Erdoğan’ın laiklik tavsiyesine güzelleme
2202 Okunma, 15 Yorum
Ahmet Hakan - Hürriyet
Lütfi Hocaoğlu

16.09.2011

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın Mısır’a laiklik tavsiye etmesini avuçlarım patlarcasına alkışlıyorum.

“Tavsiye eden dilleri dert görmesin” diyorum.
“Çok klas bir tavsiye” diyorum.
Övüyorum, övüyorum, övüyorum.
Neden mi? Anlatayım:

“Din” adına oluşturulmuş bir yönetim, “dini bir yönetim” olamaz.
Olsa olsa “bir din yorumunun oluşturduğu yönetim” olur.
Çünkü...
Tek bir din algısı, tek bir din anlayışı, tek bir din yaklaşımı yoktur.
“Dini yönetim” denilen şey, yönetimi oluşturanların dinden anladıklarıdır. Bu da dinin herhangi bir yorumunun, topluma egemen olması anlamına gelir.
Eğer tek bir din yorumu yönetime egemen olursa, bırakın herhangi bir muhalefeti, farklı din anlayışları bile “gık” diyemez hale gelir.
Çünkü itiraz edenlere, “dine itiraz etmiş” muamelesi çekilir.
Böylece...
Elinde “din” gibi kutsal referanslı bir araca sahip olan yönetim, o aracı bir baskılama aracına çevirip yeryüzünün en zalim ve en otoriter yönetimini oluşturabilir.
Düşünün: En küçük bir muhalefet hareketi bile “kâfirlik” olarak nitelenebilecek.
Hafazanallah! Hafazanallah!
Başbakan Erdoğan’ın “laiklik tavsiyesi”, işte bu yüzden “şiir gibi” bir tavsiyedir.

Peki Erdoğan, Mısır’a “laik olun” derken...
Laiklik adına otoriter bir yapı kurun mu demek istemektedir?
Laiklik adına dini inançların kamusal alanda özgürce yaşanmasına yasak koyun mu demek istemektedir?
Laiklik adına dini örgütlenmelere izin vermeyin mi demek istemektedir?
Laiklik adına kıyafet zabitliği yapın mı demek istemektedir?
Laiklik adına “Dini olan her şeyi kapı dışarı edin” mi demek istemektedir?
Hayır, hayır!
Erdoğan’ın tavsiyesi bu değil.
Çünkü hem kendisi hem de arkadaşları, ömürlerini böylesi bir laiklik anlayışına itiraz ederek geçirdiler.
Tamam, AK Parti deneyimine baktığımızda...
Arkasında duracağımız sağlam bir demokrasi hevesi görmüyoruz.
İtiraz edebileceğimiz sayısız husus var.
Ama şunu da kabul edelim:
AK Parti deneyimi, “otoriter laiklik” anlayışına saplanıp kalmış olan Türkiye’yi, “demokratik laiklik” anlayışı ile barıştırdı.
Bu açıdan...
Başbakan Erdoğan’ın, Mısır ve benzeri ülkelere “laiklik” telkininde bulunmasında herhangi bir çelişki yok.
Aksine...
Türkiye bu açıdan o ülkeler için tam bir “model ülke” haline gelmiştir.

Yazının tamamı için tıklayınız.

 

Yorum:

Laiklik ve demokrasi çelişkisi

Her zaman sorun tanımlardadır. Hangi kavram üzerinde tartışılıyorsa o kavramın önce tanımını yapmalıdırlar. Aksi halde anlamsız bir tartışma vardır.

En kötüsü ve en şeytancası ise savunduğunuz kelimeyi tanımlamamaktır. Çünkü tanımlarsanız sınırlandırmış olursunuz ve keyfi uygulamalar yapamazsınız. Türkiye’de laiklik işte böyle kelimelerden birisidir. İnsanlara senelerce cezalar verildi. Ne diye verildi bu cezalar, laikliğe aykırıdır diye. Peki laiklik ne idi? Tanımı yoktu. Çünkü tanımlarsanız başınıza bela olur ve keyfi olarak insanları cezalandıramazsınız.

İlk defa Başbakan tarafından bir tanım duyduk. Şimdiye kadar laikliğin en şiddetli savunucuları ne laikliği tanımladırlar ne de sınırlarını çizdiler. Başbakanın anladığı laiklik bu imiş ya da bu olmuş.

Gelelim bu tanımlar ve anlayışlardaki sıkıntılara.

İslamiyet’e atfedilen dini yönetim tabirinin İslamiyet’le bir alakası yoktur. Çünkü İslamiyet’te din demek inanç demek değildir. Din kelimesinin bugünkü Türkçedeki karşılığı düzen, sistemdir. Yani topluluğun hukuk düzeni dindir. İslam dini demek ise barış düzeni demektir. İslamiyet’te olmayan bir kavramı İslamiyet’te varmış gibi anlatırsan en baştan büyük bir çelişki ortaya çıkar.

Önemli bir çelişki ise ekseriyet demokrasisi ile laikliğin nasıl bir arada olacağı. % 51 diyecek ki bu böyle olacak, diğer % 49 ise o % 51’in dediğine uymak zorunda kalacak. Ondan sonra laikliği savunacaksınız. Onların anladığı laikliğe göre diyelim ki % 51 dedi ki ‘bütün kadınlar başörtüsü takacak’ veya tersi oldu % 51 dedi ki ‘bütün kadınlar başörtüsü takmayacak’. Ne olacak? Nasıl laiklik olacak? Bu nasıl bir akıl tutulması? Ekseriyet demokrasisinin olduğu yerde laiklik olamaz.

Bu nedenle Başbakan büyük bir yanılgı ve gaflet içindedir. Şu anda kendisi iktidarda olduğu için kendi görüşünde olmayanlara baskı yapmamaktadır ya da makul sınırlarda yapmaktadır. Ama bir gün zıt görüşte olan biri gelir ve ekseriyet demokrasisi içinde istediği zulmü yapar.

Tek çözüm Adil Düzen ve Adil Düzendeki hicret demokrasisidir. Bunun dışında istediğiniz tanımı yapın, asla ve asla tanımladığınız laikliği gerçekleştiremezsiniz ve uygulayamazsınız.

 

 

Lütfi Hocaoğlu


YorumcuYorum
ziya küçük
18.09.2011
16:48

Ben size katılmıyorum Lütfi Bey,

Önemli olan tüm insanlara haklarının verildiği hukukun oluşturulmasıdır. Kimsenin kimseye baskı yapmadığı , herkesin inandığını yaşayabildiği , kuralların herkes için eşit olduğu sistemin oluşturulmasıdır. Ekseriyetle gelen hükümetlerin görevleri ise sadece bu kuralları en iyi şekilde uygulamaktır. Yoksa her gelenin yeni birşey getirdiği sistem zaten olmaz bu ancak Türkiye gibi hukuk devleti olamamış yerlerde olur.

Laiklik de aynı bence, laiklik doğru tanımlanır ve kanunlarla korunursa bence seçilen kim olursa olsun farketmez. Başbakanın tanımı doğrudur bence ama bunu yasalarda tanımlamak ve korumak ile etki gösterecektir.

Lütfi Hocaoğlu
18.09.2011
18:30

Eğer sistem kişilerin iyi niyetleri üzerine kurulursa çökmeye mahkumdur.

Ekseriyet sisteminde ekseriyet elinde olan istediği kanunu çıkarabilir. Bu mümkün değil midir? Mümkündür. O zaman ekseriyet elinde olmayanlara istediği zulmü yapabilir. Buna engel olan sadece iyi niyetlerse bununla bir yere varılmaz. Yani bir adamın eline silah veriyorsun ve onun iyi niyetle insanları öldürmeyeceğini düşünmek gibidir. Bilemezsiniz ki silah verdiğiniz adamın ne zaman ne yapacağını. Ekseriyet sistemi de böyle tehlikelidir. Zalim biri ekseriyeti ele aldı mı ya da ekseriyeti iyi manipüle eti mi istediği zulmü yapar. Ona engel olan bir kanun yoktur ki. Sadece anayasaya uydurma kılıfını yapar. Eğer daha da çoğunluksa anayasayı da değiştirir ve zulmeder.

Allah sistemleri kurarken her zaman denge sistemleri kurmuştur. Ekseriyet demokrasisi Kuran'a aykırıdır.

En'am 116'da:

وَإِنْ تُطِعْ أَكْثَرَ مَنْ فِي الْأَرْضِ يُضِلُّوكَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ

Yerde olanların ekserisine uyarsan seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar yalnızca kafadan atarlar demektedir.

Bu nedenle ekseriyet sistemi ve onun getirdikleri tamamen birilerinin istenilen yönde manipüle edilmesi içindir. Batı son yüzyıllarda bir çok ülkeyi sömürdüğü için sanki sistemi iyiymiş gibi görünmektedir insanlara. Ama yakın zamanda onların çöküşünü göreceksiniz ve o iyi sandığınız hükümetlerin kendi halklarına nasıl da zalimane davrandıklarını göreceksiniz.

Reşat Nuri Erol
19.09.2011
09:17

iki hatırlatma:

1-

LAİKLİK

konusunu çalışma arkadaşımız

SÜLEYMAN AKDEMİR

Türkiye'deki en iyi bilen kişidir ve konunun uzmanıdır... Bilmeyenlerin bilgisi olsun...

2- Az önce Üstad'ın köşesine bir yorum gönderdim,

"yorumunuz yazarın onayından sonra yayınlanacaktır"

ibaresi ile karşılaştım... Uygulama hayırlı olsun... İnşaallah hayırlara vesile olur, benim görüp de dile getirdiğim bazı şerleri def eder...

Reşat Nuri Erol
19.09.2011
09:28

MODERN TIBBIN İKİ YÜZÜ...

Neden ota, sapa, püsküle düşkün olduk?

Son zamanlarda insanlarımızda giderek de yaygınlaşan şöyle bir temayül var: Tomografiden endoskopiye, eforlu elektrodan anjiyoya, alerji testlerinden sintigrafiye kadar modern tıbbın tüm teşhis imkânlarından cömertçe faydalanıyor ama sıra tedaviye gelince çareyi otta, çöpte, sapta, püskülde aramaya başlıyor. Amerikalının, Avrupalının bir tanesini yaptırmak için aylarca sıra beklediği, teknolojinin en son teşhis yöntemlerinden hem de beş kuruş ödemeden yararlananlar neden modern tıbba sırtlarını dönüp alternatif tıptan medet umuyorlar dersiniz? Modern tıbbın iki yüzü var İnsan sağlığının sürdürülmesinde, hastalandığı zaman bunun teşhis ve tedavi edilmesinde sığınılacak ve güvenilecek tek liman modern tıptır. Modern tıbbın nimetlerini ve mucizelerini anlatmaya gerek var mı bilmem. Ana rahmindeki bir bebeğin hastalığının teşhis edilmesi, kasık damarından girilerek kalp kapaklarının değiştirilmesi, burnunun ucunu göremeyen miyopların dürbün gibi gözlere sahip olması, kök hücre tedavisi sayesinde bacağını oynatamayan felçli hastaların yürüyebilmesi, modern tıbbın hepimizin her gün şahit olduğu mucizelerinden sadece birkaçıdır. Modern tıbbın iki yüzü vardır demiştim. Bu, bilim ve teknolojinin tüm imkânlarından faydalanarak her geçen gün gelişen ve ilerleyen modern tıbbın yüzümüzü güldüren kısmıdır. Buna "bilimsel modern tıp" da diyebiliriz. Bilimsel modern tıpta tüm teşhis ve tedavi yöntemleri, o zamana kadar elde edilmiş en iyi ve en güvenilir kanıtlara dayanılarak ve mantık ve bilim süzgeçlerinden geçirilerek belirlenir. Modern tıp, bu bakımdan "kanıta dayalı tıp" olarak da adlandırılabilir. Kanıta dayalı tıp tabiri, kâğıt üzerinde çok şık dursa da her tıbbî vakayı kanıta dayandırmak mümkün olmadığı gibi, kanıtların da kuvvetlisi veya zayıfı vardır. Üstelik kanıtlar belli bir zaman dilimi için geçerlidir; gün gelir doğru bildiğimiz bir uygulamanın yanlış olduğu ortaya çıkabilir. Sonuçta da tıbbî kararı sadece bilimsel kanıtlara dayanarak vermek çoğu zaman mümkün olmaz; hekimin tecrübe ve sezgilerinin mutlaka devreye girmesi gerekir. Hatta bu da yeterli değildir; tıbbî kararlarda artık hastaların tercihi de giderek önemli rol oynar. Ticarî modern tıp Modern tıbbın sağlığımızı güvenle teslim edebileceğimiz bu müspet tarafları yanında bir de insan sağlığını korumak ve hastalığını tedavi etmekten ziyade para kazanmayı amaçlayan bir tarafı daha vardır. Buna da "ticari modern tıp" denebilir. Ticari modern tıpta hedef bir kişinin sağlığının korunması veya hastalığının hızla, en az ilaçla ve en kısa sürede iyileştirilmesi değil daha fazla ilaç, aşı veya tıbbî malzeme kullanılarak daha çok kazanç sağlanmasıdır. Küçük bir sivilce için gidilen hastaneden tüm vücut tomografisi yapılarak çıkılması, bir iki tavsiye ve basit tedbirle düzelebilecek önemsiz şikâyetlerin ömür boyu ilaç kullanmayı gerektiren ciddi hastalıklara dönüşmesi ticari modern tıbbın çoğumuzun yaşamış da olabileceği klasik örnekleridir. Günümüzde bilimsel ve ticari modern tıp birbirine karışmış bir durumdadır ve bunları birbirinden ayırmak da her zaman öyle kolay değildir. Bu zorluk sadece sıradan vatandaş için değil, bu işin uygulayıcısı olan biz hekimler için de geçerlidir. Neticede, şansınız varsa bilimsel tıbbın, yoksa ticari tıbbın eline düşersiniz. *** Gelin de alternatif aramayın! İnsanların modern tıp dışında çareler aramalarının en başta gelen sebebi, bizzat modern tıbbın kendisidir. İnsanlar birer makine olsalardı kanıta dayalı tıp için diyecek fazla sözümüz de olamazdı. Tıbbın fizik veya kimya gibi cansız ve ruhsuz maddelerle değil, insanla uğraşan bir bilim olduğu ve tıbbın "hastalık yoktur, hasta vardır" temel prensibi hatırlanırsa kanıta dayalı tıbbın çok da mükemmel bir yöntem olmadığı kolayca anlaşılır. Hekimin tecrübe ve sezgilerine çaresiz kaldığında başvuran kanıta dayalı tıp, ruh, empati, şefkat, güven gibi kavramları da yok sayar. Bunlar olmayınca da sadece birtakım kanıtların beden ve ruhtan oluşan insanlar için ne kadar işe yarayacağını siz tasavvur edin. İşte bir tarafta hastaları sıradan bir "müşteri" gibi gören ticari tıp, diğer tarafta insan ruhunu saymayan, bazı durumlarda hastaya fayda yerine zarar verebilen, birtakım hastalıklara karşı eli kolu bağlı kalan, her şikâyet veya hastalığı ilaç veya ameliyatla tedavi etmeye kalkan bilimsel modern tıp, insanları haklı olarak başka seçenekler aramaya itiyor. Modern tıp "Bu ilacı içmezsen ölürsün", alternatif tıp "Bu ilacı içersen iyi olursun" der. Modern tıp dışında çare arayanlar yağmurdan kaçarken doluya tutulanlar gibi bu sefer gidip alternatif tıpçıların, özellikle de bitkisel ilaç tüccarlarının kucağına oturuyor. Modern tıbbın şarlatanlarının yerini bitkisel ilaç sahtekârları alıveriyor. "Bu ilacı ömür boyu içmezsen ölürsün" korkutmasından, sevecen bir sesle söylenen "Bu bitkiyi içersen iyi olursun" sözleri tatlı bir ninni gibi geliyor kulaklara. Hele bir de bunlara ayetlerden, hadislerden, Peygamber'in hayatından örnekler kattınız mı, Allah'ın adını andınız mı teslim bayrağı iyice çekilmiş oluyor. Etkinlikleri rivayetlere dayanan ama hiçbir şekilde bilimsel kanıtı olmayan ot, çöp, sap, saman, yaprak, püskül, tohum saç dökülmesinden adet sancısına, egzamadan siroza, kanserden felçlere, kabızlıktan uykusuzluğa her derde deva mucize yaratan karışımlar olarak önünüze konuveriyor. *** Çare ne? Bana sorarsanız çare gene modern tıpta. Modern tıp, yüz vermediği alternatif tıbbı görmek ve birbirinden çok farklı yöntemlerini bilimsel olarak inceleyip neyin doğru neyin yanlış olduğunu, hangi yöntemin hangi durumlarda ne işe yaradığını veya yaramadığını kanıtlarıyla ortaya koymak zorundadır. Aksi takdirde modern tıp hapı yutacaktır; benden söylemesi. Ahmet Rasim Küçükusta / Zaman

Reşat Nuri Erol
19.09.2011
09:31

Müslümanlara “lâiklik” ihrac etmek!

Reşat Nuri EROL İhracat patlamamızla öğünüyoruz ya;

son ihracatımız Müslüman ülkelere lâiklik!

“Millî Görüş” gömleğinizi (ne demek olduğunu artık herkes çok iyi biliyor) çıkarmışsanız, yani gömleğiniz bile yoksa… Erbakan sayesinde bütün dünyanın bildiği “Adil (Ekonomik) Düzen” denen “faizci kapitalizm” başta olmak üzere diğer bütün “izm”lere alternatif bir “medeniyet projesini” bizzat görevlendirdiğiniz 14 akademisyenin reddiyesi raporlarla inkâr etmişseniz ve bize “Ben zaten baştan beri inanmıyorum!” demişseniz… Çok değil, birbuçuk yıl önceki ASKON toplantısında “Faiz dünya gerçeğidir!” demişseniz… “Yeni Anayasa” yapmak, yapabilmek bir yana; henüz başörtüsü, sekiz yıllık eğitim, Kur’an kurslarındaki yaş sınırı ve üniversiteye girişte katsayı sorunlarını bile çözememişseniz… (Zina ve domuz eti gibi örnekler de var ama anlayana bu kadarı yeter.) Geriye ne kalır?.. Müslüman mahallesinde salyangoz (lâiklik) satmak!!! Kime? Mısır-“TUNUS”-Libya ve diğer Arap veya Müslüman Ortadoğu ülkelerine!.. “TUNUS” vurgusunu özellikle yaptım; çünkü bu ülke onlarca yıldan beri “Türkiye tipi lâikliği” bizden daha iyi uyguluyor ve bitişik komşuları Mısır ve Libya’ya örnek olunması gerekiyorsa örnek oluyordu!.. Türkiye Başbakanı’nın tam da “Arap Baharı!” mevsiminde bu ülkelere ihrac edebileceği biricik ürünü demek buydu: LÂİKLİK!!! -“Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!” -Demek ki Yahudiler “cesaret ödülünü” boşuna vermediler!.. -BOP eşbaşkanlık görevi de demek ki böyle bir şey yapmayı gerektiriyor!.. -Anlayanlar ne demek istediğimi iyi anladı; anlamayanlar anlayanlara sorabilir… Sadece biz değil; Star, Zaman, Y. Şafak yazarları bile “lâikliğe” ne diyor, bakalım… Fehmi Koru: “Bir sözcükte (lâiklik) çok şey vardır (başlık)… Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir Mısır TV kanalına verdiği mülâkatta bolca kullandığı ‘lâiklik’ sözcüğü acaba Arapça’ya nasıl tercüme edildi? Eğer Araplar arasında yaygın kullanımda olan ‘ılmaniyye’ sözcüğüyle karşılanmışsa, dediklerinin dinleyiciler tarafından kast ettiği biçimde anlaşıldığından kuşku duyabiliriz. Arapçada ‘lâiklik’ karşılığı kullanılan ‘ılmaniyye’ sözcüğü, hiçbir başka anlama çekilemeyecek biçimde, ‘dinsizlik’ anlamına gelir...” (Star, 16.9.2011) “Türkiye’ye lâiklik henüz uğramadı ki... (başlık) Dün burada sorduğum “Başbakan Erdoğan Mısır’da ‘lâiklik’ sözcüğünü bolca kullandı; kendisini çeviriden dinleyenler kastını doğru anladılar mı acaba?” sorusunun cevabını aynı gün aldım. Eyvah, çevirmenler ‘lâiklik’ karşılığı olarak ‘ılmaniyye’ sözcüğünü kullanmışlar…” (Star, 17.9.2011) Ali Bulaç: “Ortadoğu’ya Türk lâikliği (başlık). Başbakan’ın Ortadoğu gezisi sürerken Malatya'da NATO’nun füze kalkanı sistemi yerleştirildi. Ortadoğu seferinin gölgede bıraktığı en hayati olay buydu. / Bu geziyi “Türkiye’nin başlayan çağı” olarak takdim edenler üç önemli noktayı atladılar: (…) Üçüncüsü ve elbette en dramatik olanı Başbakan’ın Ortadoğu'ya “Lâiklikten korkmayın, anayasalarınızı lâiklik zemininde hazırlayın” şeklinde tavsiyede bulunması ile bunun Müslüman Kardeşler tarafından olabilecek en sert bir biçimde tepkiyle karşılanması… / 1) Belirtmek gerekir ki, Ortadoğu Arap toplumlarının ‘lâiklik’ diye bir sorunları yoktur… / Türk lâikliğini onlara önermek demek, sivil ve medeni hayatı devletin denetimine bağlamak, dini bütünüyle toplumsal hayatın dışına itmek, Ortadoğu’yu Türkiye’nin 20. yüzyılın ilk yarısındaki durumuna “geri götürmek” demektir ki, bu model, Ortadoğu ülkelerine tam bir felaket getirir. 2) Türkiye, İran Şiiliği, Suud Vehhabiliği’ne karşı Batı’nın müttefiki bir ülke olarak lâiklik modeliyle empoze etmeye kalkışacak olursa hata eder, kısa zamanda bugünkü sempatisi antipatiye dönüşür...” (Zaman, 17.9.2011) Hakan Albayrak: “Bir de, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan, “Bunlar BOP çerçevesinde hareket ediyor” diyenlerin ekmeğine yağ sürerek Arap sokağında Türkiye’nin niyeti hakkında soru işaretleri doğurmaktan kaçınmamız lazım. Başbakan’ın Mısır televizyonunda başlattığı lâiklik tartışması maalesef böyle bir şey...” (Y.Şafak, 17.9.2011)

Lütfi Hocaoğlu
19.09.2011
12:07

Zaten bugünkü düzen kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanır: Yasama, yürütme ve yargı.

Günümüzde bu ayrılık pratikte uygulanmamaktadır. Uygulandığını var saysak bile yasama yasaları çıkardığına göre ve % 50'nin bir fazlasının dediği olduğuna göre diğer istemeyen kısma zulmedilmiş olmaktadır. Pratikte meclisin halkın % 100'ünü temsil etmediğini düşünürseniz bu daha faciadır. Son seçimlerde bu oran % 95'e kadar ulaştı. Ancak önceki dönemleri düşünün. Bir de şu durum var, kanun çıkarmak için meclisin 1/3'ünün oturuma katılması yeterli oluyor. Yani % 50'nin de 1/3'ü yani % 17 kanun çıkarabiliyor.

Yürütmenin aslında yasamaya ve yargıya karışmaması gerekir. Ancak bugüne kadar pratik uygulamada bunu göremedik. Batı ülkelerinde yargı bu konuda daha serbest. Ancak konu kendi çıkarlarına dokunduğu anda onlar da siyasi davranmaya başlıyorlar.

Yürütmenin başı ise genellikle meclisin en büyük partisinin başkanı olduğu için yasama da onun elinde oluyor ve yasama ve yürütme aynı kuvvette birleşiyor. Yargı ise zaman içinde kontrol altına alınabiliyor ve sonuçta ortaya tek kuvvet çıkıyor.

Hakemlik müessesesi olmadan yargı bağımsız olamaz. Bucak seviyesinde kanunlar olmadan da demokrasi olmaz.

Bunu İsviçre yapınca (Kantonlar sistemi) en ileri demorasidir diyorlar ama Avrupa Mahkemesi Adil Düzendeki çok hukukluluk saçmadır diye RP aleyhinde çok rahatlıkla karar verip çifte standardı uygulayabiliyor.

ziya küçük
19.09.2011
12:15

Evet genel hatlarıyla Cengiz Beyin dediğine vurgu yapmak istedim. Yasama kanunları yapmış ve ekseriyetle seçilen yürütme bu kanunları uygulamakla görevli. Denetim ise yargı ile yapılmakta. Bu durum Avrupanın uygulamasıdır. Ben Avrupanın ki mutlak doğrudur manasında onları örnek vermiyorum. Bu şekilde ekseriyet demokrasisi içerisinde de yasaların ekseriyete göre değiştirilmeden uygulanabileceğini düşünüyorum. Eğer bir yasa değişikliği yapılacaksa yasama , yürütmeden bağımsız olarak günün gereklerine veya farklı dayanaklara başvurarak değişiklik yapar , yürütmede bu değişikliği en iyi şekilde uygulamaya çalışır. Yoksa kendi ideolojisi , inancı doğrultusunda ekseriyetin yasa yapması vs. mümkün değildir. Bu açıdan sistem böyle kurulursa sadece yürütmeyi yapan hükümetin seçiminde ekseriyetin zararının olduğunu düşünmüyorum.

Lütfi Hocaoğlu
19.09.2011
12:32

Ama ekseriyet hükümeti seçmiyor ki, ekseriyet kanunları çıkarıyor. Yeri geldiğinde hükümet azınlık hükümeti de oluyor, teknokratlar hükümeti de olabilir. Ama kanunu her zaman ekseriyet çıkarıyor.

ziya küçük
20.09.2011
10:31

-Bucaklar kendi hukuklarını kendileri yapacaklar. Ve bu hususta nasıl bir yol izleyecekleri konusunda sanırım özgürler, yazınızdan anladığım kadarıyla Lütfi Bey. -Bucak siyasi hakları kime vereceğini kendi belirlemiyor mu? Cengiz Bey'in bahsettiği bu ayırım(içeriğini tam bilmiyorum) merkeziyetçi bir yaklaşım olmaz mı? -Bir üstün sınıf düşüncesine zemin hazırlamak olmaz mı? Türkiye yıllarca kendini ne olursa olsun belirli sebeplerle ayrıcalıklı gören ve ülkeyi sadece kendilerinin yönetebileceği veya yönetmesi gerektiği algısında olanlardan çok çekmedi mi? Bu şekilde yetki verilmesi eninde sonunda bu düşünceye götürecektir insanoğlunu. Bu ayrıcalık kime tanınırsa tanınsın farketmez ilim adamları olur,meslek sahipleri olur farketmez, siyasette ortaya çıkacak ayırım sıkıntılı geldi bana.

Lütfi Hocaoğlu
20.09.2011
16:24

Cengiz Bey’e

Adil Düzendeki nöbetli bedelli ayrımı, bedelliliği seçmiş bir takım sınıfların siyasi haklarını yitirmesine sebep olmaktadır. Bu, gelinen aşamanın gerisine gitmek midir ?

Burada iki grup vardır. Bir grup emniyeti sağlamak için nöbet tutar ve savaşır. Bunun karşılığında siyasi haklara sahip olur. Diğer grup ise savaşmak istemez, nöbet tutmak istemez. Bunun karşılığında bedel verir. Bu, gelinen aşamanın gerisine gitmek değildir, ilerisine gitmektir. Bugün böyle bir imkan var mı? Askerlik yapmak istemeyene zorla askerlik yaptırmak mı doğru, bunun karşılığı bedel almak mı?

Bugün bedelli nöbetli ayrımı yoktur ama yaşayan her yurttaş vergi karşılığı olarak siyasi haklara sahiptir. bu siyasi hakların temelini vergiden alıp askerlik yapma fonksiyonuna vermek adil midir ?

Zaten bedelliden alınan mevcut vergi değil ayrı bir vergidir. Bedellinin askerlik yapmamak için verdiği elbette askerlik yapanların askerlik fonksiyonu için kullanılacaktır. Bundan daha adil nasıl olacak?

Çünkü nöbetli bedelli ayrımı yürütme açısından ve siyasi haklar açısından bir nevi sınıflı toplumu öngörmektedir, akevler adil düzeninin bu husustaki görüşü nedir ?

Kuran toplumu Müminler, müslimler, kafirler, müşrikler şeklinde sınıflandırmaktadır. Allah’ın sınıflandırmasının terminolojik karşılığıdır bu tanımlamalar zaten.

Akevler Adil Düzeninde böyledir, peki Milli Görüş Adil Düzeninin bu husustaki görüşü nedir? Milli Görüş Adil Düzeninde bu sınıflamalar yok mudur? Nöbetli bedelli ayrımı yok mudur?

Ziya Bey’e

-Bucak siyasi hakları kime vereceğini kendi belirlemiyor mu? Cengiz Bey'in bahsettiği bu ayırım(içeriğini tam bilmiyorum) merkeziyetçi bir yaklaşım olmaz mı? -Bir üstün sınıf düşüncesine zemin hazırlamak olmaz mı?

Adil Düzende müminler yani nöbetliler siyasi haklara sahiptirler. Ancak Bucak kimin siyasi haklara sahip olacağını belirlemez, belirleyemez. Yani bucak tarafından veya bir başkası tarafından kimseye verilen bir yetki yok. İsteyen nöbetli olur, isteyen bedelli olur. Herkes kendi hür iradesi ile seçer bunu. Bucak bir dayatma yapmaz. Nöbetli olan herkes de siyasi haklara sahip olur.

ziya küçük
20.09.2011
18:02

Bedelli veya nöbetli olunması bucakta belirlenmiyor, genel bir kaide olarak tüm bucakları kapsıyor değil mi? Merkezi bir karar yani?

Bedelli veya nöbetli sonuçta bir çaba var , neden bedenini koyan maddi yardımda bulunandan ayrıcalıklı oluyor?

Sadece nöbetlilere yasa yapma hakkı vererek ne kadar mevcut sistemin temsil yetersizliğinden kurtulabiliriz. Sadece nöbetliler yasa yapma hakkına sahip olacak diğerleri onların yaptığı yasalara uyacak ? Ne farkı kaldı o zaman?

Lütfi Hocaoğlu
20.09.2011
18:51

Bedelli veya nöbetli olunması bucakta belirlenmiyor, genel bir kaide olarak tüm bucakları kapsıyor değil mi? Merkezi bir karar yani?

Kişi üç yerde nöbetli veya bedelli olur. Bucak nöbeti, il nöbeti ve devlet nöbeti olmak üzere. Kişi isterse bucakta nöbetli iken ilde nöbetli, ülkede bedelli olabilir. Yani her üç durum için tercihini kendi yapar. Yani merkezi bir karar değildir. Kişi kendi karar verir. En çok senede bir ay nöbet tutar. 15 günü ülkede, 1 haftası ilde, 1 haftası bucaktadır. İstediği bir kısmında nöbetli veya bedelli olabilir.

Bedelli veya nöbetli sonuçta bir çaba var , neden bedenini koyan maddi yardımda bulunandan ayrıcalıklı oluyor?

Ayrıcalıklılık tepeden belirlenirse dediğiniz doğrudur. Ama bunu kişi kendi isteği ile belirliyor. Yani eğer ayrıcalıksa isteyen ayrıcalıklı olabiliyor. Yani ayrıcalıklı olmak kişinin kendi elinde. İstediği an nöbetli olabilir. Diğer taraftan can maldan her zaman kıymetlidir. Canı tehlikede olan bir insan bütün varlığını verebilir. Bu da nöbetlinin mi bedellinin mi daha önemli olduğunu gösterir.

Sadece nöbetlilere yasa yapma hakkı vererek ne kadar mevcut sistemin temsil yetersizliğinden kurtulabiliriz. Sadece nöbetliler yasa yapma hakkına sahip olacak diğerleri onların yaptığı yasalara uyacak ? Ne farkı kaldı o zaman?

Hukuk iki kısımdır:

1.Kamu hukuku

2.Özel hukuk

Özel hukukta bedelli ve nöbetli ayrımı yoktur. Zaten herkes kendi mezhebine, inancına göre yargılanır.

Kamu hukukunda nöbetli ve bedelli ayrımı vardır. Bedelliler dayanışma ortaklıklarında görev alabilirler. Ama kamu hukukunda ise kararı nöbetliler verir. Burada yasaklar ve cezalar vardır. Yani hırsızlık, adam öldürme gibi durumlardır. Bedelli ve nöbetli fark etmez, bulunduğu bucağın kamu hukukuna uymak zorundadır. Burada bir kısmın istemediği kamu hukukunda yaşamasını önlemenin yolu Adil Düzendeki hicret demokrasisidir. Hoşuna giden, işine gelen kamu hukukuna sahip bucağa herkesin hicret etmesi serbesttir. Bir de isteyen herkes nöbetliden bedelliye geçebileceği için geçtiği andan itibaren meclise seçilme hakkına sahip olur. Ama zaten seçilse bile ve beğenmediği kamu hukuku oluşursa oradan hicret etmekte serbesttir.

Lütfi Hocaoğlu
21.09.2011
17:07

Cengiz Bey’e yazdıklarına istinaden Milli Görüş Adil Düzeniyle ilgili bazı sorularım var.

1.Diyelim Türkiye’de 70 milyon insandan şehit olmak, düzeni sağlamak ve Allah’a kulluk etmek için askerlik yapmak isteyen sadece 10-15 bin kişi çıktı. Bir düşman da saldırdı ya da saldırmaya hazırlandı. Bir saldırı tehlikesi varken mevcut ordu yetersiz olduğu durumlarda ordu nasıl kurulacak? İnsanlar zorla mı askere alınacak? Zorla alınacaksa “La ikrahe fi-d din” ayetine aykırı olmaz mı?

2.Ülke çok zenginledi ki zaten Adil Düzense öyle olması gerekir. Herkes bedel vermek istiyor, kimse nöbet tutmak istemiyor yani kimse şehit olmak istemiyor, iç güvenlik nasıl sağlanacak? Dış güvenlik nasıl sağlanacak? Akevler Adil Düzeninde bu denge siyasi hakları kazanma ile sağlanıyor. Milli Görüş Adil Düzeninde başkanın zorlaması ile mi olacak? Bu denge nasıl kurulacak?

3.Barış dönemindeyiz. Ama bir başka ülke ile savaş çanları çalmaya başladı. Henüz savaş çıkmadı. Herkes nöbetliden bedelliye geçmeye başladı. Bunu nasıl önleyeceksiniz? Devlet savaş tehlikesi var deyip nöbetliden bedelliye geçmeye engel mi olacak? O zaman geçişteki serbestlik devlet başkanının keyfiyetine mi bırakılacak?

4. Milli Görüş Adil Düzeninde “Ne bucaklar tamamen kendi başlarına devletten ve merkezden tamamen özgür olabilir, ne de merkez bunların özgürlüğünü kısıtlayacak bir baskı oluşturabilir, ikisinin arasında bir dengenin kurulmasına imkan tanır.” deniyor. Bu özgürlüğün ve baskının sınırı nedir? Bucaklara kısmen de olsa müdahale edebilecek olan merkezin müdahale sınırlarını merkez mi belirleyecek? Merkez belirleyecekse merkezi bir anayasa olması gerekir. O anayasayı merkez mi yapacak? Sınırı çizen anayasayı yapan merkez ise bucakların serbestliğini istediği zaman ortadan kaldıramaz mı?

Lütfi Hocaoğlu
24.09.2011
13:41

Süleyman Hocam bu konuda ayrıntılı bir makale yazdı. Makalelerde yayınlanacak. Ben hemen yazar koyarız zannetmiştim, daha yeni bitirdi, düznleyeceğiz, o yüzden cevap gecikti.

Ama ben kısa bir cevap vereyim.

İlk 3 maddede verdiğiniz cevaplarla oluşan devlet fazla yaşamaz. Çok kısa süre içinde ya herkes köle olur ya da başka bir devletin müstemlekesi haline gelir. Bu çok açıktır. Kendinizi sizi koruyacak devletin yerine koyun. Bir başka devlet var, orada insanlar askerlik yapmak istemiyorlar, başka bir devlette onlara saldırıyor. Onlar askerlikten imtina edecek, siz gidip onlar için öleceksiniz? Niye? Sonucunda ortaya çıkacak durum, sizin için savaşan topluluğun ya sömürgesi olacaksınız ya da onlar sizin paralı askeriniz olacak.

Yani söylediğiniz askeri düzenin olduğu devlet tamamen dengesizdir ve yıkılmaya mahkumdur. Bu çok açıktır.

Bucak konusunda ise zaten bizimle aynı görüştesiniz. Bucakları sınırlandıran şey hakem kararları ve icmalardır ki ben önceki yazıdan başka türlü bir sınırlama sanmıştım.

Lütfi Hocaoğlu
24.09.2011
14:46

Bu konudaki Süleyman Karagülle'ye ait makale İlmi Makalelerde "Siyasi Haklar" başlığı ile yayınlanmıştır.





Sayı: 118 | Tarih: 18.09.2011
Zülfü Livaneli
akevler adil düzeni şemalar
erbakan hocamın adil düzeni şemalarla
2241 Okunma
Ali Bülent Dilek
Ahmet Hakan
Erdoğan’ın laiklik tavsiyesine güzelleme
Laiklik ve demokrasi çelişkisi
2202 Okunma
15 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Ruşen Çakır
Paradigmanın iflası
Arkası Yarın
1368 Okunma
Tayibet Erzen
Ebubekir Sifil
İslam'ın Sol Yorumu İle Dünyevileşme Arasında
Arayış İçinde Olmak
1330 Okunma
2 Yorum
Zafer Kafkas
Mahir Kaynak
11 Eylül eylemi
Sömürüden Kurtulma
1193 Okunma
6 Yorum
Süleyman Karagülle
Taha Kıvanç
Sizler de gülüp eğlenesiniz diye...
Bir Titanik masalı: Medyamız
1193 Okunma
Ahmet Kirtekin
Mehmet Şevket Eygi
Biz Müslümanlar Adam olur muyuz?
Tebliğ Edilirse Neden Olmasın!
1132 Okunma
Emine Hocaoğlu


© 2024 - Akevler