Hocaların Hocası Ali Yakup Cenkçiler Hoca - 2
Önceki yazıda dedik ki:
“Hocaların Hocası” Ali Yakup Cenkçiler Hocamız Mayıs ayı sonlarında vefat ettiğine göre; bu haftaya “Hocaların Hocası Ali Yakup Hocayı Anma Haftası” diyelim…
Böyle dedikten sonra da onu anmaya başlayalım ve bu anmayı da bu sefer Mustafa Atalar’ın “Hocamla Yıllarım / Ali Yakup Cenkciler’in İlim ve Fikir Dünyası” başlıklı kitaplarının birinci cildinde yazdıklarından yararlanarak yapalım…
Kaldığımız yerden devam edelim…
“O, yeni devir, postmodern kitle kültürünün, bütün dünya insanlarını, toplumlarını, bu arada da bizim milletimizi ve toplumumuzu nasıl alıklaştırdığını, aptallaştırdığını, şapşallaştırdığını, iğdiş ettiğini, hiçbir şey düşünemez, hiçbir şeye inanamaz hale getirdiğini en iyi görüp değerlendirebilenlerden biriydi. İnsanların âdeta delirdiği, çıldırdığı; aklını, ruhunu, dinini, imanını, vicdanını kaybettiği, insanlığını unuttuğu bir dönemde; başta kendi insanlarımız olmak üzere bütün insanlığı, imanımızın, irfanımızın, inanç ve ideallerimizin, ortak değerlerimizin çatısı altında toplamaya, kurtarmaya, kuşatmaya gayret eder; bunu da imanının, bir Müslüman olarak görev ve sorumluluk bilincinin bir gereği görürdü.
Çünkü O’nun gözünde takvâ demek; manevî sorumluluk sahibi olmak, ‘iman ettim’ demenin gereğini, görev ve sorumluluklarını tam olarak yerine getirmeye çalışmak demekti.
Mensubu olmakla iftihar ettiği, milletimizin, medeniyetimizin, kültürümüzün, dinimizin, devletimizin iç ve dış düşmanlarını, bunların bize karşı el birliği içinde uyguladıkları kültürel ve entelektüel soykırımları, bu kirli ve çirkin savaşta kullandıkları yol ve yöntemleri çok iyi bilirdi. Onların taktiklerini, haberimiz bile olmadan bize nerelerden ne tür saldırılar düzenlediklerini, ne bilinmedik cephelerde ne gizli savaşlar yaşandığını, hangi yenilgileri yaşayıp, nelerimizi kaybettiğimizi en iyi bilenlerinden biriydi.
O, ömrü boyunca bu destansı savaşların ve mücadelelerin, pasif bir seyircisi olmadı.
O, canını, bütün varını, ömrünü ve her şeyini adadığı bu kutlu yolun, dâvânın ve idealin gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemeyen gözü kara bir fedaisi, aktif ve efsanevî bir savaşçısı, yiğit bir mücahidi, meçhul ve gerçek bir kahramanı olmuştu.
O, dünyanın dört bir yanında maddî ve manevî soykırımlara uğrayan milyonlarca insanımızla beraber her gün milyonlarca kez ölür ölür dirilirdi. Onların hepsinin derdini, tasasını, acısını onlarla beraber kendi içinde yaşardı.
O, yitiklerin feryadına koşmaya, feryat edecek sesi bile kalmamış çaresizleri arayıp bulmaya, yollarını kaybetmiş olanları ve bütün şaşkınları tekrar yola koymaya, eğrilenleri doğrultmaya, yamulanları düzeltmeye, kültürel soykırımla bunamış, hâfızaları silinmiş insanlarımıza yitik dünyalarını yeniden hatırlatmaya çalışan bir şifacıydı.
O, felaketlere ve uçurumlara doğru koşturan kalabalıkları bu uğursuz yol ve gidişatlarından çevirebilmek için önlerine atılıp kollarını makas gibi açarak durdurmaya çabalayan, onları gaflet uykularından uyandırabilmek için kendini yerden yere vuran fedakâr ve cefakâr bir uyarıcıydı.
O’nun davası, bu milletin şuursuzlarını şuurlu, imansızlarını imanlı, ahmaklarını akıllı, sapkınlarını doğru yolu bulmuş, câhillerini bilgili kılmaktı.
Çünkü O inanıyordu ki, ancak o zaman, bu milletin âcizleri muktedir, zayıfları kuvvetli, açları tok, fakirleri zengin olabilir ve mazlumları da zâlimlerin tasallutundan kurtulabilir.
Cehenneme dönmüş bu dünya da cennete dönüşerek bambaşka, çok daha güzel ve yaşanabilir bir yer haline gelebilirdi.
Ali Yakup Hoca, öyle ömrünü sadece kitap sayfaları arasında geçirmiş sıradan bir kitap kurdu, tanıdık, bildik, kuru bir bilgi ve malumat sahibi, alışılmış hoca, ya da ilim ve fikir adamı tiplerine hiç benzemezdi...”
(DEVAMI VAR)