Ağrı’dan AKP’ye, Erdoğan’a ve Kürt sorununa bakış
1017 Okunma, 5 Yorum
Ruşen Çakır - Vatan
Tayibet Erzen

Ruşen Çakır - rcakir@gazetevatan.com

11.06.2011

 

Ağrı’da, seçim kampanyasının son mitinginde Başbakan Erdoğan’ı dinliyorum. Birazdan kendisi kampanyanın son canlı yayınında, NTV’nin sorularını yanıtlayacak. 2004 yerel, 2007 genel, 2009 yerel seçimleri öncesinde ve son olarak 12 Eylül referandumu kapsamında NTV’de Erdoğan’a soru soran gazeteciler arasındaydım ve bunların hemen hepsinin ardından iki uçtan izleyicilerden, yani Erdoğan’ı seven ve sevmeyenlerden aynı anda, ama ayrı ayrı olumsuz tepkiler aldım. Sanırım bu sefer de öyle olacak çünkü Türkiye’de gazeteciliğe ve gazetecilere atfedilen anlamda çok vahim kaymalar yaşanıyor. Alabildiğine kutuplaşan ülkemizde bütün uçlar, gazeteciler ve medya kuruluşlarının taraf tutmasını dayatıyorlar. “Tarafsızlık” belli bir süredir “ayıp“, hatta “suç” gibi algılanıyor ve gösteriliyor.

AKP ve özellikle Erdoğan söz konusu olduğunda rakipleri sizden, kendi destekledikleri parti liderlerinin yapamadığını yapmanızı, onu sıkıştırmanızı, zor durumda bırakmanızı ve bu şekilde seçimlerin kaderinde, tabii AKP aleyhine etkili olmanızı bekliyor. AKP yanlılarının beklentisiyse Erdoğan’ı övmeniz, onun favori konularını “sorarak” kendisine gollük paslar atmanız. Yaklaşık bir saat sonra yayına gireceğim, Erdoğan’a neler soracağımı, kendisinden hangi cevapları alacağımı bilmiyorum ama bir kez daha iki kutubun birden öfkesini toplayacağıma eminim. Ne yapalım, işimiz bu!

Değişen roller

Bu seçim kampanyasının bence en ilgi çekici yönü CHP ve hatta MHP’nin, önceki kampanyaların aksine “laiklik”, “terör” gibi sert konuları geri plana itip ekonomik sorunları ve bunların çözümü için somut projelerini öne çıkartmaları; iktidar partisinin ve tabii ki özellikle Erdoğan’ın, kendi projelerine ek olarak ideolojik ve siyasi konuları gündemde tutmaya, buralardan hareketle polemikler yaratmaya çalışmasıydı. Yani rollerin değişmiş olmasından söz ediyorum. Öyle ki geçmişte Bahçeli ve hatta Baykal iktidar partisini, genel olarak Kürt siyasi hareketiyle, özel olarak PKK ve Öcalan’la işbirliği yapmakla suçlarken bugün tıpatıp aynı suçlamanın Erdoğan tarafından CHP, hatta MHP’ye yöneltildiğini görüyoruz. Hatırlayalım, Bahçeli 2009 yerel seçimleri öncesi Erzurum’da kürsüden Öcalan’ı asmak için ip fırlattığında büyük infiale neden olmuştu; bu kampanya dönemindeyse Öcalan’a idam konusunu sürekli olarak Başbakan ısıtıyor. Onun “Biz iktidarda olsaydık Öcalan’ı asardık” sözlerinin kolay kolay unutulmayacağını ve Kürt sorununun çözüm sürecinde sık sık karşımıza çıkacağını sanıyorum.

 

Devamı için TIKLAYINIZ.

 

 

Yorum:

Asıl Galip: Bağımsızlar!

Büyük gün sona erdi ve pek de sürpriz olmadığı gibi Ak parti en yakın rakibini ikiye katlayarak genel oyların %50’sini aldı. Buraya kadar herşey tamam, bu zaten beklenendi, peki şimdi ne olacak? Türkiye rahat bir nefes alacak mı?

Ne yazık ki henüz değil. Önemli olan Ak Partinin bundan sonra ne yapacağıdır, inanıyorum ki seçim vaadi olarak kalmayacak olan bir çok projesi hayata geçecek ve Türkiye ilerleyecek. Ama bunu dert etmiyorum, bu ülkede yollar ve köprülerden çok daha ivedi meseleler var. Gerçekleştirilebilecek en büyük değişim olan Anayasa değişikliği, bir çok insan gibi  benim için de kilit önem taşıyor. Ak Parti, anayasayı tek başına değiştirmesine yetecek olan 367 milletvekili sayısına maalesef ulaşamadı. Milletvekili sayısı 326’da kalan Ak Parti aslında bir nevi kayıp verdi. Oy oranı artmasına rağmen milletvekili sayısı düşen Ak Parti, bu fiyaskoyu YSK’ya borçlu. YSK’nın illerin nüfusuna göre düzenlediği yeni milletvekili kontenjanı şüphesiz ki en çok bağımsızların işine yaradı. Her ne kadar seçimden Ak Parti birinci olarak çıksa da bana göre asıl galibiyet bağımsızlarındır. Bu galibiyete BDP damgasını vursa da umulur ki, sonuçları düşünüldüğü kadar vahim olmaz. BDP zihniyetinin yıkıcı politikası ortadayken bu ülkedeki bırakın bir insana, sokakta aç kalmış bir kediye bile faydaları olmaz, zaten öyle bir dertleri de yok. O yüzden köklü değişimlere ihtiyaç var.

Benim umudum Anayasa idi. Gerçi hala öyle, ancak ne olacağı şimdilik belli değil. Başka bir partinin desteğine duyulan ihtiyaç bakalım Ak Parti’yi nasıl bir siyaset izlemeye itecek, daha da önemlisi gerekli ekseriyet sağlandığı durumda Anayasa değişikliği nasıl yapılacak? Neler referans alınacak? Başbakanın halka hazırlatılacağını iddia ettiği anayasayı ciddiye alınır bulmadığım gibi nasıl böyle bir yol izeleyebildiklerini de anlayabilmiş değilim. Halk iradesinin baz alınmasını(demokrasiyi) ön planda tutmak başka şey, sırf okunurken kolay analşılsın diye sokaktaki adama anayasa hazırlatmak başka şey. Böyle bir gerekçe ne kadar akli? Bu tıpkı gönlü olsun diye sokaktaki adama ameliyat yaptırıp, önemli olan insanlık, doktorlukta neymiş demeye benziyor. Toplumun geniş katmalarına yaptırıp, anayasacılardan son aşamada teknik yönden destek alacaklarını söyleyen Erdoğan, bu işi gerçekten ya hafife almış ya da insanları felakete sürükleyecek bir sona yol almış. Başka alternatiflerin(ilmi değeri olan gerçek alternatiflerden söz ediyorum, halk oylamalarını ve kişisel görüşleri alternatif olarak değerlendirmiyorum) de olabileceğini hatırlamakta-hatırlatmakta ve doğabilecek her fırsat için kolları sıvamakta fayda var.

 

Tayibet Erzen


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
13.06.2011
11:55

SEÇİM SONRASI...

Gece yorumları dinledim...

Sabah yorumları okumaya başladım...

Bu arada bazı arkadaşlarla telefon görüşmeleri yapıyorum; ilgin uyarı ve değerlendirmeleri var...

Son olarak

GÜRSOY EROL

arkadaşımız (milletvekili seçildi) ile görüştüm; karar verdik, en yakın zamanda ÜSTADI birlikte ziyaret edeceğiz, inşaallah...

AKP ilk seçimde 2003 ANAYASA değiştirecek çoğunluğu elde etmişti; o fırsatı değerlendiremedi...

Sonraki seçimde de halk yine fırsat verdi ama yine başaramadı...

Şimdi 326 ile bakalım neler yapabilecek?!.

Ruşen Çakır

'ın bugünkü yazısı, başlığından itibaren dikkatimi çekti; sonuca bu pencereden de bakılabilir:

Hoca’nın rüyasını talebesi gerçekleştirdi

Necmettin Erbakan

1990’ların ortasında

“Yoldan iki kişiyi çevirin; biri Milli Görüşçüdür, diğeri de olmayı bekliyordur”

dediğinde ülkenin çoğu gülüp geçiyordu. Yaklaşık 15 yıl sonra onun bir “rüya”, hatta “ütopya” olarak görülen bu sözleri, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki talebeleri tarafından hayata geçirildi. Tabii burada Erdoğan’ın “Milli Görüş gömleğini çıkardık” sözlerini unutmamak lazım. Ama unutmamamız gereken bir başka husus da Milli Görüş’ten doğan diğer iki partinin toplam oylarının ancak yüzde 2’yi bulması, yani gönülleri Milli Görüş’te olan seçmenin ezici bir çoğunluğunun bu gömlek çıkartmayı çok da fazla önemsemeyip AKP’ye yönelmiş olmasıdır. AKP’nin bu muazzam başarısının birçok nedeni var. AKP’nin 2007’deki yüzde 46.6 oyunun ana gerekçesi olarak 27 Nisan e-muhtırasının yol açtığı mağduriyet gösterilmişti ki hiç de yanlış bir tespit değildi. Fakat 4 yıl sonra, ortada herhangi bir mağduriyet yokken, hatta “mağdurlar mağrur oldu” iddiaları öne çıkarken yaşanan bu oy patlaması öncelikle her iki seçmenden birinin AKP iktidarından memnun olduğunu gösteriyor. İktidar partisinin Karadeniz ve İç Anadolu’daki hakimiyetini iyice pekiştirmesi ve buralarda MHP’yi marjinalize etmesi çok önemlidir. Yine AKP’nin sahil şeridinde, 12 Eylül referandumunda yaşamış olduğu hayal kırıklığından belli ölçülerde sıyrılmış olması, örneğin İzmir’de oylarını bariz bir şekilde artırması çok dikkat çekicidir. Sonuç olarak AKP’nin süregiden başarısını izah etmek için üretilen, “göbeğini kaşıyan adam”, “makarna, altın dağıtarak alınan oylar” gibi hiçbir inandırıcılığı olmayan iddialar artık mutlak bir şekilde tarihin çöplüğüne atılmıştır. AKP’nin başarısının nedenlerini ilerleyen günlerde daha detaylı bir şekilde tartışırız ama bugünlük son olarak Erdoğan faktörünün altını çizmekle yetinelim. AKP’nin yüzde 50’yi yakalamasında birinci derecede belirleyici faktörün Erdoğan olduğuna inanıyorum. Bu sonuç onun “halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı” olma arzusunu (ki ben böyle düşünüyorum) iyice kamçılamış olmalı...

Tayibet Erzen
13.06.2011
15:54

Erdoğan bilinçli ya da bilinçsiz olarak izleyeceği siyasetle Sayın Çakır'ı doğrularsa buna en çok Adil Düzen'e gönül verenler sevinir, sevinmeli. Erdoğan her ne kadar Milli görüş gömleğini çıkarsa da Adil Düzen, Milli görüşün üstünde bir görüştür ve o olmadan da gerçekleşebilir.

Madem ki asıl olan Adil Düzenin gelmesidir, o zaman bu uğurda çalışacak olan herkese, kimliğine bakmadan, destek olalım.

Tayibet Erzen
15.06.2011
13:19

Milli görüşün Kuran'dan olduğuna dair deliliniz nedir?

Reşat Nuri Erol
15.06.2011
16:42

İki Başbakanın iki Cenaze Namazı

(Milli görüşçüler ne yapmalı?)

Sadrettin Karaduman

15.06.2011 19381 kez okundu

Saadet Partisi GİK Üyesi ve İstanbul Eski İl Başkanı

Sadrettin Karaduman

yazılarıyla artık Ajans5.com'da Sene 1871… Eminönü Yeni Camide dönemin başbakanı (sadrazam) Mehmet Emin Ali Paşa’nın cenaze namazı kılınır. Yeni kapı Mevlevi hanesi şeyhlerinden Osman Efendi cenaze namazını kıldırdıktan sonra cemaate döner: Nasıl bilirsiniz merhumu? Diye sorar. Cemaatte çıt yok. Bir kez daha aynı suali tevcih eder. Gene kimseden ses çıkmaz. Bu defa soru şeklini değiştirir ve şöyle sorar: Sadrazamlık yapmıştı. Hariciye nazırlığı yapmıştı. Merhumu iyi bilirsiniz değil mi? Der. Ama nafile gene kimseden çıt çıkmaz. Mustafa Reşit Paşa’nın “Tanzimat fermanı”ndan sonra o da “Islahat Fermanı”nın baş aktörüdür. Bu milletin kendi değerlerinden ve 1000 yıllık tarihinden koparılıp “lider ülke” iken bu hale gelmemizde etkili bir rol üslenmiştir. Mustafa Reşit Paşa, ve Keçeci Zade Fuat Paşa ile birlikte hala acı sonuçlarını yaşamakta olduğumuz bozuk düzenin kurucuları olmuşlardır. Bu üçlünün ne yapmak istediği millet tarafından iyi algılanmış ve Onun içindir ki; cemaat onu tezkiye etmemiş, “iyi biliriz” dememişlerdir. Bu tablonun tek cümlelik özeti şudur: “Millet’in devletten kopuşu” Sene 2011… Fatih Camiinde 54. Hükümetin Başbakanı merhum Necmettin ERBAKAN hocamızın cenaze namazı kılındı. Ordu- Hükümet, Devlet-Millet Herkes oradaydı. Kendi tarihimizde benzeri görülmemiş Mahşeri bir kalabalık hüsn-ü şehadette bulundu, dualar eşliğinde onu uğurladı. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun. Milletimizin teveccühü ve vermek istediği mesaj şudur: “Devlet-millet kaynaşması” 1839 “Tanzimat fermanı” ile çatallaşan daha sonra, “Batı” istikametine doğru adeta “tek yön” olarak akan yol 1997 yılında “D8” in kuruluşu ile tarihi güzergah yeniden canlandırılmış ve Dünyaya ilan edilmiştir. Sultan Abdülhamid’in “İslam birliği” gayretleri 100 yıl sonra küresel bazda meyvelerini vermiş,158 yıllık yanlış işaretlenmiş yoldan geri dönüş başlamıştır. 1871 yılında batı medeniyetinin soğuk yüzünün temsilcisi milleti devletten koparmış, 2011 yılında kendi medeniyetimizin sıcak yüzü’nün nurlu temsilcisi milletle devleti bir araya getirmiştir. Kim ne derse desin; Bu bir milattır ve mesaj açıktır: Tarih kendi mecrasında akmaya başlamıştır. Bu akışı önlemeye kimsenin gücü yetmeyecektir. * Soğuk savaş döneminin sona ermesi ve tek kutuplu sisteme geçiş * Tarihin sonu * Medeniyetler çatışması * Yeni Dünya düzeni Adına ne derseniz deyin. Geliştirilen tezlerin tümü askıda kalmıştır. Bu tartışmalara girmeden üç cümle ile bu dönem şöyle özetlenebilir: 2000 yılı başında küresel güçlerce planlanan “yeniden yapılanma” süreci tamamlanamamıştır. BOP, BİP gibi planlar, programlar iflas etmiştir. Şu an Batılılarca yürütülen işgal provaları ve onların oluşturduğu kaotik planlar da netice vermeyecektir. 1973 seçimlerinin ardından nasıl MSP’siz hükümet kurulamadı ise, bu yüz yılın başında da Erbakan’ın tezleri dikkate alınmadan “yeniden yapılanma” süreci tamamlanamayacaktır. Küresel projelerde olduğu gibi ulusal ve iç siyasette de durum aynı. 12 Mart muhtırası ve MNP’nin kapatılması. 12 Eylül 1980 de yapılan askeri darbe, 28 Şubat 1997 post-modern darbe ve nice plan-projeler… Bunların tamamı dışarı ile irtibatlı bir şekilde Erbakan’ın önünü kesmeye, 1839 dan beri kopuk olan devlet-millet irtibatının önlenmesine yönelik hareketler olarak tarihe geçmiştir. 6 Kasım 1983 seçimleri Turgut Özal’ı tek başına iktidara taşıdı.3 Kasım 2002 seçimleri sonunda da Tayyip Erdoğan tek başına iktidar oldu. Üçüncü seçimden de iktidar olarak çıktı. Sadece iktidar partileri değil son zamanlarda kurulan partilerin tamamına yakını -her ne kadar redd-i miras’ta bulunmaya çalışsalar da- toplumdaki algıdan istifade ile hayatiyetlerini devam ettirdikleri bilinen bir gerçektir. Yani bu millet Erbakanla bir şekilde irtibatlı gördüğü kişilere itibar etmiştir. Bu yolun dışında zorlama koalisyonlar tutmamış, siyasi partiler de silinip gitmiştir. Geçmiş dönemlerde bir alim ciddi bir eser ortaya koyar, ondan sonra gelen alimler de o eseri şerh eden onlarca kitap yazarlar ve bu alimin ifadeleri iyice anlaşılır hale gelirdi. Hocamız –merhametinden olsa gerek- ortaya koyduğu eserin adeta şerhini de kendisi yazdı. Erbakan vefatından sonra daha iyi anlaşılmışa benziyor. Hocamızın vefatından sonra yerel, Ulusal, ve Dünya basınında 1000’in üzerinde makale yayınlandı, demeçler verildi, haber ve yorumlar yapıldı. Bunların tamamı müsbet yorumlandı ve Erbakan küresel etkileri olan bir şahsiyet olarak ele alındı. BUNDAN SONRA NE OLACAK? Takipçilerin, bu milletin, İslam aleminin ve ilgili herkesin atacağı adımlar şu muhtemel iki sonuçtan birini doğuracaktır: – Ya Dünyada iz bırakmış, bu kadar etkili olmuş fikirler 1 Mart 2011 de Erbakan’la birlikte mezara gömülmüş olacak, – Ya da bu fikirler uygulanarak, tarihin yeniden yapılmasında insanlığın hizmetine sunulmuş olacaktır. Şu andan itibaren herkesin çok dikkatli olması gerekiyor. Kimin, niyeti ne olursa olsun etkili ve yetkili kişilerin, -Erbakan Hocamızın 42 yıllık dava arkadaşları ve aile bireyleri de dahil- atacakları her adım yukarıda belirttiğimiz muhtemel iki yoldan birine hizmet edecektir. Onun içindir ki; herkes özverili bir şekilde şu konuların çözüme kavuşturulmasına yardımcı olmalı ve kurullar aracılığı ile camiamızın yeni dönemin şekillenmesine katkısı sağlanmalıdır. 1- Yüksek İstişare Kurulunun işlevi ne olacak? Merhum liderimizin 2008 kongresi öncesinde GİK, il başkanları, il müfettişleri ve il sorumlularının da hazır bulunduğu toplantıda açıkladığı temel prensipler gereği Lider, YİK, Genel başkan çizgisi devam ettirilecek mi? 2- Kongre ve Genel başkanlık seçimi nasıl yapılacak? 3- Geçmiş 42 yılın masaya yatırılması, sonuçlarının değerlendirilmesi ve gelecek dönemin kurgulanması için bir çalışma başlatılacak mı? Milli Görüşte ilk ayrışma 2001 de yaşandı. Hocamızın dava arkadaşları ve parti üst yönetimi neredeyse eksiksiz, tam kadro olarak Liderin işaret ettiği tarafa yönelmişlerdi. Partide herkes ayrılanlara karşı Hocamızın geliştirdiği dili kullanmıştı. Acaba şöyle bir kaç soru sorsak haddi aşmış olur muyuz? Bilmem. Ama ben tüm cesaretimi toplayıp bu soruları sormanın ve cevabını bulmanın bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz dava büyüklerimizi çok seviyoruz, ama, davamızı daha çok seviyoruz. 1- AK Partinin kuruluşundaki hassasiyet ve lidere sadakat HAS parti’nin kuruluşunda da ağabeylerimiz tarafından aynı ölçüde ortaya konulabildi mi? 2- 20 Ekim 2008 Büyük kongresi için genel başkanlık teklifinde aşırı ısrarcı olanların isabet etmedikleri ortadayken yukarıda belirttiğimiz ilk iki konunun çözüme kavuşturulması hususunda bu ağabeylerimizin tavrı ne olacak? 3- Bu dönemde sorumluluk taşıyanlar geçmiş dönemlerden daha dikkatli, daha müşfik, daha adil, kimsenin önünü kesmeden, herkesin katılımını sağlayan istişareye açık, oldu-bittiye getirildi yorumuna mahal bırakmayan, katılımcı ve şeffaf bir anlayışla hareket edebilirler mi? 4- Rutin teşkilat çalışmaları dışında önümüzdeki 40 yılı nasıl planlayabileceğimiz hususunda (milko temsilcileri, araçtırmacı, yazar, sosyolog, akademisyen v.s)’lerin de dahil edildiği bir takım çalışmalar yapılabilir mi? 40 yıllık müktesebatımızdan ve çizgimizden hiçbir şekilde ve hiç kimseye karşı taviz vermeden; Sadece Milli Görüş değerleriyle anlamlı olan Saadet Partisi, bu değerlere sıkı sıkıya bağlanarak kendisini yeniden inşa etmelidir. Erbakan, 20. yüzyılda bir anlamda kendisiyle özdeşleşen Milli Görüş hareketinin temel ilkelerini, yani aksiyomlarını, kendi medeniyet değerlerinden günümüze uyarlayarak ortaya koymuştur. Erbakan, hiçbir ideolojinin etkisinde kalmadan, Milli Görüş ilkelerini ortaya koyarken, ayrıca bunun ihtiyaçlara cevap verecek şekilde; sade, anlaşılır ve uygulanır olmasına da özen göstermiştir. Bu güne kadar herkesin itaat ettiği, içeriden kimsenin itiraz etmediği, son sözü söyleyen biri vardı. Şimdi o imkandan mahrumuz. Yeni dönem planlanırken; Yönetenlerle yönetilenler ilişkisini, korku ve vehimler üzerine değil, güven esası üzerine kurmaya özen göstermeliyiz Yönetmeye talip olduklarımıza güvenmeden ve değer vermeden başarının gelmeyeceğini bilmemiz lazım. Farklılıkları bir arada yaşatabilmek, yönetmenin en önemli vasfıdır. Teşkilat olarak birbirimizi anlamamak veya yanlış anlamak gibi bir lüksümüzün olmadığına inanıyoruz. Dışlama, mahrum bırakma gibi yanlış yollara sapmadan, Objektif kriterlere dayalı, sürdürülebilir, sağlam, ikna edici, kalıcı ve itimat besleyen bir geleneğin yerleşmesi ve gelişmesi için çaba göstermeliyiz. En ciddi konulardan, en basit ve gündelik sorunlara kadar, istişareyle aldığımız her kararı uygulamaya çalışmalıyız. Önemli hiç bir konuda istişaresiz ve izinsiz adım atmamalı. Hiç kimse kendisini müstağni görmemeli. Eleştirileri büyük bir saygıyla ve değerini küçümsemeden dinleyip gereğini yapmaya çalışmalıyız Geleceğimizi emanet edeceğimiz genç jenerasyonu çok iyi eğiterek, onların önünü açarak, yeni kadrolar yetiştirmeye çalışmalıyız. Olmazsa olmazlarımızın başında yerinde ve sürekli eğitim çalışmaları olmalıdır. Bunun için Sandık bölgesi eğitim halkaları oluşturup bu eğitimleri hayatımızın bir parçası olarak sürekli hale getirmeliyiz. Hiç birimiz kendimizi yeterli görüp bu çalışmalardan uzak kalmamalıyız. Bu çalışmalar Genel başkandan üyelerimize kadar herkesi kapsamalıdır. Bu eğitim çalışmalarının sayısız faydaları olmakla birlikte ben üç faydasını sizlerle paylaşmak istiyorum. 1. Şahsımız ve ailemiz; İçi boş günlük politik mülahazalardan kurtularak kulluk bilincine varacak ve dava çalışmalarında daha şuurlu ve istikrarlı bir yapı kazandıracaktır. 2. Toplumu şuurlandırma ve taban kazanma; Yıllardır içine düştüğümüz kısır döngüden kurtularak (Haftanın 4,5,6 günü) toplanıp dağılmanın ötesine geçemeyen toplumla kopuk bir teşkilat yerine, her hafta yapacağımız sandık bölgesi eğitim toplantılarına komşu ve yakınlarımızı da davet ederek onlarında şuurlanması ve bilinçlenmesini sağlayacak böylelikle toplumla bütünleşeceğiz.42 yıllık mücadelemiz göstermiştir ki biz toplumla birebir ilişki kurup onları şuurlandırmadan başarıya ulaşamıyoruz. Bu her şeyden önce peygamberin (sav) mesajını topluma ulaştırma yöntemidir. Onun kutlu ashabının hepsi bu çalışmalarda yetişmiştir. En etkili ve kalıcı yöntemdir. Şu an hala yeryüzünde en geniş tabanlı hareketlerin çalışma ve tebliğ yöntemi de budur. Ve merhum liderimiz 40 yıl bize ısrarla sandık bölgesi çalışması dedi, ne yazık ki büyük bir kısmımız onun koyduğu bu temel prensibi anlayamadık. Tamamen iş işten geçmemiştir. Allahın izni ile biz ihlasla ve azimle bu çalışmaları başlatır ve devam ettirirsek 3-5 yıl içerisinde eskisinden daha güçlü ve kalıcı birşekilde geri dönebiliriz. Zira çınarın kökü duruyor sadece suya, güneşe ve birazda titiz bir bakıma ihtiyaç var. Bunlarda sürekli eğitimle mümkündür. 3. Eğitimli ve üstün ahlak sahibi teşkilat mensubu; Yapılacak bu eğitim faaliyetleri bizi kalifiye teşkilat mensubu bulma açmazından da kurtaracak, böylece tabandan yukarı doğru sürekli eğitimli kadrolar yetişerek hareketimizi gelecek nesillere daha emin ellerle taşıyacağız. Teşkilat yapısı içerisinde her şeyin kurallara bağlanmasını, vazedilen kurallara herkesin uyması gerektiğini yazılı hale getirmeliyiz. 12 Haziran seçim sonuçlarını da dikkate alarak geleceğe yönelik ciddi plan ve programlar yapmalıyız. Allah (cc) bizleri istikamet üzere daim kılsın duası ile…

Reşat Nuri Erol
17.06.2011
04:43

Yusuf Kaplan

yenisafak 17 Haziran 2011 Cuma

Politika tanrısı ve "şehadet" sanrısı

Başbakan Erdoğan'ın ve AK Parti'nin üçüncü dönem oylarını artırarak yeniden tek başına iktidara gelmesi, önemli ve tarihî bir olay, tabiî ki: Türkiye'deki anormal düzen/eğ/in kafasını karıştırdığı; yapay, elitist, dışlayıcı, burnundan kıl aldırmayan, milletin burnundan getiren "dengelerini" alt üst ettiği; halkın iradesinin idareye vaziyet etmesinin yollarını açtığı için umutlanmak, sevinmek ve rahat bir nefes almak; dolayısıyla bunu başaranları da kutlamak, "Allah utandırmasın, şaşırtmasın, yollarını açık etsin" demek gerekiyor, elbette ki. *** Ancak ben burada dip dalgada alttan alta işleyen, her şeye sirayet eden, duyarlıklarımızı aşındıran, hayatımızı çölleştiren tehlikeli bir gidişe dikkat çekmek istiyorum: Politikanın kutsanmasına... Ve her şeyin politikaya indirgenmesinin, değerli her şeyi değersizleştirmekle, tarumar etmekle sonuçlanacağı yakıcı gerçeğine... Bunun ilk işaretleri, iktidara, neredeyse bütün sütunlarda ve ekranlarda "yıkama-yağlama fasılları"nın geçilmesinde kendini gösterdi. Yazılanları, söylenenleri görünce, ürktüm, irkildim, midem bulandı... Oysa ortada ağır bir yük ve yükümlülük var; bu yükün nasıl hakkıyla taşınabileceği, yükümlülüğün nasıl bihakkın yerine getirilebileceği, Türkiye'nin kangrene dönüşen hayatî sorunlarının nasıl hâl yoluna konulabileceği gibi daha esaslı meseleler var, üzerinde kafa patlatılması gereken. Önce siyaset'ten başlamak gerekiyor konuşmaya... *** Önceden tek otorite, hegemonya ve meşrûiyet kaynağı vardı: Kilise. Tanrı, Kilise'ydi Avrupa'da, İsa-Mesih değil. Çünkü İsa-Mesih, Kilise'de tecessüm ve tebeddün ediyordu. Kilise'nin yerini, modernlikle birlikte, tek otorite, hegemonya ve meşrûiyet kaynağı olarak, tek düzenleyici, her yerde hâzır ve nâzır, tek kâdir-i mutlak olarak Siyaset aldı. *** O hâlde, nedir modern insan? Homo politicus'tur; yani "politik hayvan"dır. Düşünme yetilerini yitirmiş, "düşmüş" bir isyankâr! Peki, neye isyan ediyor, modern insan? Tanrı'ya, elbette! Niçin? "Tanrı, benim" demek için! *** Modernliğin tanrısı, siyaset; dini, sekülerizm'dir. Siyasetin önü ne kadar çok açılırsa, sekülerizmin yolları da o kadar çok genişler, kolları ise o kadar çok yayılır her yere. Modernlik, siyaset üzerinden tanrılaşan insanın Tanrı'yla pazarlık yapması demektir. Sekülerizm ise, dünyayı, -siyaset tanrısı'nın hükümranlığını ilan ettiği, hükmünü icra ettiği- bir "pazaryeri"ne çevirmek... Modern insanın bu "pazaryeri"ne şiddetle ihtiyacı var: Çünkü modern insan, her şeyi "satar", her şeyi "satılık bir nesne"ye çevirir; her şeyi "tüketir". Tüketerek varolur ya da varolacağını zanneder. Oysa, ne kadar çok tüketirse, o kadar çok tükenir; o kadar çok çölleşir ruhu. Ah bir bilebilse, bir anlayabilse bunu! Bu gerçek, her şeyin siyasete irca edilmesiyle, siyasetin tek merci olarak belirlenmesiyle zımnen teyit edilmiş olur: Ekonomi politikalarından, turizm politikalarından, kültür politikalarından, para politikalarından vesaire sözediyor olmamız, politikanın, "her şey" katına yükseltilmesinin kaçınılmaz bir sonucudur: Politika her şeye sirayet etmiştir: Öyle ki, cinsellik bile, spor bile politiktir, politikadan bağımsız değildir artık! Politika, elbette ki, hayatın bir gerçeğidir; ama yalnızca bir gerçeğidir, tek gerçeği değil! Modernleştikçe politikleşirsiniz; politikleştikçe sekülerleşirsiniz; sekülerleştikçe hayatınızda -küçük tanrıcıkların hayatınızın merkezine yerleştikleri- ayartıcı, baştan çıkarıcı, sizi insanlığınızdan uzaklaştırıcı, vicdanınızı, duyarlığınızı, duyargalarınızı anlamsızlaştıran, işlevsizleştiren, yok eden panteon'lar / puthâneler icat edersiniz: Para, iktidar, kariyer, cinsellik bu panteonun en gözde tanrıcıklarıdır. *** Mümin olduğumuzu, şehadetimizle ifade ve ifa ederiz: Allah'tan başka Tanrı olmadığına, Hz. Peygamber'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederek. Dikkat buyurulsun lütfen: Efendimiz'in kulluğu, elçiliğinden önce gelir ve önceliklidir. Çünkü Allah'a kulluk, insanın en yüce varoluş makamıdır. Kulluk makamının, insanı insan yapan, insanı yücelterek asil bir varlık katına yükselten yegâne varoluş mertebesi olduğunu görebilmek, kavrayabilmek için ille de Müslüman olmaya da gerek yok artık. Çünkü Allah'a kul olmayan insan, bütün büyük psikanalistlerin (örneğin Lacan'ın) bütün büyük düşünürlerin (örneğin Nietzsche'nin), bütün büyük sanatçıların (örneğin Dostoyevski'nin) özenle vurguladıkları gibi, Tanrı inancını yitirdiği andan itibaren başka her şeyi tanrılaştırmanın, başka her şeyin kulu olmanın yolunu, önünü açmaya başlamış demektir. O yüzden, her şeyi siyaset'te bitirmekle, kendimizi bitirdiğimizi; hakikati, politika tanrısına kurban ettiğimizi; şehadeti, sanrıya dönüştürdüğümüzü ve sanallaştırdığımızı görebiliyor muyuz, merak ediyorum doğrusu.





Sayı: 104 | Tarih: 12.06.2011
Mahir Kaynak
Ne vaat etmeli?
Sermaye ile hesaplaşmak!
1791 Okunma
14 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
Evren'i sorgulayan savcılara tek soru
Darbe
1120 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Ahmet Taşgetiren
O şarkının iktidarı
Aynı Dağın Dikeniyiz
1078 Okunma
6 Yorum
Zübeyir Erol
Ruhat Mengi
‘Ekmeğin karneyle alındığı’ dönem de vardı!
Basında taraf
1046 Okunma
1 Yorum
Vahap Alma
Mehmet Şevket Eygi
İyiliği Desteklemez, Kötülüğü Kösteklemezsek İşin
İşin başı televizyonlar
1033 Okunma
1 Yorum
Emine Hocaoğlu
Ruşen Çakır
Ağrı’dan AKP’ye, Erdoğan’a ve Kürt sorununa bakış
Asıl Galip: Bağımsızlar!
1017 Okunma
5 Yorum
Tayibet Erzen
Zülfü Livaneli
ilk notlar
seçimden sonra tufan mı?
1017 Okunma
1 Yorum
Ali Bülent Dilek


© 2024 - Akevler