|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri EROL resaterol@akevler.org |
EYLÜL 2010 |
|
|
|
Şeker’in tadı kaçtı!
Reşat Nuri EROL
03.09.2010
Köy, taşra, tarım, hayvancılık, yem, tarım sanayii, fabrika, işsizlik ve istihdam deyince “Şeker Fabrikaları” akla gelir ama; bizim önerdiğimiz şekliyle ‘ÖZERKLEŞTİRME’ değil de maalesef ‘özelleştirme’ yani -bu köşede defalarca yazdığım üzere- seksen yıllık birikimleri sekiz yılda içten veya dıştan ‘birilerine peşkeş çekme’ ve ‘babalar gibi satma’ tehlikesi deyince de “Şeker Fabrikaları” akla geliyor.
Satılanlar satıldı, gidenler gitti, geride çok az şey kaldı.
Ve sonunda sıra maalesef “Şeker Fabrikaları”na da geldi veya getirilmek isteniyor!
Öyle olunca da Şeker’in tadı kaçtı!
‘Tarım’ çöktü, ‘hayvancılık’ çöktü, ‘yem üretimi’ çöktü, ‘istihdam’ çöktü; bunlar çökünce tarım kesiminin yaşadığı yörelerde ‘işsizlik’ patladı, ülke genelinde ‘ithalat’ patladı, eski tarım ülkesi Türkiye ‘tarım ürünleri ve et/hayvan ithal eder hâle getirildi’ ve sonunda son darbeyi vurmak üzere sıra “Şeker Fabrikaları”nın satılmasına geldi!
Öyle olunca da Şeker’in tadı kaçtı!
Özelleştirme İdaresi öteden beri Türkşeker A.Ş’nin elindeki 25 şeker fabrikasına gözünü dikmiş durumda… Kendince mâkul(!) ‘özelleştirme’ gerekçeleri ileri sürüyor… Ama her nedense bizim ve ülkemizdeki âkil insanların önerdiği ‘özerkleştirme’ önerilerimizi bir türlü nazarı itibara almıyor!.. Acaba neden, neden, neden?!. Gizli veya aşikâr, küresel sömürü sermayesinin ve uluslararası şeker kartellerinin oyunlarını ve baskılarını gördükçe, burnumuza pis kokular geliyor, aklımızın ve ağzımızın tadı kaçıyor…
Öyle olunca da Şeker’imizin tadı kaçtı, kaçıyor!
***
‘Şeker’ dışında, şeker pancarı ve şeker pancarından yapılan değişik gıdalarla ilk tanışmam, Kosova’dan Türkiye’ye hicret ettiğimiz ilk yıllara (1957-58) dayanır. Kayseri ile Yozgat arasındaki Boğazlıyan’da, büyük amcamız Cemal Amca’nın arazileri ağırlıklı olarak şeker pancarı ekiliydi. Pancar sulama günlerinde veya pancar toplama mevsiminde ben küçük bir çocuk olarak büyüklerimin ve annemin yanında pancar tarlalarındaydım.
Altmışlı yıllardaki orta ve lise tahsili dönemimde, okul veya özel olarak Burdur Şeker Fabrikası’na defalarca gittiğimi hatırlıyorum; hayatımda ilk defa fabrika gezdim!..
Daha da önemlisi, yetmişli yıllarda bir müddet Akevler Kooperatifi’mizin başkanlığını yapan eski senatör ve eski Uşak Şeker Fabrikası Müdürü Remzi Güres ağabeyimizin anlata anlata bitiremediği fabrika yöneticisi olduğu yıllardaki hatıralarını hatırlıyorum.
O Uşak Şeker Fabrikası ki; Alpullu’dan sonra 1926 yılında ikinci olarak kurulmuştu ve devletleştirildikten sonra Remzi Güres ağabeyimiz müdür olarak atanmıştı.
***
Şeker ve şeker pancarı sadece benim değil; dünyaya geldiğimiz andan itibaren hepimizin enerji kaynağımız, tatlı gıdalarımızın tatlandırıcısı, ağzımızın tadı, çok önemli temel gıdamız. Şeker Fabrikaları köyümüzün, köylümüzün, çiftçimizin, tarımımızın, hayvancılığımızın, şeker ve yem sanayimizin, ilk sanayileşmemizin, işçilerimizin, velhasıl çok yönlü istihdamımızın ana merkezleri. Yani; şeker pancarı ve şeker fabrikalarımız ülkemiz açısından aynı zamanda stratejik bir önemde, bundan dolayı da iç ve dış saldırılara maruz kalıyor. Hep söylüyoruz, yazıyoruz, bıkıp usanmadan hatırlatıyoruz: Yöneticiler ve siyasiler olarak beceriksizlikleriniz sebebiyle ‘iflas’ ettiyseniz, halkın malını ‘özelleştirme’ adı altında birilerine peşkeş çekmeyin, halkın malını ‘ÖZERKLEŞTİRME’ ile yine halka verin.
Uzun lafın kısası; yöneticilerimiz ve siyasilerimiz bu kadar önemli bir konuda adeta hıyanet veya en hafifinden gaflet içinde oldukça, üzülmemek elde değil.
Öyle olunca da Şeker’imizin tadı kaçtı, kaçıyor!
***
Çatışmadan ‘çare’ye
Reşat Nuri EROL
04.09.2010
Önce tesbit: Son beş asırdır dünyaya hâkim olmaya başlayan “küresel tekel sömürü sermayesi” bugüne kadar elde ettiği gücünü kullanarak, ülkelerdeki siyasi güçleri çatıştırma ve bu yolla dünyayı “tek sermaye devleti”ne götürme hayalindedir.
Bunu gerçekleştirmek için dünyanın her tarafındaki ülkelerde “iç çatışmalar” oluşturulmuştur; bir tarafta “iktidar” diğer tarafta “muhalefet” ve çatışmalar, sürekli çatışmalar, bitmeyen çatışmalar...
Bu arada uluslararası çatışmaları hatırlatmaya gerek var mı?
Türkiye’ye bakalım; ülkemizde de durum farklı değildir.
Bir tarafta “iktidar” olduklarını zannedenler…
Diğer tarafta sözde “muhalefet” yapanlar…
Her iki taraf da ne yapıyor?
Sadece birbirlerine sataşıyorlar, çamur atıyorlar, itişiyorlar, çatışıyorlar ve daha bilmem ne arsızlıklar yapıyorlar; böyle yaparak vatandaşları sorunlarıyla baş başa bırakırken, küresel tekel sömürü sermayesinin ekmeğine yani sömürüsüne yağ sürüyorlar.
***
Tesbite devam:
Bizi yani vatandaşı ilgilendiren ana sorunlarımız için “çare ve çözüm” yok!
Plan ve proje çağında devlet ve yerel yönetimlerle ilgili “plan ve proje” yok!
Bütün dünyada ve ülkemizde çöken sistem/ler için herhangi bir alternatif “sistem ve düzen” yok!
Zulme dönüşen yargı düzeni için “etkin, saygın ve adil bir yargı” mekanizma önerisi yok!
Tarım ve hayvancılığından ekonomi ve sanayideki her türlü üretim alanına kadar “topyekün çöken ekonomiye çare ve çözüm” yok!
Ülke borçlarımızın bırakınız anaparası, “fahiş faizler”den oluşan her an, her gün, her ay, her yıl ödenen milyarlarca dolardan kurtulmak için “herhangi bir niyet ve çaba” bile yok!
Varlığıyla övündüğümüz genç nüfusumuza yeterince “aş, iş, eş/ev ve eğitim” yok!
Sekiz yıldır iktidarda olanların anayasa çoğunluğu var ama ne “iktidardakilerin” ne de “muhalefettekilerin” hâlâ otuz yıllık darbe anayasasına “alternatif bir anayasa teklifleri veya hazırlıkları” bile yok!!!
Sözümüz iki tarafa; “iktidar cephesinde” de yok, “muhalefet taifesinde” de yok!
Allah aşkına söylesenize; AKP, CHP, MHP, BDP ve diğerleri ne diyor?!.
Var olan “dertlerimize deva”, her türlü “sorunlarımıza çare” var mı?..
Yok, yok; bu iki “yok”tan nasıl bir “varlık” ve “hayır” olacaksa...
Söylesenize; “çatışmak”tan başka ne yapıyorlar, ne?..
Sorunlarımıza bir çare ve çözümleri var mı?..
***
Çare: “ADİL DÜZEN”de pek çok sorun “yerinden yönetim” ile çözülecek.
Yeryüzü yüze yakın “bağımsız ulusal devletler” şeklinde oluşacak ve devletler dış güvenliği sağlayacak.
Her “devlet” yüze yakın bağımsız “il”e bölünecek, iller “sosyal grup” anlayışına dayanacak ve görevleri “iç güvenliği sağlamak” olacak.
Her il yüze yakın “bucak” şeklinde ayrılacak, bucaklar “ocak yapılanması” anlayışına dayanacak, bucağın sosyal yapıdaki yeri “birlikte çalışma prensipleri” üzerine olacak ve “hukuki yapı” burada kurulacak.
Her bucak yüze yakın “ocak/apartman” yönetimi şeklinde ayrılacak, bucağın sosyal yapıdaki yeri “birlikte yaşama prensipleri” üzerine olacak, birlikte istedikleri yaşama fonksiyonunu icra edecek, ocakların yapısı akrabalığa veya sözleşmeye dayanacak.
Bütün bunları
“ADİL DÜZEN” ve
“ADİL EKONOMİK DÜZEN” gerçekleştirecek.
Küresel sömürü sermayesinin çatışmacı sömürüsü böyle bitirilecek.
“Çatışmacı zihniyet”ten “çare ve çözüm anlayışı”na geçilecek.
***
Sorunları kavramak
Reşat Nuri EROL
07.09.2010
Sorunları çözebilmek için her şeyden önce sorunların kökenine inmek, iyi bakmak ve iyi görmek gerek. İyi ve sağlıklı ‘teşhis’ olmadan ‘tedavi’ yapılabilir mi?
Yapılamaz.
Nitekim yapılamıyor.
Sorunları asıl sebepleri kavranıp anlaşılmadıkça, varlıklarını sürdürmek bir yana, giderek büyümekte ve artık devletimizin bekasını tehdit etmektedir.
Birkaç soru soralım:
-Ülkemizdeki bir kısım sorunların sebepleri nelerdir, nerelerden kaynaklanmaktadır?
-Doğu ile batı, köyler ile kentler arasında sağlıklı ve adil bir denge var mı?
-Kent merkezleri ile varoşlar aynı hizmetleri alabiliyorlar mı?
-Gelir dağılımı adil mi, fırsat ve imkan eşitliği var mı?
***
Doğu’ya bakalım, bölgedeki vatandaşlarımızın ekonomik ve sosyal durumunu gözden geçirelim. Bölgenin durumunu derinlemesine incelemeye gerek kalmadan bile anlamak ve kavramak mümkün. Ekonomik olarak bölgenin ülke geneliyle bütünleşmediğini herkes çok iyi biliyor. Aileler kalabalık, çocuk sayısı fazla ama bölgede eğitim ve iş fırsatları yeterince yok. Bölgesel ilişkilerden çok sınır ötesi ekonomik ilişkiler ve her türlü kaçakçılık. Yüzlerce yıllık feodal ve kültürel yapı ‘şeklen’ kendini koruyor olmasına rağmen, ‘özünü ve ruhunu’ yitirdiği için çok yönlü olumlu fonksiyonlarını icra etme kabiliyetini yitirmiş. Bölge sosyal ve ekonomik açıdan ülke bütününden izole bir durumda varlığını sürdürme çabasında.
Tamam, sınırlar siyasidir ve ülkenin güvenliğini korumak amacıyla konmuştur.
Siyasi sınırlara bir diyeceğimiz yoktur ama ekonomideki sınırlamalar ve sınırlar, tamamen küresel sömürü sermayesinin sömürü aracıdır.
Kaçakçılık siyasi değil ekonomik sınırların sorunudur.
Ekonomik sınır kalkmadıkça kaçakçılık var olacaktır.
Düşünsenize; sınırları aşıp ülkenin batısındaki ülkelere ulaşmak kolay, batısındaki ülkelere ulaşmak zor veya yasak!
Bu zorluklar veya yasaklar var olduğu sürece bölgede ekonomik kalkınma nasıl sağlanacaktır? Ekonomik faaliyetlerin ve fırsatların olmadığı bir yer nasıl kalkınacaktır?
***
Sorunların sebebi olarak kimilerince ‘feodal yapı’ görülmekte ve gösterilmektedir.
Feodal yapı, geçmişi yüzlerce veya binlerce yıla dayanan doğal ve normal bir yapıdır.
Çağımıza gelindiğinde anormal olan nedir?
Çağımızdaki anormallik ‘soya dayanan yönetim’ şeklinin henüz ‘yerel yönetimlerde demokratik yönetim’ şekline ulaşmamasıdır.
Bu sorun sadece bu bölgenin değil, bütün ülkenin sorunudur. Ülkenin sadece doğusu değil; batısı, kuzeyi, güneyi, her yeri yerel yönetimlerde ne kadar demokratiktir ki, doğudaki feodal yapının kusurları görülüyor.
Küresel sermaye ağaları sömüreceğine, yerel ağaların sömürmesi çok daha iyidir ve bu ağalar maalesef bütün ülkeyi ve dünyayı sömürmektedirler.
Sadede ve sorunun çözümüne gelelim:
Sadece bu bölgede değil ülkenin bütünündeki her türlü ‘ağalar’ sömürüsünün yerini ‘bilgeler’ almalıdır.
Geçmişte bölgenin ülke bütününden izole olması alt yapının henüz ulaşmamasından dolayı idi. Alt yapı kısmen ulaştı. Kentleşme sayesinde izolelik son buldu.
Günümüzdeki sorun, sadece bu bölgede değil, bütün ülkede ve dünyada, tarımın henüz sanayideki uygarlaşmayı başaramamış olmasıdır.
Son bir hatırlatma: Bu köşede yazdığım “çözüm” yazılarında dedik ki, “genel hizmet kurumları” ile ekonomik ve sosyal sorunlar çözülmüş olacaktır.
Bütün mesele ‘sorunları kavramak’ ve ‘gerçekten çözme iradesine sahip olmak’tır.
***
Refah ve saadet
Reşat Nuri EROL
12.09.2010
Biz ne diyoruz?
Bütün mesele ‘sorunları kavramak’ ve ‘gerçekten çözme iradesine sahip olmak’ diyoruz. Nitekim ‘sorunları kavramak’ başlıklı yazımızda bunları yazdık.
Sorunları çözmek için bunlar yeterli midir?
Yeterli değildir.
Yeterli olması için tesbit ve teşhisten sonra ‘çare ve çözümlerin de doğru ve isabetli olması’ gerekir.
Mesela, ülkemizin en sorunlu bölgesi neresidir?
Doğu!
Bu bölgede ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlar var.
Çözüm için sunulan bir öneri şöyle: Bölgedeki ‘feodal ilişkiler’ terk edilmeli ve bu ilişkiler ‘kapitalist ilişkilere’ dönüştürülmeli.
Hâlbuki bu öneri kesinlikle çözüm değildir. Yönetimi feodaliteden yani ağalardan alıp kapitalist sisteme yani sömürü sermayesi sistemine vermek sömürüyü artırmaktan ve güçlendirmekten başka bir şey değildir.
Bu önerinin çözüm olmadığını anlamak için tarihe bakalım.
Tarihte insanlar ve dünya önce ‘din’ ile (din adamları) yönetildi. Sonra dinin yerini ‘siyaset’ (saltanat ve krallık) aldı ve din siyasetin emrine girdi.
Sonra ‘ekonomi’ (yani kapitalizm ve sömürü sermayesi) yönetmeye başladı; ekonomi dine ve siyasete hâkim oldu.
***
Çağımızdaki tüm ıstıraplar, acılar, sorunlar, çözümsüzlükler işte bugün varılan ve bütün dünyayı sarıp sarmalayan bu sağlıksız yapılanmadan ileri gelmektedir. Bunu anlamaz ve kavramazsanız, sömürü sermayesinin sömürüsünü görmezseniz; siz sorunu kavramamış demeksiniz. Doğru ‘kavrayış ve teşhis’ yoksa, ‘çözüm ve tedavi’ de yoktur.
Tek cümleyle, ‘Türkiye’yi sömürü sermayesine teslim edelim ve kurtulalım’ deniyor! Bu arada ‘sadece kültür alanındaki tedbirler, mesela Türkçe öğretmeye çalışmak anlamsızdır, dil günlük yaşamdan bağımsız olarak öğrenilemez’ deniyor.
Biz diyoruz ki:
Türkçe devlet dili olarak var olacak. Her vatandaş Türkçe öğrenmeli ama her ilin, her bucağın, hattâ her ocağın kendi özel dili olabilir, olacak. Bağımsız il, bağımsız bucak, bağımsız ocak örgütlenmesi kültür farklılaşmasını sağlayacak. Bütün bu kültürel zenginlikler sayesinde muasır medeniyetin fevkine hep birlikte ulaşılacaktır.
***
Diyorlar ki:
Mevcut yapının, diğer bir deyişle ilkel tarım ekonomisinin geliştirilmesi yani köylüyü köyünde kalkındırmak ve kültür farklılığını ortadan kaldırmak bir yana, daha da güçlendirir. Ayrıca kültürel değişimi sağlamaya çalışmak anlamsızdır. İnsanları bir arada tutan şey kültür ve soy benzerliği değil, tek bir yapıda güven ve refah içinde olmalarıdır.
Bu tesbitlerde doğru yönler olmakla birlikte, önemli eksikler ve yanlışlar vardır.
Biz diyoruz ki:
Ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak bağımsız örgütlenme ‘sosyal yapıda örgütlenme’ olup insanlara saadet sağlar.
İnsanlar bu sistemde istedikleri gibi yaşarlar.
Semt, ilçe, bölge ve kıtalar olarak örgütlenme de ‘ekonomik örgütlenme’ demektir.
Her örgüt birimlerinin her biri adeta birer ‘hücre’ olarak canlının içinde yer alacaktır.
İnsanlara refahı ve saadeti sadece ve sadece bu yapılanma modeli getirebilir.
İnsanlar birlikte çalışıp ortak olarak ürettikleri ürünleri adil bir şekilde paylaşırlar ve kazançlarını elde ettikten sonra ayrı ayrı yaşarlar.
Refah ve saadet bir kumaşın iki yüzü gibidir.
Refah ve saadet birlikte olurlarsa ve dayanışırlarsa varlıklarını sürdürürler.
Sadece refahın yeterli olduğu varsayımı sömürü sermayenin varsayımıdır.
Refah ve saadet birlikte olmalıdır.
***
Referandum bitti ama…
Reşat Nuri EROL
14.09.2010
Referandum oldu bitti, sonuç ortada; hayırlı olsun!
Ama Türkiye’nin bütününde ve özellikle e Güneydoğu’daki sorunlar da ortada ve çözüme kavuşturulmadığı sürece var olmaya devam edecek…
Referandum Türkiye geneline nisbetle Güneydoğu’daki tehlikeli durumu bir kere daha gözler önüne serdi; gidişata bakılırsa, çözümlenmediği müddetçe sorun giderek büyümek üzere var olmaya devam ediyor…
Önemli bir görüş şöyle: Güneydoğu’da izlenen politikaların en büyük yanlışı insanlardaki “güven ve refah” arayışını sağlamak bir yana, maalesef daha kötü bir duruma getirmesiydi.
Ayrıca halkın feodal düzendeki ağalığa bağımlılığının yerini zenginleşen kişilerin desteğine muhtaç olmaları almıştı. Yani sıradan insanlar hiçbir zaman “birey” hâline gelemedi.
Eğer “ağa”nın yerini “kapitalist zengin” alırken “köle”nin yerini kendine özgü geliri olan “işçi” alsaydı durum çok faklı olurdu. Oysa “devlet” ağanın yerini alıp bazı kişileri kendi kölesi yapmayı tercih etti ve “köy koruculuğu”nu kurdu.
Görüş böyle!
***
Bu görüşte “tesbit ve teşhis” olarak doğrular var ama; “çare ve çözümler” bir yana, tesbit ve teşhislerde bile önemli ve fahiş eksikler veya yanlışlıklar var.
Tesbitteki doğruluk şu:
Görüş sahibi sonunda bizim kırk senelik anlayışımızı kabul etmiş; ‘kölelik işçiliğe dönüştürülmüştür’ diyor. Ama devamında fahiş bir hata yapıyor ve ‘biz ağaların kölesi olmaktan çıkıp sermayenin kölesi olmalıydık’ demeye getiriyor!
Biz ise kırk senedir, ‘işçilik köleliği yerini ortaklığa yani “ortak çalışan”a terk etmelidir’ diyoruz ama “sayın profesör” dâhil “bütün siyasiler” duymamazlıktan geliyor!
Bu görüşün sahibi ülkemizin önemli bir ekonomi profesörü ve gazete yazarı, bizi de biliyor ama acaba bizim “Alternatif FAİZSİZ BANKA / Selem ve Kredileşme” kitabımızı yani bir bütün olarak sistemimizi tetkik etti mi, kitabımızı okudu mu, değerlendirdi mi?
Büyük bir ihtimalle okumadı, incelemedi, değerlendirmedi…
Oysa Allah insanlara her söze kulak verilmesini ve kendi içtihatlarına uymasını emreder.
İşte, hakka ve hakikate kulaklarını tıkayanlar, “ADİL EKONOMİK DÜZEN” sistemini görmemezlikten gelenler böyle yanlış önerilerde bulunur ve fahiş hatalar yaparlar!
Oysa “köle işçi” değil “ortak çalışan” sözkonusudur ama...
***
Evet, referandum bitti ama sorunlar, ülkemizdeki ana sorunlar ve özellikle de Güneydoğu’daki sorunlar var olmaya, bu arada adım adım ülke geneline yayılma tehlikesi arz etmeye devam ediyor…
Bu vesileyle unutmadan bir soru soralım:
Sahi, sekiz yıldan beri “anayasa çoğunluğu” ile iktidar olan hükümet, halkı böylesine yarım yamalak referandum maddeleri ile oyalamak yerine, “gerçek ve bütün bir anayasa” getirmek için nerede?!.
Mevcut iktidar sorunları çözer diye hayal edenlere, geçmiş yıllardaki siyaset anlayışlarını sürdürmeye ve çözüm üretmemeye devam ederlerse, derim ki:
Hadi canım “sen” de, hadi canım “siz” de!
Sonuç:
Referandum bitti ama halkımızın ana sorunları var olmaya devam ediyor…
Ülkemizin insanlığa örnek olacak yeni bir anayasa ihtiyacı devam ediyor…
Ne zamana kadar devam ediyor?
“Millî Görüş” gömleğini çıkarmayanlar ve “ADİL DÜZEN”i inkâr etmeyenler iktidar oluncaya kadar.
***
Heey, iktidardakiler!
Reşat Nuri EROL
15.09.2010
Referandum günlerini yaşadık ve bu vesileyle “Güneydoğu sorunu” ile bir kere daha yüzleşmek zorunda kaldık.
Referandum sonuçlarını gösteren harita çok şeyler ifade ediyor; anlayanlara!
Evet, referandum bitti ama ülkemizin ana sorunları ile birlikte “Güneydoğu sorunu” var olmaya devam ediyor; çözümlenmedikleri sürece de var olmaya devam edecekler…
Biz sorunların sebepleri üzerinde durmaya devam edelim.
Görüş şöyle: Bölgeye yönelik bir politika oluşturulmadı ve olay sadece “terör olayı” gibi algılanarak sorunun çözümü askerlere bırakıldı. Siyasetçileri askerin yönlendirdiği iddiası doğru değildir. Eski bir Genelkurmay Başkanı’nın “Başbakan ‘tak’ emreder ben ‘şak’ diye yaparım!” sözü hatırlardadır. Güneydoğu’daki sertlik politikasının hükümetlerin eseri olduğunu son günlerde emekli bir amiralimiz de ifade etmiştir.
***
Evet, görüş böyle ama anlatılanlar doğru değil.
Neden doğru değil?
Doğru değil çünkü Güneydoğu’daki politikayı Türkiye yürütmüyor ki!
Görüş sahibinin benzetmesi ile ifade edelim:
“Başbakan” değil, “Sömürü sermayesi ‘tak’ diye emreder, Türkiye ‘şak’ diye yapar!”
Bunun sorumlusu ne mevcut siyasilerdir, ne de askerlerdir.
Bunun sorumlusu yıllardan beri Türk halkına “demokrasi” diye yutturulan çağ dışı kalmış “faizci ekseriyet sistemi”dir.
Bu çağ dışı sistemle bu kadar!
Bu vesileyle hatırlatalım:
Referandumda kabul edilen maddelerle ülkeye “demokrasi” geleceğini zannedenler, sadece kendilerini aldatırlar. İyi biline; çare “ADİL DÜZENE Göre İNSANLIK ANAYASASI” çalışmamızdır.
Türkiye’ye “ADİL DÜZEN” gelmedikçe, iktidarda kim olursa olsun, herkes mevcut hükümetin ve askerlerin yaptığını yapacaktır. Terör sorununun ve bütün sosyo-ekonomik sorunlarımızın çözümü için bizim tavsiyemiz “ADİL DÜZEN”in öğrenilmesi ve uygulanmasıdır. Bu arada yine bizim “FAİZSİZ BANKA” ile birlikte iki ciltlik büyük boy “İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” kitaplarımızın dikkatlice okunması, anlaşılması ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Biz nice on yıllardan beri bıkıp usanmadan sabır ve sebatla hep söylüyor ve yazıyoruz ama; maalesef Erbakan Hoca’dan başka kimse söylenenlerle ilgilenip değerlendirmiyor.
***
Sömürü sermayesi ordusu güçlü devlet istemez.
Sömürü sermayesi iktidarı güçlü yönetim istemez.
Sömürebilmek için zayıf ve istikrarsız iktidarlar ister.
Sömürebilmek için ekonomik yokluklar içinde kıvranan güçsüz ordu ister.
Sömüreceği ülkede bu şartları oluşturmak için elinden geleni yapar ve sömürdükçe sömürür, sömürdükçe sömürür; aynen Türkiye’de olduğu gibi.
Sonuç: Türkiye ya genel olarak “ADİL DÜZEN”i ve özel olarak “ADİL EKONOMİK DÜZEN”i uygulayarak bu saldırı ve sömürüyü önleyecek; ya da Osmanlıların akıbetine uğrayacaktır. Türkiye mevcut “faizci ekseriyet sistemi” ve referandumlarla sadece boşu boşuna vakit kaybediyor.
Heeey, iktidardakiler veya iktidarda olduğunu zannedenler; neredesiniz?!.
***
İşsizliğin sebebi ‘işçilik sistemi’dir
Reşat Nuri EROL
16.09.2010
İlk insanlar arasında başlangıçta ‘aile ekonomisi’ vardı. Aile fertleri birlikte işyerlerine gider, birlikte çalışıp meyve toplar, elde ettiklerini birlikte tüketirlerdi.
Avcılık döneminde ise sadece genç ve güçlü erkekler avlanmaya gidebildi; kadınlar, çocuklar ve yaşlılar evde kaldı. Bu dönemde birlikte üretim yani avlanma ve sonunda bölüşerek ailede ayrı ayrı tüketim yapılmaya başlandı.
Daha sonraları köleler de çalıştırılır oldu. İlk uygarlaşma köleler sayesinde mümkün oldu.
Sanayileşme döneminde köleler yeterli olmadı, güya ‘kölelik’ kaldırıldı ve onun yerine ‘işçilik’ geldi veya ‘işçilik sistemi’ adı altında insanlar köleleştirildi.
Bugünkü konumuz ‘işsizliğin ana sebebi’ olan işte bu ‘işçilik sistemi’ olacaktır.
İşçilik sisteminde işverenler vardır, bunlar işçileri çalıştırır ve onların ücretlerini öderler. Yirminci yüzyılın sonlarına gelindiğinde hiç kimse kendi ürettiğini tüketmiyordu. Herkes birilerinin işçisi olmuştu. İşverenler bile artık işçi idiler; sermayenin veya devletin işçisi yani kölesi idiler. Yöneticiler de artık işçi/memur olmuş, maaş almağa başlamışlardı.
İşte ‘işsizlik sorunu’ insanı köleleştiren bu ‘işçilik sistemi’ ile başladı.
***
Çalışan emek sahibine yani ‘işçi’ye işini ‘işveren/patron’ veriyor. Bu işveren ya özel sektör (kapitalizm) veya devlet sektörü (sosyalizm/komünizm) oluyor.
İşveren işçinin imkânını, birikimini, eğitimini, gücünü bilmiyor.
Sistem gelişigüzel kimselere herhangi bir işi veriyor. İşçi kendisine verilen işi başaramıyor, işvereni veya patronu zarara sokuyor.
Zarar altından kalkılamayacak seviyelere çıkarsa ‘iflas’ gerçekleşiyor, işyeri veya fabrika kapanıyor, sonunda yöneticilerle birlikte işçinin kendisi de işinden oluyor, işini kaybediyor.
İşçinin kendisi de hangi işi yapacağını bilmiyor. Ben bu işi yaparım, yapabilirim veya yapacağım zannıyla o işi yapmaya girişiyor, sonuç elde edilemeyince işvereni zarara sokuyor, işyeri iflas edip kapanıyor, kendisi de işini kaybediyor.
Gerek işveren, gerek işçi, gerek yönetici konumunda olanlar, başka çareleri olmadığı için bile bile gelişigüzel iş vermeye ve bu şartlarda çalışmaya devam etmekte, işçiler de her işi güya yapmayı veya yapabilmeyi sürdürmektedirler.
Sonuç olarak ‘işçilik sistemi’ sebebiyle zoraki ekonomik hayat sürüyor…
Çekişmeli, çatışmalı ve boğuşmalı bir iş hayatı sürüyor...
Ne zamana kadar sürüyor veya sürecek?
İşçilik sistemi tamamen çökünceye kadar sürüyor, sürecek!
***
Çağımızdaki ‘işçilik sistemi’ sorunları çözemediği için kapitalizm, sosyalizm, karma ekonomi gibi değişik sistemler uygulanıyor ve işler, iş hayatı, ekonomi her geçen gün biraz daha karmaşıklaşıyor.
Bu ekonomik sistemlerin hepsi sorunları ‘işçilik sistemi’ içinde çözmeye çabalıyor.
Yani hastalığın bizzat mikrobu ilaç olarak kullanılıyor!
Böylece mesele giderek sarpa sarıyor, iyice çözümsüzleşiyor.
Sistemin içindekiler sendikalar kuruyorlar, ‘işveren sendikaları’ ve ‘işçi sendikaları’ kuruyorlar, ‘grevler’ ve ‘lokavtlar’ yapıyorlar ama bütün bunlar ‘işsizlik sorununu’ çözmüyor, çözemiyor; aksine sistemin çarpıklığı sebebiyle daha çok işsizliğe zorluyor.
Bu arada grevlerle ve lokavtlarla çalışanların çalışmalarına da mâni olunuyor. Sendikalar işverenlerin veya işçilerin haklarını korumak yerine, baskıcı gruplarla işbirliği yaparak işçilerin ve işverenlerin sömürülmelerine hizmet ediyor.
Velhasıl; işsizliğin ana sebebi ‘işçilik sistemi’dir.
Bu önemli sorunun çözümleri gelecek yazıda.
***
İşsizlik sorununun ÇA-RE ve ÇÖ-ZÜ-MÜ
Reşat Nuri EROL
17.09.2010
Önceki yazımda ‘işsizlik sorunu’ üzerinde durdum ve bu sorunun ‘işçilik sistemi’ ile başladığını; işçilik sistemi tamamen çökünceye kadar da bu sorunun hep süreceğini yazdım. Bizim temel anlayışımıza göre; sadece ‘teşhis’ yapmak yetmez, bu müzmin sosyo-ekonomik hastalığın ‘tedavi’ reçetelerini de sunmamız gerekir. Nitekim yazımın sonunda dedim ki; bu önemli sorunun çözümleri gelecek yazıda. Bize göre; özellikle birilerinin veya kahir çoğunluğun yaptığı gibi ‘sorunları sadece gündeme getirmek’ yetmez, ayrıca ‘çare ve çözümleri’ de önermek ve arz etmek gerekir.
Bir hatırlatma daha: Biz çare ve çözümleri hep sunuyoruz ama âh bir de kör, sağır ve dilsiz ‘siyaset sultanları’ bir duyabilse, bir görebilse!
Her neyse, biz yine de işsizlik sorunu ile ilgili radikal ve reel çözümlerimizi sunalım.
Hak ve hakikat adına hakkı söyleyip/yazıp gerçekler deryasına atalım; balık hafızalı birileri duyup görmese bile, Hak ve halk biliyor, görüyor ve duyuyor ya; bize O yeter!
***
- Ekonomide tekelleşme olmamalıdır. İşveren ve işçi sendikaları ortadan kaldırılmalı, her türlü sendika ağalıkları sona erdirilmelidir.
- İşverenler çoğaltılmalıdır. İşçiler çok işyeri alternatifleri arasında kendilerine uygun iş bulabilmelidir. İşçiler de ‘çağdaş köle’ olmamalı ve serbest kalmalıdır ki, işverenler kendilerine uygun işçi bulabilsinler.
- İşyerleri tanımlanmalıdır. Yapılacak işin mahiyeti bilinmelidir. Her işe bir numara verilmelidir. O iş literatürlerde bilinmelidir.
- Kişiler hangi numaralı işi yapabiliyorlarsa imtihanla tesbit edilmelidir. İşçilere ‘şu şu numaralı işleri yapabilir’ diye ‘sertifika’ verilmelidir. O işi kaçıncı derecede yapabildiği tesbit edilmelidir. İşçilerin bu sertifikalı ehliyeti ‘teminatlı’ olmalıdır. İşçi bu işi yapmazsa o teminat veren kurum zararı ödemelidir.
- Bundan sonra işverenler işleri internette yayınlayarak işçi aramalıdır. Bu ilanda işin numarası yazılmalı, ayrıca hangi tarihler içinde yapılabileceği belirtilmelidir. Ücreti de işveren tesbit edip ilan etmelidir. İşçi de boş zamanlarını ve yapabileceği işleri, ücret miktarını belirleyip işveren gibi ilan edebilir.
- Sonra işçi veya işveren internete gidip tuşa basarak anlaşma tamamlanmalıdır. Bu en az bir günden önce yapılmalı ve ertesi gün o anlaşma yerine getirilmelidir.
- İş yapılmaz veya bozuk yapılırsa, hemen ‘hakemlere’ (hakimli mahkemelere değil) gidilmeli ve zarara sebebiyet veren mahkum edilmelidir.
- Zarar dayanışma ortaklığı tarafından giderilmektedir. Zarar verene yapılacak yaptırım dayanışma ortaklığı tarafından uygulanmalıdır.
- İşçilerin sigortasını firma yapmayacak, işçilerin kuracakları kooperatifler sosyal güvence ile ilgili yapılması gerekenleri yapacaklardır. İşverene bu kooperatifler işçilik faturası keseceklerdir.
***
Bu sistemin çalışması için ‘çalışma/emek kredisi’ işçilere verilecektir.
İşverenler işçi bulurlarsa bunların kredilerinden yararlanacaklardır. Yani işçi ücretini alacak, işveren borçlanacaktır. İşçilere ‘emek kredisi’ verildiği gibi ‘ham madde kredisi’ de verilecek, bu kredilerini kendilerini çalıştıran işverenlere kullandıracaklardır.
Böylece işçi ile işveren arasında ‘adil bir denge’ kurulmuş olacaktır.
İşçi bulan ve işi bilen kimseye ‘faizsiz ve icrasız kredi’ verilecek, mamul maddeyi ne zaman satarsa, o zaman kredisini kapatacaktır.
Demek ki bu sistemde ‘sermaye ekonomisi’ değil ‘emek ekonomisi’ hâkim olacaktır.
Marx ve sosyalistler bunları yapmak istemişler ama başaramamışlardı.
İslâmiyet, İslâm ekonomisi ise 1400 sene evvel bu sistemi insanlığa sunmuştur.
Müslümanlar nerede?
***
Pembe tablo aldatmacası
Reşat Nuri EROL
18.09.2010
Referandum neden yapıldı, gerçek bir anayasa yapmak varken, ‘birkaç göz boyayıcı maddenin yanında içinde çok tehlikeli maddeler barındıran referandum neden yapıldı’ diye hep düşünmeye devam edelim…
Bundan sonra yaşanacak olan çok yönlü süreçleri dikkatlice izlemeyi sürdürelim…
Malum olduğu üzere, gizlenen gerçeklerin zamanla ortaya çıkma gibi özellikleri vardır ve halkımızdan değişik varyasyonlarla gizlenenler elbette günü gelince ortaya çıkacak, gerçekler anlaşılacaktır; o zamana kadar gelişmeleri dikkatle izlemeye ve feraset üzere uyanık olmaya devam…
Bu hatırlatmam hep aklınızda olsun; zaman zaman lazım olacak!
Referandum meselesi bir yana, biz yine klasik ekonomi gündemimize dönelim.
***
Pembe tablonun özeti şöyle:
Türkiye büyüyor işsizlik azalıyor… Ekonomide yılın ilk yarısında sağlanan yüzde 11’lik büyüme, istihdama da yansıdı. İşsizlik, Haziran ayında yüzde 10,5’e geriledi. 2009’un aynı ayına göre işsiz sayısı 518 bin kişi azalırken, bir yılda 1 milyon 541 bin kişi de yeni iş buldu. İş dünyası, büyümenin devam etmesi hâlinde işsizlik oranının tek haneye düşebileceğini belirtiyor.
Bir kısım çalışma arkadaşlarımızla oluşturduğumuz ‘ekonomik konular grubumuz’ var, özellikle ekonomi ile ilgili çok yönlü meseleleri aramızda paylaşıyoruz. İsmail K. arkadaşımız son gelişmeleri şöyle değerlendirmiş: Hükümet üst üste ekonomik verileri açıklıyor; işsizlikte ciddi bir düşüş var, GSMH’da artış var, büyüme beklenenden yüksek çıktı, bütçe açığında azalma var.. vs vs.
Bütün bunlar neyi gösteriyor; yine pembe tablolarla mı karşı karşıyayız, yalan rüzgarları mı esiyor?..
Referandum kavgası bittikten sonra, şimdi sıra normalleşmede diyor, Yaşar Süngü (Yeni Şafak): İş dünyası ve siyaset gerçek gündeme dönmeli; yani, ekonomiye, üretime ve işsizliğe... Moralleri yükselten veriler şöyle: Yüzde 10,3 büyüme ile dünya üçüncülüğü, Haziran’da yüzde 10,3’e düşen işsizlik, sanayide 463 bin kişinin iş bulması, bütçe açığının yüzde 54’e gerilemesi, vergi gelirleriyle görülen iç talepteki canlılık, sanayi üretiminde yedi ayda yüzde 14,3 büyüme, ihracatçı sektörlerde üretimin 2007’deki seviyeye ulaşması, reel kesim güven endeksinin 2008 Haziran ayı seviyelerine çıkması ve enflasyondaki düşüş eğilimi. Sadece biz değil, hükümet yanlısı Yaşar Süngü bile, bu aldatıcı pembe tablonun kalıcı olması ve sürdürülebilmesi için de aşağıdaki risklerin bertaraf edilmesi gerektiğini hatırlattıktan sonra, ekonomideki riskleri şöyle sıralıyor:
-Sanayi üretimi Temmuz’da tek haneye düştü.
-Çift haneli büyüme yılın ikinci yarısında sürmeyebilir.
-Cari açık hızlı yükseliyor.
-İthalattaki yüksek artış ihracatın ithalatı karşılama oranını düşürüyor.
-Son bir yılda her 100 kişiden sadece 36’sı iş bulabildi.
-Doğrudan yabancı yatırım yılın ilk yarısında yarı yarıya azaldı.
-Bir yıldan az bir süre kalan seçim öncesinde mali disiplinin sürüp sürmeyeceği.
-İşsizlik hâlâ hem dünyanın hem de Türkiye’nin en büyük sorunu olmaya devam ediyor.
***
Küreselleşen ve küçülen dünyada küresel krizlerden ve gelişmelerden etkilenmemek mümkün değil.
Pembe rakamlar Türkiye’de 6 milyon işsiz olduğunu söylüyor; biz ise daha önceki işsizlik yazılarımızda hatırlattığımız üzere, çalışabilen nüfusumuzun yarısının yani yaklaşık 16 milyonun işsiz olduğunu yazdık.
Sadece Türkiye’de değil, dünyada da durum hiç de pembe görünmüyor.
Yine bize göre gerçek olmasa da, uluslar arası bir resmi rakam örneği verelim.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) açıklama yaptı:
2007 yılında etkisini göstermeye başlayan küresel ekonomik kriz sürecinde işsiz sayısı 34 milyon kişi arttı. Dünya genelinde şu anda 210 milyon kişi işsiz bulunuyor.
Kapitalist sistemde işsizlik hep artıyorsa, pembe yalanların hiçbir değeri yoktur.
***
Akıl tutulması ve FİYASKO
Reşat Nuri EROL
20.09.2010
Dünya etrafında cereyan eden düzende veya güneş sisteminde ‘güneş tutulması’ veya ‘ay tutulması’ olduğu gibi; insanlarda da ‘akıl tutulması’ olabiliyor.
Batmakta olan Batı Medeniyeti’nin veya sürekli olarak ‘sosyoekonomik krizler’ hem de ‘küresel seviyede krizler’ üretmekte olan ‘kapitalizm’in peşinden gitmek; şu anda çökmekte olan ve bir müddet sonra tamamen çöküp yıkılacak olan AB ve ABD’nin peşine takılıp onların BM, NATO, IMF, DB (Dünya Bankası) vs kurumlarından medet ummak, ‘akıl tutulması’ndan başka ne ile izah edilebilir ki?!.
Hele hele ‘Millî Görüş Gömleği’ni çıkararak, ‘ADİL DÜZEN / ADİL EKONOMİK DÜZEN’i ise tamamen ‘inkâr ederek’ yapılmaya çalışılan diyaloglar, görüşmeler, birliktelikler, eş başkanlıklar ve hepsinden daha önemlisi Irak, Filistin, Afganistan, Pakistan ve diğer ülkelerdeki ‘vahşi katliamlar’ ile birlikte durmamacasına sürdürülen ‘faizli vampir kapitalist sistemin sömürüleri’ ile nereye kadar; nereye kadar?!.
Bütün bu politikalar ve uygulamalar tek kelimeyle ‘FİYASKO’ değil midir?
***
En yakın geçmişe bakalım, daha doğrusu dibimizdeki komşumuz Irak’ta son birkaç yılda yaşananlara bir göz atalım:
‘Irak’ta kitle imha silahları var’ yalanı ve ‘Irak’a demokrasi getiriyoruz’ palavrası ile bir milyondan fazla Müslümanın vahşice katledilmesi…
Haksız bir şekilde başlatılan ve vahşice sürdürülen ‘işgal ve savaş’ sebebiyle birkaç milyon Iraklının ülke içine veya ülke dışına ‘göç etmek’ zorunda bırakılması…
Geride kalanlara yapılan insanlık dışı muamelelerle tecavüz edilmesi, haksızca hapsedilmesi, şimdiye kadar akla gelmeyen işkenceler yapılması, yaşayan birkaç neslin mahvedilmesi ve asgari insanlık haklarından bile mahrum edilmesi…
‘Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olması gereken bir ülke’nin, küresel sömürü sermayesinin taşeronları tarafından en fakir ülkelerden biri hâline getirilmesi, ekonomisinin çökertilmesi, hâlen de vahşice/vampirce kanının ve de petrolünün son damlasına kadar sömürülmesi…
İnsanlığın ilk medeniyeti olan Mezopotamya Medeniyeti’nin kurulduğu topraklarda, çağdaş medeniyeti temsil ettiğini iddia eden ‘çağdaş vahşiler’ tarafından bütün maddî ve manevî medeniyet değerlerinin çok yönlü talan edilmesi…
Irak’taki vahşi katliamlar ve vampir sömürürler ile ilgili olarak yazılacak ve hatırlatılacak daha pek çok şey var ama; ‘akıl tutulması’ belasına müptela olmayan ‘salim akıl sahipleri’ için bu kadar ‘hatırlatma’ da yeter!
***
İşte Irak’a yapılan bu zulüm ve katliamlara ortak olmak için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne “1 Mart (2003) Teskeresi” vermek ‘akıl tutulması’ değil miydi?
Adana’daki İncirlik Üssü’nden kalkan uçakların yaptıkları binlerce sortilerle yani saldırılarla Irak’taki milyonlarca Müslüman kardeşimizin katledilmesine veya yaralanmasına karşılık üç maymunları oynayanlara yazacak tek kelime bulamıyor; o kelime veya kelimeleri de siz değerli okuyucularımın mü’min ferasetine bırakıyorum.
Filistinli kardeşlerimiz için güya feryat edenler, Iraklı kardeşlerimize yapılanlar karşısında neden suskun; neden?!.
Bu durumu sadece ‘akıl tutulması’ veya ‘FİYASKO’ kelime ve kavramları ile dile getirip hatırlatmak yetmeyecektir.
Daha başka kelimeler kullanmak gerek ama benim dilim/kalemim onları söylemeye ve yazmaya varmıyor.
Bu sabah aslında başka şeyler yazmak üzere bilgisayarımın başına oturmuştum ama olmadı. 12 Eylül 1980 mağduru olarak ülke dışına çıkmak zorunda kaldığım dönemde, yedi yıl aralarında yaşadığım Müslüman Arap kardeşlerimin mağduriyet ve mazlumiyetleri aklıma gelince, bu gerçekleri bir kere daha hatırlatmalıydım; ibret ve gereği için hatırlattım...
“Sen hatırlat, hatırlatma mü’minlere fayda verir.” (Kur’an âyeti)
***
Batan Batı’nın peşinde…
Reşat Nuri EROL
22.09.2010
Son iki yazımda ne dedim?
‘Pembe tablo aldatmacası’ dedim; ‘Akıl tutulması ve FİYASKO’ dedim ve kendimce gerekçelerimi yazdım. Aslında bu gerekçeleri sadece ben değil, aklıselim sahibi pek çok yazar da görüyor ve yazıyor. Bugün o yazarlardan sadece ikisinden örnekler vereceğim ki ikisi de hükümet yanlısı yayın yapan gazetelerden.
‘Amerika Osmanlı gibi mi batacak?’ yazısında (Yeni Şafak, 16.9.2010), Sonbahar mevsimine de girilmiş olması vesilesiyle, İbrahim Karagül anlayanlara önemli ve vurucu hatırlatmalarda bulundu: “Sonbahar’da çöküş” korkusu gerçek mi oluyor? ABD ve Avrupa’dan gelen son işaretler, aslında ertelenmeye ve örtbas edilmeye çalışılan o korkunun ne kadar gerçek ve yakın olduğunu bir kez daha gösterdi. Yunanistan, Portekiz, İtalya, İspanya gibi Güney Avrupa ülkelerini vuran krizin bu sonbaharda çok daha şiddetli hissedileceği, Merkez ve Kuzey Avrupa’yı da etkisi altına alacağı, sadece şirketlerin değil devletlerin batışının bile muhtemel olduğu gerçeği, son birkaç ayda maharetle gündemden uzaklaştırıldı. 2009’da ABD’yi vuran krizin üstesinden gelindiği gibi gerçeklikten uzak söyleme de aynı maharetli çalışmayla inandırıldık. Oysa gelişmeler bunun tam tersiydi ve bu artık gizlenemez boyuta ulaştı... / ABD’nin bu yılki bütçe açığı 1.3 trilyon dolar. Geçtiğimiz 1.41 trilyon dolar idi. Gelecek yıl ise 1.42 trilyon dolar olması bekleniyor. ABD’nin borcu resmi rakamlara göre 13.3 trilyon dolar. 2018 yılında borcun gayri safi millî hasılanın yüzde doksanına ulaşması bekleniyor… / Boston Üniversitesi’nden ekonomi profesörü Laurence Kotlikof inanılmaz vahim bir tablo koyuyor ortaya. “Resmi borç miktarını boş verin, gerçek borç 202 trilyon dolardır” ve gerçek borcun söylenenin 15 katı olduğunu iddia ediyor. ABD’nin bu kadar borcu ödemesi için hiç olmadığı kadar para basmak zorunda kalacağını ve arkasından 1. Dünya Savaşı sonrası Waimar Almanya’sı gibi olağanüstü enflasyonla yüzleşeceğini söylüyor... / Önümüzdeki on yıla bütçeyi dengeleyecek bir planla giremezse Amerikan gücünün çökebileceği söyleniyor. Bu tür hesapları yapanlar, bugünkü ABD yönetiminin içinde bulunduğu şartları Habsburg ve Osmanlı imparatorluklarının ekonomik çöküşüyle kıyaslıyor. Daha doğrusu bugünler imparatorlukların (İngiliz, Fransız, İspanya ve Osmanlı) çöküş hikâyeleriyle birlikte tartışılıyor... / Geçtiğimiz yıl ABD’deki krizden sonraki iyimser tahminlerin yanıltıcı olduğunu ısrarla vurguladık. Bu yılın sonbahar, kış aylarında Avrupa’nın çok ciddi sarsıntılar geçireceğine işaret ettik... / ABD ve Avrupa, küresel ekonomik kriz konusunda hiçbir ciddi adım atmadı, krizi sadece erteleme yolunu tercih etti...
Türkiye, işte bu ABD ve AB’nin peşinde kuyruk, batan bu Batı’yı örnek alıyor!!!
ASKON Başkanı Mustafa Koca geçen gün önemli bir uyarı yaptı: “Bizim dikkat çektiğimiz özel bir konu var. O da rehavete kapılarak, sadece olumlu taraflara odaklanarak müzmin sorunlarımızı görmezden gelmek gibi bir hataya düşülmemesidir. Örnek olarak söylemek gerekirse, CARİ AÇIK geçen yılın aynı dönemine göre üç kat artmıştır…”
İbrahim Öztürk ise bugünkü ‘Cari açık-1’ yazısında (Zaman, 20.9.2010), işte bu meseleye açıklık getiriyor: “Hükümet birtakım konularda ikiye ayrılmış. Biri iktidardaki hükümet, diğeri de muhalefetteki hükümet. Kur ve CARİ AÇIK bunlardan biri… / Hükümetin finansal yakın iki bakanı ‘kurlara dokundurmayız, tartışmayız bile’ derken, üretim ve ihracata yakın diğer iki bakanı ise adeta kurlara ateş püskürüyor. Hükümette bu konuda vizyon birliği olmayınca, bu sefer başka sektörlerde ilgili paydaşlar birbirini günah keçisi ilan ediyor ve gereksiz bir tansiyon oluşuyor, birilerini toplumun önüne atıyor. TİM-TCMB tartışması bunun en somut alanlarında. TİM bastırdı, TCMB ile buluştu, isteklerde ve verilen cevaplarda batı cephesinde yeni bir şey yok. Eski tas, eski hamam… / Ocak-temmuzda cari açık, yani Türkiye’nin dış âleme karşı verdiği döviz açığının toplamı, 24 milyar doları aştı. Geçen sene kriz nedeniyle bu miktar 7,8 milyar dolarda kalmıştı. Üç kat artış var…”
***
Dünya, Türkiye ve benim hayalim
Reşat Nuri EROL
23.09.2010
Dünya ülkelerinin liderleri bugünlerde Amerika’da, New York’ta, BM toplantılarında; Türkiye Cumhurbaşkanı da orada…
Bundan önceki son yazımın başlığı neydi:
Batan Batı’nın peşinde…
Sadece Batı değil bütün Dünya batma tehlikesi ile karşı karşıya…
Batı ülkeleriyle birlikte medeniyet, sistem, düzen, ekonomi, ahlâk, aile vs değerleri ile batıyorken; diğer Dünya ülkeleri de perişan durumda…
İnsanlık bizim ‘SOSYAL TUFAN’ olarak tanımladığımız bu büyük âfet karşısında yeni bir çıkış, kurtuluş, hareket, huruç arıyor; çağımızın ‘Nuhun Gemisi’ni bekliyor…
Yine bize göre o gemi ‘ADİL DÜZEN’dir.
Türk tekerlemesi neydi: Aş, iş, eş… Bunlardan ilk ikisi yoksa, yani ‘aş ve iş’ yoksa ‘eş ve aile’ de yok; istisnasız her yerde ‘açlık ve işsizlik’ varsa insanlığın geleceği yoktur!..
Vahşi kapitalizme dayalı emperyalist Batı dünya düzeni önce kendi içinde ‘açlık ve işsizlik’ üretiyor, sonra bunu bütün Dünya ülkelerine ihraç ediyor!.. Açlık ve işsizliğe bir de ‘ahlâksızlık ve fahiş faiz sistemi’ eklenince, geriye ‘eş ve aile ve ekonomi’ diye bir şey kalmıyor, bunların devamı olan ‘devlet ve düzen’ çöküp gidiyor… Dünya, Hazreti Âdem ile Havva’dan beri insanlığın en bu en önemli birikim ve değerlerini kaybediliyor…
Soruyorum: Binlerce yılın birikimi ve bizi bu çağa kadar taşıyan bu değerleri de kaybettiğimizde, geriye ne kalacak ya da yaşanası bir Dünya kalacak mı?!.
Kazanmak zor, kaybetmek kolay...
Kaybetmemek için aman dikkat!..
***
Birleşmiş Milletler bugünlerde toplanıyor ya; bakalım ana gündemlerinde ne var?
‘Bin Yıl Kalkınma Hedefleri Zirvesi’ adı altında 125 dünya lideri insanlığın ana sorunlarını tartışıyor.
Dünya nüfusu ne kadar?
Yedi milyar.
Yukarıda ‘aş, iş ve açlık’ dedim.
Peki, çağımız dünyasında BM verilerine göre kaç insanın ‘AÇ’ olduğunu biliyor musunuz? Onlarca milyon mu, yüzlerce milyon mu; yoksa tam bir milyar mı?
Evet, tam bir milyar; yani dünyadaki her yedi kişiden biri aç!
Ve ister istemez bir soru daha akla geliyor:
Acaba her gün bu aç insanların kaçı açlıktan ölüyor?
‘Bin Yıl Kalkınma Hedefleri Zirvesi’nin gündeminde yoksulluk, açlık, hastalık ve eğitim sorunlarıyla mücadele varmış...
Yeni eğitim yılı başladı; ülkemizdeki sorunları hatırlasanıza!..
BM’ye üye 189 ülkenin devlet ve hükümet başkanları bundan 10 yıl önce, 2000 yılında, yoksulluğun 1990 yılına oranla 2015 yılına kadar yarı yarıya azaltılması yönünde bir dizi hedef belirlemişti...
Bu hedefler arasında açlık çekenlerin, anne ve çocuk ölümlerinin ve ayrıca eğitim sorununun yarı yarıya azaltılması bulunuyordu...
Sonuç:
Geçmiş on yılda yani şimdiye kadar sağlanan ilerleme beklenen düzeyde değil; bu nedenle zirveye katılan liderlerin yeni bir eylem planı ile açlıkla mücadele çabalarına hız vermesi bekleniyormuş...
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon zirve öncesi yaptığı açıklamada hedeflere ulaşmak için geriye sadece beş yıl kaldığına dikkat çekerek liderlerin çabalarını artırmasını istemiş...
Geriye sadece beş yıl kalmış!
Kaybedilen on yıl ve kalan beş yıl!
***
Bir an için şöyle bir hayale kapıldım:
Türkiye ve Türk milleti kadir kıymet bilseydi de kırk yıldan beri Millî Görüş Lideri Necmettin Erbakan’a her seçimde sahip çıksaydı…
Türkiye’deki düzen 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri ile O’nun önünü kesmeseydi…
Önce birkaç on yıl ‘başbakan’ olsaydı ve ‘ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN’ ile Türkiye’yi çağımız dünyasına örnek olacak bir ‘süper güç’ yapsaydı…
Ve bugünlerde, III. Bin Yılın başından beri ülkenin başındaki ‘Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Necmettin Erbakan’ olarak, insanlığı ‘SOSYAL TUFAN’dan kurtaracak ‘Nuhun Gemisi ADİL DÜZEN’i BM toplantısının ‘Bin Yıl Kalkınma Hedefleri Zirvesi’nde anlatsaydı…
Benimki de bir hayal işte…
Ve geriye beş yıl kalmış…
***
Dünya arayışta…
Reşat Nuri EROL
24.09.2010
Evet, Dünya arayışta...
Dünya çok yönlü her türlü sorunlarına ‘çözüm’ arıyor...
Dünya sürekli olarak ‘kriz’ üreten ve çöken ‘faizli ekonomi düzeni’ne alternatif arıyor…
Dünya, insanlığın binlerce yılda oluşturduğu her türlü ‘maddî ve manevî değerlerini’ kemiren ve giderek yok eden gidişata ‘dur’ diyecek bir ‘uyarıcı önder lider’ arıyor…
Dünya çağdaş Batı medeniyetinin sebebiyet verdiği ‘hukuki, siyasi, sosyal ve ekonomik hastalıklara’ karşı bir anda kurtuluşu gerçekleştirecek ‘mucize devayı’ arıyor…
Dünyanın iki önemli meselesi, sorunu, arayışı ve beklentisi var.
Birincisi:
Bin yıllık ‘medeniyet’ sorunu, bin yıllık ömrü olan ‘medeniyet’ meselesi. Çağımızda kuvvet medeniyeti, Batı medeniyeti zirvede; yapacağını yaptı, vereceğini verdi, artık sadece ‘sorun, kriz, çatışma ve savaş’ üretiyor. ‘Hakka dayalı yeni ve çağdaş medeniyetin, kuvvete dayalı barış medeniyetinin’ alternatif olarak gelme zamanı geldi de geçiyor. Dünya işte o medeniyeti arıyor ve bekliyor…
İkincisi:
Binlerce yıllık ‘hukuk’ sorunu. Birinci sorunun anlaşılması kolay, ikincisini anlamak biraz zor. Açmaya ve açıklamaya çalışayım. Hani ‘Nuh Nebi’den kalma’ deriz ya; işte onun benzeri değil, tam da öyle bir ‘hukuk düzeni’ yani Hazreti Nuh döneminin ‘tarım hukuku’ ile sanayi, bilgi, bilgisayar çağını yönetmeye kalkışıyoruz ve olmuyor, olmuyor! Sadece olmamakla kalsa ve mevcut ‘tarım dönemi hukuk sistemi’ ile çağımızın sorunlarını çözebilsek yine iyi ama olmuyor, olmuyor! Dünyada ve ülkemizde ‘kişisel ve anayasal hukuki sorunlar’ çözülemiyor, dünyada ve ülkemizde bir ‘ANAYASA’ bile üretilemiyor!
Dünya ve Türkiye, yani bütün insanlık arayışta…
***
Bugüne kadar binlerce yıldan beri bu ‘yeni medeniyet’ ve ‘yeni hukuk’ sorunlar, daima ulu’l-azm yani azimet sahibi ‘PEYGAMBERLER’ ile ‘KİTAPLAR’ tarafından çözülmüş.
Artık yeni peygamber ve yeni kitap gelmeyeceğine göre; iş başa kaldı demektir, kendi sorunumuzu kendimiz çözeceğiz demektir, eldekilerle iktifa etmek zorundayız demektir.
Önce peygamber meselesi:
Yeni peygamber gelmeyeceğine göre; onların vârisleri yani ‘peygamberlerin vârisleri âlimler’ ile (siyasiler, iş adamları, din adamları vs değil, ‘âlimler’ ile) bu ihtiyacımızı gidereceğiz.
Sonra kitap meselesi:
Yeni kitap da gelmeyeceğine göre; elimizde ‘tahrif edilmemiş tek kitap olan Kur’an’dan yararlanacağız.
Demek ki, ‘yeni medeniyet’ ve ‘yeni hukuk’ sorunlarımızın çözüm kaynakları kimlermiş ve neredeymiş?
-Peygamberlerin vârisleri ÂLİMLER.
-Tahrif edilmemiş tek kitap KUR’AN.
***
Birleşmiş Milletler bugünlerde toplanıyor ve 125 dünya lideri insanlığın ana sorunlarını tartışıyor ya; bu yazı işte bu vesile ile yazıldı...
Dünya arayışta ama deha neyi arayacağını bile bilmiyor, bilemiyor!..
‘Bin Yıl Kalkınma Hedefleri Zirvesi’nin gündeminde sadece yoksulluk, açlık, hastalık ve eğitim sorunlarıyla mücadele varmış...
Yani çağımızdaki kuvvete dayalı medeniyetin yerini alması gereken ‘Hakka dayalı bin yıllık yeni medeniyet meselesi’ ile Nuh Nebi’den kalma tarım hukukuna alternatif ‘binlerce yıllık hukuk meselesi’ maalesef BM’nin gündeminde yokmuş!
‘Dünya, Türkiye ve benim hayalim’ başlıklı önceki yazımda, insanlığın işte bu önemli meselesine giriş yaptım.
Dünya daha neyi arayacağını bilemezken, liderler sorunları daha tam olarak kavramamışken; Dünyada bu meseleyi tek bir liderin, Millî Görüş Lideri Necmettin Erbakan’ın ‘TEŞHİS ve TEDAV’ boyutlarını da ihtiva edecek şekilde “ADİL DÜZEN PROJESİ” olarak Dünyaya ve bütün insanlığa takdim ettiğini hatırlatalım.
Meselenin daha geniş ne daha önemli boyutları üzerinde durmaya devam edeceğim…
***
Mesele önemli: TUFAN!
Reşat Nuri EROL
25.09.2010
Evet, mesele önemli, hem de çok önemli ama bu önemi anlayan, kavrayan ve gereğini elinden geldiğince yapan idrak ve izan sahipleri yok denecek kadar az. Bana sorarsanız, şimdilik bir elin on parmağını bile bulmuş değil, yani ‘on kişi’ bile yok!
Binlerce yıl önceki Hazreti Nuh Nebi zamanında da ‘TUFAN’ olduğunda, O’na inanan ve gemiye binenler kaç kişiydi?
Hazreti Nuh ve hanımı; üç oğlu Ham, Sam, Yafes ve onların hanımları.
Hepsi kaç kişi?
Gemiye binenlerin hepsinin toplamı ‘on kişi’ bile değil!
İşte, Nuh Tufanı’ndan binlerce yıl sonra, bugünkü durum da aynen öyle!
Söz konusu ‘önemli meselenin’ veya ‘dünyanın içinde olduğu tehlikenin’ ne olduğunu, bu köşeyi dikkatli okuyorsanız biliyorsunuz; çünkü her vesileyle defalarca hatırlattım. Bilmeyenler için iki kelimeyle bir kere daha hatırlatayım:
SOSYAL TUFAN!
Ya da, çağımız dünyasının dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal sorunlarıyla içinde bulunduğu girdabı ‘tek kelime ile açıkla’ diyenlere o biricik kelimeyi haykırıyorum:
T-U-F-A-N-!
***
Bundan önceki iki yazımda ‘Dünya, Türkiye ve benim hayalim’ ile ‘Dünya arayışta…’ diyerek meramımı anlatmaya çalıştıktan sonra, sözü şöyle bağladım:
Meselenin daha geniş ne daha önemli boyutları üzerinde durmaya devam edeceğim…
Öyleyse bugün, yerimizin müsaadesi nisbetinde o ‘meselenin daha önemli boyutları’ üzerinde duralım.
Önce, bu hafta için hazırlamakta olduğum (578. Hafta) ‘Kur’an ve İlim Seminerleri’ notlarımızdan ibret alınası ve gereği yapılası minik bir bölüm:
Bugün insanlık “SOSYAL TUFAN” seviyesindeki sorunlarla karşı karşıyadır.
-Toprak, su, hava ve canlı kirlenmektedir.
-Doğum kontrolü, çöken aile kurumu, kitle imha savaşları ve tedavi tababeti insan neslini dejenere etmektedir.
-Atom silahları, tahrip edici silahlar, biyolojik silahlar ve kimyasal silahlar yeryüzünü barut fıçısı hâline getirmektedir.
-Rüşvet mafyaları, iş mafyaları ve senet mafyaları ile her türlü silahlı mafyalar yani ‘mafyalar düzeni’ çağımız dünyasını yaşanmaz hâle sokmuştur.
Bütün bu sorunlar çağımız dünyasındaki “SOSYAL TUFAN”ı haber vermektedir.
“ADİL DÜZEN” bu sosyal tufana karşı inşa edilen bir “SOSYAL GEMİ” gibidir. Biz kırk yıldan beri sabır ve sebatla işte bu gemiyi inşa ediyoruz...
Evet, bu “Sosyal Gemi” yani “Adil Düzen Gemisi” bizi kurtaracaktır.
İnkâr ve inadında devam edenler ise tufan deryasında gark olup gideceklerdir.
Görünen köy kılavuz istemez. Onların görmek istemediği “SOSYAL GEMİ”dir.
***
Kanser hastasına diyorlar ki;
‘Sen hastasın, acı çekiyorsun, ömrün bitiyor, gel tedavi edelim.’
O ise inkâr ediyor ve diyor ki;
‘Hayır! Bakın, ben ölmedim, hâlâ yaşıyorum!’
Evet, yaşıyorsun ama ıstıraplar içinde yaşıyorsun, korkular içinde yaşıyorsun, acılar içinde yaşıyorsun...
Bugünkü anayasa da korku anayasasıdır.
Anayasa ekseriyetiyle iktidar olan veya son Anayasa maddeleri referandumunda yüzde 58 oy alan AK Parti de kendisini güya kurtarmaya çalışıyor;
“Sosyal Gemi”ye bineceğine, “ADİL DÜZEN” gemisine bineceğine, aklı sıra “Sosyal Tufan”a karşı dağlara sığınıyor!..
Dağlara sığınıyor!!!
**
Tufandan yeni medeniyete…
Reşat Nuri EROL
26.09.2010
Madem mesele geçmişteki ‘TUFAN’ yani hepimizin çok iyi bildiği ‘Nuh Tufanı’ ya da bizim çağdaş tanımlamamızla ‘SOSYAL TUFAN’ derecesinde önemli; o halde bu önemli meselenin daha da iyi anlaşılması için biraz daha üzerinde duralım.
Nitekim bundan önceki iki yazımda ‘Dünya, Türkiye ve benim hayalim’ diyerek meseleye giriş yaptıktan sonra, ‘Dünya arayışta…’ başlığı altında bu girizgâhı biraz daha genişlettim. Sonra ‘Mesele önemli: TUFAN’ diyerek ‘günümüz insanlığının bu en önemli meselesinin daha başka boyutları’ üzerinde durdum.
Bu zaruri hatırlatmayı, meselenin bütününü daha iyi kavramak isteyen okuyucularım için yapıyor ve bugünkü yazımda çağımız dünyasının ve insanlığın bu en önemli meselesinin daha geniş ne daha önemli boyutları üzerinde durmaya devam ediyorum.
***
Konuyu iyice anlamak için meseleyi tarihî süreç açısından da açmak ve iyi kavramak gerekiyor. Hazreti Âdem’den günümüze yaşanan merhaleleri bu vesileyle hatırlayalım:
-EKONOMİDE insanlık; Toplayıcılık, Avcılık, Çobanlık, Tarım, Pazar Mübadelesi, Tüccar Mübadelesi ve bugünkü “İşçilik Düzeni” dönemlerini geçerek “Adil Düzen Ortaklık Dönemi”ne yani “Adil Düzen Senet Mübadelesi Dönemi”ne gelmektedir…
-İLİMDE insanlık; Görenek, Tedris, Tümdengelim ve Tümevarım metotlarını geçerek “Adil Düzen Teminatlı Ehliyet Dönemi”ne geçmektedir…
-DİNDE insanlık; Hazreti İbrahim peygamberin ilimde gelişme… Hazreti Musa peygamberin yönetimde gelişme… Hazreti Davud peygamberin ekonomide devletçilik gelişmesi… Hazreti İsa peygamberin dinde gelişme… Ve Hazreti Muhammed peygamberin özellikle içtihat ve icma sistemlerinde gelişme dönemlerinden sonra… Bugün “ADİL DÜZEN”in değişik dinlerin birlikte devlet düzeninde yönetim kuvveti olarak yer alması dönemi”ne geçmektedir…
-SİYASETTE insanlık; Mezopotamya ile Mısır, İbrani ile Elen, Hıristiyanlık ile Roma-Bizans ve İslâmiyet ile Avrupa-Batı medeniyetlerini yaşayan insanlık; bugün kuvvete dayalı “Avrupa-Batı Medeniyeti”nin zirvede olup çökmeye başladığı ve Hakka dayalı yeni “İslam-Barış Medeniyeti”nin doğmaya başladığı dönemi yaşıyor…
***
İşte, “Millî Görüş Hareketi”nin ve bu hareketin Önderi-Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın Türkiye’ye ve bütün dünyaya en önemli önerisi olan “ADİL DÜZEN PROJESİ”, yeni gelmekte olan bu bin yıllık medeniyetin, Hakka dayalı “III. Bin Yıl Medeniyeti”nin çekirdeğini oluşturmaktadır.
Birleşmiş Milletler bugünlerde BM’ye üye olan ikiyüze yakın (189) devletin lider veya temsilcileri toplanıyor ve insanlığın ana sorunlarını tartışıyorlar ya…
Bu toplantıya ‘Bin Yıl Kalkınma Hedefleri Zirvesi’ ismini veriyorlar ya…
Aslında bu mesele veya meseleler, benim birkaç gündür bu köşede anlatmaya çalıştığım boyutları ile BM’de ele alınmalı ve BM Dönem Başkanı TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül meseleyi çözüm önerileri ile birlikte bu şekilde takdim etmeliydi ama…
“Ama” bu fırsatı Türkiye’de, AB’de, ABD’de ve dünyada yani Birleşmiş Milletler toplantılarında yakalayan, bir zamanlar bu yollarda beraber yürüdüğümüz AK Partili kardeşlerimiz; maalesef “Millî Görüş Gömleği”ni çıkarmaları ve “ADİL DÜZEN”i tamamen inkâr etmeleri sebebiyle, ele geçen bu fırsat ve daha nice fırsatları heba ettiler…
Hâlen de heva ve hevesleri ile inkârları sebebiyle heba etmeye devam ediyorlar…
Yapılanların tamamını ibretle izliyor ve bekliyoruz; bakalım böyle nereye kadar?!.
Dünya ve âhirette bu gidişatla nereye kadar?!.
Nereye kadar?!.
***