Ruşen Çakır - rcakir@gazetevatan.com
04.04.20211
Hafta sonu Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) genel kurulu yapıldı. DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un burada yaptığı uzun açılış konuşmasına daha önceki yazılarımızda değinmiştik. Tuğluk o konuşmada “Yaşanan kimi zihni ve kısmi yasal değişiklikleri AKP’nin iktidarı ve vizyonu ile açıklama yanılgısına kim se düşmemelidir” demiş ve şöyle devam etmişti: “Ret ve inkâr politikalarını Başbakan sonlandırmamış; varlığımızı ve kimliğimizi kabul etmek zorunda kalmıştır. Çünkü bu halk direndi ve ‘Kürt vardır’ dedirtmek için korkunç bedeller ödendi. Ne acılar çektiğimizi bir biz biliriz, bir de bize bu acıyı yaşatanlar. Doğru yerden bakmayı bilmek, bazı yanılgıları ortadan kaldırmak lazım. Kimsenin bize bahşettiği bir şey yok!”
Bu paragraftan da anlaşılacağı gibi AKP iktidarıyla Kürt siyasi hareketi arasında “Ben verdim”, “Hayır, ben kazandım” şeklinde özetlenebilecek bir çekişme var. “Peki kim haklı?” diye sorulacak olursa birbirinden farklı cevaplarla karşılaşıyoruz. Örneğin 31 yıl sonra ülkeye dönen Kürt siyasetçi Kemal Burkay, AKP iktidarının Kürt sorununun çözümü yolunda attığı adımları hayli önemsiyor ve bunları küçümseyen, açılım sürecinde hükümete destek vermek yerine köstek olan Öcalan liderliğindeki hareketi açık ve sert bir biçimde eleştiriyor.
Burada en kritik soru şudur? PKK ve onun silahlı eylemleri olmasaydı Kürt sorununda hangi aşamada olurduk? Devlet Kürt realitesini daha önce mi, yoksa daha sonra mı tanırdı? Sorunun çözümüne yönelik daha fazla mı adım atılırdı, yoksa, örneğin bir TRT 6’yı yıllarca bekliyor mu olurduk? Başından beri silahlı mücadeleye karşı çıkmış olan Burkay ve onun çizgisindekilerin bu soruya cevabı herhalde “PKK olmasaydı Kürt sorununda daha erken ve daha hızlı ilerlemeler kaydedilirdi” olacaktır.
Şahsen emin değilim. Galiba bu soruyu cevaplamada Tuğluk ile Burkay arasında bir yerde duruyorum. Daha önce de yazıp söylediğim gibi, beğenelim ya da beğenmeyelim, PKK’nın silahlı eylemleri, geri dönülemez bir şekilde Kürt sorununu Türkiye’nin gündemine sokmuştur. İlk başlardaki önemsemez tavırları bir yana bırakırsak, 1980 ortalarından itibaren tüm hükümetler bu sorunu çözmek için kolları sıvamış ama kısa sürede pes etmişlerdir.
Bu pes etmenin temel nedeni, söz konusu hükümetlerin Kürt sorununu “gönüllü” olarak değil de “zorunlu” olarak çözmeye kalkışmalarıydı. Yani ayakları hep geri geri gidiyor; çözümde ısrar etmiyorlar ve çözümsüzlüğü dayatan her gelişmeye kolayca teslim oluyorlardı.
AKP’nin farkı
Bu noktada AKP’nin daha farklı bir konumda olduğuna inanıyorum. Çünkü…
Devamı için TIKLAYINIZ.
Yorum:
Şerde Hâyır Zorlaması
Aysel Tuğluk zihniyetini bir kalemde geçiyorum. Asıl Ruşen Çakır’lardan konuşmak gerektiğine inanıyorum. “PKK ve onun silahlı eylemleri olmasaydı Kürt sorununda hangi aşamada olurduk?” sorusuna verecek cevabı bulmakta zorlanan Çakır, müthiş bir tarafsızlık örneği sergileyerek adeta adalet timsalliğine oynuyor ve ille de Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek istiyor. Sıkıya gerek yok bu jüriyle Oscar alması zaten işten bile değil. Biz ne dersek diyelim O kararlı. Bir ışık bulacak ve PKK’yı aklatacak. Ne de olsa PKK, bu ülkede yıllardır yapılan Kürt katliamlarının duyurulmasını ve Kürtlerin yasal bir kimlik kazanmasını sağlayan bir birliktir!!!
Evet, reklamın iyisi, kötüsü olmaz. Bunca kan dökülmese, bunca yıl iç savaş yapılmasa böyle köklü bir soykırım! nasıl duyurulabilir ve durdurulabilirdi? İşte şimdi Çakır’ın paradoksuna diyecek yok. Meğer adamlar bunca kanı barış için dökmüş. Kardeşim, bunu daha önce söylesenize, biz de neredeyse adamları ‘vatan haini’ ‘terörist’ olarak ilan edecektir.
Bakış açısının ne kadar zengin bir pencere olabileceğini bizlere gösteren Çakır, Allah vermiş ki, Grimm Kardeşler’den sonra dünyaya gelmiş yoksa hayal edebiliyor musunuz Çakır’ın kaleminden Pamuk Prenses ve Yedi Cüceleri? Şöyle olurdu herhalde:
“Bir varmış, bir yokmuş. Uzak diyarların birinde bir kral ve onun şımarık mı şımarık bir kızı yaşarmış. Kendisine şefkatle yaklaşan üvey annesini bir türlü kabullenemeyen Pamuk Prenses bir gün evden kaçar ve ormanın derinliklerinde yaşayan Yedi Büyücü Cüce kardeşe ulaşarak üvey annesini yok etmek üzere planlar kurar. Üvey kızının evden ayrılmasına dayanamayan iyi kalpli Kraliçe ormanda Pamuk Prenses’i ararken karşısına büyücü cücelerden biri çıkar ve Prensesin elmayı çok sevdiğini eğer elindeki elmayı O’na verirse gönlünü kolayca alacağını ve O'nu eve dönmeye ikna edebileceğini söyler. Sihirli elmayı alan ve Pamuk Prenses'i aramaya devam eden iyi kalpli Kraliçe aslında elmanın zehirli olduğundan ve yiyen kişiyi 1 gün boyunca cansız kılacağından habersizdir. Ona bu oyunu oynayan şımarık Prensesin ise amacı Kraliçeyi babasının gözünde kötülemek ve sarayın tek hâkim kadını olmaktır. Bütün bunlardan habersiz Kraliçe sonunda Pamuk Prenses'i bulur ve elmayı kendisine vererek eve dönmeye ikna eder. Nihayet elmayı ısıran Prenses'in cansız bedeninin yere yığılmasıyla, ölüm haberi cüceler tarafından saraya ulaştırılır ve bunu duyan kral biricik kızını zehirleyen karısının öldürülmesine karar verir. Zavallı, iyi kalpli, masum Kraliçe ölünce saray tekrar kötü kalpli, şımarık Prensesin olur. Bir masal da böylelikle sona erer.”
Gökten üç elma düşmüş. Biri kesin bu hikâyeye inanan okuyucunun başına düşmüş olmalı, diğerlerinin önemi yok.
Bunca yıllık gazetecilik hayatında Türkiye gündemini, özellikle siyasi akışını çok yakından takip eden ve Kürt sorunu üzerine akla ilk gelen yazarlardan biri olan Çakır’ın yazının başında zikredilen soruya tereddütle yaklaşma lüksünün olduğunu düşünmüyorum. Açılım’a olan inancını saygıyla karşılıyorum ancak Türkiye’de var olan ‘adalet’ sorunu çözülmeden kimin ne dil konuştuğunun, il sınırının nerede başlayıp, nerede bittiğinin bir önemi olduğunu zannetmiyorum. Her şeyden önce adil yargılama sistemi oluşturulmalı ve ortam aydınlanmalı. Resmen neye inanacağımızı, kime güveneceğimizi bilmez haldeyiz. Böyle bir zulümde, nurun şansı var mıdır dersiniz? Keşke olsa.