|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri EROL resaterol@akevler.org |
NİSAN 2010 |
|
|
|
İkrazat; yasal tefecilik!
Reşat Nuri EROL
05.04.2010
Türkiye garip bir ülke, gariplikler ülkesi. İdam yok, kısas yok; olmayınca, her gün cinayet haberleri, hem de en vahşi cinayetler var ama…
Rüşvet, hırsızlık, gasp ve kapkaç önlenemiyor; sebepleri herkesin malumu ama…
Zina serbest, artık zina serbestliğinin kanunu bile var, her türlü ahlâksızlıklar alıp başını gitmiş, gidişatın nereye varacağı belli, aile müessesesi çöküyor; alınması gereken önlemler belli ve biliniyor ama…
Hep yazdığım üzere, her şeyin mafyası var ve bu mafyalara karşı yapılacakları da hep yazdım ama…
Bu ‘tespit ve teşhisler’ ile ‘tedavi ve çözüm’ olarak yapılmayanlar, yani yukarıda anlatmaya çalıştığım şekliyle ‘ama’lar çoğaltılabilir ama çoğaltmıyorum ve sözü bugün ele alacağım asıl meseleye getiriyorum. Türkiye gariplikler ülkesi dedim ya; işte burada itiraf ediyorum, bugüne kadar bilmediğim ve yeni öğrendiğim bir gariplik daha varmış:
Yasal/kanunî tefecilik!
Türkiye’de tefeciliğin olduğunu elbette siz de benim gibi biliyorsunuz. Ama tefeciliğin yasallığı yani kanuniliği mi olurmuş demeyin, siz de benim gibi hayret etmeyin. Tefeciliğin yasası yani kanunu/kanuniliği varmış, hem de uzun zamandan beri varmış… Bana daha da ilginç gelen bu yasal tefeciliğe konan isim oldu; tefeciliğin ilginç bir de ismi varmış:
İKRAZAT!
***
‘İkrazat’ın ne demek olduğunu anlatmam gerekecek.
‘KARZ’ Arapça bir kelime; borç verme, kredi verme anlamında bir kelime…
‘İKRAZAT’ bu kelimenin çoğulu… Borç verme işine ‘karz’, borç alma işine ‘müstakriz’, borç verene de ‘mukriz’ denir…
Bizim inancımızda, bizim dinimizde, bizim geleneklerimizde, bizim medeniyetimizde ‘karz-ı hasen’ yani ‘güzel borç’ var. ‘Karz’ Arapça borç verme, ‘hasen’ ise güzel demek; güzel borç, güzel kredi.
Ekonomik ve sosyal hayat içinde yardımlaşarak güzel borç verme demek.
Ekonomik ve sosyal hayatta ihtiyaç hâlinde borçlanmak beşerî bir zaruret, ihtiyaçlı olana borç vermek ise faziletli bir ameldir.
Kur’an-ı Kerim’de Allah rızası için iyilik ve hayır niyeti ile faizsiz borç vermek ‘karz-ı hasen’ olarak ifade edilir.
Karz-ı hasen; başka bir şekilde ifade edersek, ‘faiz’ veya halk arasında ‘tefecilik’ olarak adlandırılan ‘vahşi ve de fahiş faiz’ gibi herhangi bir karşılık beklemeden, sıkıntı içinde bulunan muhtaç bir kimseye borç vermek ve borcunu ödemede kolaylık sağlamaktır.
***
Üşenmedim, araştırdım…
Meğer bu işi yapan onlarca şirket varmış…
Evet, finans kurumu gibi çalışan resmî olarak kayıtlı, devlete vergi veren şirketler varmış; ‘A.Ş.’ adı altında kuruluyorlarmış!.. Onlara sorarsanız, ‘ikrazatçılık’ çok eski bir faaliyet türüymüş... Paranın kullanılmaya başlanmasından önce de aynî ikrazat yapıldığı bilinmekteymiş... Para ekonomisine geçişle birlikte ‘ikrazatın önemi’ de artmış/mış!.. Bankacılığın gelişmesi ile birlikte günümüzdü ödünç verme işleri de yaygınlaşmış ve ikrazattan giderek ekonominin gereklerine göre modern kredi usulleri ortaya çıkmış/mış!..
Devletler de, ilk çağlardan itibaren ikraz faaliyetlerine müdahale etmiş, borç verenin borç alanı istismarını önlemek veya sınırlamak amacıyla ikraz koşullarını düzenlemeye çalışmışlarmış...
Türkiye’de de bu konu Osmanlığı İmparatorluğu döneminde nizamnamelerle düzenlenmiş, 1933 yılından itibaren ise 2279 sayılı Ödünç Para Verme İşleri Kanunu çerçevesinde kararnamelerle faiz hadleri sınırlanmaya çalışılmışmış...
BDDK Başkanı Tevfik Bilgin bile, son zamanlarda bazı gazetelerde yer alan ‘ikrazatçı reklamlarına’ işaret ederek, bazı firmaların ve banka müşterilerinin ikrazatçılara yöneldiğini belirterek vatandaşlarımıza uyarılarda bulunuyor...
Kim bu ‘ikrazatçı’ denilen kanunî tefeciler?
Biraz daha üzerinde durmaya ve tanımaya devam edeceğiz…
***
İkrazatçılık!
Reşat Nuri EROL
06.04.2010
Evet, yazımın başlığında ve önceki yazımda yazdıklarımı yanlış okumadınız, aynen öyle, ‘ikrazat’ ama ‘faizli ikrazat’, hem de katmerli faizlisinden, halk arasında ‘tefecilik’ denen cinsinden ‘ikrazat’ ve ‘ikrazatçılık’!
‘Nasıl oluyor ve nasıl yapılıyor?’ demeyin; burası Türkiye, demek ki oluyormuş!
Olmanın da ötesinde, bu işin kanunu/yasası da varmış, kurumları/şirketleri de varmış!
Bakar mısınız, işi kitabına, kanununa ve de piyasasına uydurmak için neler demişler?
Ticari anlamda çek, senet, gayrimenkul vs karşılığı para dağıtan kişilerin ve kuruluşların yaptığı iş ve bu işe verilen ad imiş, ikrazatçılık!
Faiz karşılığında, hem de fahiş faiz karşılığında borç para işini mutat hâle getirmeye verilen ad imiş, ikrazatçılık!
Daha doğrusu tefeciliğin resmileşmiş ve kanunileşmiş hâline ‘ikrazat’ demişler!
Hazine’ye bağlı olarak yapılanıyor, şirketleşiyor ve çalışıyorlarmış!
Yani, sizin anlayacağınız, ‘yasal tefecilik’ yapıyorlarmış!
Neymiş? Demek ki faizciliğin bu şekli de varmış!
***
Ne kadar acı bir durum.
Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi bir şey...
Ne kadar saçma sapan bir ülke olduk.
Ekonomik sistemimizin düştüğü hallere bakın.
Eskiden bu gibi ekonomik faaliyetleri yapanların hepsine birden ‘tefeci’ denirdi; şimdi ‘ikrazatçı’ deniyor!
Malum olduğu üzere ‘tefecilik’ de fırsatçı, üçkâğıtçı, sahtekâr, simsar, soyguncu gibi çok kötü algısı olan bir kavramdı.
Meğer tefeciliğin adını ‘ikrazat’ diye makyajlamışlar, devlet vergilendirip yasal çerçevede resmiyete sokmuşlar, böylece güya masum bir şekle bürünmüş!
Üstüne üstlük Kur’an’da ‘karz-ı hasen’ yani ‘güzel borç verme’ diye geçen güzelim ‘karz’ kavramını da bu çirkin işlerine âlet etmişler!
‘Karz, ikraz, ikrazat, ikrazatçılık’ deyip sonunda bu işin de cılkını çıkarmışlar!
Bu güzelim kelimeden ve güzel borç vermeden yola çıkarak işi nerelere kadar götürmüşler. Oysa yapılan iş simsarlık, soygunculuk, tefecilik ve darda kalana bir tekme daha vurmaktan başka bir şey değil. Bütün bunlar yetmiyormuşçasına, bir de devletin de ‘vergi’ adı altında pay alarak tefeciliğe ortak olması ve yasal çerçevede vatandaşın, halkın belini daha da bükmesi yok mu; pes yani! Devleti faiz alacağına ortak etmeyince yapılan işin adı ‘tefecilik’ oluyor; ama devlet tefeciliğin yasal düzenlemesini yapıp resmi çerçevede vergi adı altında faizden payını alarak tefeciliğe ortak olunca iş masumiyete bürünüp adı ‘ikrazatçılık’ oluyor!
Bizim geçmişimizdeki temellerimize dayanmadığı ve hak, hukuk, adalet, güzel kredileşme üzere kurulu medeniyet anlayışımızda yeri olmadığı, biraz da bu işi yapan isimlerden belli. Avram Peres, Vitali Yangın... Ekonomik krizde zora düşüp de bankalardan kredi bulamayanları fırsat bilenler korsan ikrazatçılığa başlamış... Hazine Müsteşarlığı’ndan yetki belgesi alarak yıllardır faaliyet yürüten ikrazatçı sayısı sadece 29 iken, internette ilan yayımlayan korsan ikrazatçıların sayısı her geçen gün artıyormuş... Korsan ikrazatçıların vurgununa uğrayan mağdurların sayısı krizde patlayıp daha da katlanmış ve armış...
***
‘İkrazatçılık’ işi kitabına ve resmiyete uydurulmuş dedim ya; biraz da resmî bilgiler vereyim. Hazine Müsteşarlığı’nın verdiği bilgiye göre ‘ikrazatçı belgesi’ sahibi 29 kişi var. Bunların 19’u İstanbul’da, 6’sı Ankara’da…
İzmir, Antalya, Denizli ve Yalova’da da birer ikrazatçı bulunuyor...
Hazine verilerine göre, ikrazatçıların işlem hacmi kriz yılına kadar yükseliş göstermiş...
2004’te 148 milyon, 2005’te 222.4 milyon, 2006’da 368 milyon, 2007’de 418.5 milyon liralık işlem yapan resmî ikrazatçılar 2008 yılında 417.8milyon liralık iş hacmine ulaşmış…
Hazine, sonunda iyi bir şey de yapmaya başlamış, 1998 yılı Kasım ayından beri yeni ikrazatçılık faaliyetlerine izin vermiyormuş...
Bugüne kadar yapılan denetimler sonucunda kurallara uygun hareket etmemeleri nedeniyle 17 ikrazatçının da izin belgesi iptal edilmiş...
***
Faizli zalim soygun düzeni
Reşat Nuri EROL
07.04.2010
Dünyanın yani insanlığın yıllık geliri 60 trilyon dolar…
Dünyanın, bütün insanlığın bir yılda ödediği FAİZ 80 trilyon dolar…
Dünya devletlerinin ve insanlığın tüm BORCU 100 trilyon dolar civarında…
Dünyaya FAİZLİ borç verenler toplam olarak en fazla 100 bin kişi civarında…
***
İnsanlığın geliri belli, verdiği faiz belli, zalim sömürü düzeni ve sömürenler belli… Dünya gelirinden çok faiz veriyor, böylesine bir belaya ve böyle bir kısır döngüye düşmüş…
Biz faizi nasıl tanımlıyoruz: Bir taraf kaybediyorken bir taraf kazanıyorsa, bu ‘faiz’dir.
İnsanlık gelirinden daha fazla faiz verdiğinden, dünya iflas etmiş durumda.
Türkiye’de olduğu gibi son varlıklar da ‘özelleştirme’ adı altında elden çıkarılıyor ama borçlar bir türlü bitmiyor!
Milletimizin seksen yıllık birikimi son sekiz yılda ‘babalar gibi satılmasına’ rağmen, borç durumu ne âlemde?
Borçlar azalabildi mi, yoksa katlandı mı?
Küresel sömürü sermayesi sahipleri ne yapıyorlar?
Özelleştirme organizasyonları veya daha başka dümenlerle dünya varlıklarını tek elde topluyor, tekel oluyorlar. Tekel olmaları sebebiyle ellerinde biriken ve patlarcasına şişen sömürü sermayelerini insanlığın varlıklarını toplamada kullanıyorlar. Devletlerin ödenemeyen borçları ile onların giderek katlanan fahiş faizlerini ülkelerin varlıklarını sattırarak güya kapattırıyorlar ama ülkeler iflas ediyor, altın yumurtlayan tavuklar kesiliyor!
Bu vahşi ve zalim soygun düzenine göre kurulmuş ülke ekonomileri daha ne kadar dayanabilir?!.
***
Bir ülke düşünün…
Çalışan nüfusu 30 milyon…
Bu çalışabilenlerin yarısı yani 15 milyonu işsiz…
İş bulup çalışabilenlerin de yüzde sekseni asgari ücretli değil mi?..
75 milyon nüfusu ile bu ülkenin adı ‘TÜRKİYE’ değil mi?!.
Bu nüfusun çoğunluğu genç ama gençler işsiz değil mi?!.
Gençler ‘aş-iş-eş-ev’ bulup da evlenebiliyor mu?!.
Asgari ve ortalama ücret 500-600 lira değil mi?..
En düşük kira bile 250-300 lira değil mi?!.
Bu nasıl bir gelir dağılımı böyle?!.
Aile bu durumda ne âlemde?..
Devlete kadar uzanan yapılanmanın temeli olan aile kurumu çökmüyor mu?..
Ana direk olan aile müessesesi çöküyorsa, zamanla devlet de çökmez mi?..
***
Yukarıdaki hesaplar yetmedi mi?..
Yetmediyse, o zaman alın size başka bir hesap daha…
Somuncu milletiz ya, Türk milleti aç karnını somunla yani ekmekle doyurur ya…
Bu ülkede aç insanların besleneceği veya en azından karnını kuru ekmekle doyuracağı ekmeğimizin bir kilogramı ortalama 3 lira…
Buğdayın bir kilogramı ise 0,35 lira…
Aradaki dengesizliği gördünüz mü?..
Buğday ile ekmek arasında tam 10 kat yani yüzde 1000 fiyat farkı var!..
Bir çuval unun, yani 50 kilogramın fiyatı 40 lira ve 220 ekmek çıkar…
Bu durumda çiftçimiz ne yapsın, köylümüz nasıl üretim yapsın?!.
***
Dünyada ve ülkemizde işte böylesine “vahşi ve zalim bir düzen” var.
Bu “zalim soygun düzeni”ne kim nasıl dur diyecek?
Bu konu çok önemli ve ekonomi başta olmak üzere her şeyin bel kemiği değil mi; dünya “ADİL EKONOMİK DÜZEN”e muhtaç değil mi?..
***
Hatırlatıyorum…
Reşat Nuri EROL
08.04.2010
Dört derdimizi, hem de başa bela dört derdimizi hep hatırlatıyorum…
- İŞSİZLİK…
- İç ve dış BORÇLAR…
- Millî olmayan dışa bağımlı MEDYA…
- Tarafsız, bağımsız, etkin, saygın ve ‘adil’ olmayan YARGI...
Hep hatırlatmamıza rağmen, bu sorunlar bir türlü çözüme kavuşturulmadıklarından; o anda bu dertlerden biri veya birkaçı birden öne çıkıp devreye girdiyse, onun/onların sebebiyet verdiği ‘musibetler’ hep başa bela olmaya devam ettiği için hatırlatıyorum…
Başa, aileye, topluma, hükümete ve devlete bela bu dertlerin ‘musibet’ derecesindeki zararları bir türlü ‘nasihat’ yerine geçip de yapılması gerekenler yapılmadığı, ülkemizin bu ana sorunları bir an önce ‘çözüme’ kavuşturulmadığı için hatırlatıyorum…
Bu dertler fertleri, aileleri, esnafı, tüccarı, şirketleri, fabrikaları, irili ufaklı iş yerlerini yıkıyorken; bir gün devletimizi de temelinden yıkmasın diye hatırlatıyorum…
Hatırlatıyorum…
***
İŞSİZLİK, parasızlık, yokluk, yoksulluk, açlık, hastalık, nakit veya kredi kartı gibi BORÇLAR, toplumun temel direği olan ailelerdeki hiç olmazsa asgari ihtiyaçlarının karşılanamaması sebebiyle insanlar her gün intihar ediyor, İNTİHAR!!!
Çözülemeyen sorunlar sebebiyle, Allah tarafından bahşedilen en önemli değer olan HAYATA, insanın kendi hayatına kendi kendine son vermesi ne demektir?!.
Soruyorum: ‘İNTİHAR’dan daha ötesi, bu musibetten daha beteri var mı?!.
Soruyorum: Bu ‘ekonomik ve sosyal sorunlar’ çözülmeyi beklemiyor mu?!.
Soruyorum: Çözülmedikçe, bu sorunlar ‘Sosyal Tufan’a dönüşmüyor mu?!.
Soruyor, soruyor, soruyor ve çözümleriyle beraber hep hatırlatıyorum…
***
YARGI bugünlerde ne âlemde, ‘adil’ olması ve ‘adalet’ dağıtması gereken yargı bugünlerde neler yapıyor?!.
Önce bir mahkeme karar veriyor…
Sonra o mahkemenin verdiği kararın başka bir mahkeme tarafından adeta ters yüz edilmesi ve bunun bir istisna olmaktan çıkıp kitlesel hâle dönüşmesi ne demektir biliyor musunuz?!.
‘Adalet mülkün/yönetimin/ devletin esası/temelidir’ diyor ve bunun böyle olduğuna gerçekten inanıyorsak; adil olmayıp zalim olan adalet ve devlet düzeni ile bir devlet daha ne kadar ayakta kalabilir?!.
Soruyor, hatırlatıyorum:
Devletin yıkılmasını önlemek için daha ne bekliyoruz?!.
***
MEDYA, millî olmayan medya ne âlemde, bugünlerde neler yapıyor?!.
Medyanın bir bölümü yargının bir yöndeki kararını doğru buluyor, yargının diğer bölümünün ters yöndeki kararını medyanın diğer bölümü doğru buluyor ve o yönde yayın yapıyor!..
Suçlunun medya tarafından belirlenip ilan edilmesi, ayrıca bu yöndeki yayınların her medya grubu için belli bir yönde olması, diğer medya gurubunun ise farklı yönde olması ne demektir?!.
Adalet arayışı haklılık ya da haksızlık kriterine göre değil, taraf olma temeline göre belirleniyor!..
Soruyor ve hatırlatıyorum:
Bu yargı hak ve hukuk dağıtan hakem olabilir mi?!.
***
Hatırlatıyorum:
Ekonomik kriz ve adaletsiz gelir dağılımı, düşük gelirli kitlelerde daha büyük zararlar vermiş gibi görünüyor.
Hükümet için yanlış olan, hükümetin krizin çözümünü sadece ekonominin genelini ifade eden rakamlardaki düzelmeye bağlamış olmasıdır.
İşsizliğin çözümünü sadece yatırımların artmasında ararsak, uzun zaman beklememiz gerekir.
Uzun ve kısa vadeli çözümleri farklılaştırmak, alternatif çözümlere kulak vermek ve ekonomik krizin yarattığı sosyal problemleri ‘sosyal patlamalar’ olmadan etkisizleştirmek gerekir.
Hatırlatıyorum…
***
Millî Gazete ve ekonomi sayfaları
Reşat Nuri EROL
09.04.2010
Günlük gazete okumalarımda, birinci sayfasından son sayfasına kadar okuduğum tek gazete Millî Gazete’dir. Diğer gazetelerde ise sadece okunabilecek yerleri ve yazarları okur, gerisine sadece şöyle bir ‘bakar’ geçerim; çünkü -hep yazdığım üzere, dışa/sermayeye veya bir yerlere bağımlı- medyamızın çıkardığı gazeteler ‘okunmak’tan çok sadece ‘bakılmak’ içindir! Bazı gazeteler bakılamayacak ve ev/aile ortamına sokulamayacak muhteva ve fotoğraflarla yayımlandığından, onlara hiç ‘bakmam’ bile; çünkü bakılacak gibi değiller.
Artık kırk yaşına merdiven dayayan Millî Gazete ise farklılığını ve karakterini ilk çıktığı günden beri koruduğundan, tirajına rağmen etkisini de koruyor.
Başbakan bile her gün bütün gazetelerden önce Millî Gazete’ye baktığına göre varın etkisini siz düşünün ve anlayın.
Yazımın bu kısmını, Muharrem Çoşkun’un “Debus’un övdüğü, subayın kızdığı gazete (Millî Gazete)” yazısına (haber5.com, 5.8.2010) borçluyum.
Coşkun, Millî Gazete’nin etkisini ve gücünü şöyle anlatıyor:
“Geçtiğimiz yıllarda Fransa’nın ünlü kanalı TV5, 24 Saat İstanbul’u konu alan bir canlı yayın yapmıştı. Daha çok tarihi yarımada ve sur içi İstanbul’unda geçen çekimlerde, kamera bir an gazete bayiine ‘zoom’landı ve iki gazeteyi ekrana getirdi. / Millî Gazete ve Hürriyet.. / Her iki gazeteyi de Türkiye’nin ‘etkili iki gazetesi’ olarak ifade etti Fransız televizyonu. Haksız da sayılmazdı. Biri Aydın Doğan’nın ifadesiyle ‘Devletin gazetesi’, diğeri ise ‘Milletin gazetesi’ idi... / Bu kaçınılmazdı da. Zira şu tartışmasız ki; Millî Gazete 38 yıldır bu ülkede, bu milletin değerlerini referans edinerek yine bu milletin hizmetinde olmaya devam ediyor.. / Bugün var olan birçok refikinin olmadığı yıllarda, çarpık sisteme en ciddi eleştirileri, muhalefeti tek başına yürüten, İslâmî düşüncenin bugünlere gelmesinde emeği geçenlere yer açarak, hem ekol, hem de okul vazifesi gördü…”
***
Yukarıda adı geçen Dr. Esther Debus’un yüksek lisans tezi “Milî Gazete” olmuş.
Dr. Esther bu çalışmayı Almanya’nın Freiburg, Münih ve Bamberg üniversitelerinde Şarkiyat (Türkoloji ve İslâm Bilimi) öğrenimi gördüğü yıllarda Yüksek Lisans Tezi olarak hazırlamış. Dr. Esther’e göre Millî Gazete hem haberleri, yorumları ve içeriğiyle, hem de İslâmî noktada duruşuyla, seküler sisteme ciddi anlamda tavır almakta...
Millî Gazete’yi anlatırken, “Tirajı, onun pek de yaygın olmayan bir gazete olduğunu düşündürse de, yarattığı etki, satış rakamlarının ortaya koyduğundan çok daha güçlüdür” ifadelerine yer veriyor. Dr. Esther, Millî Gazete’nin iç ve dış siyasete, ekonomik, kültürel sorunlara ve olaylara dair yapılan yorumlarda dobra dobra davrandığını belirttikten sonra ekliyor: “Hak geldi, bâtıl zâil oldu” sloganına uygun olarak gazete, İslâm’ın Türkiye ve yurtdışında (İran Pakistan, Sudan vs.) kaydettiği ilerlemeleri ve “emperyalizm tarafından ezilen Müslümanların” mücadelesini (Afganistan, Sovyet Cumhuriyetleri, Filistin) takip eder.”
İlginç bir ayrıntı: Yüksek lisans tezini Millî Gazete üzerine yapan Dr. Esther Debus, doktora çalışmasını da İslâmî düşüncenin ilk yayın organı Sebilü’r-Reşad üzerine yapmış.
***
Bu etkili Millî Gazete’nin künyesine baktığınızda, ekonomi sayfalarının ekonomi editörler/yazarları Necmettin Çakmak, Celil Çakır ve yardımcıları tarafından hazırlandığını anlarsınız. Bendeniz Reşat Nuri Erol ve Rüşdü Paşa da, köşe yazılarıyla bu hizmete katılıp katkıda bulunuyor. Bu haftaki ilk iki yazımda ‘İkrazat; yasal tefecilik!’ üzerinde durdum…
Sonra ‘Faizli zalim soygun düzeni’ni anlattım…
‘Hatırlatıyorum…’ deyip çok yönlü ekonomik ve sosyal hatırlatmalarda bulundum…
Salı günü Millî Gazete’nin ekonomi sayfalarının üst tarafında gezindiğimde şu başlıkları gördüm:
İki haneden biri zor geçiniyor…
Bankalar Şubat’ta 3,5 milyar lira kâr etti…
Bankaların elinde 51 milyar TL var…
Meslek liseleri…
İşsizlik Türkiye’nin ana meselesi…
Enflasyon tek hanede kalmayacak…
Başbakan sekiz yıl sonra uyanıp Fransa’dan bankalara sesleniyor:
Bankalar reel sektöre kredi musluklarını açsın…
Biz de bu sayfalarda yıllardır bunu hatırlatıyoruz ama…
***
İktisat, işsizlik, iflas ve İNTİHAR!
Reşat Nuri EROL
13.04.2010
İki haftadan beri ‘iktisat stratejisi’ ile ilgili bir veya birkaç yazı yazmayı planlıyorken, kendi çevremde ve ülke genelinde sürekli değişen, gelişen, ilgi çeken hızlı ve canlı gündem sebebiyle mümkün olmadı; mümkün olmuyor…
Bugün de ‘iktisat stratejisi’ üzerine yazacak değilim; bu konuyu önceki haftalarda olduğu gibi gelecek hafta veya haftalara erteledim…
Bugün ağırlıklı olarak ‘işsizlik, iflas ve İNTİHAR’ üzerinde duracağım…
Çünkü insanlarımız son yılların ana problemleri olan iktisadî yetersizlikler, yaygınlaşan ve çalışabilen nüfusumuzun yarısını kapsama alanına alan işsizlik sebebiyle; yine bu iki ana sebebe dayalı olarak iyice artan hacizler, icralar, iflaslar ve ödenemeyen borçlar sebebiyle insanlarımız intihar ediyor, İNTİHAR!..
Başta ben olmak üzere, bu konuda hep işsizlere odaklanmışken; iş bulup da çalışanlar çok mutluymuş, işlerinden memnunmuş, istedikleri kadar çalışıyor ve üretebiliyormuş, çalışmalarının ve üretimlerinin karşılığını alıyormuş zehabına kapılmayalım.
İş bulup çalışanların da yüzde sekseni emeklerinin karşılığını alamadığından ve genel olarak asgari ücret seviyesinde karşılık bulabildiğinden mutsuz.
İntihardan söz ediyorum ya; ülkemizde ve bazı Avrupa ülkelerinde intiharın bir sebebi de iş ortamındaki olumsuzluklar.
Mesela, İsveç gibi önemli bir ülkede bile intiharların yüzde 15’i bu sebebe dayanıyor.
İşsizlik elbette iktisadî ve sosyal sorunlara, iflaslara ve intiharlara neden oluyor ama iş bulanların sorunları da pek çok.
Mesela, her dört gencimizden biri veya ikisi işsiz, biri sigortasız, biri sigortalı ama asgari ücret alabiliyor!
Bu durumda gençlerimiz eş ve ev bulup da nasıl evlensin, nasıl aile kursun, evliler nasıl gençsin, nasıl mutlu olsun?
Gençlerden söz etmişken bir istatistik daha vereyim:
İş bulup da çalışabilen her dört gencimizden sadece biri çalıştığı işyerinde mutlu, huzurlu, sigortası tam ödeniyor, ücreti yüksek yani şanslı; ama buna karşılık iş bulup çalışabilen her dört gençten üçü mutsuz ve de umutsuz!..
İktisadî hayatımızdaki bütün bu çok yönlü olumsuzluklar psikolojik tedirginliklere ve travmalara, ardından ferdî ve ailevî çöküntülere, en sonunda da sosyal patlamalara ve en korkunç sonuç olarak aile içi katliamlara ve intiharlara sebebiyet veriyor, İNTİHARLARA!
İntihar eden kimileri ailesini de yok ettikten sonra bu feci işi yapıyor!
İflas edenler kendisiyle birlikte birkaç kişiyi daha katledebiliyor!
İlgililer, yetkililer, yöneticiler, sorumlular ise sadece seyrediyor!
Yapılması gerekenleri yapmıyor, sorunlara çözümler üretmiyor.
***
Başta da yazdığım üzere, iki haftadır ‘iktisat stratejisi’ üzerinde duracaktım ama olmadı, olmuyor…
Bu sabah karşılaştığım ‘intiharlarla’ ilgili iki haber yine böyle bir yazı yazdırıyor…
Artık ‘SOSYAL TUFAN’ seviyesine ulaşmış bulunan sorunlar çözülmedikçe etkileri ve felaket seviyesindeki sonuçları devam ediyor…
İlgililer, yetkililer, yöneticiler, sorumlular daldıkları gaflet uykusundan uyanmak için her halde ‘sosyal patlamaları’ bekliyorlar!..
İki haberden söz ediyordum…
Birincisi bugünkü (dünkü) Millî Gazete’de yayımlanan “İntiharlarda korkutan artış” haberi...
Türkiye genelinde olduğu gibi Adana’da da intiharlar ve intihar girişimleri artmış; 2008’de ve geçen yıl 49’ar kişi intihar etmiş!..
Bu yılın ilk 3 ayında da 24 kişi intihar ederken; son bir haftadır Adana’da 6 kişinin intihar etmiş!..
Dikkat edilirse son haftada Adana’da her güne intihar eden bir kişi düşüyor!!!
İkinci habere ise internet sitelerinde ve bazı televizyon haberlerinde rast geldim. İstanbul’daki önemli bir iş adamımız, borçları sebebiyle bütün gün haciz memurları ile boğuştuktan sonra, akşam canına tak etmiş, karısına telefon ettikten sonra intihar etmiş!
İntihar edenlerin geride bıraktıkları mektuplardan anlaşıldığına göre intiharların birinci sebebi geçim sıkıntısı; yani iktisadî yetersizlik, biriken ve ödenemeyen borçlar, işsizlik, yokluk, açlık, icra, iflas ve bundan önceki ‘Hatırlatıyorum’ yazımda da dile getirdiğim üzere her geçen gün daha da artan İNTİHARLAR!!!
***
İktisat stratejisi
Reşat Nuri EROL
16.04.2010
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Türkiye’nin bir ‘iktisat stratejisi’ vardı ve ülke ekonomisi 1950’ye kadar bu strateji ile yönetildi. 1950’ye kadar bu yönetim devam etti...
Sonra olanlar oldu, devran döndü, DP iktidarı geldi; Osmanlı Devleti’nin son döneminde olduğu gibi dış borçlanmalar başladı ve bu iktisat politikalarıyla günümüze kadar gelindi…
Peki, günümüzdeki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gerçekten bir ‘iktisat stratejisi’ var mıdır; varsa nedir?
Türkiye’nin bilinen malum iktisadî sorunlarını kökünden çözecek bir ‘iktisat stratejisi’ yoksa; iktisadî sorunların çözümleri vahşi kapitalist piyasanın işleyişi ile insafına ve küreselleşen dünyanın akışına bırakılmış demektir!
Ancak şu gerçek unutulmamalıdır: Tabiat boşluk kabul etmediğine göre; siz planlama yapıp strateji belirlemeseniz bile, birileri bu boşluğu doldurur, planlama ve strateji yapar, siz de onların dümen suyunda gitmek zorunda kalırsınız.
‘Eh, zaten öyle olmuyor mu?’ dediğinizi duyar gibiyim…
Evet, maalesef altmış yıldır aynen öyle oluyor…
Son yıllarda da ‘aynı şey’ devam ediyor…
Yani olmuyor, olmuyor, olmuyor...
Sorunlar bir türlü çözülemiyor…
***
Anketler yapılıyor, halka sorular soruluyor, halkımız da cevap veriyor; yapılan bütün anketlerde halkın bir numaralı sorununun açık farkla iktisat/ekonomi ile istihdam/işsizlik olduğu ayan beyan görülüyor.
Bu bir numaralı sorunumuzun çözümü yolunda ortalıkta bir ‘iktisat stratejisi’nin varlığı görünmediğine göre; sade bir vatandaş olarak ve halkımız adına halk deyimiyle söyleyeyim, ‘işimiz Allah’a kaldı’ gibi görünüyor!
‘İstihdam ve işsizlik’ dendiğinde ne düşünülüyor?
İşsizliğin yatırımlarla önlenebileceği düşünülüp söyleniyor ama ülkemizin bir ‘iktisat stratejisi’ olmadığından, bu yatırımlara piyasanın karar vermesi bekleniyor!..
Piyasaları kimlerin yönettiği ve yönlendirdiği ise herkesin malumu; pek çok şeyin yanında piyasanın ipleri de malum birilerinin elinde…
Siyasiler ve yetkililer alternatif çözümlere kulak bile ver[e]miyor!
Siyasiler kulak vermeyince altmış yıldır ve son sekiz senedir hep olmuyor, sorunlar çözülmüyor!..
İktisadî ve siyasî sorunlar çözüme kavuşturulmayınca, her geçen gün daha da büyüyor ve ‘SOSYAL TUFAN’ seviyesinde sorunlar olarak karşımıza çıkıyor…
Oysa;
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu dönemde olduğu gibi bir ‘iktisat stratejisi’ belirlenebilir ve ekonomi bu stratejiye göre yönetilip yönlendirilebilir.
***
Genel olarak “ADİL DÜZEN” ve özel olarak “ADİL EKONOMİK DÜZEN”de genel bir kural vardır; bu kural ‘makroda planlama, mikroda serbestlik’ kuralıdır.
Her şeyden önce ‘yatırım ile üretim arasındaki denge planlanmalı’dır.
Bir örnek vermek gerekirse, inşaat sektöründe ‘faizsiz kredilerle’ yapılacak veya yaptırılacak yapıların işçilik bedeli sabit tutularak bu denge planlaması sağlanır.
İnşaat sektöründeki bu uygulamadan sonra, ‘tüketim mallarının üretim miktarları da yıllık olarak planlanmalı’dır.
Bu planlama ve uygulama da ‘selem senedi’ ile sağlanır.
Bu arada ‘ihracat ile ithalat arasındaki denge de planlanmalı’ ve uygulanmalıdır.
Bu planlama ve uygulama da ‘selem kredisi’ ile sağlanır, gerekli dengeler gerçekleştirilir.
Ülkemizdeki olumsuz ihracat ve ithalat makası böyle açık vermeye ve gün geçtikçe daha çok açılmaya devam ederse; Türkiye dahil hiçbir ülke buna dayanamaz, batar.
Sonuç:
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”, fiyatlara ve ücretlere müdahale etmeden, girişimciliği kısıtlamadan, tekel oluşturmadan, ‘faizsiz krediler’ sayesinde ekonomide olması gereken dengeleri kurma düzenidir.
İktisat stratejimiz bu olmalıdır.
***
Toprak, tarım ve ‘tarım stratejisi’
Reşat Nuri EROL
18.04.2010
Türkiye önemli bir ülke…
Türkiye ekonomisiyle önemli bir ülke…
Türkiye şimdilik dünyanın ilk yirmi ekonomisinden biri ve önümüzdeki dönemde ilk ona girmeye, hattâ ‘süper güç’ olmaya aday bir ülke…
Türkiye bir zamanlar tarım üretimi kendi kendine yeten dünyadaki nadir birkaç sayılı ülkeden biriydi ama şimdi maalesef öyle değil!..
Topraktan yaratıldık, toprakta tarım yaparak ürettiklerimizle bir ömür boyu beslenip yaşıyor ve sonunda yine toprağa dönüyoruz. Bir zamanlar tamamen “tarım toplumu” idik, şimdi şehirleşiyor ve “sanayi toplumu” hâline dönüşüyoruz ama toprak ve tarımdan tamamen kopmamız mümkün değil.
Şu andaki nüfusumuzu 70 milyon kabul edelim; ortalama 15 milyonumuz köylü, 55 milyonumuz şehirli veya kasabalı; giderek tarımdan kopuyoruz... Tarımda kalanlarımız yaşlanıyor...
Eski tarım arazilerimiz gerektiği gibi değerlendirilmiyor, terk ediliyor ve çoraklaşıyor...
Daha da önemlisi; içine sanayi ile teknolojiyi katarak “yeni tarım usullerini” öğrenmeden “eski tarım usullerini” unutuyoruz, toprağa ve bildiğimiz binlerce yıllık tarım usullerine ihanet ediyoruz...
Sonuçta toprağa ve tarıma olan bu ilgisizliğimiz, bilgisizliğimiz ve ihanetimiz bize tarımda dışa bağımlılık olarak geri dönüyor. Artık tarım ve gıdanın bazı kalemlerinde dışa bağımlılığımız giderek artıyor. Bu durum beraberinde açlık, işsizlik, sefalet, zulüm ve başta “kanser” olmak üzere değişik sağlık sorunlarını getirdi. Kuraklık ve kıtlık yılları ile kriz dönemlerinde, Eski Mısır toplumları gibi daha da zorlanıyoruz. Çağımızın Yusuf’larına (mesela Erbakan’a) da toplum olarak kulak vermiyoruz. Toprağa ve tarıma gerekli değeri vermeyenler, bu alanda çağımızda yapılması gerekenleri yapmayanlar, çağdaş Firavunlara ve zalim Firavun düzenlerine mahkum olup en sonunda Firavunlar ile onların askerleri ve halkları gibi yok olurlar.
***
Kanaatimce çok hem de çok önemli olan yukarıdaki hatırlatmalardan sonra, tekrar konumuza dönelim.
İnsanın en önemli ihtiyaçlarının başında tarım ürünleri gelir. Malum olduğu üzere, “tarım ve gıda ürünlerinin üretimi ve tüketimi” olmazsa “hayat” olmaz, “ekonomi” de olmaz. Bundan dolayı tarım öncelikli alan olarak belirlenmeli, ülkemizin “tarım stratejisi” net bir şekilde ortaya konmalı ve çağımızın gerektirdiği işletmeler tarafından uygulanması sağlanmalıdır. Bunun gerçekleştirilmesi için çağımız insanının ulaştığı bilgi, teknoloji ve sanayi seviyesinden de yararlanılarak, tarım alanlarının en verimli ve rantabl şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Kimi görüşlere göre bu amaçla ‘kamulaştırma’ veya küçük arazileri bir araya getirip ‘birleşmeler’ teşvik edilmeli, bu veya benzeri bir model bu amaçla kullanılmalı ve bunun gerçekleştirilmesi için gerekli finansman Merkez Bankası tarafından kredilerle sağlanmalıdır. Bu modelin enflasyona sebep olacağı endişesi yersizdir. Toprağını satan köylü bunu tüketim amacıyla harcamaz. Bu para onun tasarrufudur ve muhtemelen taşınacağı yeni yerde yani şehirlerde konut alımında kullanır. TOKİ bu evlerin sağlanmasında yardımcı olabilir ve sonuç olarak tarım kesimi borçlu, Merkez Bankası alacaklı olur.
Madem konu buraya geldi, önemli bir sorunun çözümÜnü açıklayalım:
“Adil Düzen”de yatırım “toprak”, sanayi üretimi “demir”, tarım üretimi “buğday” ve ticaret “altın parası” ile yapılır. Bunların kurları bunlar arasında dengeyi sağlar. Siz yatırıma kredi açarsanız, herkes iş bulur, bu vesileyle işsizlik sorununu da çözersiniz, ülke imar edilir ama tarıma gerekli önem verilmediğinden insanlar aç kalır. Çünkü tüketim malları çok pahalanır. Tüketim kredisini fazla verirseniz bu sefer fiyatlar çok düşer ve üretilen mallar elde çürür. Yukarıda sözünü ettiğim kimi görüşlerin müdahale önerisi yerinde olabilir ama o mekanizma çalışmaz. Önce enflasyona sebep olur, sonra da tarım ürünleri ziyan zebil olur.
Tarım ve tarım stratejisi çeşitli yönleriyle çok önemli bir konu; devam edeceğim…
***
Tarım stratejisi ve Adil Düzen
Reşat Nuri EROL
20.04.2010
Tarım kesiminde artan üretim burada tüketilmez, çünkü oradaki halk zaten tarımsal ürüne doymuştur ve başlangıçta artan gelirini borcunu ödemekte kullanır. Daha sonra tarım ürünlerinin fiyatları düşer ve şehirlere gönderilen tarım ürünleri hızla artar.
Gelirin artışı tarım ürünleri tüketimini artırmaz. Artan gelir borçların ödenmesinde kullanılır, enflasyon da yapmaz. Bu teşhis tamamen yerindedir. Gelir artışı sanayi ürünlerinin tüketimini kamçılar. Önemli bir nokta; tarıma verilen kredi dolayısıyla sanayiye de verilmiş olur. Burası da doğru teşhistir ve yararlıdır ama tarım ürünlerinin gereğinden fazla üretilmesi fiyatları çok düşürür, Tarım sektörünü zora sokar. Tarım alanında çalışanları gelecek yıllarda yapılacak tarım üretiminden caydırır. Burası zararlıdır.
İşte burada da sorunun çözümü için “ADİL DÜZEN”e ihtiyaç vardır.
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”de “selem senedi” ile tarım üretimi ihtiyaca göre sınırlı tutulur, köylerde artan emek küçük sanayi işletmelerinde değerlendirilir.
***
Tarım ürünleri insan ihtiyaçlarında en ön sırada yer alır ve bu ihtiyaç giderilmedikçe diğer mallar talep edilmez. Ekonomist ve yazar Mahir Kaynak mesele üzerinde durmuş, diyor ki: Yıllar önce yaptığım bir çalışmada insan ihtiyaçlarının üst üste konulmuş küpler gibi olduğunu, en alttaki çekilirse hepsinin kırılacağını yazmıştım. En altta gıda ve barınma geldiğinden, bunlar sağlanmadan diğer mallara talep olmaz. Ancak bazı insanların bu temel ihtiyaçları karşılanmasa bile diğerleri daha önemsiz malları talep edebilir. Bu durum bir yandan “açlık ve işsizliğin olduğu”, diğer yandan “lüks tüketimin arttığı” halk açısından hiç de istenmeyen bir “ekonomi modeli” oluşturur.
Bu istenmeyen durumun olmaması için “insan emeği” önce “tarım” kesiminde harcanıp değerlendirilir.
Üretilen tarım ürünleriyle gıda ihtiyacımızı gideririz ve yaşarız.
Artan emek tarımda değerlendirilemez, sanayide değerlendirilir ve kullanılır.
Daha konforlu hayatımızı ve üretim teknolojimizi bu artan emek sağlamış olur.
***
Ancak, sanayi ürünlerinin tüketimi de sınırlıdır.
Ayrıca inşaata ve kültüre de emek ayırmamız gerekir.
Bütün bunların “makroda planlanması” gerekmektedir.
“ADİL EKONOMİK DÜZEN”de bu dengeler para çeşitliliği ile sağlanır.
Bu vesileyle “ADİL DÜZEN”de yatırımların “toprak”, sanayi üretiminin “demir”, tarım üretiminin “buğday” ve ticaretin “altın parası” ile yapılacağını tekrar hatırlatıyorum.
Kültüre ve sanata ayrılacak emeğin dengelenmesi ise “işsizlik payı” ile gerçekleşir. İşsizlere yani kültür ve sanat faaliyetleri çalışanlarına ayrılacak pay ile dengelenir. Pay büyükse insanlar işe gitmez, kültür ve sanat yaparlar; pay küçükse kültür ve sanat faaliyetlerini yapanlar azalır. Böylece “denge” gerçekleştirilmiş olur.
“ADİL DÜZEN” ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN”de her şey dengededir.
“ADİL DÜZEN” işte bundan dolayı aynı zamanda “denge düzeni” demektir.
Erbakan’ın da dediği gibi; sorunlar için tek çare ve çözüm “ADİL DÜZEN”dir.
***
Strateji ve planlamaya devam…
Reşat Nuri EROL
22.04.2010
Bir ülke düşünün; bu ülke Türkiye olsun...
İşte bu ülkede herkes iş bulabiliyor. Bu durumda onların tüketmek üzere talep edeceği malların da üretilmesi gerekir. Genel kanıya göre “piyasa”nın kendisini bu talebe göre uyarlayacağı biçimindedir. Ancak gıda maddelerinde fiyat artışı üretimi artırmaya fırsat vermeden maliyetleri artırır. Çünkü emeğin de bir maliyeti vardır ve gıda maddeleri bunun en önemli bölümünü teşkil eder. Gıda maddelerinin uzun zaman stok edilmesi mümkün olamadığından, arz ve talep kanunlarına göre büyük piyasalarda bu durum dengelenemez, denge gerçekleştirilemez.
Burada “arz ve talep kanunları”nı çalıştırabilmemiz için “ADİL EKONOMİK DÜZEN”de halka “ön ödemeli sipariş kredisi” verilir.
Bizim “Selem Kredisi” dediğimiz şey işte budur.
Halk, peşin para ödeyerek yıllık ihtiyacını yılbaşında sipariş olarak vermiş olur.
Bunun çok önemli bir yararı vardır:
Bu sayede yıllık ihtiyaç yılbaşında halk tarafından tespit edilmiş, dolayısıyla “yıllık planlama” yapılmış olur.
“Piyasa” dediğimiz şey nedir, “planlama” nedir?
“Piyasa” ekonomik hayatın yaşandığı ortamdır.
“Planlama” yapmadan, hele hele yıllık, beş yıllık on yıllık planlar yapmadan, bundan önceki yazılarımda yazdığım üzere, bir “strateji” belirlenmeden, “iktisat stratejisi” belirlenmeden, “tarım stratejisi” belirlemenden, her şeyi piyasanın işleyişine bırakmak ne gibidir biliyor musunuz?
Aynen bir ormanda veya dağ başında yaşamak gibidir.
Oysa “ekonomi” de insan hayatındaki önemli her şey gibi mutlaka yönlendirilmeli ve “planlanmalı”dır. Bu yönlendirmede sadece parasal büyüklükler değil, onun arka planındaki mal hareketleri de hesaba katılmalıdır. Hep söylüyoruz, aslında insanlara iş bulmak kolaydır. İnsanlık ilerliyor, verimlilik artıyor ve aynı miktardaki mal daha az insanla üretilebiliyor.
***
Bir soru:
Peki, hızla artan nüfus ve yeni iş gücü nerede kullanılabilir?
Başta ne dedik?
“Bir ülke düşünün; bu ülke Türkiye olsun...” dedik.
Türkiye’nin karayolları, Türkiye’nin demiryolları, Türkiye’nin daha başka alt yapıları ve üst yapıları tamamlanmış mıdır?
Cevap: Hayır, hayır, hayır!!!
Bir soru daha:
Peki, devlet (elbette hükümeti de kastederek söylüyorum) ne diye para basıp da bu alt yapıları yapmaz veya yaptırmaz?
Birileri hemen şöyle bir soru soracaktır:
Efendim, karşılıksız parayı nasıl basalım?.. Efendim, enflasyon olur, şu olur, bu olur!..
Cevap:
Ee, ne yapalım, IMF’den, Dünya Bankası’ndan ABD’den veya bilmem nereden, hem de “faizli borç” mu alalım?
Cevabın devamını bir soru ile verelim:
Peki, onların verdiği o “faizli kâğıt para”nın karşılığı var mı?!.
Ve final soru/cevap:
Peki, sen de devlet/hükümet olduğun halde, başka bir devletten/hükümetten veya uluslararası sömürü kuruluşundan “faizli borç almak” dünyanın en büyük ahmaklığı değil midir?!.
***
Sorun nedir, insanlığın bugünkü en önemli sorunu nedir?
“Kapitalizm sistemi” çerçevesinde “serbest piyasa” çalışmadığı içindir ki “sosyalizm” ve “karma ekonomi” uygulamalarına geçilmiştir...
Bugün saf “sosyalizm” ve saf “kapitalizm” kalmamıştır, herkes “karma ekonomi” içinde çalkalanmakta...
“Karma ekonomi” kuralsız ekonomidir...
“ADİL DÜZEN” ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN” ise değişik görüşleri ve sistemleri sentezleyen “sistem”dir.
Bu sistem bütün sistemlerin kötü taraflarını atmış, onların iyi taraflarını almış, “karma” olmayan tamamen “sentezlenmiş” bir “sistem”dir.
Her şeye topyekün cevap mahiyetinde son bir soru daha:
Ne dersiniz, “insanlığın bu sistem üzerinde önce durma ve düşünme”; “sonra genel strateji ile özel planlama ve uygulamalarını bu sisteme göre düzenlemesi zamanı” gelmedi mi?
***
Tarımda faiz, icra ve iflas
Reşat Nuri EROL
23.04.2010
Egeliler Manisa’yı, Manisa’daki “Gediz Ovası”nı iyi bilir; İzmirli bir Egeli olarak ben de bu bölgeyi iyi bilirim…
Bundan önceki dört yazımda ‘iktisat stratejisi’ dedim, ‘tarım stratejisi’ dedim; genel olarak ekonomi, toprak, tarım planlamasının gerekliliği ve özel olarak bütün bunların olmazsa olmaz şartı olarak “ADİL EKONOMİK DÜZEN”in mutlak ve elzem olduğu üzerinde durdum…
Bugün, işte o anlattıklarım yapılmadığında neler olabileceğini, Manisa’nın “Gediz Ovası”nda çiftçilerin başına gelen önemli olumsuz örneklerle anlatacağım…
Bu münbit ovamızdaki Saruhanlı’dan bir değil tam 16 bin çığlık, 16 bin feryat yükseliyor!.. Manisa Saruhanlı’da kayıtlı 17 bin ÇİFTÇİMİZ ve bunların tam 16 BİN İCRA DOSYASI var!.. Faizli krediler, borç batağı, icralar, iflaslar ve intiharlar!..
Durumu özetleyelim: Manisa Saruhanlı’da toplam 460 bin dönüm arazi ekiliyor... Bu arazinin yaklaşık 350 bin dönümü ipotek altında... 17 bin kayıtlı çiftçi, 2009 yılı içinde ektikleri üründen toplam 221 milyon TL gelir elde etti… Saruhanlı’nın yüzde 75’ ipotekli!..
Peki bu çiftçilerin “faizli/icralı/ipotekli kredi borcu” ne kadar?
17 bin çiftçinin neredeyse tamamının icra dosyası bulunuyor. Saruhanlı’da 4 icra dairesinde dosya sayısı 16 bin!.. Çiftçilerin toplam borcu ise 350 milyon TL’yi buluyor!..
Sadece Saruhanlı’da yaklaşık 16 bin İCRA DOSYASI işlem sırası beklerken, çiftçilerin borcu 350 milyon TL’yi geçti; her çiftçi en az 20 bin TL borçlu!..
***
Saruhanlı’da neredeyse ipoteksiz tarla yok... Binlerce dönüm arazi ve binlerce traktör ipotek altında... Çiftçiler milyonlarca liraya ulaşan banka kredilerini ödeyemiyor... Ortaya çıkan tablo vahim… Son 10 yıl içinde yaşanan tarım politikaları sebebiyle çiftçinin durumu perişan… Bankalardan, Tarım Kredi Kooperatifi’nden ve Esnaf Kefalet Odası’ndan alınan faizli krediler ödenemez hâle gelmiş... Ve sonunda ortaya tarımın sürüklendiği uçurumu gözler önüne seren tablo çıkmış... Faiz, icra, iflas ve sistemin intikamı…
45 yaşındaki çiftçi Nedim’in hikayesi, Gediz Ovası’ndaki acı tablonun küçük bir örneği. 300 dönümü arazisi icrada. Anlatıyor: “Her yıl kurtarmak için daha fazla ektim ama daha da kötü oldu. Şimdi borcum 300 bin TL’yi geçti. Her gün jandarmadan kaçıyorum. Bazen intihar etmeyi düşünüyorum ama çocuklarım aklıma geliyor, vazgeçiyorum…”
Ana sebep ne? Prof. Dr. Tayfun Özkaya durumu şöyle açıklıyor: Özelleştirme, güya serbestleştirme bu duruma yol açıyor. 1980’den sonra uygulanan tarım politikaları çitçinin aleyhine işledi. 1990’dan sonra da Şeker Yasası, Tohum Yasası, Tütün Yasası gibi yasaların yürürlüğe girmesi, özelleştirmelerin yapılması ile durum daha da kötüleşerek bugünkü sonuçları doğurdu. Son olarak TEKEL de özelleştirildi. Uygulanan sistemlerle çiftçi büyük firmalara bağımlı hâle getirildi.
***
Sonuç:
Sömürüye dayalı bu “faizli sistem”de çiftçi ürettiği ürünü satabilmek için zamanla otomatik olarak büyük firmalara bağımlı hâle geliyor...
Özel bankalar, şu anda tarım kesimine yüzde 30 gibi yüksek faizler uyguluyor...
Diğerleri bir yana, Ziraat Bankası bile, kredi vermek için 20 dekar toprağı şart koşuyor; yani 20 dekarın altında toprağı olan çiftçi, çiftçi sayılmıyor ve kredi verilmiyor; “faizsiz kredi” hiç verilmiyor...
Türkiye’de tarım bitiyor, çiftçilik bitiyor; toprak intikam alıyor!..
Çiftçiler ödeme zorluğu çektiğinden, ödemelerini yapabilmek için tarlalarını satışa çıkarıyor ve satıyor…
Sonra şehirlere göç ediyor...
Geçtiğimiz yıl 1500 çiftçi, çiftçiliği bırakıp büyük şehirlere göçmüş...
Böyle giderse, 10-15 yıl sonra büyük şehirlerde nüfus daha da artacak, köyler boşalacak...
Sonuçta, Türkiye’de tarım ve çiftçiliğin gün geçtikçe azalarak bitmesi riski ile karşı karşıyayız!..
Faiz, icra, iflas ve “zalim düzen”in intikamı, toprağın intikamı!..
***
Mahmutpaşa Raporu-1
Reşat Nuri EROL
24.04.2010
Saadet Lideri Numan Kurtulmuş, partisinin “İstanbul İl Başkanlığı Ekonomi Komisyonu”nun Mahmutpaşa esnafı ile görüşerek hazırladığı raporu kamuoyuyla paylaştı.
“Mahmutpaşa” dendiğinde, aslında Türkiye tekstil sektörünün ilk beşiğinden bahsetmiş oluyoruz. Uzun yıllar boyunca geleneksel ticaret anlayışımızla Mahmutpaşa’da çalışan esnafımızın sayısı hâlâ çok. Bunların içinde çok yakın arkadaşlarım var ve bu yakın arkadaşlarımın özellikle son yıllarda yaşadıklarını yakinen bildiğimden, genel olarak “Mahmutpaşa’daki Çöküşü” de iyi biliyorum. Ayrıca geçmiş yıllarda önemli ve marka tekstil firmalarına yurtdışına yönelik danışmanlık yaptığımdan, tekstil sektörünün yaşadığı çöküntüyü, adeta içeriden biri olarak bizzat gözlemledim. “Mahmutpaşa” işte özellikle bu sektörde yaşananların sembol ve laboratuar mesabesindeki merkezidir.
Açıklanan “Mahmutpaşa Raporu” da bundan dolayı çok ama çok önemlidir.
Bu vesileyle önemli bir hatırlatma: Sırada yeni anket ve rapor hazırlıklarının olduğunu yakinen bildiğim “SP İstanbul Ekonomi Komisyonu”nun gayretli çalışmalarının da, pek çok yönden tebrike şayan olduğunu hatırlatırım. Tebrikler…
***
BORÇLU ve ÇOK KÖTÜ!..
Mahmutpaşa esnafının büyük kesimi, “kriz”in uzun yıllardır hep olduğunu, krize karşı esnafın durumunu iyileştirici adımların atılmadığını söylüyor.
Küresel kriz ekonomik olarak sürekli gündemde kalarak devamlı olarak vurgulanmasına rağmen, esnafın yarısı, dünyada ekonomik kriz olmasa bile Türkiye’nin kendi ekonomik krizi olduğunu söylüyor. Mahmutpaşa esnafı yüzde 90 üzerinde bir oranla krizin işlerini “KÖTÜ” ya da “ÇOK KÖTÜ” olarak etkilediğini söylüyor. Mahmutpaşa esnafının yüzde 60 orandan fazlası işletme sabit giderlerini zamanında ödeyemiyor; her 10 kişiden birinin borçları yasal takipte!
Mahmutpaşa esnafının yüzde 80’inden fazlası alacaklarını tahsil edemiyor. Yaklaşık 4 kişiden biri alacakları için yasal takibe başvurmuş! (Borçluların 10’da biri yasal takipte idi. Demek ki; esnaf alacağı için yasal yollara başvuramıyor, ancak borcu için yasal takibe maruz kalıyor.) Ankete katılan 260 kişi içerisinde borçlu 138 esnaftan 91’i borcunu vaktinde ödeyemediğini, sadece yaklaşık 3’te 1’i borcunu zamanında ödeyebildiğini söylüyor. Borçlanan 4 kişiden, bütün esnaftan 9 kişiden biri yasal takip altında BORÇLU!
Ekonomik krizde her 10 kişiden yaklaşık dördü borçlanmak zorunda kalmış. Ankete katılan esnaftan yüzde 80 üzerinde bir oran, ekonomik krizde komşu ve müşterilerinden kepenk kapatanlar olduğunu söylüyor. Esnafın yüzde 43,3’ü sayı olarak belirtemeyeceği kadar çok ya da 5-10 tane kepenk kapatan oldu diyor.
Kalite standartları çerçevesinde yerli üretim teşvik edilmediğinden ve bu sayede istihdam oluşturulmadığı için esnafın yüzde 70’den fazlasının işleri kalite standardı düşük ucuz ve ithal mallar yüzünden “ÇOK KÖTÜ” ya da “KÖTÜ” etkilenmiş.
***
Cevap: HİÇBİRİ!
Bütün bu ekonomik sorunlarla uğraşan esnafı Hükümet, Belediye, Ticaret Odası gibi ‘Yetkililerden sizleri kimler dinledi acaba?’ diye sorulduğunda ise alınan cevap:
Yüzde 88,5 ile HİÇBİRİ!
Biraz iyimser düşünelim…
Hükümet, Belediye, Valilik, Ticaret Odası gibi yetkililer esnafı dinlemese bile, farklı yollardan bilgi edinerek ya da yaşanan sorunları ve durumu görerek çözüm getirebilir mi?!.
Maalesef çözüm getiren de yok!
‘Sorunlarınıza hangileri çözüm getirdi?’ sorusuna verilen cevap:
Yüzde 91,3 ile HİÇBİRİ!
GEÇMİŞ OLSUN: Ali Haydar Haksal Kardeşim; geçmiş olsun, Allah sıhhat ve âfiyetler versin…
***
Mahmutpaşa Raporu-2
Reşat Nuri EROL
25.04.2010
Saadet Lideri Numan Kurtulmuş, büyük emeklerle hazırlanan “Mahmutpaşa Raporu”nu açıklarken yaptığı önemli hatırlatmalarla, aslında meselenin özüne işaret etmiş.
Önce onları hatırlayalım.
Türkiye’de 2010 yılı içerisinde 56.8 milyar TL iç “BORÇ FAİZİ” ödeneceğini hatırlatan Numan Kurtulmuş, sözü Mahmutpaşa esnafına getirerek şöyle devam ediyor: “MAHMUTPAŞA’ya bir şey yok ama söz konusu olan büyük finansal kuruluşlar olduğu zaman, bankalar olduğu zaman, oralara kesenin ağzını açmışlar. Ayrıca Sermaye Piyasaları Kurumu’nda (SPK) bir daralma olduğu zaman Merkez Bankası (MB) oraya para aktaracak. Bu milletin parasını özerkleştirilmiş bir Merkez Bankası aracılığıyla uluslararası para fonlarına pompaladın. Kimden geldi bu para; MAHMUTPAŞA esnafının yoktan sıkarak verdiği vergilerden geldi!”
Faizli bankalara hep var; Mahmutpaşa esnafına bir şey yok!
Kredi yok, faizsiz kredi yok, destek yok; küçücük bir ‘İLGİ’ bile yok!
Ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenler piramidinin en altında hep çalışan var, hep üreten var, hep işçi vara, hep esnaf var; Mahmutpaşa esnafı var!
***
‘ADALET VE KALKINMA’ NEREDE?
Yukarıdaki bölümde yazdığım üzere, uygulanan ‘adaletsiz ekonomi politikalarını’ gördükçe, insanın ‘Adalet nerede?’ diye haykırası geliyor;
ADALET nerede?!.
Bülent Ecevit’in Başbakanlığı döneminde meydana gelen krizi hafızalar henüz unutmadı. Şimdi esnafın o dönemden daha da kötü durumda olduğunu hatırlatan Saadet Lideri Numan Kurtulmuş şu önemli hatırlatmayı yapıyor:
“Ama o günlerde Başbakan’ın ayaklarının dibine yazar kasa atıyorlardı. Şimdi ise esnaf daha perişan durumda ama ‘bunlar bizim uşaklar’ diye bir şey demiyorlar. ADALET ‘bizim uşaklar’ haksızlık yaptığı zaman susmak değildir.”
Eğriye eğri, doğruya doğru...
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı döneminde Mahmutpaşa esnafı dahil, bütün esnafımız bu adaletsizliklere duçar olmamalıydı…
Kalkınma bir yana, Mahmutpaşa esnafımız eskisinden de kötü durumlara düşmemeliydi...
‘Adalet ve kalkınma’ nerede?!.
***
BAŞARISIZ!. KÖTÜ!. UMUT YOK!..
Buraya kadar yazdıklarımla Mahmutpaşa esnafını durumunu özetlemeye çalıştım.
Bu tesbit ve teşhislerden sonra tedavi reçeteleri ve çözüm önerileri üzerinde durmak gerekiyor. Anket yapanlar Mahmutpaşa esnafına bu yönde de sorular sormuşlar ama maalesef aldıkları cevaplar hiç de iç açıcı ve umut verici değil: BAŞARISIZ.. KÖTÜ.. UMUT YOK!..
Anket ve rapordan anlaşıldığı kadarıyla, bu kadar sorunlarla boğuşan Mahmutpaşa esnafının yaklaşık yüzde 60’ı Hükümeti kriz yönetiminde “ÇOK BAŞARISIZ” ya da “BAŞARISIZ” buluyor. Sorulan önemli bir soruya verdikleri cevapta, ‘Türkiye ekonomisini en çok Hükümet yönlendiriyor’ diyenlerin oranı yüzde 20 bile değil! Buna karşılık yaklaşık her 3 kişiden 2’si ekonomimizi IMF veya ABD’nin yönlendirdiğini söylüyor! Başarı notu böyle, ülke ve ekonomi yönetimi ile ilgili görüşler böyle. Demek ki, ateş düştüğü yeri daha çok yaktığına göre, oralardan yükselen feryatlar daha yüksek.
Mahmutpaşa esnafının yüzde 57, 9’u durumunun “DAHA KÖTÜ” ya da “ÇOK DAHA KÖTÜ” olacağını düşünüyor!
En çarpıcı sonuçlardan birisi de şu:
Gelecekten umutlu olan ve daha iyiye gideceğine inanan esnaf sadece % 10 seviyelerinde! Ateş düştüğü yerleri cayır cayır yakıyor.
UMUT YOK!
Çare ve çözüm:
Mahmutpaşa esnafı, tamamen batmadan, bütün sorunlarını çözecek “muktedir” bir “iktidar partisi”nin “hükümet” olmasını istiyor ve bekliyor...
***
İşsizlik ve süper güç Türkiye
Reşat Nuri EROL
26.04.2010
İşsizlik sorunu hep gündemde…
“Türkiye’nin en büyük sorunu işsizliktir” deniyor...
İşsizlik sorununu çözdüğümüzde diğer sorunları da kolayca çözeriz...
Ne var ki, diğer sorunlar çözülmedikçe, onlarla birlikte işsizlik de çözülemez…
*
Hep söylüyoruz: Türkiye’de en kolay çözülecek problem işsizlik problemidir.
Yazdık ve dedik ki: Üç aylık gibi kısa bir zamanda işsizlik çözülebilir...
Bu köşedeki pek çok yazımızda bu çözüm önerilerini hatırlattık...
Sorun çözümsüz beklediğine göre; hatırlatmaya devam…
*
İşsizlik sorununu çözmesine çözelim ama; Batılılar, işsizlik sorununu çözen Türkiye diğer bütün sorunlarını da çözer ve tek “süper güç” olur diye, bu önemli sorunu ve buna bağlı/bağımlı olarak diğer sorunları çözmesini istemiyorlar.
Bizim yöneticilerimiz yüzlerini hep Batı’ya, yani bizi batırmak isteyen AB, ABD, IMF, Dünya Bankası ve benzeri daha nice yerlere yönlendirdiklerinden, sadece onların “güya çözüm olan önerilerine” kulak verdiklerinden, “gerçek çözüm önerilerine” karşı ise sağır ve kör olduklarından, “işsizlik” gibi çok önemli bir sorun hep var olmaya devam ediyor…
Türkiye ne zamana kadar böyle bekler?
İşsizlik başta olmak üzere, önemli sorunları çözüme kavuşturuluncaya kadar.
*
Halbuki Türkiye “süper güç” olabilecek bir potansiyele sahip.
Türkiye “askeri gücü” ile değil, “yeni uygarlık kurma gücü” ile “süper güç” olur.
Türkiye 800 (779.452) bin kilometrekare büyüklüğünde...
Güneşi ve suyu en elverişli olan bir ülke konumunda...
Yeraltı madenleri zenginliği bakımından da Türkiye üst seviyelerde…
Türkiye dünyanın ticarî ve coğrafî merkezi durumunda…
Türkiye’nin sanayi, teknoloji, altyapı ve makina ekipmanı da yeterli derecede...
Türkiye kilometrekare başına en az 500 kişiyi besleyebilir; demek ki 400 milyon nüfusu barındıracak bir iş kapasitesinde...
Türkiye’nin bugünkü nüfusu 75 milyon... Çalışabilen nüfusu 30 milyon... Bunun yarısı iş bulup çalışamamakta, yani sadece 15 milyon çalışmakta, gerisi işsiz!..
Türkiye’de aylık ücret ortalama 500 dolar… Oysa Orta Asya ve Çin’de ortalama olarak 50 dolar... Kapılarımızı Almanya ve diğer bazı Avrupa ülkeleri gibi açsak, istediğimiz kadar işçi bulabiliriz. Türkiye böyle bir şey yapsa, çok kısa zamanda üretimini on misli artırabilir, yani devlet bütçesi on misli büyüyebilir.
Devlet bütçesi bu kadar büyüyen bir ilkede herkes iş bulabilir, Türkiye’nin “işsizlik sorunu” sona erer, Türkler yönetici olur.
*
İçte “işsizlik” dahil bütün ana sorunlarını çözen ve komşuları ile de problemi olamayan böyle bir devletin “süper güç” olması için ne gibi bir mâni kalır; ya da kalır mı?..
Batılılar yani Türkiye’yi batırmak isteyenler ve sömürü sermayesi, işte bunu bildikleri için Türkiye’nin işsizlik problemi dâhil olmak üzere, ana sorunlarını ve onlara bağlı/bağımlı diğer sorunlarını halletmesine izin vermezler; vermek istemezler.
Ne yaparlar?
Değişik şekillerde saldırırlar...
Bu saldırılarını ne zamana kadar sürdürürler?
Biz uyanıp da sorunlarımızı çözünceye kadar sürdürürler…
Türkiye “derin” uykusundan uyanıncaya kadar sürdürürler…
Türkiye sorunlarını çözüp de “süper güç” oluncaya kadar sürdürürler…
Türkiye “SÜPER GÜÇ” olup da “BARIŞ ve ADALET”e dayalı “YENİ BİR ADİL DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYETİ” kuruncaya kadar sürdürürler...
***
İşsizlik Yüksek Kurulu
Reşat Nuri EROL
28.04.2010
Hiçbir “yeni düzen” birden gelmez.
Bir düzenden başka bir düzene geçmek için uzun geçiş zamanına ihtiyaç vardır.
Nitekim “imparatorluk ve saltanat düzeni”nden “cumhuriyet ve demokrasi düzeni”ne geçmek için Türkiye iki üç asırdır çabalamaktadır ama bu geçişi hâlâ tam olarak başarmış değildir. Bugünlerde yine Meclis’in gündeminde olan sadece “yeni bir anayasa” oluşturma çabaları bile, demek istediğimizin en belirgin delilidir.
Bundan önceki yazımın başlığı neydi?
“İşsizlik ve süper güç Türkiye”.
Türkiye’nin süper güç olma potansiyeli var.
Evet, Türkiye’nin süper güç olma potansiyeli var ama; “yeni bir anayasa” oluşturma ve “işsizlik” başta olmak üzere, ekonomi ile ilgili ana sorunlarını çözmedikçe, bu potansiyelini değerlendirmesi düşünülemez.
*
Yazımın başında “yeni bir düzene” birden geçilemeyeceğini yazdım.
Doğrudur, bu düzenden “ADİL DÜZEN”e ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN”e birden geçilemez.
Ne var ki “ADİL DÜZEN”e geçme yolu yine “ADİL DÜZEN”de vardır ve bu geçişi gerçekleştirmek için bir yerden başlamak gerekir. Bir yerden başlanmazsa, “ADİL DÜZEN” hiçbir zaman gelmez, “zalim düzen” sürer gider ve zulüm ila âbâd olunamayacağından, iş devletin yıkılmasına kadar varır.
Ne dersiniz, bu geçişe işsizlik sorununu çözerek başlasak olmaz mı?
Kanaatimce olur ve halkımız ile ülkemiz için çok da güzel olur.
*
İşsizlik sorununu çözmek için ne yapmalıyız?
“İŞSİZLİK YÜKSEK KURULU”nu oluşturmalıyız.
“İşsizlik Yüksek Kurulu” yirmi kişiden oluşacaktır. Kurulu demokratik yoldan oluşturmalıyız. Siyasi partiler genel seçimde alınan her yüzde beş oy için bir ilim adamını kurula atayacaklardır. Partiler oylarını birbirine kullandırabileceklerdir. Meclis dışında kalan oylar da bu sayede kurula katılacaktır. Akademik kariyeri olan âlimlerden oluşmuş bir yüksek kurul oluşacaktır. Kurul bir tarafta ilim adamlarından oluşacak ama bu ilim adamlarını seçilmişler yani seçimle gelen siyasiler seçecektir.
İşte size demokratik ilmî çözüm.
*
“İşsizlik Yüksek Kurulu” oluşturulurken, ilim adamları arasında bizim ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARI arasında olan akademisyen arkadaşlarımızdan en az ikisine de yer verilmelidir. Bu ilim adamlarının birkaçının adını hatırlatalım: Prof. Dr. Arif Ersoy, Prof. Dr. Sabri Tekir, Prof. Dr. Hira Karagülle, Prof. Dr. Ali Erişen, Prof. Dr. Remzi Fındıklı, Prof. Dr. Durmuş Günay, Yrd. Doç. Dr. Süleyman Akdemir ve genç akademisyenler...
Bu ilim heyetinde siyasi partileri temsilen tüm görüşler yer almalıdır.
*
“İşsizlik Yüksek Kurulu”nu oluşturan bu ilim adamları, işsizlik sorununun çözümü ile ilgili kararlar alırken ekseriyetle almazlar.
Önce enine boyuna tartışırlar...
Sonra herkesin katıldığı ve kimsenin muhalefet etmediği kararları alırlar.
Eğer bir konuda karar alınması gerektiğinde ittifak eder ama kararda ittifak edemezlerse, o zaman “ortak bir vekil” seçerler. O vekil istişare eder ve onun verdiği karar “ortak karar” olmuş olur. Üyelerin bu karara karşı hakemlere gitme yetkisi vardır. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer; başhakemi hakemler seçer. Sonunda başhakemin verdiği karar kesindir.
İşte size demokratik bir ilmî çözüm daha.
*
Bu konuda yazacaklarım bitmedi, çözüm önerilerimin devamı var.
***
İşsizliğe çözüm önerisi
Reşat Nuri EROL
30.04.2010
Ne diyordum, neleri anlatıyordum?
Önce “İşsizlik ve süper güç Türkiye” (26.04.2010) diyordum; işsizlik sorununu çözen Türkiye’nin nasıl süper güç olabileceğini anlatıyordum...
Sonra işsizlik sorununun çözümü için “İşsizlik Yüksek Kurulu”nun (28.04.2010) kurulması gerektiğini ve kurulun kuruluş şekli ile çalışma yöntemlerini yazıyordum...
Kimlere?
Gerçekten anlamak isteyenlere, anlayanlara…
Kalp, gönül ve akıl gözü ilmî çözümlere açık olanlara…
Halkımızın ve ülkemizin sorunlarına gerçek çözüm arayanlara…
Ve çözüm bekleyen sorunlar karşısında üç maymunları oynamayanlara…
***
“İşsizlik Yüksek Kurulu” tüm görüşlere ve çözüm önerilerine kulak verir. Önerilen bütün teklifleri harmanlayıp sonuca varır. Oluşturulan “ilmî heyet” halkla istişare eder. İşsizlik sorununun çözümü için bir yarışma açılır. Sorunun çözümü konusunda önerilerde bulunmak üzere herkes katılır ve katkıda bulunur. Bu öneri bir sahifelik bir özet olabilir.
Bütün bu öneriler, işsizliğe çare arayan ilim adamları tarafından sıralanır. Bir önerinin aldığı sıraların tersleri toplanır, önerinin derecesi bulunur. Konan ödül önerilerin derecelerine bölüştürülür. Çözüm çalışmalarına katılanların her biri az veya çok bir ödül almış olur.
Bu suretle elde edilen bilgiler sıralanmış, ilim adamları katılan herkesten görüş almış olur. İlim adamlarına kadro verilir. Bunlardan istediklerini, mesela beş kişiyi danışman olarak alırlar. Böylece yüz kişi birlikte çalışmaya başlar. Öneriler ortaya konur. Projeler hazırlanır. Bunlar telif edilerek tek proje hâline getirilir.
Bu ilim adamlarına uygulama yapmak üzere birer pilot ilçe ve imkânlar verilir, ‘buralarda kendi projenizi uygulayın’ denir.
Beş kişilik ekip ile ilim adamları kendi ilçelerinde uygulama yaparlar.
Yirmi ilçede uygulanmaya başlanır.
Sonuçlar bütün ilim adamları tarafından gözlemlenir. Bütün uygulamalarda ilmî sonuçlar elde edilir.
Buna göre ayrı ayrı görüşler ve çözümler denemelerle değerlendirilir ve karşılaştırılır.
***
Bundan sonra neler yapılır?
Nüfusları 30 bin ile 100 bin arasında olan ilçeler oluşturulur. Her ilçede “İşsizliği Önleme Kurulu” kurulur. Siyasi partiler, oyları nisbetinde, yüksek ehliyete sahip olanları bu kurullara üye olarak tayin ederler. Onlar aralarında uzlaşarak, gerekirse hakemlere giderek, bu projelerden birini alırlar. Kendi ilçelerini o şekilde geliştirmeye başlarlar.
Böylece ülkemizdeki her ilçe işsizliğe çare ve çözüm aramış olur.
Zamanla ne olur?
İlçeler arasında yarış başlar. Sorunlarını çözen her ilçedeki ücretler ona göre yükselir. Halk oraya hicret eder. İlçe büyür ve bölünür. Başarısız ilçeler ise göç verir, nüfusları azalır ve sonunda ilçe olmaktan çıkar. Böylece sorunları çözmede başarılı olan ilçeler ülkede yaygınlaşır. Türkiye bu şekilde işsizlikten kurtulmuş olur.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
Size bir ilçe verseler; ayrıca bir kaynak istememek şartı ile o ilçede işsizlik sorununu ne kadar zamanda çözersiniz?
Cevap:
ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARI olarak bizi bir ilçede görevlendirseler, -mevzuat engelleri olmamak şartıyla,- bir sene içinde o ilçedeki işsizlik sorununu çözeriz.
O ilçeye taşınma ve o ilçeden taşınma serbest olacaktır.
İlçeden taşınanlara ilçe yönetimimiz taşınmazların gerçek değerlerini ödeme taahhüdünde bulunacaktır.
Türkiye’nin en geri kalmış ilçesi de bizim için makbuldür; kabulümüzdür.
Vesselâm…
***