamsız ve dolayısıyla imkânsız sayılır. Bu yazının başlığı da öyle... Sekülerlik en kaba haliyle dinden uzaklaşma veya daha gerçekçi bir yorumla dindarlığın bireyselleşmesi olarak tanımlanabilir. Bu ise bir yandan cemaatin birey lehine zayıflamasını, diğer yandan da dini duyarlılığın dünyevileşmesini ima eder. Oysa İslamcılık, dünyevi alanın tümünün İslami bir çerçeve içine alınıp cemaatsel olarak kurgulanması yönünde bir tasavvur içerir. Dolayısıyla sekülerleşme ile İslamcılığın birbirinin zıddı 'ideolojik' dinamikler olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki bu gerilimin iki kanadı arasında tam bir simetri bulunmaz. İslamcılık bir ideolojidir ama sekülerleşme değil... İslamcılık hayatın nasıl yaşanması, toplumsal ve idari yapının nasıl olması gerektiğini 'bilir' ve bunu gerçekleştirmeye çalışır. Geçenlerde Ali Bulaç'ın verdiği tanımdan gidersek "İslamcılık, İslam'ın ana referans kaynaklarından hareketle 'yeni' bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği'ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası harekettir." Bu tanım, İslamcılığın tarihsel ve konjonktürel olduğunun altını çizmiş oluyor. Ortada tasvip edilmeyen bir Müslüman, yanlış bulunan bir toplumsal örgütlenme ve kabul edilmek istenmeyen devlet yapıları var. İslamcılık, bunun aşağıdan yukarıya ve yukardan aşağıya toptan değişimini öngörüyor ve bunun İslam'ın ana referans kaynaklarından hareketle yapılacağını ifade ediyor. Buradaki ilginç kavram 'hareketle' kelimesi... İslamcılık İslam'ın ana referans kaynaklarından 'hareketle' davranacak ama söz konusu kaynaklardan yola çıkıldığında önünüzde sadece tek bir yol bulunduğunun garantisi maalesef yok. Diğer bir deyişle İslamcılık kendi içinde farklı İslamcı siyasetleri barındıran bir yelpaze olmak ve bu farklı siyasetler arasında çatışma yaşanmasına imkân vermek durumunda. Kısacası ideali tanımladığında ve ortak düşmana işaret ettiğinde tekil olabilen İslamcılığın, hayatın gerçekleri karşısında çoğullaşması ve dünyevileşmesi kaçınılmaz. Kendi içinde çoğullaşmak İslamcılığı bir ideoloji olmaktan çıkarmaz. Ancak doğruları 'bilme' hasletini kendisine atfetme kaygısı, aynen sosyalist harekete benzer bir biçimde, hizipleşmeler üretir. Oysa İslamcılık tümüyle ataerkil zihniyet içinde kalabilseydi, tüm ayrışma eğilimlerini tek bir hiyerarşik yapı içinde tutmak mümkün olabilirdi. Diğer bir deyişle İslamcılığı 'bozan' dünyevileşme ile gelen relativist yaklaşımlardır. İslamcılığın içine yerleşmiş olan otoriter zihniyete gönderme yapan liderlik ve güç arayışları, herkesin kendine özgü bir meşruiyet temeli aramasına nedendir ve bu da İslam'ın ana referans kaynaklarının değil, onların 'yorumlarının' siyasallaşmasıyla sonuçlanır. İş yorum farklılaşmasına geldiğinde ise kendinizi zaten relativist dünyanın içinde bulursunuz. Bu nedenle İslamcılık açısından sekülerleşmenin bizatihi kendisi karşıt bir ideoloji gibi tanımlanır. Oysa İslamcılığın karşısında onunla mücadele eden bir sekülerleşme ideolojisi yok... Aksine İslamcılığın bizzat 'içinde' bir sekülerleşme eğilimi var ve dinin siyasallaşması kaçınılmaz olarak bu tür sonuçlar üretir. Başlığa dönersek 'seküler İslamcılık' kulağa garip gelse de, İslamcılığın sekülerleşmesi yaşamakta olduğumuz bir dinamiğe karşılık gelmekte. Bu konuda geçen yılın eylül ayında dört tane yazı yazmış, ancak gündemin değişmesi nedeniyle kenara koymuştum. Şimdi o yazıları yayınlamak için uygun bir tartışma ortamı oluşmuş gözüküyor. Göründüğü kadarıyla bir kanatta İslamcılığa duyulan gerekliliği öne çıkaran, 'kurtuluşun' veya olması gereken düzenin ancak İslamcılığın önce kendine gelmesi, ardından dünyaya galebe çalması ile mümkün olabileceğini savunan bir bakış var. Diğer tarafta ise İslamcılığın hayatın somut gerçekleri ve dönüşümü sonucu siyasi işlevini yitirdiğini ve bunun tarihsel her akım için olduğu üzere İslamcılık için de doğal karşılanması gerektiğini söyleyen bir yaklaşım... Birincisi dinsel, diğeri bilimsel yöne eğilimli; ilki normatif, ikincisi gerçekçi bir tutumu simgeliyor. Birincisi siyaset yapıyor, diğeri o siyaseti akademik çerçeveye oturtuyor. Bu yararlı tartışmanın henüz tam olarak yüzleşmediği katman ise Müslümanların kendisi... İslamcılığı yükseltmek isteyenlerin 'her Müslüman İslamcıdır' şiarı, gerçekliğin nasıl bir çetin ceviz olduğuna da işaret ediyor. Çünkü soru şu: İslamcı olmadığını söyleyen Müslümanları, İslam'ın ana referans kaynaklarını bu şekilde okumayan dindarları nereye koyacaksınız? Bu tür dindarlar sayıca artar ve İslam'ı tanımlama noktasına gelirlerse ne yapacaksınız? Onları ikna etmek üzere siyaset yapacaksanız, kendinizi dünyevileşme ve sekülerleşmenin nasıl dışında tutacaksınız? Yok, eğer siyasetin dışında durmak isterseniz, 'doğruyu biliyor olma' varsayımınızla kendi kitlenizi şiddetten uzak tutmayı nasıl becereceksiniz? e.mahcupyan@zaman.com.tr 08 Ağustos 2012, Çarşamba

Reşat Nuri Erol
08.08.2012
04:57

8 Ağustos 2012, Çarşamba Sibel ERASLAN

Şimdi, kim İslamcı değil?

sibeleraslan@stargazete.com Ali İzzet Begoviç, “Doğu/Batı Arasında İslam” adlı eserinde “Bu kitap teoloji değildir, yazarı da teolog değil. Bu bakımdan kitap, doğrusu aranırsa İslamı bugünkü neslin konuştuğu ve anladığı dile “tercüme” teşebbüsüdür. Bu husus bazı hata ve noksanlıklarını izah edebilir; çünkü kusursuz tercüme yoktur” der... “İslamı bugünkü neslin anlayıp konuştuğu dile tercüme” gailesinin üzerinde durmakta fayda var. Benzeri refleks Mehmet Akif’in “asrın idrakine söyletmeli İslam’ı” çıkışında da var. Veya günümüz düşünürlerinden Dr. Ali Allawi’nin “İslam Uygarlığının Buhranı” adlı kitabında; dokusu zedelenmiş, işgal veya dikta rejimlerine mahkum olmuş, bilimsel devinimini yitirmiş, yoksulluğa mahkum, yaratıcılığın çöktüğü bir düzeyde, “İslam Devleti Bundan Sonra Nereye Gider” sorusu da aynı minvaldedir. İslamcı düşünce, ilk popüler kıpırdanış vakitlerinde (Said Halim Paşa’yı zikredebiliriz) Batı karşısındaki yenilgilere karşı cevaplar ararken belki bu “yenilgi” bilançosu ilkin kaybedilen topraklar, sömürgeleştirilen ülke ve toplumları işaret ediyordu... Daha sonralarıysa Batı karşısında bu yenilgi hissiyatı, giderek daha büyüdü ve mücerret bir karşılaşmayı işaret eder oldu... Bu sefer sadece işgal güçleri veya diktatörler değildi İslamcıları öze dönüş tashih hareketine sevk eden... Modernizmin yeni nesli sürüklediği amorf yitiklik ve kaybedilen İslami kimlik adına daha büyük (yaygın) bir Doğu/Batı hesaplaşması vardı İslamcıların önünde... Bu yüzden Begoviç’in işaret ettiği ve tercümeyi gerektiren o büyük zaman aralığı ciddi bir sorunsaldı. Ve bugün de Doğu/Batı arasında en ciddi, hayati karşılaşma “zaman ve hayat” bağlamındadır. Begoviç’in maneviyatçı, mistik diye adlandırdığı Hıristiyan idealizminde zaman; sanki Hz.İsa ve havarilerinin resmedildiği eski bir gravürde donup kalmış gibidir. Bunun karşısındaki maddiyatçı, realist ve materyalist duruş ise açıklayamadığı ruh ve insan kavramlarıyla “zaman”ı sadece lineer bir şekilde ileriye doğru giderken kurgulanabilir, üretilebilir bir projeden ibaretleştirdiği için oldukça fakirdir... İşte İslam veya İslamcı devinim; derin dondurucuda tutulan o mistik zaman’cılıkla, kullanışlı ama manyetik plazmayı andıran katı ötesi diğer zaman’cılık arasında bir sarkaç gibidir... Zaman, dünü bugünü olduğu gibi ahireti de olan çok boyutlu, gidişli gelişli bir hafızadır. Hafıza, her an Rab karşısında kul oluş bilinciyle anlam kazanan bir devir daim, canlı toplumsal bir fıkıh, bir hal’dir... Bu onun unutkanlığını önler, bu onu illa ki zafer pragmatizminden de korur. Ama usta bir mekik dokuyucu gibi, an’ın içinde dünü ve yarını sürekli rasat eder. İslamcı rahatsızdır, huzursuzdur, zamanın tercü- mesini yapan kişidir... *** Okuyucularımdan sıkça aldığım bir eleştiriye cevap vererek meseleyi hafifleteyim; “niçin Müslümanım demekle yetinmiyorsunuz da İslamcı gibi bir laf çıkarıyorsunuz” deniyor. 1996’da katıldığım Uluslararası Diyaloglar Enstitüsü’nün Hollanda ve Ürdün’deki oturumlarında ben de benzeri itirazlar getirince Margot Bedran işi şöyle kolaylaştırmıştı; “Sizin Demirel’iniz de Müslüman’dır örneğin, ama onun Erbakan’la bir farkı var, bunu ayırt etmek için böyle şeyler söylüyoruz...” *** Ali Bulaç beyefendinin “İslamcılık” bağlamında getirdiği özeleştirilerin hepsine katılmayabiliriz, ama bugün ustalık döneminde olduğu tüm dünya ve ülkemizde ciddi kabul gören bir yapının İslamcılık bağlamındaki özeleştiriden dışlanması veya la’yüsel addedilmesi, ne sosyolojiyle ne de başta atıf yaptığımız “zaman” sorunsalımızla uyuşur. Şayet İslam diye bir derdimiz varsa tabi... Zaten AK Parti İslamcı bir yapıdır diyen kimse de yok, ama AK Parti’nin lideri, dünyanın neresinde sorarsanız sorun “Müslüman bir lider” cümlesiyle temayüz eder ve o elbette Demirel gibi de değildir. Dini bugüne tercüme gibi bir gayesi olmasaydı “Dindar Bir Gençlik”ten de söz etmezdi zaten...

Cüneyt Özcan
08.08.2012
11:36

Bu mümtazer türköne gerçekten çok karaktersiz bir sermaye sözcüsü. Allah onun zehrinden insanları kurtarsın inş.

Reşat Nuri Erol
09.08.2012
03:50

Yasin Aktay yaktay@yenisafak.com.tr09 Ağustos 2012 Perşembe İslamcı tercih: Metapolitiğe karşı siyaset Müslümanlar tarih boyunca her türlü siyasi konumu veya tecrübeyi yaşamıştır. Çünkü tamamlanmış bir kitapları ve muhalefetten başlayarak iktidarla devam etmiş, oradan başarılı bir raşit hilafet dönemi geçirmiş bir kurucu (constitutive) referans tecrübeleri var. Bu kurucu tecrübenin kendi içindeki bütünlağa ve çok boyutluluğu tarih boyunca ister iktidarda ister muhalefette, ister daru'l-İslam'da ister daru'l-küfür veya daru'l-harpte yaşayan sayısız İslam topluluğunun İslamcı arayışına ışık tutmuştur. Buna Kur'an-ı Kerim'de kıssaları anlatılan ve her biri için Müslümanlara örnek teşkil eden peygamberlerin tecrübelerindeki model çeşitliliğini de ekleyebilirsiniz. Musa ile mazlum-köle bir kavmin özgürleştirilmesi mücadelesi var mesela. Bu mücadelenin ilk aşamalarında İsrailoğullarının Tevhidi bir çizgiye doğru eğitiminin bütün meşakkkatleri bir hayat dersi olarak anlatılır. Yine önceden belli bir siyasal kültür ve gelenek üzere kurulmuş ve işlemekte olan bir sistemin başına dürüst ve başarılı yöneticilik vasfıyla getirilen bir Yusuf'un kendi halkını kıtlık felaketinden başarılı yönetimi sayesinde çıkarması var. Bu esnada sergilediği İslami mücadele performansı ile diğer işi arasındaki ilişki çok öğreticidir. Yine Davut ve Süleyman ile neredeyse tam bir iktidar hikayesi olduğu gibi, İbrahim, Lut, Salih, Şuayb, Ashab-ı Uhdud ve daha bir çok muhalefet veya mazlumiyet örneğinde Tevhidi duruşun hayatla karşılaşarak çeşitlenmesinin, farklı mücadele pozisyonlarının zengin bir temsili var. Bu çeşitlilik hayatın bizatihi kendisinin dinamik ve çeşitli olmasından ve İslam'ın da gerçek anlamda bir hayat ve dünya dini olmasından ileri gelir. Dolayısıyla İslam'ın kurucu referansından yola çıkan İslamcılığın sadece tarihsel ve konjonktürel bir muhalefete sıkıştırılması İslamcılık hakkındaki yeni ve dışsal bir kurgudan başka bir şey değil. Mümtaz'er Türköne, "Türkiye değişti. "Kim değiştirdi?" sorusuna, mütevazı sınırlar içinde failler arıyorsak, ilk sırayı bir zamanlar kendilerini "İslâmcı" olarak tanımlayanlara vermemiz lâzım" diyor ama İslamcıların bu değişimi yaptıktan sonra görevlerini tamamladıklarını, ve onları bu işe koşan devlette fenâ bulduklarını söylüyor. Bunu böyle görebilmek bir yerde bir bakış açısı meselesi tabi. Böyle gördüğü için de İslamcıların artık dindarlıkla-diyanetle, cami yaptırmakla meşgul olmaya yöneldiklerini, sevgili Murat Güzel'in deyimiyle bir tür türbedarlığa razı olduklarını söylüyor. Ne olmaları beklenirdi İslamcıların? Veya cami yaptırmak, dindarlık ile İslamcıların aralarına neden mesafe koymaları gereksindi ki? Aslında daha gerçekçi bir siyasal tanımına sahip olsaydı, siyaset ile dindarlık arasında bu kadar naif bir ayırıma gitmez, bütün bu işlerin de İslamcılığın (doğru veya yanlış ayrı hesap ama) farklı hallerine denk düşen işlerden olduğunu da görürdü. Aynı yanlışa Ali Bulaç da düşüyor burada. Bir yandan Diyanet İşleri'ne eleştirel bir yaklaşımla yüklediği apolitik anlama karşılık, bir yandan da İslam'ın politikleştirilmesinden şikayet ediyor. Bu iki şikayetin aynı anda mümkün olabilmesinin ilginçliğini şimdilik kaydederek yetinelim. O fasla sonra geçelim. Devam edecek olursak,Türköne "Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp politikacı yapıyorlar, İslâmcılık politikada yukarılara tırmanmak için kullanılmış ve işi bitmiş bir uçan halı olarak, özenle çerçevelenip duvara asılıyor" diyor. Bu sözün önermesel içeriğinden çok aşağılayıcı üslubu daha ilgi çekici. Ama yine de anlam içeriğinden hareket edelim. İki soru geliyor akla. Birincisi, İslamcılık zaten tanımı ve tabiatı itibariyle politik bir şeyken nasıl ancak eski İslamcılar politikacı oluyor? Eski İslamcılar zaten politikanın ta göbeğinde değiller miydi? Politik olan ne zannediliyor? İkincisi, İslamcılara bunu kim yapıyor? Eski İslamcılardan kim politikacı üretiyor, kim onları halı gibi asıyor? Bu İslamcıların kendi tercihleri yok mudur? Eski İslamcıların belli ki bir çizgi değişikliği bu tür analizlere sebep oluyordur. Bunu birileri zorla mı yaptırdı İslamcılara yoksa ne olduysa İslamcıların kendi tercihleriyle mi oldu? Bir tercih ise bu tercihe dair kendilerine göre bir açıklamaları var mıdır yoksa herşey ilkesizce bir vazgeçişle mi olmuş? O açıklamalara hiç yer vermeden bu hükme nasıl varılabiliyor? Bunlar ciddi ciddi sorulması gereken sorular. Türköne'nin daha önceden tespit ettiğimiz asıl tercihi, dünyada bu işlerin aslında metapolitik düzeyde belirlendiği ve bizim tercihlerimizin hiç bir kıymetinin olmadığı yönündedir. Metapolitik yaklaşımı "Türk Siyasi Düşüncesinde Kayıp Halka: Siyasal" başlıklı bir makalemde (Divan Dergisi, sayı 19, 2005) eleştirmiştim. Bu yaklaşımın bir akrabası bütün komplocu düşünceler, bir başka akrabası ne olup bitiyorsa herşeyin aslında büyük kapitalist güç oyunlarının bir epifenomeni olduğunu savunan Marksist düşünce, asıl büyük kaynağı da bütün bu düşünce biçimine metafizik bir referans oluşturan Hegel'dir. Her üç durumda da siyasal düzey iptal edilir, geçersiz hale getirilir. İşte bu düşünceye karşı İslamcı düşünce ve amel, doğrudan "irade" kavramı ile karşı çıkar. Bugün için İslamcılığın en önemli mesajı nedir diye soracak olursanız, acizane, insanın kendi kaderini kendisinin çizdiği, dolayısıyla insanın eylemlerinden birinci dereceden sorumlu olduğu mesajıdır derim. Esasen kaderciliğe karşı irade çağrısı yapmak sadece bugünün değil İslam'ın ilk yüzyılından itibaren tarih boyunca bütün İslami tecdit hareketlerinin, cihad hareketlerinin, murabıt hareketlerinin üzerinde en çok durdukları konu olmuştur. İnsanların başlarına gelenleri bir şekilde ilahi bir kaderle ilişkilendirdikleri doğrudan teolojik durumlara karşı irade davası teolojik bir muhteva, sadece bir spontane, kendiliğinden ideoloji olarak işlediği durumlarda va'zu nasihatin konusu cehd ve sorumluluk olmuştur. Çağdaş İslamcılığı (görüyorsunuz böyle bir niteleme bir çok şeyi çözüyor: "Çağdaş İslamcılık", bu bugün üzerinde konuştuğumuz İslamcılığın da daha özel yanları üzerinde durmamıza imkan veren bir niteleme) kadim İslamcı hareketlerle hemen irtibatlandıran ana temalardan biri de budur.

Reşat Nuri Erol
09.08.2012
04:47

Ali Bulaç İslamcılık ve ideoloji Tabii ki İslamcılar vahy almıyor, zamanı okumaya ve vahyle belirlenmiş temel ilkeleri/nassları yorumlamaya, tarihsel ve toplumsal durumlara cevap vermeye çalışıyorlar. İslamcıların vahyle ilişkileri, "metluv veya gayri metluv vahy"in ışığında, bize bağışlanmış düşünme melekesini, akletme yetisini kullanarak içinde yaşadıkları toplumun, dünyanın sorunlarına çözümler arama çabasından ibarettir. Akıllarını vahyin ışığında kullananlar vahyin ve aklın nimetlerinden istifade edebilen kimselerdir. Bu açıdan bakıldığında İslamcılık -yapılacak tanıma ve özellikle siyasetle ilişkilendirildiği forma göre- bir ideolojidir. Yasin Aktay'ın günün ayak oyunları ve atraksiyonları dışında siyaseti "bir fikrin tarafı olmak" şeklindeki tanımı doğrudur. Bu manada İslam'ın ilk siyasi fırkası Hz. Ali taraftarlığı olarak ortaya çıkmış bulunan Şia'dır. İslam tarihinde teşekkül etmiş bulunan mezheplerin aynı zamanda birer siyasi tercih ve bir siyasi fikir ve gruba taraf olmak olarak ortaya çıkmaları, siyasetin tarih açısından meşruiyetine önemli vurgudur. İdeolojiyi de, siyasi bir tercih ve tarafın akli huccet ve burhanlar desteğinde ifade edilmesi olarak görebiliriz. "İdeolojiler"in ölen kötü ruhlar olduğu zannediliyor. Oysa (kendisi dışında kalan) ideolojilerin tümünün ölümünü ilan eden liberalizmdir. Liberalizm yayınladığı ölüm ilanıyla bizatihi kendisi ruhu dogmatizm olan bir ideolojiye dönüşmüş bulunmaktadır. Ben "ideoloji"ye şöyle bir tanım getirilebileceğini düşünüyorum: "İdeoloji" Grekçe iştikakına uygun olarak "fikrin bilgisi"dir sadece. İslam açısından bir ideolojiden söz etmek icap ederse bu, tersinden "bilgi ve haberin fikri" olur ancak. Vahy aracılığıyla bize bildirilen bilgi ve haberlerin beşeri içtihadı, tefsiri, yorumu ve tevili demek olan entelektüel, sosyal, politik formları bizim ideolojimizdir. Fıkıh usulü kavramlarıyla isimlendirmek icap ederse bir İslamcı'nın ideolojisinin hüküm değeri "beşeri içtihat"tan ibarettir. Ama bu, Kantçı zihnin vahyi kendi bireysel süzgecinden geçirerek işine geleni alıp işine gelmediği şeyi dışarıda bıraktığı "eleştirel aklın işlemi" değildir. Bu manadaki bireyselliğin ve birey olmanın değeri yoktur. İslami epistemoloji içinde olup biten etkinlik vahyin ışığında aklın dünyayı kavraması, anlaması ve yorumlamasıdır. Bu içtihat çabasında "görecelik" yoktur, İslamcıların da bilgileri ve fikirleri doğaları gereği mutlak değil zannidir, Mağrip'ten Endonezya'ya, Yemen'den Kırım'a Müslümanları içinde tutan bir ana çerçeve, sabit hudutlar (Hududullah), hükümler var. İçtihat ve yorumlar ana çerçeveyi, nassları buharlaştırmaz. Bu işlemde hakikat parçalanmaz, postmodern "ne olsa gider" veya liberal "kişisel tercihe veya bireysel akla göre"ye de yer yoktur. Beşeri içtihatları "belirleyen " Kur'an ve Sünnet (nass), "etkileyen " tarihsel ve toplumsal durumlar, akan zaman ve buna paralel hükümlerin illetlerine göre değişen karakteridir. İslamcılar "Kur'an'a ve Sünnet'e dönüş" sabitesinin altını çizerlerken, Nesefi'nin "Hakaiku'l eşya-ı sabitetün: Eşyanın hakikati sabittir" ilkesini hatırlatıp nassların muhkemliğine işaret ediyorlar. İslamcılık kendi içinde çoğulcudur. Totalitarizm, monarşi, dogmatizm ve mutlakiyetçilik türü zihni ve politik sapmalar Batı'ya aittirler; bu doktrinler ve sistemler Hakikat'e meydan okuma biçimleridir; bunlar İslam mirasına yabancıdır. Mümtaz'er Türköne'nin içi rahat olsun, İslamcılarla ilgili yargılarını tashih etsin. Tarihselcilik, hermönetik veya modernizm gibi paradigma ve yöntemlerin dışında kendi asli ve sahih usulü içinde birbirinden hayli farklı İslamcılıkların olması tabiidir, zenginliktir. İslamcılık "dikey (tarihsel)" ve "yatay (çağdaş)" olarak da çoğulcudur ve farklılığa açıktır. Ebu Hanife'nin politik iktidar karşısındaki tutumu ile öğrencisi Ebu Yusuf'unki aynı değildir. Ehl-i Rey ile Ehl-i Hadis de öyledir. Bana göre Selefilerle Sufiler arasındaki farkın da hükmü budur. Modern zamanlara geldiğimizde Cemalleddin Efgani ile Muhammed Abduh'un, Seyyid Kutup ile Malik Binnebi'nin, Nedvilerinki ile Mevdudi'nin aynı zeminde farkları ne kadar meşru ise Türkiye ölçeğinde Milli Görüş, Nakşibendi, Nurcu veya Süleymancı İslam anlayışları da öylece meşrudurlar. Her biri birer ırmak gibi İslam'ın büyük nehrine akar. Biri biter, diğeri başlar ama İslam'ın iddiası, daveti, davası ve duası olan İslamcılık tarih içinde akmaya devam eder. a.bulac@zaman.com.tr 09 Ağustos 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
09.08.2012
05:12

9 Ağustos 2012, Perşembe Halime Kökçe

İslamcılık dini siyasete alet etmektir!

hkokce@stargazete.com

Siyaseti ‘jakobenizmin’ etkinlik alanı, İslamcılığı da ‘sakıncalı’ görenler tarafından “İslamcılık dini siyasete alet etmek”, bu suretle siyasetin suyunu bulandırmak olarak görüldü. Siyasetin tayin edilmiş hudutları içinde İslamcı temayüller hep tehlikeli addedildi, ama özellikle ‘28 Şubat nesli’nin en çok işittiği ezberdi bu. Siyasetten dışlama aracı olarak kullanılmasını bir kenara koyarsak, doğruluk payı da yok değil bu ezberin. İslamcılığı Müslüman oluşun kaydı şartı olarak gören Ali Bulaç’ın İslamcılığın nesilleri tasnifini, Osmanlı’nın dağılmasını engelleyecek siyasetlerden biri olarak yön bulan ihyacı İslamcılık düşüncesini, Kemalizmin dini toplumsal hayatın ve siyasetin dışına iten pratiklerine karşı geliştirilen Cumhuriyet dönemi İslamcılığını da akılda tutalım ve İslamcılık nedir, kime İslamcı denir, sorularını bir kez daha soralım. İslamcılığın, bir hareket, coğrafya ve dönemle hususen ilişkilendirilmeden kapsayıcı bir tanımı yapılacaksa ilk koymamız gereken kaide İslamcılık-siyaset bağıdır. İslamcılık mevcut pratiklerinde dar ideolojik bir kapsamdan ziyade siyasal ve kitlesel olmaya daha meyyal bir çizgi takip etmiştir. Bu yönüyle İslamcılık biraz da dini siyasete alet etmektir. Son İslamcı Ali Bulaç mı? İslamcılığın bittiğini, İslamcıların neslinin tükendiğini düşünen zevat için argüman doğrudan AK Parti ve ‘bir zamanların İslamcıları’nın bugün AK Parti içinde siyaset yapıyor ya da AK Parti’yi destekliyor olmaları. İslamcılığı siyaset dışına itmenin başka bir ifadesi olarak dışa vurulan bu düşünce sağa sola bakınca bir elin parmakları kadar İslamcı da sayamıyor. Ali Bulaç istisna! İslamcılığa ontolojik bir mevki tayin etmeyeceksek, İslamcılığı bir teolojik kategori olarak görmeyeceksek, şunu teslim etmek durumundayız. Dinin toplumsal hayatı düzenleyen yönü doğrudan siyasetle ilişkilidir. İslamcılık kamusal alanı İslami bir nizamla dönüştürmeye çalışan aktörlerin var olması şartına bağlı olarak hep varolmuştur. İslamcı, bir önerisi olandır. O önerinin hayat bulması için en meşru araç da siyasettir. Kaldı ki insan oluşumuzun en ayırt edici vasfıdır siyasallık. Başka bir dünya mümkün sözü siyasallığımızın şerhidir. İçtihat siyasettir Bundan sonra İslamcılığımızı, İslamcılığımızın İslamiliğini tartışırız. İslamcı hareketin giderek düşünceden uzaklaştığı eleştirisi yerinde olmakla birlikte İslamcılığın geniş halk kitleleriyle buluştuğu momentin bir yozlaşma olarak okunması da kendi çapında jakobenizmdir. Siyasetin düşünceden kaçtığı pratikler siyasetin ehil ellerce yapılmadığı durumlar ortaya çıkarmıştır ama halkı işin içine katmadan siyaset yapıldığı nerede görülmüştür? Kitleselleşmeyi ‘popülist an’ diye aşağılamanın sonucu ya Ortodokslaşma ya da marjinalleşmedir. Türkiye’deki İslamcılık tecrübesi de Arap dünyasındaki ana akım İslamcı hareketler de bu iki hataya düşmeden yol alabilmiştir. Bu yüzden de Arap Baharı’nın rüzgarını İhvan estirmiştir. Aynı şekilde 28 Şubat’ın bize hediyesi dediğimiz, kimine göre İslamcılığın defterini düren, kimine göre ise yavaş yavaş gizli ajandalarını açığa çıkarmaya başlayan AK Parti, çok seyrelmiş bulsak da, İslamcı bir siyasi hareketin Kemalist elitist bir cendere içinde kendini var etme pratiğidir. Siyaset ruhsatlarla yol alır, maslahat gözetir ve siyaset bizatihi içtihattır. Bu haliyle AK Parti’yi İslamcı argümanlarla eleştirebiliriz elbette ama “AK Parti İslamcılığı bitirdi”, yahut “bir iktidar projesiydi, iktidar oldu son buldu” yaklaşımı İslamcılığı sadece marjinal bir muhalif hareket olarak sevmektir.

Reşat Nuri Erol
09.08.2012
08:37

SINIR YAZILARI

09.08.2012 Cihan Aktaş

İslamcılık ve Borges İslamcılığın Türkiye toplumuna olumlu etkilerini yadsıyan yorumları okurken aklıma, “28 Şubat hiç gerçekleşmedi” dendiğinde olduğu gibi, Gerhard Köph’un Borges Yok kitabı geldi. “Borges Yok” sayılmalı, çünkü apaçık varlığı öykü alanında çığır açmayı zorlaştırırdı. “Borges Yok”, yine de biliyoruz ki onun adını anmadan öykü üzerine bir konuşmayı tamamlamış olmayacağız. Ve elbet biliyoruz ki “Borges’in Yok”luğuna ilişkin anlatılar, onun eğretilemelerinin başarısının da bir eseri. Sözkonusu olan İslamcılık olunca taraftarlarının oluşturduğu sadece savunmaya dayalı söylem, olası anlaşılma yollarının önünü kapatıyor gerçi. Oysa İslamcılık muhalif yanıyla birlikte özeleştiriye açıklığı ölçüsünde hayatiyet kazanan bir akım, dalga. Yasin Aktay’ın ifadesiyle,“İslamcılık” Kuranî açıklamalardan mülhem kullanışlı bir sıfat. İslamiyet dindir, İslamcılık ise dinî kaynaklardan hareketle bir taraftan dinsel anlayış ve yaşantıları, diğer taraftan da modern hayat tarzlarını sorgulayarak yol alan güçlü tarihsel bir dalga... Bütün cevaplar henüz verilmiş değil ve sen hâlâ susuyor ya da yıpranmış cümlelerle idare edeceğini sanıyorsun, oysa konuşulacak ne çok şey var daha. Eksik olan şimdi bambaşka bir şey, ama ne? İslamcılık dönemsel bir refleks; bir gelir, bir gider ve muhafazakârlaşan, donuklaşan İslam algılarını hayattan gelen sesleri dikkate alarak Kur’an ahkâmıyla sorgulayıp tazelemeye çalışır. Çağının tanığı olmaya çalışan, İslami açıklamaları modern dünyaya bildirmeyi vazife edinen, ilkeleri hatırlamaya ve hayat tarzını bu ilkelere göre gözden geçirmeye çağıran bir açıklama yolu, İslamcılık. Türlü türlü İslamcılıklar var gerçi; demokrat, erkekegemen, otoriter, feminist, seçkinci, halkçı, yerel, evrensel, Doğucu, Batıcı İslamcılıklar.

(DEVAMI TARAF GAZETESİNDE)





Sayı: 164 | Tarih: 5.08.2012
Yusuf Kaplan
İslamcılık;varoluş yolculuğumuz
İslamcılar!nerede hata yaptı
2168 Okunma
20 Yorum
Ali Bülent Dilek
Mahir Kaynak
Muhalefet
Yeni Dünya Dengesi
1352 Okunma
9 Yorum
Süleyman Karagülle
Mehmet Barlas
Sibernetik ölümsüzlük neleri değiştirirdi ki?
Ölüm ancak kurtuluştur!
1323 Okunma
4 Yorum
Tayibet Erzen
Hüseyin Gülerce
Yeni Türkiye'ye yeni dış politika
Kendi Yaptıklarımızın Sonucuna Katlanmak
1302 Okunma
1 Yorum
Zafer Kafkas
Ahmet Hakan
‘Toplumda karşılığı yok’ putunu yıkalım
Gayba iman etmemek
1280 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Şevket Eygi
İçi Ateş Dolu Uçurumun Kenarında
Her Yerde Höşgörü
1089 Okunma
Emine Hocaoğlu


© 2024 - Akevler