|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri EROL resaterol@akevler.org |
TEMMUZ 2010 |
|
|
|
Saadet Partisi: KONGREDEN İKTİDARA…
Reşat Nuri EROL
02.07.2010
Tevafuk işte böyle bir şey...
Geçen Perşembe günü (24.06.2010), İstanbul’un Anadolu yakasında (Üsküdar) arkadaşlarla yaptığımız haftalık ekonomi ve ilim semineri sonundaki ana gündemimiz; seminerdeki bazı önemli konuları Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ve İstanbul İl Başkanı Erol Erdoğan ile paylaşmak üzerine oldu...
Çalışma arkadaşlarıma, ‘inşaallah, ilk fırsatta gerekeni yapmaya çalışırım’ dedim.
Tevafuk işte; fırsat çabuk gerçekleşti.
Cumartesi günü (26.06.2010), Millî Gazete Genel Yayın Yönetmenimiz Necdet Kutsal aradı ve davet etti: Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ile Millî Gazete yazarları olarak Pazartesi akşamı (28.06.2010) bir araya geliyoruz…
Cumartesi akşamı İstanbul’un Avrupa yakasındaki haftalık seminerimizin sonunda da; genellikle her zaman olduğu gibi yine siyaset ve bu sefer ağırlıklı olarak Saadet Partisi üzerinde duruldu. Pazartesi günü Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ile toplantı yapacağımızı hatırlatınca, görüşmelerimiz daha da hareketlenip hararetlendi...
Yazımın daha en başında “tevafuk” dedim ya; “tevafuk” işte böyle bir şey...
Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ile bir araya geldik…
Millî Nizam… Millî Selâmet… Refah… Fazilet… Ve Saadet Partisi…
“Millî Görüş Hareketi”nin kırk yıllık özü ve özeti bu kelimelerde…
Bunların tamamı mukadderatın ve tevafukun eseri değil mi?..
***
Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, 26 Ekim 2008 günü yapılan Büyük Kongre’de Saadet Partisi Genel Başkanı seçildi ve özellikle “Harun gibi gelip Karun gibi gitmeme” vurgusu yaptı. Bu vurgu aynı zamanda “siyasi, sosyal ve ekonomik kokuşma”ya dikkat çeken çok önemli bir vurguydu. Sürekli yaşanan, bir türlü sonu gelmeyen, hep hatırlattığım üzere artık “sosyal tufan”a dönüşen ve bu arada iyice kronikleşen her türlü “krizler” sadece ülkemizin değil, bütün insanlığın bir “SAADET müjdesi” beklediğini göstermiyor mu?
Mezkur yazarlarla toplantının sonunda, SP Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ile ayak üstü yaptığım kısa görüşmede de paylaştığım üzere: Halkımızı özellikle ve öncelikle “ekonomik sorunlar” daha çok ilgilendiriyor. Halkımıza sorulduğunda, bir numaralı sorun hep “EKONOMİK SORUNLAR” çıkıyor. Bütün anketlerde % 70 olmak üzere, halkın birinci sorunu ekonomi görülüyor; yani aş, iş, eş/evlatlar/ev ve açlık...
Bu meseleler üzerinde duruyorken aklıma bir şey daha geliyor: Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’un “ekonomi profesörü” olmasını da “tevafuk” olarak düşünüyorum...
***
Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’un 26 Ekim 2008’de Sadet Partisi Genel Başkanı seçilmesinin birkaç ay ardından 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri yaşandı…
Şimdi de “erken” veya “normal” olsa da; Türkiye seçim atmosferine girmiş bulunuyor, 12 Eylül 2010 günü referandumla birlikte erken seçim de olabilir…
Dünyanın ve ülkemizin durumu herkesin malumu… Dünyada ve Türkiye’de işte bu malum sorunlu atmosfer yaşanıyorken… Bugünlerde siyasilerimiz anlamsız pek çok siyasi tartışmalar yapıyorken… Numan Bey’in teşbihiyle; halkımız sığınacağı bir siyasi liman arıyorken… Daha en başta “tevafuk işte böyle bir şey” dedim ya; ülkemizdeki seçime daha güçlü girmek için Saadet Partisi 11 Temmuz’da “Büyük Kongre”ye gidiyor…
Saadet Partisi: KONGREDEN İKTİDARA sürecini yazmaya devam edeceğim…
***
TEVAFUK nedir? Tevafuk; birbirine denk gelme, latifane (hoş, zarif) bir şekilde uyum içinde olma anlamına gelen kavramdır. Anlamlı ve hikmetli amaçlarla latif bir şekilde birbirine yakışan ve birbiriyle ilişkili olan, uygunluk arz ederek bir düzenin varlığını gösteren, kısaca birbirine tevafuk eden her şey, kâinatta tesadüfe yer olmadığını işaret ve ispat eder.
***
Saadet Partisi: Kongreden İktidara - 2
Reşat Nuri EROL
03.07.2010
Hatırlayalım; Saadet Partisi’nin son seçimlerde kullandığı slogan neydi?
“FARK VAR - SAADET VAR...”
Aslında bu fark kırk yıldan beri var; Erbakan’ın önderliğinde “Millî Görüş Hareketi” başladığından beri var, “ADİL DÜZEN ve ADİL EKONOMİK DÜZEN” Türkiye ve bütün dünyaya “bir medeniyet projesi” olarak sunulduğundan beri var…
Önce “Millî Nizam”; sonra sırasıyla “Millî Selâmet”, “Refah”, “Fazilet” ve en sonunda “Saadet” dendiğinden beri “FARK VAR - SAADET VAR...”
Ve işte o “Saadet Partisi” şimdi de “KONGREDEN İKTİDARA” sloganı ile yeni bir yapılanmaya, yeniden yapılanmaya, yeni bir kongreye, olağanüstü kongreye gidiyor; önümüzdeki “erken” veya “normal” seçime hazırlanıyor ve diyor ki:
“FARK VAR - SAADET VAR...”
***
Batı merkezli “kuvvete dayalı zalim uygarlık” insanlığın sorunlarını çözemedi. Aksine, Batı sürekli sorun üretti. Üretmekle kalmayıp sorunları daha da çoğalttı ve günümüzde “SOSYAL TUFAN” seviyesine yükseltti. Batı merkezli bu uygarlık hep savaş, sömürü, kriz, zulüm ve adaletsizlik oluşturdu.
Sadece ülkemiz değil, bütün beşeriyet, devasa dünyamız, milyarlarca insan bu sorunlarla boğuşurken; tam da işte bu zamanda, böyle bir kritik vakitte, insanlık “yeni bir dünyaya, yeni bir medeniyete, Hakka ve adalete dayalı bir medeniyete” muhtaç.
Ülkemizdeki bütün siyasi partilerin önemsediğim çok önemli bir sorunu var.
Saadet dışındaki partiler bu “yeni medeniyet ihtiyacı”nın farkında değiller.
İşte tam da bundan dolayı, “yeni medeniyet projesi”ni sunmasından dolayı;
“ADİL DÜZEN”i “bir medeniyet projesi” olarak takdim etmesinden dolayı:
“FARK VAR – SAADET VAR…”
***
Siyasetin pek çok yönüyle kirlendiği bir dönemde Saadet Partisi aslında bu slogan ile tüm Türkiye’ye ve seçmenlerine “iyi” ile “kötü”, “güzel” ile “çirkin”, “doğru” ile “yanlış”, “Hak” ile “bâtıl”, “ADALET” ile “ZULÜM” arasındaki farkı hatırlatıyor ve hatırlatmakla kalmayıp artık bunun iyice vurgulanması gerektiğinin altını çiziyor.
Türkiye sekiz yıl öncesindeki seçimden önce de “yoksulluk, yolsuzluk, adaletsizlik, anayasa vs.” meselelerini konuşuyordu; bugün de “yoksulluk, yolsuzluk, adaletsizlik, anayasa vs.” meselelerini konuşuyorsa; o zaman sekiz yılda ne değişti?!.
Çok değil, birkaç hafta sonra “siyasi yolsuzlukların konuşulduğu” bir seçim atmosferine girilecek, “yolsuzluk ve rüşvet dosyaları” gündemden hiç düşmeyecek...
İşsizlik ve gelir dağılımındaki dengesizliğin oluşturduğu yoksulluk her geçen gün daha da derinleşiyor, aradaki makas giderek daha da açılıyorken; seçim atmosferinde neler olacağını ve nelerin konuşulacağını bilmek için kâhin olmaya gerek yok, her şey şimdiden malum... Türkiye seçmeni, bütün anketlerde yüzde 70 oranında görüldüğü üzere, en büyük sorun olarak görülen “yoksulluk ve yolsuzluk” yani “ekonomik sorunlar” gerçeği üzerine kilitlenmiş durumda... Hele bir de seçmenin iyice uyandığını ve bizim “SOSYAL TUFAN” olarak adlandırdığımız ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî bütün sorunların farkına vardığında neler olabileceğini bir düşünsenize…
İşte tam da kördüğüme dönüşmüş bulunan bu “sorunlar yumağında ve seçim atmosferinde” yeni bir sese ve yeni bir nefese ihtiyaç varken:
“SAADET PARTİSİ VAR…”
“FARK VAR – SAADET VAR…”
“KONGREDEN İKTİDARA HAMLESİ VAR…”
“KONGREDEN İKTİDARA GİDEN SAADET VAR…”
***
Saadet Partisi: Kongreden İktidara - 3
Reşat Nuri EROL
04.07.2010
Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş ile Millî Gazete yönetici ve yazarları olarak bir araya geldiğimiz toplantıda çok önemli ülke sorunları üzerinde duruldu. Bu önemli sorunlar var olmaya devam ettiği ve çözüme kavuşturulmadığı müddetçe de hep üzerinde durulmaya devam edecek… Siyasiler konuşacak ve çözümlerini dile getirecek, biz gazeteci ve yazarlar da yazılması gerekenleri yazmaya devam edeceğiz…
Hatırlayalım; bize göre “dört temel sorunumuz” neydi?
Bir: İŞSİZLİK yani aş, iş, eş/ev/evlilik/evlatlar, geçim ve yolsuzluk, yokluk, açlık…
İki: BORÇLAR yani ülkenin faizli iç ve dış borçları ile vatandaşların şahsi borçları…
Üç: ADALETSİZLİK yani Anayasa, AYM, Yargıtay, Danıştay vs. vs. meseleleri…
Dört: MEDYA yani millî olmayan dışa bağımlı her türlü yazılı ve görsel yayınlar…
***
İŞSİZLİK hep bir numaralı sorun. Bütün anketler öyle diyor; hem de yüzde yetmiş oranında. Siyasiler seçmene/vatandaşa gerçekten ve samimi olarak soruyorlar ve cevabını da istiyorlarsa: Seçmenin/vatandaşın bir numaralı sorunu “ekonomik sorunlar” ile hep var olan ve giderek artan “gelir dağılımı adaletsizliği”dir. Genç nüfusumuz var ama o gençlere her şeyden önce iyi bir “eğitim” yok; sonra da yeterince “iş, eş, ev, evlilik, yeni aile” yok, yok!..
BORÇLAR yani Osmanlı Devleti gibi devletimizi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yok edebilecek borçlar! Özel sektörümüzü de her an çökertebilecek, hem de “vahşi/vampir kapitalizmin fahiş faizli dövizli” iç-dış borçlar! Vatandaşlarımızı intiharlara sürükleyen ve her gün, her hafta birkaç aile yuvasını yok eden “faizli kredi kartı borçları” dahil her türlü borçlar! “Borçlar meselesi”nin detaylarına burada girmeye gerek yok; isteyenler zaten bu konuda yazdığım onlarca yazıya bu köşenin arşivinden “çözümleri” ile birlikte ulaşabilirler...
ADALETSİZLİK yani pek çok çeşidiyle “ZULÜM” ise başlı başına bir sorun. Zulüm ile âbâd olmak isteyenin sonunun berbât olacağını herkes bilir ve söyler ama; her nedense halkımız ve seçmenimiz, bizim kırk yıllık “MİLLÎ GÖRÜŞ ve ADİL DÜZEN/ ADİL EKONOMİK DÜZEN” teklif ve taleplerimizle yeterince ilgilenmez, tek başına iktidar etmez!.. Bir zamanlar bu yollarda birlikte yürüdüğümüz bir kısım eski yol arkadaşlarımız ise “Anayasa çoğunluğu” ile tek başlarına iktidar olmalarına ve aradan sekiz yıl geçmesine rağmen; hâlâ “Anayasa.. Anayasa.. Açılım.. Açılım…” diye sayıklamaya devam ederler!.. Bir ülkede “ADALET” yoksa, “ADİL YARGI” yoksa, davalar kırk yol sürüyorsa (bizim İzmir ve İstanbul’da kırk yıldır süren ve hâlâ sonuçlanmayan çok büyük iki davamız var); biz daha ne diye konuşup yazıyoruz ki! Düşünsenize; ülkeyi AKP mi idare ediyor, yoksa AYM mi?!.
MEDYA yani millî olmayan ve maalesef her yönüyle dışa bağımlı olan, daha doğrusu tekel sömürü sermayesinin yönlendirmelerine göre hareket eden “yazılı ve görsel medya” da yıllardan beri ülkemizin baş belâsı olmaya devam ediyor! Millî olmayan medya konusundaki detaylar ile “çare ve çözümleri” de, daha önce bu köşede yazdıklarımda…
***
Bugün bir yazar (Eyüp Can, Hürriyet, 03.07.2010), “İsli sacayağı” başlıklı yazısında benzer konulara kısmen temas etmiş ve yazısına şöyle başlamış: “TAKTIN” diyenler çıkabilir... Evet taktım... AK Parti, CHP, MHP, SP ya da BDP fark etmez. / İktidar olmak isteyen her partinin Türkiye’nin önüne artık ‘ortak bir gelecek hayali koyması’ gerekiyor. / Türkiye’yi üç temel konuda barıştıracak ve geleceğe taşıyacak ‘üçlü bir sacayağı...’ / Bir, Kürt Sorunu... / İki, Din-Devlet İlişkisi... / Üç, Gelir Dağılımı Adaletsizliği...
Millî Gazete yönetici ve yazarlarıyla yapılan toplantıda, Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş 11 Temmuz Kongresi ve sonrasını değerlendirirken; “Millet sığınacağı bir siyasi liman arıyor… Saadet Partisi ‘toparlanmamın merkezi’ olacak… Saadet Partisi ‘muktedir siyaset merkezi’ olacak…” diyor ya…
Ben de “SP Kongreden İktidara” doğru giderken diyorum ki: Neden olmasın?..
***
Yeni Anayasa’da,
‘Yeni Devlet’ organizasyonu…
Reşat Nuri EROL
05.07.2010
Aslında bugün farklı şeyleri yazmayı tasarlamıştım ama okuduğum bir röportaj o yazacaklarımı erteletti. Mehmet Şevket Eygi’nin dediği gibi; Nuriye Akman iyi bir röportajcı ve bugün Tahran Erdem’le çok önemli bir röportaj yapmış. Tarhan Erdem Konda araştırma şirketi yönetim kurulu başkanı, eski CHP Genel Sekreteri, Radikal gazetesi yazarı…
Röportaj uzun. Ben önemli gördüğüm konuların sadece ‘özü’ ve bizim görüşlerimizle örtüşen yönleri üzerinde durup yoğunlaşacağım. Meselelere Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ile girilmiş, devlet organizasyonunun bütünüyle gözden geçirilmesi ve bütün devlet şemasının yeniden yazılması üzerinde durulmuş… “ADİL DÜZEN, ADİL DEVLET DÜZENİ” derken; biz de aynı şeyi söylüyor ve söylemekle kalmıyor, öneri de getiriyoruz...
Tarhan Erdem’in hatırlattığı bazı detaylar önemli: Bakanlar Kurulu’nun teşkilinden, yerel yönetimlere kadar bütün devlet şemasının müzakere edilmesi ve yazılması lazım. Çünkü devleti bugünkü organizasyonuyla mesela 2013 yılına taşımak çok zordur... Devlet yapısının değiştirilmesi, bugünkü Türkiye’nin ihtiyacı... Merkezi ve yerel yönetimlerin yeniden bir tanımı gerekir… T. Erdem böyle diyor. Sonra CHP veya herhangi bir partinin olması gereken politikaları ve halkın bir numaralı önceliği “ekonomik meseleler” ile devam edilmiş; aynen bizim sürekli hatırlattığımız gibi. Sonunda meseleler 1950’den beri yapılan “seçimler” ve bugünlerde gündemde olan “erken seçim” ile noktalanmış.
Bana göre çok önemli olan soru ve cevaplara bakalım.
***
Soru: Milli Güvenlik Siyaset Belgesinin değişeceği, dış ve iç tehditlerin yeniden tanımlandığı, cemaatlerin iç düşman olarak kodlanmayacağına dair haberleri nasıl değerlendirdiniz?
Cevap: 2005’e kadar milli güvenlik tasarısını genelkurmay hazırlardı. Şimdi Dışişleri Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı biraz müdahil oluyorlar. Bu bakanlıkların daha da fazla işin içine girmesi, daha çok sorumluluk alması lazım.... Belge, baştan sona değişiyordur...
Devletin cemaatlerle barışıp barışmadığı konusunda emin değilsiniz?
Evet, güzel olur barışması. İç barışın güçlendirilmesi konusunda olumludur...
Yeni bir belge yazılırken devlet organizasyonu bütünüyle gözden geçirilmiştir.
Ona göre önümüzdeki 3-5 sene neleri yapabiliriz, neleri yapamayız?
Onlar yazılıyordur. Yani böyle bir tek cümleden ibaret değildir. İki cümleden ibaret değil o. Koca bir kitaptır.
Bu belgede neyi görürseniz tatmin olursunuz?
Şunu görmeyi isterim doğrusunu isterseniz. Türkiye Cumhuriyeti devletinin geldiği 2010’lu yıllarda, yeni bir organizasyonun öngörülmesi ve bunun şartlarının yazılması doğru olur. Bakanlar Kurulu’nun teşkilinden, yerel yönetimlere kadar bütün devlet şemasının müzakere edilmesi ve yazılması lazım. Çünkü devleti bugünkü organizasyonuyla mesela 2013 yılına taşımak çok zordur. Bunun için de tabii değişik kesimler ve gruplarla arasındaki itilafların çözülmesi vardır. Devlet yapısının değiştirilmesi, bugünkü Türkiye’nin ihtiyacıdır.
Devlet yapısının değiştirilmesinden kastınız nedir?
Bir kere anayasanın yeniden yapılması lazım...
Yeni devlet organizasyonunun, devlet memuriyetinin, kurumlarının birbirleriyle ilişkilerinin yeniden düşünülmesi ve yazılması lazım...
Şimdi anayasa mahkemesinde olan değişiklik paketi iptal edilmese bile bu yapı değişikliğine yetmez yani.
Tabii çok önemli maddeler var o paketin içinde. Fakat o önemli maddelerden daha çok önemli olanlar var. Mesela vatandaşlık tarifi var.
Dinin devlet idaresinde kullanılması meselesi var.
24. Maddenin yeniden ele alınıp yazılması lazım.
Merkezi ve yerel yönetimlerin yeniden bir tanımı gerekir. 126. Ve 127. Maddeler.
Eğitim meselesi var. Çok önemli. Onun ele alınması lazım.
Devletimizin korunması meselesi var...
(Devamı var…)
***
Yeni Anayasa’da, ‘Yeni Devlet’ organizasyonu - 2
Reşat Nuri EROL
06.07.2010
Açılım, açlık, işsizlik, bitmek bilmeyen ekonomik kriz/ler, iç ve dış borçlar, adil olamayan yargı, Yeni Anayasa, Ergenekon, tekrar tırmandırılan anarşi/terör/PKK vs…
Saydıkça bitmeyen bütün bu ‘SOSYAL TUFAN’ seviyesindeki dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî sorunlara çözümler üretmesi gereken siyasetçilerimizin bir türlü sonu gelmeyen ‘siyasi polemikleri’ bitmemecesine devam ederken; ‘erken’ veya ‘normal’ her ne şekilde olursa olsun, ufukta seçim göründü...
Siyasi polemikler de dâhil, artık bu saatten sonra yapılan bütün konuşmaları, bir yerlerden düğmeye basılmışçasına tırmandırılan olayları ve bundan sonra gerçekleşecek olan bu meselelerle ilgili bütün gelişmeleri ‘seçim atmosferi’ içinde değerlendirmek gerekiyor.
Bu aybaşından itibaren yazdığım dört yazı işte bu açıdan okunmalıdır.
Bu hafta sonu (11 Temmuz Pazar günü) gerçekleşecek Saadet Partisi Dördüncü Büyük Kongresi’ne kadar bu minval üzere yazılar yazmayı düşünüyorum...
***
Dünkü yazımın ana konusu; Konda araştırma şirketi yönetim kurulu başkanı, eski CHP Genel Sekreteri, Radikal gazetesi yazarı Tarhan Erdem ile Nuriye Akman’ın yaptığı önemli röportaj ve ele alınan konular idi.
Önceki bölümde, devlet meselesinin Milli Güvenlik Siyaset Belgesi dâhil, devlet organizasyonunun bütünüyle gözden geçirilmesi ve bütün devlet şemasının yeniden yazılması üzerinde durulmuştu…
Bakanlar Kurulu’nun teşkilinden, yerel yönetimlere kadar bütün devlet şemasının müzakere edilmesi ve yeniden yazılması...
Devlet yapısının değiştirilmesi, bugünkü Türkiye’nin ihtiyacı...
Merkezi ve yerel yönetimlerin yeniden bir tanımının gerekliliği…
Meselelerin özü ve özeti üzerinde durmaya, kaldığımız yerden devam ediyoruz…
***
Soru: Özetle söylersek...
Cevap: Biliyorsunuz. Yasama meclisi, yürütme organı ve yargı arasında bir ihtilaf çıktığı zaman, yasama organı devletin temeli ile ilgili temel değişiklikler yaptığı zaman kimin dur diyeceğini daha doğrusu check and balance denilen dengeyi kimin kuracağını, hangi kurumların kararıyla kurulacağına yeniden bir bakılması lazım... 1961 yılında.. senato kuruldu... Ve anayasaya aykırı bir yasa yapıldığı zaman onu denetleyecek Anayasa Mahkemesi kuruldu. Bu ikisi de zaman içinde yetmedi...
Peki şimdi neye ihtiyaç var?
Bunları düşünüp tartışıp bir karar vermemiz lazım. Hangi kurumlara ihtiyacımız var; ve bunların yetkilerini nasıl tanımlamalıyız? Bakın bugün Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliklerinde esasa girebilir düşüncesinde olanlar var. Bu düşünceler, cumhuriyetin temeliyle ilgili kuşkuları karşılama amacıyla üretiliyor, fakat devletin temelini sarsıyor.
Bir kesim de diyor ki, o zaman anayasanın kendisine aykırı bir iş yapılmış olur.
Evet, ben de bu yanlış bir şey olur diyenlerdenim. Fakat yasama organının yetkisini kötüye kullanması veya anayasanın esas amaçları dışına çıkması hâlinde ne yapılacağını hepimizin düşünmemiz lazım. Çift meclis midir yoksa bir başka şekilde Anayasa Mahkemesi midir? Anayasa Mahkemesi’nin başka bir şekle mi bürünmesi midir?
Bunları maalesef konuşamıyoruz çünkü Türkiye’de ne yazık ki bir kutuplaşma var.
Mesela söz konusu olan değişiklik, mevcuttan daha ileridir, dolayısıyla bunun karşısına geçmemek lazım dediğim zaman, herkes bana Ak Partilisin dedi, diyorlar. Bugün bizim çok temel sorunlarımızdan biri adını nasıl koyarsanız koyun budur, Cumhuriyet’in ve demokrasimizin korunması için kurumları hizaya getirecek bir organ kurulması, açık tanımlanmasıdır...
***
Yeni Anayasa, Yeni Devlet ve ekonomi/siyaset (3)
Reşat Nuri EROL
08.07.2010
Ekonomi önemli, hem de çok önemli.
Neden önemli?
Rüşdü Paşa, dünkü köşesinde yazdı: Krugman, ‘üçüncü (ekonomik) depresyon devresi’nde olduğumuzu ilân etmiş. İlki, 1873’te başlayan ‘Uzun Depresyon’ ve sonucu Birinci Dünya Savaşı! İkincisi, 1929’daki ‘Büyük Depresyon’ ve sonucu İkinci Dünya Savaşı! Üçüncü depresyonda ne/ler olur, varın düşünün…
Ben sadece ‘işsizlik’ ile başlayan, ‘ekonomik krizler’ ile devam eden ve hep hatırlattığım üzere artık ‘SOSYAL TUFAN’a dönüşen sorunlarımızı hatırlatsam; ne dersiniz?
Bir… İki… Üç… Ama üçüncüsü sadece ‘savaş’ değil, aynı zamanda ‘tufan’!
Yeni Şafak’tan İbrahim Kahveci (05.07.2010), ‘Ekonomik tıkanıklığa bir adım daha’ yazısında, ‘büyüme iddialarına rağmen, ekonominin kriz öncesinin gerisinde olduğunu’ ifade ettikten sonra, özetle şu soruyu soruyor: Üretmeyen Türkiye’de ‘ekonomik büyüme’ mümkün mü?.. Bir soru daha: Ve bu ekonomi tablosu 2009 ilk çeyreğinde yüzde 14,5 gibi dünyada eşine pek rastlanmayan bir küçülme yaşatıyor ki bunun telafisini nasıl başarı kabul edebiliriz?.. İmalat/üretim sanayii, büyümeye rağmen yüzde 10 gerilerde… İhracat artıyorken, ithalat patlıyorsa; ‘dış ticaret’ hep ekside demektir…
Sebep:
Enerji başta, bütün girdi maliyetleri yüksek…
Sonuç:
İşsizlik ve ekonomik çöküntü...
***
Nuriye Akman-Tarhan Erdem röportajında da, ‘ekonomi’ ağırlıklı birkaç soru-cevap kaldı: İki gündür üzerinde durulan önemli konular bir yana; bugün halkın bir numaralı önceliği olan ‘ekonomik meseleler’ ile devam ediyoruz… Sonunda, meseleyi 1950’lerden beri yapılan ‘seçimler’ ve bugünlerde gündemde olan ‘erken seçim’ ile noktalıyoruz.
***
CHP’den büyük bir patlama bekliyor musunuz?
Bence politikalarına bağlı... Türk insanı zannediyor ki, Türkiye’de oy verenler lafa göre oy verirler. Hâlbuki Türkiye’de oy verenler devlet yönetimi ile ilgili oy verirler... / Bana göre yeni bir parti bile çok iyi politikalar önererek, çok iyi iletişim kurarak umut edilmeyecek sonuçlara ulaşabilir.
Halk Partisi ne yapabilir?
CHP şu anda yeni bir genel başkanın avantajını taşıyor. Fakat bir de biriken politikalar var. Halk, o politikaların bir kısmını kabul etmediğini bundan evvelki seçimde gösterdi. Şimdi yeni bir politikası yok, ama olmayacak anlamına gelmez. Yeni politikaları olur... Biz sizinle karşılaştığımızda deriz ki, Nuriye hanım, bak adam ekonomide bunları yapacak, mâli politikaları bunlardır, ulaştırması şudur, siyasi politikaları şunlardır, anayasası bunlardır filan... Bu bir bütündür, tutarlıdır, bu adama oy verilir deriz. Ama böyle bir politika yok da, eski politikaları söylemeye devam ederse, eski oylarında kalırlar…
Oylarını yükselebilmesi için muhafazakâr kesimin de oyunu alması gerekiyor mu?
Hepsini değil.
Mesela türban sorununu biz çözeriz diyor ama nasıl çözüleceğini söylemiyor. Burada bir eksiklik görüyor musunuz?
Bu bir eksiklik ama o bir politikanın devamı. Politika değişikliği yok gibi görünüyor. Seçim sonucunu etkileyen başlıca unsur ekonomidir. Bir muhalefet partisi ne yapmalı? İlk başta Türkiye’nin ekonomik durumunu doğru görmesi lazım. / Bakın Türkiye’de 15 seçim oldu. Mesela 57 seçiminin sonucu yanlış mıydı? 65 seçimi yanlış mıydı? 73 yanlış mıydı? Hepsine bakın. Hepsi de doğrudur. Hepsi de maşeri vicdanın kanaatini yansıtır. Bu halkın aklı başındadır. Dolayısıyla, doğru olmayan, akla uygun gelmeyen bir seçim beklemeyin. Eğer seçim sizin aklınıza uygun değilse, siz kendi aklınızı kontrol edin.
Erken seçim bekliyor musunuz?
Anayasa Mahkemesi esasa girip kanunu iptal ederse, yani tartışmalı o dört maddeyi ortadan kaldırırsa, benim tahminim iktidar partisinin erken seçim kararı alacağıdır.
***
ADALET!?!
Reşat Nuri EROL
10.07.2010
Adalet önemli, adalet her şeyin başı, adalet mülkün/yönetimin temeli…
Peki, ülkemizde “adalet” ve “adil devlet” ya da “adil yönetim” var mı?..
Bir zamanlar “Adalet Partisi” vardı…
Şimdi de adında “ADALET” kelimesi olan ve kendisi de sekiz seneden beri -hem de anayasa ekseriyeti ile- tek başına iktidar olan bir parti var ama; “adalet, adil yönetim, adil devlet düzeni” yok, yok, yok!
‘Hem de anayasa ekseriyeti ile- tek başına iktidar’ dedim ya; işte “ADALET” denince en önemli konu olan “anayasa meselesinde” bile yapılması gerekeni bir türlü yap(a)mayan…
Son olarak yapmaya kalkıştığında da, AYM dahil diğer her türlü sözde yargı yöneticileriyle el ele verip yüzüne gözüne bulaştıran bir parti ile güya yönetiliyoruz!!!
En tepedeki başkanlarından, ulaşabildiğim ve yakinen tanıdığım her türlü kurucu ve yöneticilerine, elbette en baştaki akıl vericilerine de yıllarca neyi anlattım: Zulüm düzeninde, zalim devlet düzeninde “adalet” olmaz, olamaz; adınızda “ADALET” kelimesi olsa da olmaz. Bu iş kelime, kavram, isim işi değil, “ilim” işidir, İLİM!
Zulüm ile âbâd olunmayacağını, olunamayacağını hem kendilerinin, hem de kendilerine akıl veren sözde ilim adamlarının bilmesi gerek/irdi.
Biz de öyle olduğunu zannediyorduk. Ama o zannımız doğru değilmiş ki; baksanıza, aradan sekiz yıl geçti, hâlâ ‘tık’ yok! Zulüm düzeninde yola devam!..
Bakalım nereye kadar, ya da nereye toslayıncaya kadar?
Haydi, ilmî gerçekleri görmüyor, göremiyorlar; peki, tarih de okumuyorlar mı?
Tarihteki hangi devlet zulüm ile âbâd olmuş veya sonu berbat olmamış; hangi devlet?!.
Daha geçen gün, yazmakta olduğum bu yazı silsilesinin başlarında ne dedim; hatırlayalım: ADALETSİZLİK yani pek çok çeşidiyle “ZULÜM” ise başlı başına bir sorun. Zulüm ile âbâd olmak isteyenin sonunun berbât olacağını herkes bilir ve söyler ama; her nedense halkımız ve seçmenimiz, bizim kırk yıllık “Millî Görüş ve Adil Düzen/ Adil Ekonomik Düzen” teklif ve taleplerimizle yeterince ilgilenmez, tek başına iktidar etmez!.. Bir zamanlar bu yollarda birlikte yürüdüğümüz bir kısım eski yol arkadaşlarımız ise “Anayasa çoğunluğu” ile tek başlarına iktidar olmalarına ve aradan sekiz yıl geçmesine rağmen; hâlâ “Anayasa.. Anayasa.. Açılım.. Açılım…” diye sayıklamaya devam ederler!..
Bir ülkede “adalet” yoksa, “adil yargı” yoksa, davalar kırk yol sürüyorsa, biz daha ne diye konuşup yazıyoruz ki!
Düşünsenize; ülkeyi AKP mi idare ediyor, yoksa AYM mi?!.
Ağzı olan konuşuyor…
Siyasiler, hele hele meclisteki iktidar ve muhalefet mensubu siyasiler, sadece abuk sabuk konuşuyor!..
Genelkurmay Başkanı bile ‘sözün bittiği yer’ deyip konuşuyor…
Sonuç: Adalet yok, adil devlet yok, adil devlet yönetimi yok, adil anayasa yok ama “zalim düzen” ve ona bağlı/bağımlı her türlü “zulüm” var…
Ve “zalim düzen”in yerine “Adil Düzen” gelinceye veya getirilinceye kadar hep var olmaya devam edecek…
Çare ve çözüm: O da artık ayan beyan belli; sadece bu köşede yazılan gerçekler ve her türlü çözümlerden bile besbelli.
Eksik olan ne?
Eksik olan onu yapacak irade ve onu uygulayacak inanan insanlar, yani uygulayıcılar...
Bundan önce eski CHP Genel Sekreteri Tarhan Erdem ile yapılan röportajdan bahsetmiş, önemli görüşlerini nakletmiştim.
Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa referandumu ile ilgili bazı maddeleri iptal etmesine en sert tepki Tarhan Erdem’den geldi ve hükümeti acilen erken seçime gitmeye çağırdı.
Tarhan Erdem, Anayasa Mahkemesi’nin kendisini Meclis’in yerine koyduğunu belirterek; “Millet Meclisi’ni halk seçiyorsa başka bir durumdur, Anayasa Mahkemesi onu tayin ediyorsa o başka bir durumdur. Anayasa Mahkemesi şu anda Yasama Meclisi’ni kendisi tayin ettiği pozuna giriyor.”
Meclis’te artık hiçbir kanun çıkarılamayacağını savunarak, “Eğer siz Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Anayasa Mahkemesi ile ilgili herhangi bir maddeyi değiştiremiyorsanız ve bu Anayasa’nın temel maddelerine aykırı bulunuyorsa, temel maddelerine aykırı görülen maddeler değiştirilemeyecekse, burada Yasama Meclisi artık yoktur.” dedi.
ADALET!?!
***
‘SAADET’ten ‘YENİ MEDENİYET’e…
Reşat Nuri EROL
11.07.2010
‘SAADET’ derken, sekizinci yazıda kısa ve öz olarak ne dersin diye soranlara derim ki: ‘SAADET’ten ‘YENİ MEDENİYET’e doğru…
Ne demek istiyorum?
Demek istediğimin iyi anlaşılması için bundan önceki yedi yazıma daha dikkatlice bakılması gerekiyor. Bu zahmete katlanabilenler için mesele yok; onlar zahmet ederler, çalışırlar, bakarlar, görürler, ilm ederler, akl ederler, fehm ederler yani anlarlar ve anladıklarını amele dönüştürürler… İlim ve amelin, teori ile pratiğin at başı birlikte gittiği doğru yolda giderler; peygamberlerin ve onların yolunda binlerce yıldan beri yürüyenlerin yürüdüğü, dünya ve âhiret saadetinin elde edildiği zahmetli ve çileli yolda yürürler…
Ne demek istediğimin kısa bir özetini sunayım.
Bir, iki, üç; Saadet Partisi: Kongreden iktidara…
Bir iki, üç; Yeni Anayasa’da ‘Yeni Devlet’ organizasyonu ya da Yeni Anayasa, ‘Yeni Devlet’ ve ekonomi/siyaset yazıları yazıldı…
Bir tek kelimeyle, yedinci yazıda ‘ADALET’ dendi ve detayları anlatıldı…
Bugün de yeni medeniyete giden ‘SAADET’ anlatılıyor…
SAADET kapısı ya da evi anlamında ‘dersaadet’…
Saadete giden yol anlamında SAADET…
Ve de SAADET KONGRESİ…
Tevafuk 24-26 Haziran günlerinde başladı ve Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ile Millî Gazete yazarları olarak 28 Haziran akşamı bir araya gelindi… Sonrasında bu vesileyle bu sekiz yazı yazılmaya başlandı…
“Millî Görüş Hareketi”nin kırk yıllık özü ve özeti bu kelimelerde:
Millî Nizam… Millî Selâmet… Refah… Fazilet… Ve SAADET…
Bunların tamamı mukadderatın ve tevafukun eseri değil mi?..
FARK VAR - SAADET VAR: Aslında bu fark kırk yıldan beri var; ERBAKAN’ın önderliğinde “Millî Görüş Hareketi” başladığından beri var; “ADİL DÜZEN ve ADİL EKONOMİK DÜZEN” Türkiye ve bütün dünyaya “bir medeniyet projesi” olarak sunulduğundan beri var…
Batı merkezli “kuvvete dayalı zalim uygarlık” insanlığın sorunlarını çözemedi, aksine Batı sürekli sorun üretti; üretmekle kalmayıp sorunları daha da çoğalttı ve günümüzde “SOSYAL TUFAN” seviyesine yükseltti. Batı merkezli bu uygarlık hep savaş, sömürü, kriz, zulüm ve adaletsizlik oluşturdu.
Sadece ülkemiz değil, bütün beşeriyet ve dünyamız bu sorunlarla boğuşurken; tam da işte bu zamanda, böyle bir kritik vakitte, insanlık “yeni bir dünyaya, yeni bir medeniyete, Hakka ve adalete dayalı bir medeniyete” muhtaç.
Ülkemizdeki bütün siyasi partilerin önemsediğim çok önemli bir sorunu var: Saadet dışındaki partiler bu “yeni medeniyet ihtiyacı”nın farkında değiller.
İşte tam da bundan dolayı, “yeni medeniyet projesi”ni sunmasından dolayı, “ADİL DÜZEN”i “bir medeniyet projesi” olarak takdim etmesinden dolayı:
FARK VAR - SAADET VAR…
Tekrar hatırlayalım: Bize göre “dört temel sorunumuz” neydi?
Bir:
İŞSİZLİK yani aş, iş, eş/ev/evlilik/evlatlar, geçim ve yolsuzluk, yokluk, açlık…
İki:
BORÇLAR yani ülkenin faizli iç/dış borçları ile vatandaşların şahsi/kredi borçları…
Üç:
ADALETSİZLİK yani Anayasa, AYM, Yargıtay, Danıştay vs. vs. meseleleri…
Dört:
MEDYA yani millî olmayan dışa bağımlı her türlü yazılı ve görsel yayınlar…
Ve:
Bunların ÇARE VE ÇÖZÜMLERİ…
Son yazıda ‘ADALET!’ diye feryat ettik…
‘Adalet önemli, adalet her şeyin başı, adalet mülkün/yönetimin temeli’ dedik ve sorduk: ‘Peki, ülkemizde “adalet” ve “adil devlet” ya da “adil yönetim” var mı?’
Cevap: Ülkemizde adalet, adil yönetim, adil devlet düzeni yok, yok, yok!
Soru: Düşünsenize; ülkeyi AKP mi idare ediyor, yoksa AYM mi?!.
İşte tam da bundan dolayı: “Yeni Anayasa’da ‘Yeni Devlet’ organizasyonu…”
İşte tam da bundan dolayı: ‘SAADET’ten ‘YENİ MEDENİYET’e…
SAADET KONGRESİ yeni medeniyete vesile olur inşaallah…
Selâm, sevgi, saadet ve nice duâ, duâ, duâ ile…
***
Semt işletmesi
Reşat Nuri EROL
13.07.2010
Temmuz ayı başından beri ‘Saadet Partisi Büyük Kongresi’ vesilesiyle siyaset, sistem, yeni anayasa, yeni devlet düzeni/organizasyonu, ekonomi/siyaset, ‘adalet’ ve en sonunda bütün beşeriyetin en önemli ihtiyacı ‘yeni medeniyet’ merkezli yazılar yazdım…
Kongre ile birlikte bundan sonra yapılacak bütün çalışmaların camiamız, halkımız, ülkemiz ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını; ayrıca, bütün beşeriyetin sabırsızlıkla beklediği ‘yeni adil ülke ve dünya düzeni ve adalete dayalı yeni medeniyet’ müjdecisi olmasını dilerim…
Yeniden klasik gündemimize, yüzde yetmiş gibi büyük bir ekseriyetle halkımızın ana derdi olan meselelere yani ‘ekonomi’ konularımıza dönelim…
Bugünkü konumuz: Semt işletmesi.
***
Canlılar nasıl ‘hücre’lerden, sağlıklı hücrelerden oluşursa; bunların her türlü hastalıklarının giderilmesi ve tedavilerinin sağlıklı olması için de hücrelerin sağlık ve tedavisinden başlanırsa; bunların sağlıklı olması bütün bedenin sağlıklı olmasını sağlarsa…
Aynı şekilde ‘topululuk’ denen insan ailesinin ana hücresi de ‘semt’ ve ‘bucak’tır: Bunların düzgün çalışması ve sağlıklı olması topluluğun sağlıklı olmasını sağlar; bunlar sağlam ve sağlıklı olursa o topluluk da sağlam ve sağlıklı olur...
Sözü günümüzdeki sağlıksız topluluk ve toplumsal yapıya getireceğim.
Devletten yani en tepeden başlamak üzere tabana doğru indikçe, en küçük yerel yönetim birimleri de dâhil olmak üzere içinde yaşamakta olduğumuz toplulukları saran kanservari hastalıklı yapılanmaları artık çok iyi görebiliyoruz. Bunlar erken ‘teşhis’ edilip en kısa zamanda ‘tedavi’ edilmediğinde neler olacağını da gayet iyi biliyoruz. İşte, kırk yıllık ilmî çalışmalarımıza istinaden, o bilenlerden biraz daha fazla ‘bilenler’ olarak diyoruz ki; süre kısaldı, zaman daraldı, yapılması gerekenler hemen/derhal/acilen yapılmalıdır…
‘Yoksa…’ diyoruz…
‘Yoksa…’ diyoruz ve herkesi malum akıbeti düşünmeye davet ediyoruz…
‘Yoksa…’ diyoruz ve artık ‘sosyal tufan’ seviyesine ulaşan her türlü dinî, ilmî, iktisadî, siyasî toplumsal hastalıkların, sunduğumuz ‘Adil Düzen ve Adil Ekonomik Düzen Reçetesi’ ile acilen tedavi edilmesine çağırıyoruz…
İki önemli hastalık ‘İŞSİZLİK’ ve ‘TERÖR’ ile bunların tedavi reçeteleri de şöyle:
Bir:
İŞSİZLİĞİN ÖNLENMESİ için halkımızca “Semt İşletmeleri” kurulmalıdır.
İki:
TERÖRÜ ÖNLEMEK için de acilen “Bucak Yönetimleri” oluşturulmalıdır.
***
Bu yazı silsilemizde önce ‘Semt İşletmesi’nden bahsedeceğiz.
Konuya girmeden önce semtin ne olduğunu tanıyalım ve tanımlayalım.
‘Semt’: 100 haneden oluşmuş, 300 ile 1000 kişi arasında nüfusu olan bir ‘ekonomik topluluk’tur. Kırlarda olanlara ‘köy’, kentlerde olanlara ‘mahalle’ denmektedir.
Biz her ikisini birleştirip ‘SEMT’ adını veriyoruz.
Semtin iki özelliği vardır.
Bir: Her semtte bir bakkal veya küçük bir market bulunur. Halkın tüketim ihtiyaçlarını o semtte bu bakkal veya market karşılar. Birçok yönden semtin merkezi burasıdır; aynen bugünkü köylerimizde bakkalın icra ettiği bazı hizmet ve fonksiyonları icra edecektir.
İki: Ayrıca her semtin bir veya birkaç mamulü imal eden bir işletmesi vardır. Semtte çalışmak isteyen emek sahiplerine bu işletme iş verir. Semt sakinleri ekonomik açıdan bu işletme etrafında organize olmuşlardır.
Demek ki, bizim önerdiğimiz semt modelinin, semt yapılanmasının temel özelliği budur: Semtin bir işyeri ve bir bakkalı vardır.
Detaylar gelecek yazıda…
***
Semt işletmesi - 2
Reşat Nuri EROL
14.07.2010
İki önemli ekonomik ve toplumsal hastalık olan ‘işsizlik’ ve ‘terör’ ile bunların ‘tedavi reçeteleri’nden söz ediyorduk. Tedavi için iki çözüm önerdik.
Bir:
İşsizliğin önlenmesi için halkımızca “Semt İşletmeleri” kurulmalıdır.
İki:
Terörün önlemesi için de acilen “Bucak Yönetimleri” oluşturulmalıdır.
Dünkü yazımızda, bu yazı silsilemizde önce ‘Semt İşletmesi’nden bahsedeceğiz dedik ve anlatmaya başladık. ‘Semtin iki özelliği vardır’ dedik.
Bir:
Her semtte bir bakkal veya küçük bir market bulunur. Bu bakkal birçok yönden semtin merkezi mesabesindedir; aynen bugünkü köylerimizde bakkalın icra ettiği bazı ekonomik ve sosyal hizmet ve fonksiyonları icra edecektir.
İki:
Ayrıca her semtin bir veya birkaç mamulü imal eden bir ‘semt işletmesi’ vardır. Semtte çalışmak isteyen emek sahiplerine bu işletme iş verir.
Demek ki, bizim önerdiğimiz semt modelinin, semt yapılanmasının temel özelliği budur: Semtin bir işletmesi/işyeri ve bir de bakkalı/marketi vardır.
Kaldığımız yerden devam ediyoruz…
***
Ekonominin olmazsa olmazı ‘serbest rekabeti’ sağlamak için semt sakinleri komşu semtlere de gidip çalışabilirler; komşu semtlerdekiler de gelip o semt işletmesinde çalışabilirler.
Yine halk alışverişini isterse kendi bakkalında/marketinde yapar, isterse komşu semtlerin bakkalında/marketinde yapar. O çevredeki ‘piyasa’ böyle oluşur.
Her semt işletmesi üreteceği bir mal seçer. Herkesin işyerleri ayrı olabilir. Ancak herkes o semtte üretimi yapılan malın parçalarını üretir. Sonunda ortaklaşa yapılan planlamalı ve organize üretim sayesinde mamul meydana gelir.
Bu semt sakinlerinin ortak ve anonim çalışması esas itibariyle Osmanlı Devleti dönemindeki eski âhi teşkilatındaki çarşılara benzerdir.
Semtte 200 kişiye yakın çalışan vardır.
Bu durumda ‘semt işletmesi’ 200 kişilik bir ‘fabrika’ şeklinde çalışacaktır.
Ne var ki bu semt işletmesinde klasik işveren/patron olmayacaktır.
İşverenin yerini ‘ortak planlama’ ve ‘işletme senedi’ alacaktır.
***
Semtte üretilen ana mal karşılığı ‘işletme senedi’ çıkarılır.
Bu senedi o semtin de içinde yer aldığı bucakta kurulan ‘kooperatif’ çıkarır ve semtin kasasına koyar.
Ayrıca işletmenin ‘ham madde, ara madde, mamul madde ambarları’ vardır.
Bir de bunların işlenmesi ve mamul madde hâline getirilmesi için ‘üretim tezgâhları’ vardır.
Semt içinde bütün değerler ‘işletme senedi’ ile ödenir.
-Ham madde işletme senedi ile elde edilir ve bedeli ödenir.
-Ara ambarlara giren mallar işletme senedi ile ödenir.
-Tezgâhların kira bedelleri işletme senedi ile ödenir.
-Çalışanların ücretleri işletme senedi ile ödenir.
***
Halk aldığı ‘işletme senetleri’ ile bakkallara/marketlere gider ve oralardan istediğini alır. Semtte üretilen mamul maddelerin karşılığı da işletme senedi ile ödenir.
En önemli özellik de şudur:
-İşletme içine kesinlikle para girmez.
Üretim safhasında çalışanlara ‘para’ yok!
Hiçbir karşılığı olmayan ‘faizli kâğıt para’ yok!
‘Faizli karşılıksız kâğıt para’ yok ama onun yerine konan ‘alternatif’ var…
O ‘alternatif’ ve diğer önemli detaylar gelecek yazıda…
***
Semt işletmesi - 3
Reşat Nuri EROL
15.07.2010
Semtte bir de ‘kasa’ vardır. Halk isterse dışarıda da çalışır, ‘para’ kazanır ve getirip kasaya verir, karşılığında ‘işletme senedi’ alır; sonra o senetle ‘semt bakkalına/marketine’ gider ve istediği malı satın alır. Civardaki komşu semtlerden çalışanlar gelir, çalışır ve ‘işletme senedi’ni alır, bunu kasaya götürerek paraya çevirir ve gider.
TÜCCAR ise kendi parası ile ham maddeyi alır ve ambara teslim eder. Bakkalda/markette satılacakları da alır ve bakkala teslim eder. Karşılığında ‘işletme senedi’ni alır. Sonra o senetlerle semtte üretilen mamul maddeleri alır ve dışarıda satar. Tüccar böylece iki defa kâr eder; alırken kâr eder, satarken kâr eder.
HALK bakkaldan aldıklarını evde tüketir ve emeğe çevirir, sonra işyerine gider, emeğiyle ham maddeyi mamul maddeye çevirir.
FİYATLAR ambardaki ham madde, ara madde ve mamul madde stokları ile tesbit edilir; bakkalda da raflardaki stoklara göre tesbit edilir.
ÜCRETLER ise fiyat farkları ile belirlenir.
Hangi ambarda mal çoksa fiyat azdır, oradan alınır.
Hangi ambarda mal azsa fiyat çoktur, orada satılır.
Tezgâh kirası ve işçi ücreti bu kârdan paylaşılır.
***
Bu semt bakkalı ve semt atölyesi işletmesinden ne gibi yararlar sağlanır?
-İşletmeye ‘para’ girmez, onun yerine ‘işletme senedi’ bulunur. Böylece işletmelerin en büyük sorunu olan ‘sermaye’ derdi sona erer, işletme bu dertten kurtulur; daha da önemli bir şey olur ‘FAİZ’ belası son bulur, faiz ödenmez.
-Çalışanlar işletme senetlerini hemen paraya veya mala çevirmezlerse ne olur? Onların orada durmaya devam eden emeklerinin karşılığı değerlenir ve semt işletmesine ‘sermaye’ olur. Bu arada sermaye senedi değer kazanır ve sermaye senedinin değer kazanmasından onlar da yararlanır. Sermaye kârı da tahakkuk ettirilir. Bu uygulama sayesinde ‘faiz’ yerine ‘kâr’ konmuş olur; ‘haram’ olan faizin yerini ‘helal’ olan kâr almış olur.
-İstediğimiz kimselere biz ‘kredi’ verebiliriz yahut bize katılmalarını sağlayabiliriz. Böylece içimizde ve kendi aramızda ‘kredileşme’ gerçekleşir. Bu arada ‘karzı hasen’ kurumunu da yeniden ihya etmiş oluruz. Hakkı, hakikati, doğruları, güzellikleri, eski hayırlı yapılanmaları yeniden ihyada hayat vardır.
-En önemli özelliği ve güzelliği sona sakladım: Semtte hiçbir şey ‘para’ ile alınmadığı ve satılmadığı için tüccarın bir malı semte satabilmesi için semtten bir şey alması gerekir, bir şey alabilmesi için de ona bir şey satması gerekir. Yani bu sistemde iki defa kâr eden tüccar birinden kâr ediyor, diğerinden zarar ediyorsa ve genel olarak toplamda kâr ediyorsa o işi yapmaya devam edecektir. Diğer özellik ve güzellikler aşağıda.
***
Kriz zamanında mamul madde satılmaz; satılsa bile ucuz satılır. Tüketim malları pahalanır. Tüccar bakkaldan/marketten elde ettiği kârla ucuza satmak zorunda kaldığı semtte üretilen ürünün zararını kapatır. Bu uygulama sayesinde semt içinde işsizlik olmaz, ekonomik sıkıntı olmaz, kriz olmaz. Aksi de doğrudur, kıtlık da olmaz. Ekonomik hayat, üretim ve tüketim devam eder. Yani; semt dışındaki fiyat değişmeleri semt içine olumsuz bir şekilde etki etmez, hayat normal ve istikrarlı bir şekilde devam eder gider.
Böylece ‘tüketim kooperatifi’ şeklindeki bakkal/market yapılanması, ‘üretim kooperatifi’ şeklindeki semt atölye işletmesi ve ‘semt senedi’ işsizliği çözmüş olur.
Bu vesileyle önemli bir hatırlatma daha: Daha önce de yazdım; ‘işsizlik sorunu’nu çözerseniz ‘terör sorunu’nu da çözmüş olursunuz.
***
‘Semt işletmesi’ ile başladık; ‘semt ve bucak yapılanması’ ile devam edeceğiz…
***
Semt ve bucak yapılanması - 1
Reşat Nuri EROL
17.07.2010
Bundan önceki üç yazıda ülkemizdeki önemli ekonomik ve toplumsal hastalık olan ‘işsizlik’ ve ‘terör’ ile bunların ‘tedavi reçeteleri’nden söz ediyorduk.
Sadece söz etmekle yani ‘teşhis’ koymakla kalmadık, ‘tedavi’ için iki çözüm reçetesi önerdik ve ilgililerin dikkatlerine sunduk.
Bir: İşsizliğin önlenmesi için halkımızca “Semt İşletmeleri” kurulmalıdır.
İki: Terörün önlemesi için de acilen “Bucak Yönetimleri” oluşturulmalıdır.
Ortalama yüz kadar haneden oluşan semtlerin özelliklerini kısaca hatırlayalım.
-Semtlerin kendi bünyelerinde kooperatif şeklinde yapılanan bir bakkalı/marketi var.
-Semtlerin kendi işletmeleri yani çalışma yerleri var, kararlaştırılan ürün üretilir.
-Semtlerdeki ‘işletme senedi’ ekonomi ile ilgili bütün sorunları çözer.
-Semtlerdeki yapılanma ekonomik bakımdan en küçük ünitedir.
***
Ekonominin düzgün yürümesi için bundan önceki yazılarda anlattığımız sadece ‘ekonomik yapılanma’ yetmez, ayrıca ve bütünleyici olarak ‘hukuk düzeni yapılanması’ da gerekmektedir. Bu yapılanmaya çok büyük ihtiyaç vardır.
Bu ihtiyaç giderilmediği ve yapılması gerekenler yapılmadığı sürece; günümüzde olduğu gibi ‘yeni anayasa, açılım, referandum, hak, hukuk, adalet’ vs diye durmadan hep feryat edilir.
Toplumdaki çalışma ve yaşama alanlarında karşılaşılan sorunları çözecek bir oluşuma gerek vardır. Semtlerde serbest rekabet olmadığı için hukuk düzeni semtlerde kurulamaz.
Hukuk düzeni semtlerin birleşmesinden oluşan bucaklarda kurulur.
***
Bir bucak yaklaşık on semtten oluşur, sakinleri ortalama bin hanede oturur.
Bir bucağın toplam nüfusu ortalama üç bin ile on bin kişi arasındadır.
Bucak semt gibi ‘ekonomik’ değil de ‘sosyal’ kuruluştur.
Semtler hücrenin organları ise bucak da hücredir.
Bucakların önemli iki görevi ve farklı özellikleri vardır:
-Bucağın meclisi vardır, tüm bucak halkının katılımı ile oluşur.
-Bucağın şuraları vardır, dayanışma ortaklıklarının başkanlarından oluşur.
-Bucak başkanı bucak sakinlerince seçilerek belirlenir.
-Semtlere ise bucak başkanı atama yapar.
-Ekonomik bakımdan semt bağımsızdır.
-Yönetim bakımından bucak bağımsızdır.
***
Her bucağın kendi yasaları vardır.
Ceza hukuku bakımından da olsa kamu hukuku bakımından da olsa bucak tamamen bağımsızdır. Mesela, bu bucakta hırsızı hapsederler, öbür bucakta eski Spartalılar’da olduğu gibi hırsıza madalya takabilirler.
Bucağın koruma teşkilatı vardır.
Koruma görevlileri kendi halkından oluşur. Nöbetliler yani askerlik görevini yapanlar koruma hizmetlerini görürler. Korumalar hayvanlara karşı maddi varlıkları korurlar, insanları korurlar. Malı, canı, ırzı ve işi korumada halka yardımcı olunur. Bucak korumaları ancak tecavüz zamanında silah kullanırlar. Korumalar infaz yapamazlar.
Mahkemeler bucak merkezinde kurulur.
Davacı bir hakem, davalı bir hakem ve hakemler de başhakem seçerler. Muhakeme sonunda gerek kişilerle kişiler, gerekse kamu ile kişiler arasındaki nizaları çözerler. Herkes hakemlerin kararlarına uyar. Hakem kararlarına uymayanlara karşı mağdur olanların nefsi müdafa hakları doğar. Örnek olarak, bir mal üzerinde ihtilaf olursa hakemler o malın kimin olacağına karar verirler. O mal artık onun olur. Diğeri dinlemez de onu teslim etmezse, haklı çıkanın malını müdafa etme hakkı doğar.
***
Semt ve bucak yapılanması - 2
Reşat Nuri EROL
18.07.2010
Semt ve bucaklardaki yapılanmadan söz ediyorduk; hedefimiz ülkemizdeki ‘işsizlik’ ve ‘terör’ sorunlarını sona erdirmek idi. Bunun gerçekleşmesi için iki önerimiz vardı: Birincisi, işsizliğin önlenmesi için halkımızca ‘semt işletmeleri’ kurulmalıdır; ikincisi, terörün önlemesi için de acilen ‘bucak yönetimleri’ oluşturulmalıdır dedik.
Bucakların huzur, güven, barış, istikrar ve saadet içinde olmaları için ekonomilerinin düzgün ve güçlü olması gerekir.
-Aş ve iş olmayan yerde huzur olmaz, güven olmaz, barış olmaz, istikrar olmaz.
-Bu sebepledir ki bucak yönetimi ekonomik düzenlemeleri de yapar; bunun için:
-Her şeyden önce, semtlerin ‘işletme senetleri’ni bucak çıkarır ve kefil olur.
-Sonra, ekonomik faaliyetlerin diğer unsuru ‘bucak parası’nı çıkarır.
***
Bucak yönetimi bu gerekli düzenlemeleri yapmasına yapsın da; nasıl yapsın? Ekonomik düzenlemeleri de yapsın, para da çıkarsın ama bu paranın karşılığı nedir?
‘Bucak Senedi’ semtteki bakkala ve işyerine verilir.
Bakkallar/marketler ve işyerleri bu senetler karşılığında tüccardan mal alırlar. Sonra işyerleri ürettiklerini tekrar tüccara satarlar. Bakkallar ve marketler de halka satarlar. Bakkalda ve işletmede bulunan senet karşılıksızdır. Halkta ve tüccarda bulunan senet karşılığında ise işletmede mal vardır. Bakkalda ve tüccarda olan senet karşılığı mal yoktur. İşçi yani her türlü ‘emek’ sahibi çalışma karşılığı aldığı senedi kasaya götürmüş ve paraya çevirmiştir. Tüccar da ham madde karşılığı veya bakkal/market mal karşılığı senedi paraya çevirmiştir. Dolayısıyla o kadar para işletme atölyelerinde bulunmaktadır.
Demek ki neymiş?
Kasadaki senet, o semtte kullanılmayan ama semtte mevcut olan malları gösteren senettir; karşılığı vardır.
İşte bucak yönetimi tarafından bu ‘senet’ kadar ‘para’ çıkarılır.
Bu paralar semtlerin kasalarına gönderilir, böylece semtler arası birlik sağlanır.
***
Bucak yönetimi bu parayı bucak halkına yılbaşında kredi olarak verir.
Halk elde ettiği bu kredilerle bakkallara/marketlere sipariş yapar.
Bakkallar ile marketler de tüccarlara siparişlerini verirler.
Tüccarlar aldıkları sipariş kadar işyerlerine sipariş yapar.
Böylece üretim yılı başında bakkalların alacakları mallar belirlenir, o yıl üretilecek mal miktarı da bu şekilde belli olur; planlanır. Tüccar her hafta üretilen malı alır, götürür ve satar. Karşılığında o haftanın bakkal/market ihtiyaçlarını alır, getirir, verir; halka siparişleri teslim edilmiş olur. Böylece tüccar sermayesiz ticaret yapmış olur. Tüccar bucak içinde yılbaşında siparişleri alıp ona karşılık bucak içinde siparişleri verecektir.
Burada ‘bucak parası’ ve ‘semt senetleri’ geçerli olacağı için sermayeye gerek yoktur. Tüccar her hafta ürünleri satacak, karşılığında o haftanın ham maddesini, bakkal mallarını alacaktır. Önce satacak, sonra alacağı için de paraya gene gerek olmayacaktır.
***
Sonuç ve öneri:
Bakkallar Birliği bir yerden bir semt işletmesini kurmak üzere ‘faizsiz kredi’ temin edecektir. Devlet veya hükümet isterse bunu kolayca yapabilir. Sonra Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi ile anlaşır, bir örneğini semtimizde kurarız. Bu uygulama sonunda ‘örnek semt bakkallı/marketi’ çalışmış olur. Sonra tüm bakkalları aynı şekilde harekete geçiririz. Ne kadar kredi gerektiğini şöyle hesaplayabiliriz. Bir bakkal için bir dükkâna, bakkalın oturması için bir eve/daireye, bir binek arabaya ve bir kamyonete ihtiyacımız vardır. En çok 300 bin lira gerekir. On semt için 3 milyon lira kredi yeterlidir.
İlgililere, ilgilenenlere ve işsizlik ile terörü sona erdirmek isteyenlere sunulur…
***
Atomik yapılanma - 1
Reşat Nuri EROL
19.07.2010
Bundan önce yazdığım ‘semt işletmesi’ ile ‘semt ve bucak yapılanması’ yazılarımla birlikte (beş yazı), bugün anlatacağım meselenin daha iyi anlaşılması veya meramımı daha iyi anlatabilmek amacıyla, bugünkü yazıma farklı bir giriş yapacağım.
Eski Yunan’da kâinatın ‘atomlar’dan mı, yoksa ‘suret ve heyula’dan mı yaratılmış olduğu hususunda uzun tartışmalar olmuş.
Sokrat, Eflatun ve Aristo; kâinatın bir heykel maddesi mum gibi olduğunu, Tanrı’nın ona şekiller vererek oluşturduğunu ileri sürmüşler. İslâmiyet’in gelişine kadar bu anlayış hâkim olmuş. Birinci görüş böyle.
İkinci görüş sahipleri ise; kâinatın parçalanmaz en küçük parçacıklardan oluştuğunu, bunların uygun şekilde örülmesiyle kâinatın var olduğunu savunmuşlar.
İslâm filozofları suret ve heyulayı benimsemişler, buna karşılık kelamcılar ise atom teorisini benimsemişler; ‘atom teorisi’ İslâmiyet’te o kadar kesin bir şekilde yerini bulmuştur ki, zamanla suret ve heyula unutulmuştur.
Batı’da gelişen ilimler gelişmeleri hızlandırdı. Araştırmacılar önce ‘hücre’yi buldular. Canlının suret ve heyuladan değil, canlılık atomlarından oluştuğu mikroskopla kesin olarak ispatlandı. Sonra kimyada da ‘atom teorisi’ gelişti.
Bugün bütün cisimlerin molekül, elektron ve çekirdeklerden ibaret olduğunu bilmeyen yoktur.
Batı’da ‘atom teorisi’ o kadar ileri gitti ki, ışığın da atomlardan olduğu ispatlandı. Asıl şaşılacak şey; mekân ve zaman da atomlardan oluşmaktadır. Mühendisler bugün bütün sorunlarını en küçük parça metoduyla çözerler. Şekil ve yükler ne kadar karışık olurlarsa olsunlar, eğer bilgisayara özellikleriyle yüklenebiliyorlarsa, bilgisayar onu en küçük element metoduyla çözer ve size verir. Başka çözüm yolu da yoktur.
Bir ordu da düşmanlarına karşı yaptığı savaşı atomik yapılanma yoluyla kazanır. Üç kişiye ‘tim’ denir. Üç dört tim birleşir ‘manga’ olur ve bu usulle ‘takım, bölük, tabur, alay, tugay, tümen, kolordu, ordu’ meydana gelir. İşte böyle sistematik bir şekilde organize olan ordular, ondan sonra böylesi atomik bir organizasyona sahip olmayan kendilerinden yüz misli kalabalıları bile hemen hâkimiyetleri altına alırlar.
Demek istediğimin özü ve özeti odur ki; bundan önce yazdığım ‘semt işletmesi’ ile ‘semt ve bucak yapılanması’ yazılarımla birlikte, bundan sonra yazacağım bir-iki yazı, işte bu ‘atomik sistem/düzen’ nazarı itibarı alınarak okunmalıdır.
Öyle yapılırsa anlattıklarım daha kolay ve daha iyi anlaşılır.
***
Ülkedeki ‘terör sorunu’ gerçekten ve samimi olarak çözülsün istiyor muyuz?
O zaman ‘atomik sistem/düzen’ esasları içinde örgütlenmeliyiz.
Yığın, sürü, kuru kalabalık olmaktan çıkmalıyız.
Derin gaflet uykusundan uyanmalıyız.
***
Ülkemizin ve halkımızın ‘ekonomi ve işsizlik sorunlarını’ çözmek mi istiyoruz?
Derhal ‘atomik örgütlenme sistemi’ esasları içinde örgütlenmeliyiz.
Yığın, sürü ve kuru kalabalık olmaktan çıkmalıyız.
Devletimizi yıkılmaktan kurtarmalıyız.
***
‘ADİL DÜZEN’ ve ‘ADİL EKONOMİK DÜZEN’ bunları on yıllar öncesinde ortaya koydu.
İlgililer, ilgilenmesi gerekenler, nice insanlar ve bir kısım halkımız ne yapıyor?
‘ADİL DÜZEN/ ADİL EKONOMİK DÜZEN’in bu çözümlerinden yararlanacaklarına…
Hangi akla hizmet anlayışıyla bilinmez; karşı çıkıp onunla hâlâ savaşıyorlar!!!
***
Atomik yapılanma sisteminin önemli detayları gelecek yazıda…
***
Atomik yapılanma - 2
Reşat Nuri EROL
20.07.2010
Sosyal yapının en küçük elementi ‘bucak’tır.
Bucak, üç bin ile on bin arasında nüfusa sahip kolluk kuvveti olan birimdir.
Bucak sorununu çözmedikçe, ‘atomik bucak yapılanması’nı gerçekleştirmedikçe terörü önleyemezsiniz. Daha önce de yazdım; hücreleri bozuk olan canlı sağlıklı olmaz, olamaz.
Ekonominin en küçük elementi ‘semtler’dir.
Semler, nüfusu 300 ile 1000 arasında olan kuruluşlardır; Anadolu’daki köylerdir. Semtin/köyün kalbi de ‘bakkal’dır.
Bakkal/market yani halkın en ucuz ve en sağlıklı alış-veriş yeri sorununu çözmezseniz, ekonomik sorunları çözemezsiniz.
Bizim önerdiğimiz yapılanma modeliyle bakkalların/marketlerin sorunlarını çözerseniz; ülkenizde ve halk arasında işsiz insan kalmaz, aç insan kalmaz, iç ve dış borçlar biter, bütçedeki açıklar sona erer, dış ticaret açığı kalmaz, çevre kirliliği olmaz…
Neden kalmaz, neden olmaz?
Çünkü ‘sağlıklı semtlere’ yani ‘sosyal yapılanmaya’ sahip olacaksınız.
Bu sayede hep hatırlattığımız ‘sosyal tufan’ da sona erecektir; daha ne istiyorsunuz?!.
***
Semt bakkalı yapılanması bu sorunu nasıl çözecektir?
Bir semt ortalama olarak 100 haneden oluşur. Semtin 200 kadar çalışanı vardır. Bir semt bakkalının o semte yükü yüzde birdir. Yani halk gelirlerinin yüzde birini bakkala/markete kâr olarak verse, bakkallar canlanır, sağlıklı semt yapılanması gerçekleşir.
Her semtte bir işyeri yani daha önce anlattığım ‘semt işletmesi’ açılacaktır. Bu işyeri 200 kişiyi çalıştıracak durumda olacaktır. Semt içine ‘karşılığı olmayan faizli para’ girmeyecek, ‘semt senedi’ ile işler organize edilecektir. Halk semt işyerlerinde çalışacak, semt senedini ücret olarak alacaktır. Sonra o semt senedi ile bakkala/markete gidecek ve istediği malı alabilecektir. Bakkalda bulunmayanları da yine sipariş vererek getirtebilecektir.
Bakkaldaki malları ve işyerinin ham maddelerini bucağın tüccarları para veya kredi ile alıp getireceklerdir. Semtte üretilen mamulleri de yine tüccarlar satacaklardır. Böylece bucak tüccarları hem alırken hem satarken kâr etmiş olacaklardır. Bu tüccarların sayıları on kişi kadar olduğu için aralarında rekabet vardır. Bu sebeple asgari kârla alış-veriş yapacaklardır.
Semtte bakkal tektir. Semtteki işyeri de tektir. Semt içi rekabet yoktur ama semtler arası rekabet vardır. Bir semtin sakinleri komşu semtlerden rahatlıkla alış-veriş yapabileceklerdir. Komşu semtlerde olanlar da bu semtin bakkalından/marketinden rahatlıkla alışveriş yapacaklardır. Aynı şekilde bir semtteki işçiler komşu semtlerdeki iş yerlerinde çalışabilecekler, komşu semtteki işçiler de bu semtin iş yerinde çalışabileceklerdir. Dolayısıyla serbest piyasa ve rekabet korunacaktır.
‘Semt sistemi yapılanması’ gerçekleşirse köylerimiz artık kentlere taşınmayacaktır. Çünkü uygulama sayesinde köylerde de ‘sanayi işletmesi’ oluşacak, köylülerimiz tarımdan artakalan zamanlarını bu iş yerlerinde değerlendireceklerdir. Tarım ürünleri de markalaşarak değerleri ile satılacak, bozulmadan satılacak, köylümüz ve köylerimiz ekonomik yönden güçlenecektir. Öyle olunca da, köylülerimiz ne diye kentlere göç etsinler ki; ne diye?!.
***
Dinleyin bizi!
Bakkallar/marketler olarak dinleyin!
Bakkal/market birlikleri ve dernekleri olarak dinleyin!
HALK olarak, partiler olarak ve daha bilmem neler olarak dinleyin;
DİNLEYİN!
Dinlemezseniz ne olur?
Allah diyor ki:
Dinlemezseniz; siz gidersiniz, yerinize başkaları gelir ve onlar sizin gibi olmazlar.
Vesselâm…
***
Anayasa ve ekonomi
Reşat Nuri EROL
21.07.2010
Yüzyıllarca çözülemeyen sorun geçenlerde çözüldü. Soru/n neydi:
Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar?
Cevabı ben yazmayayım; bütün gazeteler yazdı, televizyonlar anlattı, artık siz de biliyorsunuz! Yumurta-tavuk örneğini vermemde bir maksat var.
Sözü önemli bir noktaya getireceğim.
Ana sorunlarımızla ilgili olarak pek çok soru sorulabilir ama ben tek bir soruyu farklı versiyonlarda soracağım:
-Ekonomi mi anayasa/hukuktan çıkar, yoksa anayasa/hukuk mu ekonomiden çıkar?
-Ekonomisi düzgün olmayan ülkenin ana yapısı ve ana yasaları düzgün olabilir mi?
-Ana yasaları ve hukuk düzeni bozuk ve zalim olan ülkenin ekonomisi nice olur?
-Yumurta/anayasa mı tavuktan/ekonomiden çıkar, yoksa tam tersi mi olur acaba?!.
Bu köşede yıllardır ‘ekonomi’ ile birlikte ana sorunlarımızın başta gelenlerinden biri olan ‘anayasa’ yani ‘hukuk’ ile ilgili yazılar da yazıyorum; bu konularla sorulan sorulara verdiğim cevaplarımı da biliyorsunuz!
Merak etmeyin, bugün çok farklı şeyler yazacağım. Referandumdan yani halk oylamasından ve hukukun evrensel gerçeklerinden söz edeceğim.
***
Her şeyden önce şunu bilelim: İktidar tecezzi etmez.
Bu kural Hz. Nuh zamanından beri gelen bütün şeriatlarda temel hükümdür. Nitekim Mustafa Kemal’in “vahdet-i kuvva ilkesi” de buna dayanır. Anayasadaki “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir ilkesi” budur.
1924 Anayasası’nda hâkimiyetin millete ait olduğunu belirtmek için millî hâkimiyetin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz ettiği ifade edilmiştir.
Yargının bağımsızlığı Meclis’e karşı değildir, yargının bağımsızlığı hükümete karşıdır. Bu sebepledir ki beğenilmeyen askeri anayasalarda bile buna dikkat edilmiş, Anayasa Mahkemesi’nin esas yönünden anayasayı inceleyemeyeceği hükme bağlanmıştır.
Türkiye Devleti’ni yıkmayı hedefleyen güçler yasamayı millî hâkimiyetin üstüne çıkarma çabasındadır. Oysa hâkimleri atayan hükümettir. Hükümet de Meclis’in emrindedir. Astın üstü muhakeme etmesi çelişkidir. Hayat çelişkiyi kabul etmez.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin isdar ettiği bir Anayasa’yı Anayasa Mahkemesi inceleyemez ve iptal edemez. Çünkü henüz kanunlaşmamış bir şeyin iptali söz konusu olamaz. Nitekim Anayasa Mahkemesi raportörü de bunun böyle olduğunu beyan etmektedir ama raporda bir hile vardır: Sonra yani halk oylamasından (referandumdan) sonra iptal edebilir zımnında beyan var. Raportörün bu görüşü de yanlıştır.
Halk oylamasını yönetme Yüksek Seçim Kurulu’na verilmiştir.
Yüksek Seçim Kurulu, eğer Anayasa Mahkemesi kararı tamamlanmamışsa referanduma gitmeyebilir. Onun gitmemesi hâlinde Türkiye’de yapılacak hiçbir şey yoktur. Yasalara aykırıdır ama müeyyidesi yoktur. Ancak Meclis’in Yüksek Seçim Kurulu’nu yeniden düzenlemesi veya cumhurbaşkanının bazı hâkimleri görevden alması söz konusu olabilir.
Halk oylamasına gidildikten sonra ise millî iradenin üstünde bir güç olamayacağı için ondan sonra zaten ona dokunulamaz; hukuk böyle diyor, yani yasalar ve de ana yasalar böyle diyor.
Madem ki hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin ekseriyetine aittir, onu durduracak bir güç olabilir mi? Bununla beraber bu sistem yanlıştır. Meclis’in yeter çoğunluğunu ele geçiren parti halkın da ekseriyetine sahiptir diye Anayasa’da her değişikliği yapabilecek midir? Mesela; seçimi ortadan kaldırıp ‘ordu ile devlet başkanı istedikleri gibi ülkeyi idare ederler’ dense, bu geçerli olacak mıdır? Bunun geçerli olmadığı açıktır.
O halde bu sistemde ne olacaktır?
İki yol vardır.
Halk isyan eder ve iktidarı indirir.
Ne var ki kim kimi yenecek, kim kimi indirecek; çünkü ekseriyet seçimiyle gelenler yani halkın çoğunluğu iktidarda!
Biliyorsunuz; halkın isyanı olmayınca, özellikle Türkiye’de ortalama on yılda bir başa gelen musibetler gerçekleşiyor!
Görülüyor ki, Batı hukuku çıkmazdadır, sonu isyanlara ve ihtilallere bağlanmaktadır.
Öyleyse ne olacaktır?
Gelecek yazıya kadar merak etmeye devam edelim…
***
Anayasa ve ekonomi - 2
Reşat Nuri EROL
Ekonomi ile anayasa/hukuk ilişkisinden söz etmiş, meseleyi referanduma yani halk oylamasına getirmiş ve yaşanmakta olan kafa karışıklıklarını hatırlatmıştım…
İşte o zaman “tabiî düzen” devreye girer ve bizim daima çözüm olarak sunduğumuz “Adil Düzen” içinde sorun çok basit ve kolay bir şekilde çözülür.
Sorun nasıl çözülecektir?
Hâkimiyet milletindir ama ekseriyetin değildir, hâkimiyet tüm vatandaşlarındır. Kaldı ki hakimiyet kâinatın var edicisinin kurallarına uygun yani tabiî ve sosyal kanunlar içinde milletindir; yoksa millet veya millet/halk adına birileri tabiî ve doğa kanunlarını değiştiremez.
O halde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni denetleyen bir yargıya ihtiyaç vardır, yani millî hâkimiyetin üstünde bir yargıya ihtiyaç vardır. Tabiî ve sosyal kanunlar ile denetimi sağlayan bir güce ihtiyaç vardır. Bu yargı anayasanın değişmez maddelerine göre değil, tabiî ve sosyal kanunlara göre denetimini yapar. Yoksa geçmiştekilerin kararlarıyla değişmez maddeler icat etme doğa kanunlarına aykırıdır.
Geçmiş geleceği bağlayamaz… Daima değişim ve ilerleme vardır... Her an değişme ve gelişme zorunludur...
Nasıl on beş (veya Batılıların kabulüyle on sekiz) yaşına gelen çocuğa artık babası hükmedemezse, geçmiş meclis de geleceğe hükmedemez. Bugüne kadar bütün gerçekleşen gelişmeler ve yapılanlar saçma şeylerdir.
O halde Meclis’in üstünde nasıl bir yargı oluşacaktır?
***
Siz taraflar olarak daha baştan anlaşmışsınızdır.
Hakemlerden oluşan yargı Meclis’i denetleyebilmelidir.
Cumhuriyet Halk Partisi bir hakem seçmeli, AK Parti de bir hakem seçmeli ve iki hakem başhakemi seçmeli; bunların kararları kesin olmalıdır.
-Hakemleri taraflar bizzat kendileri seçtiği için millî hakimiyet zedelenmiyor.
-Ama aklın ve ilmin denetimi geldiği için isyan ve ihtilallere gerek kalmıyor.
-Hakemlerin belki de akademik kariyeri olan kimselerden seçilmesi gerekir.
-Hakemlerin Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinden seçilmesi gerekir.
İşte bu hususları takdir etmek de belki Yüksek Seçim Kurulu’na aittir.
Yoksa kesin olarak diyebiliriz ki; Anayasa Mahkemesi, Yüksek Seçim Kurulu kararlarını denetleyemez.
Böyle bir yetki sözkonusu değildir.
Anayasanın hiçbir yerinde böyle bir hüküm ve yetki yoktur.
***
Bu konunun daha en başında ne demiş ve hangi soruyu sormuştuk:
Ana yasaları ve hukuk düzeni bozuk ve zalim olan ülkenin ekonomisi nice olur?
Anayasa çoğunluğu ile sekiz yıldan beri ‘iktidar’ olduklarını zanneden ve bir türlü ‘muktedir’ olamayanların durumu ayan beyan ortada! Hukuku evvela AK Partililer öğrenmelidir. Hukuku iyi bildiklerini zanneden Burhan Kuzu, Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin, Bülent Arınç ve diğerleri her şeyden önce hukuku öğrensinler ki; kendilerini Allah’ın huzurunda, milletin huzurunda, mahkemelerin huzurunda savunabilsinler.
Bu isimleri yakinen tanıdığımız için onları zikrediyoruz. Elbette aynı şeyler ve gerekçeler, başta CHP bütün muhalefet partili hukukçular ve yöneticiler için de geçerlidir. Kulaklarına parmaklarını tıkayarak, gözlerine elleriyle perde çekerek bu hakikatleri duymamazlıktan ve görmemezlikten gelmek suretiyle ülke yönetilemez.
Bu evrensel tabiî hukuk kuralları benim icat ettiğim hukuk değildir.
Bütün hukukçuların bildiği hukuktur, bütün hukukçular biliyor.
Bir tek Meclis’teki iktidar ve muhalefet partililer bilmiyorlar!
Bilme ve öğrenme konusunda samimi iseler; buyursunlar…
*
Bütün mesele bu!
Reşat Nuri EROL
31.07.2010
Günümüz dünyasında neler var, kimler hükmediyor, kimlerin hegemonyası var?
Bugünün dünyasında kuvvete ve zulme dayalı ‘küresel tekel sömürür sermayesi kapitalizmi’ hükmediyor.
Siyonist sömürü sermayesi bu gücüne kısa zamanda ve kolay ulaşmadı. Önce hanedan ve saltanat sisteminin devasa güce ulaştırdığı kadim imparatorlukları yer ile yeksan edip yıktı ki; bunların arasında altı asırlık koca Osmanlı İmparatorluğu da yer alıyordu.
Birinci Cihan Harbi’nin en önemli sonucu buydu.
Yüzlerce yıllık birikim ve hazırlığın ardından 1897 yılında akdedilen Siyonist Yahudi Kongresi (Basel/İsviçre) ve bu kongrede alınan kararların sonuçlarıydı bütün bu gelişmeler.
Ardından ‘diktatörlükler dönemi’ geldi, kapitalizm veya komünizm adına diktatörlükler; Lenin’den Stalin’e, Hitler’den Mussolini’ye, Batı’daki daha nice diktatörden Doğu’daki diktatörlerin başı Mao’ya kadar nice diktatörler…
İkinci Dünya Savaşı bu diktatörlerin ve diktatörlüklerin sonu olmasının yanında, Japonya’ya atılan atom bombaları gösterdi ki; ‘küresel sömürü sermayesi’ hegemonyasını sürdürmek için bir anda milyonlarca insanı acımadan katledebilirdi!..
Faize dayalı olarak gelişip semiren sömürü sermayesi o zamanlar tek kelimeyle ‘zalim’ diye nitelenirken, günümüzde ‘vampir’ hâline dönüştü; ‘vahşi ve zalim vampir kapitalizm’ bütün beşeriyetin kanını emiyor!..
Nasıl emiyor?
Birleşmiş Milletler (BM), Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi küresel kuruluşlarla; ABD, AB ve geçmişte kırk milyon insanın canına mâl olan Sovyetler Birliği yani SSCB gibi birleşik güçlerle; maalesef bizim de üye olarak dâhil olduğumuz NATO ve geçmişteki Varşova Paktı gibi askeri güçlerle…
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonunda hükümranlığını iyice pekiştiren ‘küresel sömürü sermayesi’ hegemonyasını sürekli olarak sürdürebilmek amacıyla kendi aklınca ‘tarihin sonu’ diye bir paranoya ile taçlandırmak sevdasında…
Küresel sömürü sermayesinin planı bu, teorisi bu, hesabı bu, iddiası bu!
Onun hesabı ve planı bu ama bu hesap, bu plan dünyaya uymuyor çünkü Allah var; Allah’ın da bir planı (mekri) var ve O plan yapanların en hayırlısıdır.
***
-İşte ‘kapitalizm’ denen bu küresel zalim sömürü sisteminin sonuçları ortada…
-Dünyanın bir yerinde krizlerin biri biterken bir diğeri başka yerde başlıyor…
-İşsizlik, yokluk, yoksulluk, adaletsizlik, açlık yeryüzünü sarmış durumda…
-Yeryüzündeki ülkelerde her gün bir milyar insan aç yatıyor, aç kalkıyor…
Yedi milyar insan bu sömürü ve zulme daha ne kadar dayanabilir ki?
Nitekim dayanamıyor, kurtuluş reçeteleri ve çareleri arıyor…
Aramaya başladıysa elbette bir gün çözümü bulur.
***
Komünizm yani SSCB yetmiş yıllık vahşi zulüm ve onlarca milyon insanı katletmesinin ardından çökmekle kalmadı, yıkılıp gitti...
Kapitalizm ise envai çeşit ‘krizler’ ile can çekişmeye başladı bile; o da gidici…
Komünizm gitti…
Kapitalizm gidici…
İyi de; gidenlerin yerine ne gelecek, kim gelecek, nasıl gelecek, kim getirecek?
Tamam, biliyor ve iman ediyoruz: Hak geldi, bâtı zâil oldu.
Bâtılın zâil olması için Hakkı kim getirecek?
İşte bütün mesele bu!
***