Sorular
1002 Okunma, 8 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

'Olacak iş değil'

http://takvim.com.tr/Yazarlar/erandac/2012/01/07/olacak-is-degil

 

Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ'un, terör örgütü yöneticisi ve darbecilik iddiasıyla tutuklanması Türkiye dinamiklerinde bomba tesiri yarattı.

Uludere olayının artçıları devam ederken, siyasi dengeleri sarsma, ordu iktidar ilişkilerini etkileme olasılıklarını içeren tutuklama kararının yansımalarını dikkatle ele almak gerekiyor. MİT eski daire başkanı Prof. Dr. Mahir Kaynak, Başbuğ olayının arka planına ilişkin bilgiler verdi. İşte soruları ve cevapları:

- Türkiye’de dış siyaseti bilen üç kişiyi tanıyorum: Kamuran İnan, Mümtaz Soysal, Mahir Kaynak. Bana göre başta Mahir bey yer alır. Yorumlar Süleyman Karagülle’ye aittir.

 

Soru - İlker Başbuğ'un tutuklanmasını nasıl gördünüz?

Cevap - Olacak iş değil, garip bir durum.

Yorum- Tekel Sermaye, Gülencilere yükleyerek askere saldırıya devam ediyor. Ak Parti’yi yıpratmak, orduyu yıpratmak, ordu ile Ak Parti’nin arasını açmak, Gülencileri uçuruma götürmek, sonunda faturayı Müslümanlara kesmek. Sermaye bir şey istedi mi olmayacaklar olurlar arasına girer.

 

- Karar sıkıntı yaratır mı?

- Hükümeti sıkıntıya sokar. İç ve dış bir çevre, yargı üzerinden iktidarı sıkıntıya sokmak istiyor.

- Yalnız iktidarı değil Türkiye’yi sıkıntıya sokuyor. Yargı da zedeleniyor.

 

- Hangi çevre bunlar?

- Dış çevre içinde Amerika yok. Avrupa bağlantılı bir tuzak var. Türkiye'nin etrafında savaş çanları çalıyor. Başbakan Erdoğan'ı nelerle meşgul ediyorlar. Bir İngiliz ajansının yorumuna bakın, benim ne demek istediğimi anlarsınız. (Not: İngiliz haber ajansı Reuters, şunu yazdı: Hükümet ile ordu arasında yeni bir gerginlik nedeni.)

- ABD işin içinde yok. ABD tekel sermayesi var. Doların patronları var. İngilizleri kullanmış olabilirler. Söylenen söz fazla mana taşımaz. Doğru haber de olabilir.

 

- Uyumu bozma tuzağı mı?

- Uyumu bozmaya çalışıyorlar. En çok bu uyuma ihtiyacı var Türkiye'nin. Ortadoğu'ya bakın, Irak, Suriye karışık.

- Dışa bağımlı basın olayları daima ters gösterir. Örnek olarak 28 Şubat ordunun işi olmadığı halde orduya fatura edildi. Müslüman kesim ordudan soğutuldu.

 

- Hedefleri nedir?

- İktidar ve ordu beraberliği, birilerini rahatsız ediyor. Orduyu reaksiyona sokmak istiyorlar.

- 1960tan bu yana ordu müdahale zorunda kalmıştır. Zorunda bırakanlar hep zavallı durumda göstererek ordu yıpratılmıştır. Ordu müdahale etmiş 60ta çok partili anayasa getirmiş, 80de İslami anayasa getirmiş, 2000de Milli Görüş’ü iktidar etmiş. Sermaye onun intikamını alıyor.

 

- Ordu reaksiyon verir mi?

- Sıkıntı içine girerler, genelkurmay başkanlığı sembolik önemli bir görev ama tuzağa düşmezler. Birilerinin beklediğini yapmazlar, Başbakan'a sahip çıkarak, Türkiye'nin geleceği için iktidar-ordu uyumunu bozma oyunlarına imkân vermezler diye düşünüyorum.

- Askerler sabrederler. Galip geleceklerinden emin olmadıkça hiçbir hareket etmezler. Zaman gelir herkes 80de olduğu gibi müdahale ister. O zaman ederler. O duruma gelmeden Milli Güvenlik Kurulu aracılığı ile bu sorunu çözmelidirler. Türkiye’yi yıkmayacaklarını ilan etmelidirler.

 

- Uludere olayında da bir tuzak var mı?

- Var. Umduklarını bulamadı bir çevre. Başbakanın hareketi karşısında umduklarını bulamadılar. Kurumlar arası uyum var. Sıkıntıya sokacak istihbarat tuzağına dikkat edilmeli.

- Bütün derelerde tuzak var. Bugün umduklarını bulamıyorlar. Ama gittikçe hedefe yaklaşıyorlar. Çözüm bulunmalıdır. Genel affa gerek var. Yanlış istihbaratın kaynağı bulunmalı ve onların haberlerine değer verilmemelidir.

 

- Yabancı servis tuzağı mı var?

- Yabancı servisler her olayda olmaktadır. Boş durmazlar.

- Yerli servisten yararlanmadan yabancı servis bir şey yapamaz. Bilmeden hain tuzağa düşüyorlar.

 

- Başbuğ kararı iktidarı sıkıntıya sokar mı?

- Başbakan'ın çok rahatsız olduğunu düşünüyorum. Türkiye içte ve dışta çok önemli olaylarla mücadele etme, tarihi bir dönemeci aşma noktasında. Bunun kırılmaması lazım.

- Savcı bir memurdur. Memurluk statü gereği bir yerden emir almadıkça hareket edemez. Siz emir vermezseniz birileri emir verir. Yargıçlara müdahale edilmez. Savcılara da müdahale edilmez uydurması Sermayenin uydurmasıdır. Savcı devletin avukatıdır. Müvekkili hükümettir. Adalet bakanı savcıların kulağını çekmelidir. Bu yargıya müdahale değildir. Müvekkilin talimatıdır. Etmezse yarın kendisi hakkında Gül hakkında da tutuklama kararı çıkar. İktidar şaşkındır.

 

- Bunun işareti var mı?

- Başbakan yardımcısı Beşir Atalay'ın sabah canlı yayına çıkmasına dikkatle bakınız. (Not: Beşir Atalay'ın sözleri: Bizim beklentimiz adaletin adaletli ve hızlı olması. Bu durumun asker sivil ilişkilerini etkilememesi lazım. Başbuğ, bizim değerli bir İlker Başbuğ darbeci olarak tutuklandı ama? İlker Başbuğ, darbe teşebbüslerine karşı çıkan isim. Şener Eruygur ve Özden Örnek notlarında da bu görünüyor zaten. Arkadaşımızdı, beraber çalıştık. Bizim dönemimizin genelkurmay başkanıdır.)

- İktidar derhal harekete geçerek bu tür olayları zecri bir şekilde önlemelidir. Kıvrıkoğlu, Özkök, Büyükanıt, Başbuğ Ak Parti’yi iktidar etmişlerdir ve korumuşlardır. Zaten onun için şimdi tutuklanıyorlar.

 

- AK Parti'nin kapatılma davası sırasında İlker Başbuğ'un tavrı nasıldı?

- 30 Temmuz 2008'de Anayasa Mahkemesi kapatmama kararı verdi. İlker Başbuğ genelkurmay başkanı olmak üzereydi. Bana göre buna karşı idi. Başbakan neyin ne olduğunu gayet iyi biliyor. 6'ya 5 kararı çıktı.

Bir üye burada önemli. Askeri yargıdan gelen Serdar Özgül’dür, kapatmaya karşı çıktı. Sonra onun bir konuşma bandı basında yer almıştı. O konuşmaya bakmalı. (Not: Haber Vaktim adlı internet sitesi bir ses kaydı yayınladı. Anayasa Mahkemesi'nin asker üyesi Serdar Özgüldür'e ait olduğu iddia edilen ses kaydı "AK Parti'ye kapatma davası" konusunda şaşırtan ifadeler içeriyor. AK Parti hakkında açılan kapatma davası sonrasına ait olduğu anlaşılan ses kaydında AYM üyesi Özgül’dür, dava gerekçelerinin tamamen uydurma, internetten alınma olduğunu kabul ederken şunları söylüyor: "AK Parti devleti yıkacak ne yapmış, hepsi şeyden internetten alınma, uydurma ama aynı zamanda hepsine savunma yapmışlar, özü ile ilgili yani. Karşı taraf da (Başsavcılık) bunu ispat edemiyor.")

- Anayasa kapatma kararı verdi. Ordu müdahale etti de karar çıkmadı. Çünkü Karar devletimizi yıkıyordu. Asker Yargıç CHP taraftarı. Askerler ikna ediyor. Devlet mahkeme salonlarında değil silah başında idare edilir.

 

- Bu iş nereye gider?

- Yüce Divan konusu tartışılmaya başlandı. Tutuklama şartları var mı tartışılıyor. Bu olay geri tepecektir bana göre. - Takvim –

- Her sıkıntının arkasından bir aydınlık gelir. 28 Şubat olmasaydı şimdi AK Parti olmazdı. AK Parti gerekleri yapmazsa oradan iner. Ama ondan daha sağda olan ve daha güçlü biri gelir. Ordumuz dağılsa bile Türk milleti daha güçlü ordu çıkarır. Sabırla bu gidişata dur diyecekleri bekliyorum. Önce Ak Parti, sonra Milli Güvenlik Kurulu. Sonra da iş çapulculara kalmayacaktır.

 

 

Sorular

14 Ocak 2012 Cumartesi

 

Eskiden beri savunduğum görüşü şöyle özetleyebilirim: Bir ülkenin siyasetine yön vermek isteyen yabancı güçler ve onların ülke içindeki ortakları hakim olan ideoloji ve dünya görüşüne karşı çıkmazlar. Siyasi hedeflerini bunlar ne olursa olsun onları kullanarak gerçekleştirirler. Geçmişte resmi ideoloji kılıfına bürünen güçler şimdi demokrasi kisvesi altında bir proje gerçekleştiriyorlar mı sorusuna cevap aramalıyız.

Günümüzde en çok konuşulan iki konu Ergenekon ve Balyoz darbe teşebbüsleri iddiasıdır. Olayın iki boyutu vardır. Hukuki boyutunu yargıya bırakıp siyasi boyutunu inceleyebiliriz. Bu amaçla şu sorulara cevap arıyorum: Her iki darbe teşebbüsü aynı kurum içinde hazırlanıyor ama bu iki iddiada yer alan kişilerin birbiriyle hiçbir ilişkisi yok. Bunlar birbirinden habersiz mi yoksa birbirinden farklı hatta rakip iki oluşum mu? Durumun siyasi boyutunu anlamak için siyasi hedefleri arasındaki farkı  anlamak gerekir. Eğer bu fark bir rekabeti hatta husumeti ifade ediyorsa birinin diğerini tasfiye etmek istemesi beklenir.

- Ergenekon ve Balyoz birbirine rakip mi yoksa ortak mı bunu sormamız gerekir.

- 1960larda iki rakip darbeci vardı. Sonunda birleşip darbeyi müdahaleye çevirdiler. Orduyu bölmediler. Türkiye’de darbe hiçbir zaman başaramamıştır. Altmıştan sonra darbe girişimi bile olmamıştır. Bütün darbeler dışarıda tezgâhlanmıştır. Ordu darbeleri müdahaleye çevirmiştir. 28 Şubat’ta müdahale de yapılmamış Demirel siyasi darbe yapmıştır.

 

Balyoz iddiasında yer alan örgütlenmenin sivil ayağı yok. Yani ne ortamı hazırlamak ne de darbe sonrası gerekli ekonomik, siyasi, sosyal destek sağlayacak bir güçten haber yok. Asker kişilerin hem darbe ortamını hazırlamak için anarşik faaliyet yapması hem de darbe gerçekleştirmesi tarihte ilk defa olacak bir olay gibi gözüküyor. Çünkü anarşiye katkı yapanların bir kısmı mutlaka yakalanır. Hem bunların hem de darbe yapanların aynı örgüt olması halkın desteğini yok eder.

Darbe iddiasıyla ilgili tüm belgeler bilinmeyen bir odaktan geliyor. Bu verileri sağlayanlar demokrasi için mücadele mi ediyor yoksa hasım saydıkları bir örgütü tasfiyeye mi uğraşıyor. Üstelik herhangi bir ihbarcının bilinememesi bu işin bir örgüt tarafından yapıldığı şüphesini uyandırıyor. Ayrıca elde edilen veriler en gizli yerlerden çıkarılıyor ve bunlara nasıl ve kimin ulaştığı bilinmiyor. Yargılananlar bu verilerin değiştirildiğini ve darbe iddiasını destekleyecek biçime sokulduğunu söylüyorlar. Mesela bir plan seminerinin bazı ilavelerle darbe planına dönüştürüldüğünü iddia ediyorlar.

- Balyoz davasının sivil kanadı yok. Muhbir meçhul. Belgeler en gizli yerlerden çıkıyor. Savunma tahrif edildiğini söylüyor.

- Olay çok basittir. Can ciğer istihbarat örgütleri bu olayları tezgahlıyor. Nereye ne koyduğunu bildiği için belgeleri ortaya çıkarıyor. Hukukun kuralı var imzasız ihbarları savcı değerlendirmez. Bunu yönetim değerlendirebilir. Çünkü yargıda iftira suçtur. Muhbir bulunmadıkça suç cezasız kalıyor.

 

Başta sorduğumuz soruya yani bunların hasım ya da rakip mi yoksa birbirinden habersiz iki örgüt mü olduğu sorusunun cevabı gelişmeleri doğru anlamamızı sağlar. Eğer iki karşıt örgütse biri diğerini tasfiye için gerekeni yapar. Yani biz demokrasi mücadelesi yaparken birbiriyle mücadele eden örgütlerin savaşına karışmış oluruz. Olayın bu boyutu yargı tarafından çözülemez. Eğer bir takım deliller yaratılıyorsa bunun arkasında profesyonel güçler vardır ve yargı bu teknik problemi çözemez.

Şu soruya cevap aramalıyız. Eğer ülkeye yönelik bazı operasyonlar yargı üzerinde yürütülüyorsa güvenlik güçleri buna kayıtsız mı kalmalı yoksa olayın hukuki boyutuna müdahale etmeden operasyon boyutunu ortaya çıkarmalı mı?

- Balyoz ve Ergenekon askerlerin birbirini tasfiye ise o zaman bu yargı yoluyla çözülemez. Delilleri uydurma olacaktır.

- Darbeleri yargı önleyemez. Darbeleri karşı darbeler önler. Darbe yapanlar hukuktan korksalar zaten darbe yapmazlar. O halde darbeleri hukuk mahkemelerde muhakeme etme caydırıcı olamayacağı için manasızdır. Askeri yargı bunun için vardır.

 

Bölgesel bir güç olmak iddiasında olan ve bunun için her şeye sahip olan ülkemizin önünü kesmek isteyenler olacaktır. Tüm kurumların el ele bunları önlemeye çalışması gerekir. Ayrıca muhalefetin de iktidarı ne pahasına olursa olsun yıkmaya çalışması yerine geleceğin inşasında katkıda bulunması gerekir ama bizdekiler altında Erdoğan kalacaksa tüm yapının çökmesine razı görünüyor.

- Devlet kurumları ve siyaset el ele verip sorunu çözmeleri gerekir.

- Sorunu ancak Milli Güvenlik Kurulu’na dayanarak devlet başkanı çözebilir. Kurumlar arası denge korunma görevi devlet başkanına aittir. Devlet başkanımız asker değildir ama askerleri dinler. Askerlerin ona danışmanlık yapması zamanıdır.

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
17.01.2012
12:37

Radikal Yazarı Akif Beki'nin bugün kaleme aldığı

"Bir cemaat ferdi 'birey' midir?"

başlıklı yazısı tartışma yaratacak gibi görünüyor... Başbakan'ın eski basın danışmanı olan Beki, yazısında "Cemaatçi örgütlenme, zannedildiği gibi muhafazakârlığa ve dindarlığa has bir yapılanma biçimi değildir" ve "Eleştirel akıldan mahrumdur. Ne söylenirse onu tekrarlar, ne verilirse onu hatmeder. Ne dediğini bilmesi gerekmez. Ama ezberi kuvvetlidir gerçekten. Kişiliği bastırılmışsa fesatlığa, fıtratı bozulmuşsa da fitneye aşırı meyyal olur ayrıca" sözleriyle dikkat çekiyor. İşte Beki'nin o yazısı...

"Özgür iradesinin, söz ve eylemlerinin sahibi olan birey yok da edilgen bir tebaa varsa... Hayır, bir cemaat ferdi kati surette birey olarak mütalaa edilemez. Evet, belki bir ‘insan teki’dir ama asla ve kata kendi başına hareket eden, kendi kararlarını alabilen, kendi aklıyla düşünebilen biri gibi görülemez. Bireysel davranmaz çünkü, bir tercihten diğerine cemaat halinde intikal eder. Eleştirel akıldan mahrumdur. Ne söylenirse onu tekrarlar, ne verilirse onu hatmeder. Ne dediğini bilmesi gerekmez. Ama ezberi kuvvetlidir gerçekten. Kişiliği bastırılmışsa fesatlığa, fıtratı bozulmuşsa da fitneye aşırı meyyal olur ayrıca. Cemaatçi örgütlenmenin kökenleri üzerine harika bir analiz okudum. Muhafazakârlıktan kaynaklanmıyormuş, dinle de alakası yokmuş. Biat kültürünü dindar ve muhafazakâr çevrelere mahsus gören algı baştan aşağı yanlış. İkna oldum, çünkü öyle olsa dinle problemli, muhafazakârlaşmaya da karşı hareketlerde cemaatçi örgütlenmenin çok katı örneklerine rastlanmazdı. Siyasal toplumda biat kültürünü enine boyuna irdeleyen bu enfes makaleyi size de hararetle tavsiye ederim. Pazar günkü Sabah’ta Şükrü Hanioğlu imzasıyla çıktı. Muhakkak bulup okumalısınız. Şükrü hoca meselenin künhüne varmış, sizi de aydınlatacaktır. Yazısının başlığı ‘’Sorgulamadan itaat ve liderlik kutsaması muhafazakârlığa mı özgü?’’ şeklinde. Hemen girişinde, ‘’Toplumda görülen itaat kutsaması ve kurum içi demokrasi eksikliğini muhafazakâr bir davranış biçimi olarak tanımlamanın’’ yanlışlığına işaret ediyor. Sonrasında da siyasi otoriterlik, cemaatçi örgütlenme, liderlik oligarşisi ve tektipçi anlayışın ‘biat geleneği’ne dayandırılmasına güçlü argümanlarla itiraz ediyor yazı. Getirdiği delillerden biri şu: ‘’Biatın (geçmişte) İslam dünyasındaki despotik idareler ve ‘hikmet-i hükümet’ temelli siyasetleri meşrulaştırmak için kullanıldığı doğrudur. Buna karşılık İslam dünyasındaki (modern) anayasalcılık hareketi, biattan toplumsal sözleşme yaratma, idarecinin yetkilerini sınırlandırma aracı olarak yararlanmaya çalışmıştır...’’ Osmanlı’da Namık Kemal’in başını çektiği hareket ile günümüzde Arap ve İranlı kimi entelektüellerin geliştirdiği ‘demokratik sözleşme’ esaslı toplum kuramını da emsal gösteriyor Hoca. Şükrü Hanioğlu’nun tezi sağlam. ‘Biat’ın peygamber zamanındaki ilk çıkışına ‘demokratik bir kurum’ gözüyle bakıyor ve haklı. Çünkü orijinal biat, siyasi otorite ile birey arasında karşılıklı hakları taahhüt eden bir ‘akit’ ilişkisi kurmayı amaçlıyor. Hülasası; cemaatçilik, örgüt taassubu ve lider kültü gibi otoriteryan yaklaşımlar ne muhafazakârlık ne din ne de biat kültüründen ileri geliyor. Sebep biat değil, sebep cemaatçi örgütlenme modeli değil, sebep siyasi muhafazakârlık yahut dindarlaşma biçimi de değil. E peki nedir öyleyse sebep? Siyaset ve cemaat örgütlenmelerinin otoriter eğilimler taşıyabildiğini inkar etmiyor Hoca. İtaati şiddetle eleştiren bir sorgulama kültürünün varolduğu anlamını da çıkarmıyor ulaştığı sonuçtan. Ya ne diyor? Otoriterlik ve itaat kutsallaştırmasının toplumda muhafazakârlığa indirgenemeyecek derecede kök saldığını söylüyor: ‘’Bu kök salmanın temel nedeni ise ‘biat kültürü’ değil, ‘birey’in ortaya çıkmasına izin veren örgütlenmeler yaratılamamış olmasıdır. Cemaatçi örgütlenme, zannedildiği gibi muhafazakârlığa ve dindarlığa has bir yapılanma biçimi değildir...Kendisini ‘Türk Solu’ olarak tanımlayan yapının da ‘cemaat’ karakteri taşıdığı görülür. Benzer şekilde Kemalist örgütlenmeler de gerçekte hacimli cemaatlerdir.’’ Cemaatler içe kapanmacı, dayanışmacı ve otoriter örgütlenmelerdir. Hoca’nın tabiriyle “Her üyeye yukarıdan aşağıya görev verilen ve ‘itaati kutsayan topluluklar’’dır cemaatler. Bireyselleşmeyi cendereye alan örgüt kültü, toplumsal genlerimize kadar işlemiş. Dinden ve biat geleneğinden bağımsız bir olgu bu. Dinle ve muhafazakârlıkla izah edilemeyen bir olgu. Hepimiz doğuştan bir nebze cemaatçiyiz yani, hepimizin genlerine az çok bulaşmış. Özgür iradesinin, söz ve eylemlerinin sahibi olan birey yok da edilgen bir tebaa varsa...Tabi olmuş fertlerden, bir tebaa topluluğunun üyelerinden bireysel davranmaları beklenebilir mi?"

Reşat Nuri Erol
18.01.2012
06:56

Hüseyin Gülerce

Teşekkürler Amiral Sağdıç...

Koramiral Kadir Sağdıç, halen Deniz Kuvvetleri Komutan Yardımcısı'dır. Fakat görevi başında değildir. Balyoz ve Poyrazköy davaları sanığı olarak Hasdal Askerî Cezaevi'nde tutuklu bulunmaktadır. Poyrazköy davası, "Amirallere Suikast Davası" ve "Kafes Davası" ile birleştirilmişti. Koramiral Sağdıç, asıl itibarıyla, "Kafes Operasyonu Eylem Planı iddianamesi"nde suçlanmaktadır. İddianamede şöyle denilmektedir: "Kafes Operasyonu Eylem Planı'nda yazılı; gayrimüslim Türk vatandaşlarımıza yönelik eylemlerin gerçekleştirilmesi, Koç Müzesi'nde bulunan denizaltıya yerleştirilen patlayıcıların, yoğun öğrenci ziyareti sırasında patlatılması, Poyrazköy'de ele geçen mühimmatın kullanılacağı vahim nitelikte suikastların gerçekleşmesi halinde, ülkede darbe zemininin oluşturulması için gerekli kaos ortamının oluşacağı, bu eylemlerin davaya konu Danıştay saldırısı, Cumhuriyet Gazetesi'ne bomba atılması eylemlerinden daha fazla ses getireceği, Türk devletinin uluslararası kamuoyu nezdinde zor durumda kalacağı kuşkusuzdur." Koramiral Sağdıç'ın ismi, Kafes Planı'nı uygulayacak hücrelerin başındaki Danışma Kurulu'nun 2 numaralı ismi olarak geçmektedir. Yine, iddianameye göre, Sağdıç'ın Poyrazköy'deki kazılarda bulunan mühimmatın saklanmasına ilişkin talimatları, Gölcük'teki Donanma Komutanlığı'nda ele geçirilen belgeler arasındadır. Yani halen Türkiye Cumhuriyeti Deniz Kuvvetleri Komutan Yardımcısı olan Koramiral Kadir Sağdıç, "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kurallarına aykırı olarak, askerî hiyerarşi dışında, Deniz Kuvvetleri bünyesinde oluşturulan, Kafes Operasyonu Eylem Planı'nı hayata geçirmek üzere faaliyet yürüten yasadışı bir örgütlenme"nin başındaki 2. isim iddiasıyla yargılanmaktadır. Diyebilirsiniz ki, "amiral tutuklu olduğuna göre, iddia olunan 'örgüt' pasifize olmuştur, endişe edecek bir şey kalmamıştır..." İşte öyle değil. Çünkü iddianamede, "örgütün, deşifre olan elemanlarının yerine 'yeni ekipler' oluşturduğu, ele geçirilen doküman ve belgelerden anlaşılmaktadır." denmektedir. Bu yeni ekipler meselesi çok önemli. Çünkü bunları halen kim idare ediyor sorusu akılları kurcalıyor. Daha açık ifadesiyle, Kadir Sağdıç ve diğer tutuklu muvazzaf komutanlar bu yönetme işini cezaevinden yapıyor olabilirler mi? Ve nasıl yapıyor olabilirler? Başlıktaki teşekkürün bir sebebi, Sağdıç'ın bu soruyu cevaplamış olmasıdır. Birkaç gün önce Sağdıç'ın internete düşen ses kayıtlarında; eşi, kızı ve oğlu ile görüşme sırasında Sayın Amiral diyor ki: "Burada daha iyi erişiyoruz her yere. Dışarıdayken ilgilenemem. Canlarına okuyorum! İçeride kaldığım sürece faturalarını daha iyi kesiyorum. Hiç merak etme! (Bizi içeriye) Attıklarına, atacaklarına pişman olacak p...ler... Analarını bel.....iz. Hainliklerini, söke söke alacağız ya bunların. Hainliklerini yanlarına bırakmayacağız. Her şeyi buradan idare ediyoruz. Burada daha iyi mücadele ediyoruz. Hiç merak etmeyin. Sizin torunlara kadar garanti ederiz. Anlatıyoruz derdimizi. Sağ olsun komutanlar dinliyorlar." (Komutanlar onları nasıl dinliyor? Burada, Hasdal'a yapılan üst komuta ziyaretlerini hatırlıyoruz...) Amiral Sağdıç'a gerçekten teşekkür ediyoruz. Darbe iddiaları davaları için gevşeyen herkesin gözünü açacak şeyler söylüyor. İçlerindeki kin, nefret ve intikam duygularının nasıl kuvvetli olduğunu herkese bir daha hatırlatıyor... Ergenekon davalarının önemini bir defa daha kör gözlere soktuğu için teşekkür ediyoruz. Silahlı Kuvvetler bünyesinde, hâlâ bir zihniyet değişimi olmadığını, sağır sultanlara kadar duyurduğu için teşekkür ediyoruz. Büyüklerimizin, yargıya müdahale eden söz ve tavırlarının, adaletin tecellisini nasıl tehdit ettiğini, herkesin görmesini sağlayacağı için teşekkür ediyoruz. Ayrıca eşi ve kızı yanında ettiği küfürler ile Silahlı Kuvvetlerimiz adına bizi çok utandırdığını da belirtmek zorundayız... Amiral Sağdıç'a gerçekten teşekkür ediyoruz. Darbe iddiaları davaları için gevşeyen herkesin gözünü açacak şeyler söylüyor. İçlerindeki kin, nefret ve intikam duygularının nasıl kuvvetli olduğunu herkese bir daha hatırlatıyor... h.gulerce@zaman.com.tr 18 Ocak 2012, Çarşamba

Reşat Nuri Erol
18.01.2012
07:46

müfit yüksel

sadrettin yüksel'in oğlu..

metin yüksel'in kardeşidir...

bugün yeni şafak'ta yazmaya başladı...

ilk yazısında ele aldığı "konu" önemli, "tesbitler" önemli...

ama..

çare ve çözüm yani "tedavi" yok..

müfit yüksel ile kısa görüşmelerimiz oldu ama birbirimizi iyi tanıyamadık...

"ADİL DÜZEN" üzerinde görüşemedik...

"ADİL DÜZEN" tedavi ama..

ama...

*

neyse...

sizi makaleyle baş başa bırakayım..

selam ve dua ile..

---

Müfit Yüksel

18 Ocak 2012 Çarşamba

Ulus-devlet, ülke sınırları ve İslam

Aydınlanmacı fikir akımlarının adeta siyasal yansıması hükmünde olan Fransız Devrimi'nin etkileri ile önce Batı'Avrupa'da, sonra da batılılaşma serüveni yaşayan ülkelerde yaygınlaşan ulus-devlet fikri ve siyasal yapısı Osmanlı İmparatorluğu'nu da ciddi olarak etkisi altına alır. Miladi 19. Yüzyıl'da Osmanlı İmparatorluğu dağılma süreci yaşadığı gibi, aynı zamanda ulus-devlete dönüşmenin evrelerini yaşadı. 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile çok ağır bir darbe alıp, kendi başına ittifaklara girmeden ayakta kalabilme şansını yitirmeye yüz tutmasının başlangıcı oldu. Savaşlarda peşpeşe gelen yenilgiler, toprak kayıpları, askeri ve idari alandaki reform çabaları 19. Yüzyıl'a damgasını vurur. Tanzimat ve Islahat fermanları, Meşrutiyet bunların kırılma ve dönüm noktalarıydı. 20. Yüzyıl başlarında ise, Merkez hinterlandı ve beyni Rumeli olan Osmanlı devleti için Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı bir son oldu. Özellikle Birinci Dünya Savaşı'nın sonucu ve Mondros Mütarekenâmesi ulus-devleti getiren hazin kırılmayı belirledi. Son Meclis-i Meb'usân'da ifade olunan Misâk-ı Milli sınırları, ardından İstiklal Muharebeleri neticesinde sağlanan Lozan Muahadenâmesi kurulan yeni ulus-devletin sınırlarını belirledi. Asıl itibariyle, Bu sınırlar ulus-devletin sıfırdan kazanıp oluşturduğu sınırlar değildi. Misak-ı Milli'de belirlenen, bir imparatorluğun ve bakiyesinin çekilebileceği son sınırlardı. Lozan'da ise, belirlenen sınırlar dışındaki tüm eski imparatorluk topraklarından vazgeçiş tescil edilir. Bunun üzerine tesis edilen ulus-devlette sıfırdan varedilmiş bir ülke imajı oluşturmayı amaçlandığı gibi, tek-tip bir ideolojik yapı dayatması ile hömojen-tektip vatandaş oluşturulması hedeflendi. Tüm bunlar ile , imparatorluktan gelen, ulus-devlet çerçevesine uyum göstermeyen bütün değer ve gerçek kimlikler ciddi bir dışlanma, sopalanma ve baskıya maruz kaldı. En başta, Fransız Devrimi patentli ulus-devlet anlayışının laikçi doğası, imparatorluk mirasının tümüyle reddini esas alan ideoloji ve katı pozitivizm ile Müslümanlık devlet eliyle en fazla sopalanan temel kimlik oldu. Ancak, aynı zamanda yeni devlet, Yunanistan'la olan mübadele örneğinde de görüldüğü gibi, "Müslüman toplum" olgu ve zemini üzerine kurularak, bu anlamda din-devlet ilşkisinde şizofrenik bir yapının oluşmasına yol açtı. Bir imparatorluk bakiyesi olan topraklar üzerine giydirilmeye çalışılan ulus-devlet modeli arızi bir durum olarak ortaya çıktı. Bu çerçevede Kürt kimliği de Müslümanlık'la birlikte resmi ideoloji tarafından en çok sopalanan-dövülen kimlik oldu. Ulus-devletin oluşturduğu arızi durumun esas alınarak, "kalıcı/muhalled", "dokunulmaz/untouchable"olarak algılanan sorunların, özellikle Müslümanlık ve Kürt sorunu, okunmaya çalışılması sağlıklı bir netice vermesinin aksine illetli/hastalıklı bir yapı ile sonuçlanmaktadır. Müslümanlığın başat kimlik olduğu, Kürt kimliğinin de tüm ana dili farklılaşan topluluklar gibi tabii bir kimlik olduğu bu imparatorluk bakiyesi coğrafyada, ulus-devlet olgusu, gömleği masaya yatırılmadan çözüm arayışları bir kısım aydınlarda, sınırların küçülebileceği, Çekoslovakya ve Yugoslavya örneğinde olduğu gibi, rahatlıkla parçalanmanın pekala olabileceği seçeneğinin gündeme alınmasına, masaya konmasına yol açmakta, bu da, Anadolu'nun Kürtler dışında kalan ahali-yi müslimesinde; Endülüs, Kafkaslar ve Rumeli'deki trajedileri hatırlatarak onları korkutmaktadır. Bu şekilde oluşan eldeki toprağın küçülmesi, tamamen kaybedilmesi korkusu ile anılan kesimleri radikalleştirip, şahinleştirmektedir. Bunun sonucu olarak, Kürt sorununda toplumda keskinleşme ve gerilim artış göstermekte ve sorunun barışçı çözüm yollarını gitgide güçleştirmektedir. Ayrıca bir kısım aydın çevrelerce, İslam'ın bu coğrafyada asırların birikimi ile oluşturduğu, inanç ve kültür değerleri, ortak değer ve paydalar , ulus-devletin benimseyip dayatmaya çalıştığı tektip-homojen yapı unsurları, araçları ile özdeşleştirilip bu paranteze atılmaya çalışılarak sorun daha vahim bir hale irca edilmektedir. Bazı aydınların, 20'li yıllarda yeni devletin "Müslüman toplum" olgusu üzerine kurulmuş olmasını baz alarak Kürt sorununda, İslam'ı adeta sanık sandalyesine oturtmaları, İslam'ın asırların birikimi ile oluşturduğu oluşturduğu ortak inanç, medeniyet unsur ve değerlerini bu şekilde ulus-devletin homojenleşmeyi hedefleyen ideolojisi ve bu doğrultudaki âmir hükümleri ile özdeşleştirme gayretleri, bu topraklarda toplumsal barışın orta ve uzun vadede büyük yaralar almasına yol açıcıdır.

Reşat Nuri Erol
18.01.2012
08:01

Prof nazif gürdoğan ile iyi tanışırız..

Süleyman K. Hocamız da iyi tanır..

birlikte görüşmelerimiz oldu...

*

yeni şafak köşe yazarı..

bugün "şairlerden" söz etmiş..

şairlerin savaşları durdurduklarından...

sonra..

sonrası yok..

"ADİL DÜZEN" yok, yani...

her görüşmemizde kendisine "çalışmalarımızdan" söz ettim; hatta bazan "davet" ettim...

ne diyeyim...

çıkmadık candan ümit kesilmez..

inşaallah...

*

makalesi aşağıda...

***

Nazif Gürdoğan

18 Ocak 2012 Çarşamba

Türkiye'de şairler yüzyılı

Dünyanın her yerinde savaşları politikacılar başlatırlar, şairler de durdururlar. Doğu ile Batı'nın çatışma alanı Anadolu'da Yirminci yüzyıl, bir politikacılar yüzyılı olmaktan daha çok bir şairler yüzyılı oldu. "İki dünyanın hesaplaşması"nda şairler, önemli sorumluluklar yüklendiler. Anadolu'da kutsal kültürle seküler kültürün birbirine karıştığı ve her şeyin altüst olduğu bir dönemde, şairler Anadolu insanının, gelecek vizyonunu zenginleştirdiler. * Türkiye'nin şairler yüzyılını, Mehmet Akif, Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç, düşünceleri değiştiren şiirleri ve geçmişten geleceğe bakan vizyonlarıyla, onyıllar içinde büyük bir özveriyle inşa ettiler. Onlar Anadolu'nun milletten gelen bir vizyondan daha çok devletin yüklendiği bir misyonla, sekülerleştirilmeye çalışılmasının sancılarını yaşadılar, doğurduğu karmaşaya şahit oldular ve tutulan yolun sağlıklı olmadığını her fırsatta vurguladılar. * Şairlerin dünyasındaki Türkiye, Türkiye'nin dünyasındaki şairler, düşüncelerini şiirlerine, şiirlerini düşüncelerine yansıtarak, Anadolu'nun şairler yüzyılını oluşturdular. Bin yıllık Türk tarihin omurgasını oluşturan Anadolu'nun Yirminci yüzyılı, onlarn şiirlerinde özetlendi. Ağaçların meyvalarıyla değer kazandıkları gibi, Türkiye de bir ayakları geçmişte, bir ayakları gelecekte olan şairleriyle güç kazandı. * Anadolu'nun dört büyük şairi, düşünce ve şiirlerine yansıttıkları misyon ve vizyonlarıyla, Türkiye'nin sorununun, Batılılara benzemek değil, Batılılardan farklı olmak olduğunu gösterdi. Yahya Kemal "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" şiiriyle, Anadolu'nun görkemli dönemlerini, Yirminci yüzyılda yeni bir yüze, yeni bir söze dönüştürdü. O Anadolu'nun şairler yüzyılında gelmiş, tarihle düşünen büyük bir Osmanlı şairiydi. * Mehmet Akif, savaş yıllarının Anadolu'sundan "tek dişi kalmış" Avrupa'ya baktı, savaşı şiire, şiiri savaşa yansıtarak, şairler yüzyılının ana sütunlarından birini oluşturdu. Onun en büyük eseri, "korkma" diye başlayan, Türkiye'nin "Milli Marşı"dır. Necip Fazıl "Çile" şiiriyle, kendi dönüşümden yola çıkarak, bütün taşları yerinden oynatılan Anadolu'nun yeniden inşa edilmesi için, izlenmesi gereken eksiksiz bir yol haritası sundu ve Anadolu'nun geleceğindeki vazgeçilmez yerini aldı. * Sezai Karakoç, uzun "Taha'nın Kitabı" şiiriyle, şairler yüzyılında, Anadolu insanının ölümünde sonra kalkarcasına, nasıl dirileceğinin müjdesini verdi. Şairler yüzyılında, şiirsiz medeniyet, medeniyetsiz şiir olmaz, diyen Karakoç, gerçekte kutsal kültürle yoğrulan tek madeniyet olduğunu ve onun doruklarına şiirle ulaşıldığını, sürekli vurguladı. * Şairler yüzyılının şairleri, bütünle bağlarını koparmayan şiirleriyle, Anadolu insanının kültürel hayatıyla birlikte siyasal hayatına da ışık tuttular. * Büyük şairler, meyvada ağacı, ağaçta ormanı görmesini bilirler ve dünyayı kucaklayan en derin vizyona sahiptirler. * Şairler şiirleriyle düşünürler, şiirleriyle konuşurlar, şiirleriyle bilinirler, şiirleriyle rüya görürler. * Büyük şairler gerçekleşmeyecek dünyaları görmezler.

Reşat Nuri Erol
18.01.2012
08:13

bugünkü zaman'dan bir haber..

*

PKK'yı derin devlet kurdu

Apo'yu Ergenekon yönetti

Habib Güler

Ankara - 18.01.2012

Kürt siyasetçi Kemal Burkay, terör örgütü PKK ve Kürt sorununun çözümüne ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu. PKK'nın 1977 yılında derin devlet tarafından kurulduğunu, 1980'den sonra ise Suriye'nin kontrolüne girdiğini belirten Burkay, Abdullah Öcalan'ın, yakalandıktan sonra Ergenekon üyesi komutanlar tarafından yönlendirildiğini kaydetti...

*

haber uzunca..

devamı bugünkü zaman gazetesinde...

Reşat Nuri Erol
18.01.2012
08:37

buyrun..

bi de burdan bakın...

***

Ergun BABAHAN

ebabahan@stargazete.com

Denktaş’ın en karanlık mirası

18 Ocak 2012 Çarşamba Sadece Türkiye’nin tanıdığı Kuzey Kıbrıs Türk Federe devletinin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş görkemli bir törenle toprağa verildi. Türkiye’de adet olduğu üzere, herkes Denktaş’ın kahramanlığı üzerine destanlar döktürdü. Denktaş’ın kahramanlık içeren eylem ve kararları elbette vardır ama hayatını sadece bunlarla belirleyemeyiz. Üstelik, Denktaş’ın karar ve uygulamaları Türkiye’de demokrasiye yönelik uygulamaların önemli bir güç kaynağı olmuştur. Denktaş, ‘’Ya Taksim, ya ölüm’’ diye çıktığı yolda kendisine en yakın müttefik olarak Özel Harp Dairesi’ni bulmuştur. Turgut Sunalp’ten Sabri Yirmibeşoğlu’na kadar birçok general her zaman Denktaş’ın arkasında durmuş, 12 Eylül öncesi hayata geçecek eylemlerin laboratuvarı olarak Kıbrıs’ı kullanma fırsatı bulmuştur. Kıbrıs, daha doğrusu Denktaş üzerinden siyasete doğrudan müdahale imkanı bulmuş, bu sayede PKK’nın silahlı mücadelesinin kendilerine sistemi denetim altında tutmak için eşsiz bir fırsat verdiğini görmüşlerdir. Militarizmin toplumun her yerine kök salması bu sayede olmuştur. Denktaş, bu daireyle ilişkileri sayesinde Türkiye’nin siyasetçilerini parmağında oynatmış, derin devlet medyasının desteğiyle toplumu yönlendirme fırsatı bulmuştur. Kürt meselesinin bu kadar dal budak sarmasının ve isyana barışçı bir çözüm bulunamamasının arka planında Özel Harp Dairesi’nin Kıbrıs’ta uyguladığı problem çürümeye bırakma siyasetinin büyük payı vardır. Orhan Miroğlu’nun son kitabı “Silahları Gömmek”te bugün Ergenekon diye adlandırdığımız bu yapının İmralı’da denetimi aldığı, Abdullah Öcalan üzerinden çatışma ortamının sürmesini nasıl sağladığının öyküsü var. İşin tuhafı, Denktaş ve Türkiye’deki işbirlikçilerinin politikaları Yunanistan’da demokratikleşme sürecine yol açarken Türkiye’de senelerce sürecek militarist dönemin başlangıcına neden olmuştur. Özetle, Kıbrıs’ta yola çıkılan amaçların Türkiye üzerinde çok farklı sonuçların ortaya çıkmasına destek vermiş bir devlet adamı olmuştur Denktaş.

Reşat Nuri Erol
18.01.2012
08:41

bu makale ve bu haber güzel..

*

Cemil ERTEM

certem@stargazete.com

Zenginliğin yeni merkezleri

18 Ocak 2012 Çarşamba

Dün Avrupa ağırlıklı ekonomi haberlerinin arasına sıkışmış bir haber gözüme çarptı. ‘Rusya’nın Sesi’ radyosunun internet sitesinin verdiği bir haber: ‘Türkiye-Rusya ortak yatırım bankası kuracaklar ve bu proje, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Rusya’ya bu ay sonu yapacağı ziyarette ele alınacakmış.’ Kurulması hedeflenen yatırım bankasının en önemli işlevi, dolar ve Euro gibi rezerv paralarının risklerinden korunmak için, iki ülkenin yerel paraları ile yapacakları ticaretin öne çıkarılması ve iki ülkenin ortak geliştireceği projelerin mali kaynak sorunlarının yine bu dayanakla çözülmesi olacakmış. İşte bu önemli; inanın bizim dandik İtalyan teknolojisi (itiraz etmeyelim; Silikon Vadisi teknolojisine, Hindistan yazılım endüstrisine, hatta İran nükleer ‘çabasına’ göre dandik işte!) ithal ederek yapacağımız ‘yerli’ otomobil haberinden çok daha önemli. Çünkü bu haber, yalnız Rusya ve Türkiye’nin bölgedeki enerji ve finans alanlarındaki işbirliğinin yeni bir politik güce (ittifaka) dönüşeceğini anlatmıyor, bundan daha da ötesini anlatıyor. Dünyanın, Sarkozy ve Merkel Avrupası ile var olan sürünme halinden kurtulamayacağını, ama Türkiye ve Rusya gibi ülkelerin, yeni bir para ve ticaret sisteminin ilk temellerini atacağını, bu haber ortaya çıkartıyor. Aslında, bugünkü krizle çöken, Bretton-Woods para sistemi, Amerikan hegemonyasına bağlı bir ulus-devletler hiyerarşisini hayata geçiriyordu. Şimdilerde görüyoruz ki, yalnız dolar değil, 21. yüzyılın başında büyük iddialarla doğan Euro da, Bretton-Woods sisteminin zorunlu bir sonucu ve en az dolar kadar karşılıksız bir para. (Bkz: Şekil) Nihayet bu kalpazanlığın sonuna geldik. Mesela, Keynes, daha o zaman, (1944) bu sistemin yürümeyeceğini biliyordu ve onun alternatif sistemi ‘sahici’ bir paraya dayanıyordu. Keynes’in desteklediği White Planı, bir tür dünya merkez bankası rolü oynayacak Kriling Birliği’nin kurulmasını öngörmüş ve birliğin temelleri; ‘bancor’ adı verilen ve dünya parası yerine geçecek yeni bir hesap birimi ile ticari işlemlerin yapılmasına dayandırılmıştı. Keynes’in bancoru da altına bağlı idi. Keynes’in sistemi, özünde ulusal ekonomilere dayanıyordu. Altın standardı, sömürgeci ulus-devlet sistemini karşılayan bir modeldir. Dünyanın yeniden buraya dönmeyeceği çok açık. Ancak hem sömürgeci bir kapitalizme dayanan altın para sistemi, hem de ulus-devletler hiyerarşine ve bunların karşılıksız kâğıt paralarına dayanan kaydi para sistemi çöktü. Böyle olunca, Rusya-Türkiye gibi ülkeler arasında kurulacak ‘Kriling Birlikleri’ tek dünya parasına giden bir geçiş dönemini bize anlatıyor. Ortadoğu ve Kafkaslar’ın yeniden yapılanmasının ve enerji geçişlerinin merkez ülkeleri Türkiye ve Rusya olacak. Ancak İran’ın buraya eklenmesi ve Irak sorunun çözülmesi de yine bu iki ülkeye bağlı. Berlin’den Pekin’e kadar olan hinterlandın tek pazar olarak şekillenmesi küresel kapitalizmin geleceği için artık kaçınılmaz gözüküyor. Bütün bu alanda parasal birlikler, ticari anlaşmalar ve bu yeni ortaklıkların doğuracağı çok yönlü siyasi bütünleşmelerin gelişeceğini söylemek yanlış olmaz. Barışa doğru bir yolculuk... Öte yandan dünya hızla siyasi küreselleşmeye doğru gidiyor. Bunun için, savaş alanları ve savaşlara yol açacak “sınır” olgusu hem fiziki olarak hem de ideolojik olarak erimeye başladı. Toprağa ve onun değerli madenlerine bağlı zenginlik dönemi çoktan bitti. Kana ve silaha dayalı bu zenginliği savunanları insanlık ilerde pek iyi anmayacak. Batı’yla Doğu’nun buluştuğu her yerde anti-militarist söylemler ve yapılar hızla öne çıkmaya başlıyor. Silahlanmanın ve silahla çözümün suç sayılacağı, silahı reddetmenin ise erdem olacağı günlere yaklaşıyoruz. Silahın, toprağın erdem ve güç sayıldığı bir dünyadan bilginin güç ve erdem sayılacağı (olacağı) bir dünyaya yolculuk her şeye rağmen-çoktan-başladı. Hrant Dink, bu yolculuğu bize en iyi anlatan simgesel bir isimdi. Onun gerçek katillerini mahkûm etmeyi başaramadık. Bu ayıp, bizi bu barış yolculuğunda çok yoracak ve geciktirecek.

Reşat Nuri Erol
19.01.2012
12:48

günün sürprizi Arif Abiden (ARİF ERSOY) geldi...

yarınki köşe yazımda bir paragraf olarak sözünü ettim:

"Günün sürprizi uzaklardan gelmiş; Güney Kore’den!.. ESAM Genel Sekreteri Prof. Dr. Arif Ersoy arkadaşım, bizleri farklı şekillerde sevindiren bir mesaj/haber göndermiş: “Güney Kore’de ‘ADİL EKONOMİK DÜZEN’ ile ilgili hazırlanıp kabul edilmiş bir ‘doktora tezini’ ekte gönderiyorum...” Tez İngilizce yazılmış; bilahare detaylı bilgi yazarım, bu günlük sadece isim bilgilerini sunuyorum: “AN ALTERNATİVE ECOMOMİC SYSTEM TO CAPITALISM AND COMMUNISM: JUST ECONOMIC SYSTEM / Cezmi BELLİSOY / KOREA UNIVERSITY / Feb. 2010 (Kaynaklarda ağırlıklı olarak bendenizin ve Üstadım Süleyman Karagülle’nin 2004-2009 yılları arasındaki çalışmalarımız zikredilmiş.)"

*

gelen doktora tezini bir kısım çalışma arkadaşlarıma yönlendirdim...

kendilerine ulaşanlar diğerlerine ulaştırsın...

selam ve dua ile..

reşad





Sayı: 135 | Tarih: 15.01.2012
Mehmet Şevket Eygi
Bazı Çok Terbiyeli Çok Edepli Kimselere Mesaj
Hiçbir Emek Boşa Gitmez
1165 Okunma
Emine Hocaoğlu
Ruhat Mengi
Meclis’te terör!
Uludere
1064 Okunma
1 Yorum
Vahap Alma
Ahmet Hakan
Kiminle neyi tartışmam
Cidalciyle tartışmak
1034 Okunma
7 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mahir Kaynak
Sorular
Cevaplar
1002 Okunma
8 Yorum
Süleyman Karagülle
Ruşen Çakır
AKP Ankaralılaşmıyor, Ankara AKP’lileşiyor
Beklentinin Böylesi
953 Okunma
Tayibet Erzen
Hüseyin Gülerce
Başbuğ'u Kurtarmak
Tutarsızlık
946 Okunma
Zafer Kafkas
Zülfü Livaneli
son olay içsavaş çıkarma planının tetikleyicisi m
Türk'ü ve kürt'ü adil bir hukuk devletinde birleş
939 Okunma
1 Yorum
Ali Bülent Dilek