Eski Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner’in internete düşen konuşmasından haberdar olduğumda verdiğim ilk tepki “Bu bir özeleştiri” olmuştu. Hem TV’de, hem de yazılarımda. Paşa’nın açıklamasını öğrenen dostlar, “Paşa senden ‘vicdan sahibi yazar’ diye söz etti” diye tebrik kuyruğuna girmesinler mi?
Cümlesi tam şu Org. Koşaner’in: “Ancak bu konuşmalar, vicdan sahibi bazı yazarlarımızın da belirttiği gibi, bir ‘itiraf’ değil, tamamen bir ‘özeleştiri’ ve personelimi, TSK’nın geleceği açısından önemli gördüğüm bazı konularda onların dikkatini çekme, son derece hassas bir dönemde hata yapmamaları konusunda kendilerini uyarma ve motive etmeye yönelikti...”
“Yok canım” dedim, “Ben değilimdir.”
Mehmet Barlas da konuşmaya ‘özeleştiri’ tespiti ile yaklaşanlardandı. “Herhalde odur” dedim, ama tartışa tartışa sonunda ‘vicdan sahibi yazar’ın kim olduğunu bulduk: Milliyet’ten Fikret Bila... Işık Paşa birkaç günü bulan suskunluğunu bozmaya, Milliyet yazarının konuya ilişkin geç kalmış yazısını okuyunca karar vermiş olmalı.
Bila da, Barlas ve ben gibi, konuşmanın ‘özeleştiri’ anlamı taşıdığı tespitinde bulunanlardan...
Paşa’nın gazeteciler için kullandığı, “Bunlar analarını bile satarlar” sözlerinden alınmıştı Fikret Bila, yazısına da şu sözcüklerle yansıtmıştı alınganlığını: “Gazetecilerle ilgili sözlere gelince. Eğer konuşma Koşaner’e aitse, ‘Analarını satar, haber diye koyarlar’ ifadesi yakışıksız, eleştiri haddini çok aşan bir söylem. Bu sözler Koşaner’e aitse, eski Genelkurmay Başkanı’nın basına bir özür borcu olduğu da açıktır.”
Koşaner’in, “Virgülünün arkasındayım” diye konuşmasına sahip çıktığı açıklamasında ‘özür dileme’ye en fazla yaklaştığı bölüm, ‘gazeteciler’ ile ilgili şu satırlar: “Eleştirel anlamda maksadı aşan ifadeler, benzetmeler olabilir, nitekim gazetecilerle ilgili ifadeler bu çerçevede değerlendirilebilir. (..) Bu ifadeler kesinlikle ‘hakaret’ amaçlı söylenmemiştir.”
Ne yalan söyleyeyim, rahatladım.
Genelkurmay karargâhı acaba benim kadar rahat mıdır, özellikle “Bu bir özeleştiridir” açıklamasından sonra? İnternete düşen kayıttan öğrendiğimiz, eleştirilerin daha önce pek çok resmi ortamda tekrarlandığı: “İfade edilen konuların tamamı, devletin ilgili kurullarında, üst düzey devlet yetkilileriyle yaptığım görüşmelerde de kendileriyle paylaştığım, hukuki olarak gereğinin yapılması için emir verdiğim konulardır. Kimseden kaçırdığımız, sakladığımız ve gizlediğimiz konular değildir.”
“Virgülüne kadar hepsinin arkasındayım” dendiğine göre, internete düşen ve durumu “Tam bir kepazelik” diye özetleyen konuşmada ifade edilen sorunların hepsi ‘gerçek’ demektir.
Meselâ şu: “Bizi sıkıntaya sokan konulardan bir tanesi emir komuta birliğini bazen sağlayamıyoruz. (..) Önümüzde örneği var. (..) İşte bu Hantepe mantepe olayında operasyon yapan komutan, daha doğrusu sorumlu komutan, Birinci Tugay Komanda Tugay Komutanı idi ve kendisi arazideydi. Ama ekrana bakan komutanlık civardaki komutanlığımız ona müdahale yetkisi yoktu. Böylece bir koordinesizlik oldu, zamanında müdahale edemedik.”
Ya da şu: “Benim tim komutanım, unsur komutanı diye koyduğum arkadaşım önce mevzide silâhını bırakıp da kaçarsa, biz bu işi yürütemeyiz. Biz bu eğitimi yapmamışız, yetiştirememişiz demektir. Rütbesi de var kolunda, o orada silahını bırakıp da mevzisini kaçarsa tabii ki mevzimiz çöker, tabii ki zayiat veririz. 2 tane adam geliyor karşıdan. 30 kişiyi kaçırıyor geri gidiyoruz, yav rezalet.”
‘Özeleştiri’ şöyle devam ediyor: “En acısı da silâhını da bırakıp gidenler. Roj TV silâhın numarasını da beraber gösteriyor. Ben olsam o rütbelinin yerine insan içine çıkmam. Ama utanmıyor adam. (..) Ondan sonra mevzimize de girilir, bir sürü de şehit veririz. (..) Böyle timi mimi sahip olmazsa, orada bir tane karaltı görür tak diye ateş eder. Başlar sesi duyan herkes ateş eder, basıldık diye. Arkadaşımızı, bir erimizi alnından vururuz. Vurduk mu, haberiniz var mı, var değil mi?”
Dediğine göre, Işık Paşa bunları her ortamda tekrarlamış, durumu herkes biliyormuş...
İyi de, patlayan ve can alan mayınların araziye asker tarafından döşendiğini anlatırken kullandığı şu ifadeyi nasıl anlamalıyım: “Bunlar çok tehlikeli şeyler, bunları kim döşemiş, biz. Şimdi ben desem ki yetkililere ‘Yav bizimkiler mayın döşemişlerdi. 10 - 20 sene evvel. Başıboş bırakıp gitmişler.’ Ne derler. Döşerken aklınız neredeydi derler. Maalesef döşeyen yine biziz değil mi?”
Bir tek bu son ‘gerçeği’ mi saklamış ‘yetkililer’den?
29 Ağustos 2011 Pazartesi
Taha Kıvanç tkivanc@stargazete.com
Yorum:
Bir akış olarak tarih olaylardan oluşur. Tarih yazımı ise bu olaylardan ve yazanların yorumlarından oluşur. Nasıl ki bir olayda herkes kendi açısından bakarsa tarih yazımı da bunun gibidir. Ahmet Tabakoğlu bir tarihçinin öncelikle kendi ideolojik yaklaşımını ortaya koyarak çalışmaya başlamasının dürüstlük gereği önemli olduğunu söyler; zira hiç kimse tamamen bağımsız bir tarih yazamayacaktır. Biz bugün tarih dediğimizde yorumlanmış olayları kastetmekteyiz.
Eski genel kurmay başkanının konuşmasını herkes kendi açısından değerlendiriyor. Kimileri bunlara itiraf kimi de özeleştiri diyor. Görünen o ki Taha Kıvanç bir yandan da medya ile ilgili kısmına dikkat kesilmiş, ki bu da normaldir.
Türkiye siyasetinde Osmanlı’dan beri silahlı kuvvetlerin bir aktör olduğu gerçektir. Bu nedenle nereden çıktı ordu siyaset ilişkisi diye sormak abestir. Ancak bizzat Koşaner gelinen durumu ‘kepazelik’ olarak değerlendiriyor. İçine düşülen acziyet utanç verici. Askerliğini yapmış olan hemen herkesin şahit olduğu bir durum aslında bu. Zenginlik olarak bir birimize anlattığımız gençliğimiz eğitimsizlik ve cehaletin pençesinde can çekişiyor. Kendilerine ülke emanet edilen komuta kademesinde bir sürü mide bulandıran çarpıklık kısa sürede görülebiliyor. Ülkelerine gerçekten sevdalı, askerlerini birer emanet birer evlat olarak gören, mesleğini hayatı haline getirmiş, samimiyet ve gayret sahibi insanların sayısı ne yazık ki çok fazla değil. Buna rağmen onların samimiyet ve gayreti hem askerliğe olan saygıyı ayakta tutarak askerleri motive ediyor hem de bu insanların gayretleri ile hala bir şeyler ayakta durmaya devam ediyor; ki bu şahsi kanaatimizdir.
Tarihi bir gelişme süreci olarak görüp her şeyin daha hayırlı bir hale evrileceğine inandığımızda darbelerin de hayırlı olduğunu ileri sürebiliriz. Tıpkı savaşlar ve katliamlar gibi. Fakat ince bir çizgiye dikkat etmek zorundayız: darbe, savaş, katliam kötüdür, ancak devamında daha iyi bir hal meydana gelecektir. Bu nedenle şer gibi görünseler de hayırlıdırlar. Tekraren: bu iyi ve doğru oldukları anlamına gelmez.
Bir ordunun başında bulunan en yüksek rütbeli kişinin özeleştiri yapmaya hakkı yoktur. Bir durum karşısında özeleştiri yapılabilir. Bütün tabloya bakıp ‘kepazelik’ demek erdem değildir. Madem bunu görüyorlar gereğini yaparak düzeltmek zorundadırlar. Emir komuta ilişkisinin en çok işlediği bir kurumda yönetici konumunda bulunan kimsenin dert yanması ne demektir?
Gazetecilere mi sövmüş, kusura bakılmasın, daha ağır lafları da işitmiş daha rezil işlere de tetikçilik yapmışlardır. Takdir görmeye alıştıkları mercilerin kendilerine nasıl baktığı açıkça söylediğinde kızmasınlar.
Bizim trajedimiz bütün kutsalların inek seviyesini indirilmiş olmasıdır.
Bu satırları okuyan birçok kişi bir heyecana işaret ederek bilmiş bilmiş gülebilir. Eyvallah. Ama ‘kepazelik’ karşısında ‘efendim, şimdi burada ne denilmek istenmiştir, acaba hangi niyetle bunlar söylenmiştir’ diye temiz sorular sormak düpedüz insanlığa ve bu ülkeye ihanettir. Muhasebeye döküldüğünde bir tarafta ölen askerlerimiz diğer tarafta OYAK’ın hakları var, bir de gazetecilerin anneleri. Virgülü savunulan bu konuşma ile sahibine dikkat etmek gerekiyor. OYAK’ı ve Silivri’yi savunamadığı için istifa etmiş bir genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları. Geride kalan senelerin ölüm listesi kaç kişilik bilen var mı?
İçinde bulunduğumuz durumu hangi açıdan bakarsanız bakın özetleyen tek bir kelime var: KEPAZELİK!