|
|
Muhterem İstanbul Tüccarları! |
|
Reşat Nuri EROL resaterol@akevler.org |
HAZİRAN 2010 |
|
|
|
Denge ekonomisi ve bankalar zinciri
Reşat Nuri EROL
04.06.2010
Dünya ve kâinat denge üzerine kurulmuştur. Her şey dengede olmalıdır. Yönetimde ve ekonomide denge yoksa, gerisi yoktur ve boştur. Denge bozulursa her şey bozulur.
Ekonomide dış dengelerin oluşması için her ülke ihraç ettiği kadar ithalat yapmalıdır. Aksi halde dış borçlanma içine girer ve altından çıkamaz. İhracatın fazlalığı da ülkeyi ancak alacaklı kılar. Bu da karşı tarafı çökertir. Karşı taraf çökünce, sonunda ihracat yapan ülkenin de zararı olur, artık ihracat yapacak ülke bulamaz. Ülkeler ve insanlık için en sağlıklı ekonomi “denge ekonomisi”dir. Her ülkenin ihracatı kadar ithalatı olmalıdır.
Bunu gerçekleştirmek için neler yapılmalıdır?
Dünyada yüze yakın devlet vardır. Her devletle anlaşarak o devletle bir “ortak banka” kurmalıyız. Her bankanın Türkiye’deki ana bölgelerde şubeleri olacaktır, o ülkelerin ana bölgelerinde de şubeleri olacaktır. Biz bir şube için TL’yi sermaye olarak koymalıyız. Onlar da her bölge için buna tekabül eden ve kendi paralarından oluşan sermayeyi koymalıdır.
Örnek olarak Orta Asya ülkesi Kırgızistan’ı ele alalım. Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te bankanın bir şubesi, İstanbul’da bankanın bir şubesi olacaktır. Onlar Kırgız parası olan beşyüz bin Somu oraya koyacaklar, beşyüz bin Somu da bize gönderecekler. Biz de beşyüz bin TL’yi buraya koyacağız, beşyüz bin TL’yi de oraya göndereceğiz.
Türkiye’den mal almak isteyen Kırgız vatandaşı Kırgızistan bankasında Som yatırır, TL’yi çeker. Türkiye’de malları satın alır, Kırgızistan’a gider, satar, borcunu kapatır.
Kırgızistan’dan mal almak isteyen Türk tüccarı da İstanbul’da TL yatırıp Somu çeker. Kırgızistan’da teslim alır. Malları satın alır, Türkiye’ye getirir, satar ve borcunu kapatır.
***
Burada önemli olan kuralların tesbitidir.
Kurallar öyle ayarlanır ki, her iki bankadaki paralar fazla değişmesin. Som azalırsa değeri yükselsin, çoğalırsa değeri düşürülsün. Bu basit bir formülle ayarlanır. Bu formül bilgisayarlara yüklenir. Her akşam kasa stokları bilgisayarlara girilir. Böylece ertesi günün kuru ortaya çıkar.
Uygulayacağımız bu “denge ekonomisi” ithalatı ihracata eşit hâle getirir.
Böyle bir durumda kurun tesiri ile biz ne kadar ihracat taparsak, o ülkeden de o kadar ithalat yapmış oluruz. Her iki ülke için de “denge ekonomisi” sağlanır, her iki ülkede de dış ticaret açığı olmaz. Borç almak istersek stoklar arasını isteyerek açarız. Faizsiz borçlanmış oluruz. Sonra biz onlara kredi vermiş oluruz. Faizsiz kredileşmeyi sağlarız. Onlardan parayı değil de malı kredi olarak almış oluruz.
***
Dünyada yüz kadar devlet vardır dedik; bin kadar da bölge vardır. Dünyanın her yerinde böyle bankalar tesis etsek, bir milyar TL’ye ihtiyacımız olur. Bu para kasalarda kalacağından, piyasaya çıkmayacağından, enflasyona sebebiyet vermez.
O halde para basmak için matbaa çalıştırmak dışında bir zorluğumuz yoktur.
Devletler bizimle alışveriş yapmak istiyorlarsa onların da bir sorunu yoktur. Kendi paralarını basıp bize verecekler. Bu paralar kasalarda kalacağı için asla enflasyona sebep olmazlar. O halde bu iş karşılıklı olarak vizeleri kaldırmak kadar kolaydır.
***
Bu uygulamaya sömürü sermayesi elbette karşı çıkar. Çünkü bu yolla insanlığı ve ülkeleri sömüremez. Faizli parayı kredi olarak bize veremez. Bu sebeple sömüren ülkeler bizimle böyle bir anlaşmayı yapmazlar.
Canları isterse...
Biz de o ülkelerle olan alışverişe karışmayız. Cari sistemle ne yaparlarsa yapsınlar, ne gibi halleri varsa görsünler.
Biz onlara karışmayız...
Biz, bizimle anlaşacak olan gariban ülkelerle iş yaparız.
Rusya ile yaparız.
Çin’le yaparız.
Yahut sisteme uymuyorlarsa onlarla da yapmayız.
Ama yapacak ülke buluruz...
Bu sistem ve denge düzeninin yararları bundan sonraki yazımın konusu olacaktır.
***
Denge ekonomisinin yararları
Reşat Nuri EROL
05.06.2010
Bundan önceki yazımızda ne dedik?
Dünya üzerinde her şey dengede olmalıdır dedik...
Yönetimde ve ekonomide denge olmalıdır dedik...
Denge bozulursa her şey bozulur dedik...
Ekonomide dış dengelerin oluşması için her ülke ihraç ettiği kadar ithalat yapmalıdır dedik… Ülkeler ve insanlık için en sağlıklı ekonomi “denge ekonomisi”dir dedik... Her ülkenin ihracatı kadar ithalatı olmalıdır dedik…
Dünyada takriben yüze yakın devlet gibi devlet vardır dedik... Her devletle anlaşarak o devletle bir “ortak banka” kurmalıyız dedik... Her bankanın Türkiye’deki ana bölgelerde şubeleri olacaktır, o ülkelerin ana bölgelerinde de şubeleri olacaktır dedik... Biz bir şube için TL’yi sermaye olarak koymalıyız; onlar da her bölge için buna tekabül eden ve kendi paralarından oluşan sermayeyi koymalıdır dedik...
İşte bu sistem “bankalar zinciri” şeklinde olmalıdır.
Bu sisteme dayalı olarak bankalar zincirini kurduktan sonra “denge ekonomisi” uygulamasının gerçekleştirildiği görülecektir.
Ekonomide dış dengenin sağlanması bu sistemin kurulmasına bağlı ve bağımlıdır. Bu sistem sayesinde, ülkelerin dış ekonomilerindeki en büyük sorunları olan “ihracat-ithalat dengesi” gerçekleştirilmiş olur, ihracat ile ithalat arasındaki düzensizlik ve dengesizlik sona erdirilir. Ülkelerdeki ihracat ve ithalat makasının açılması sona erer.
Ülke ekonomileri “denge ekonomisi” ile yönetilmeye başlandığında, o ülkelerdeki pek çok siyasi ve sosyal sorunların da sona ereceği görülecektir.
***
“ADİL DENGE EKONOMİSİ”ne dayalı “bankalar zinciri”nin yararları şunlardır.
-Bu bankalar zinciri karşılıklı olarak faizsiz kredileşmeyi sağladığı için ithalat ve ihracat hacmini büyütür.
- Bu bankalar zinciri sayesinde karşılıklı olarak gerçek kurlar ortaya konduğu için ilgili ülkelerde ithalat ile ihracat arasında dengeyi kurar.
-Para havaleleri bedava olacağı için taşıma külfeti ortadan kalkar. Hiçbir masraf yapmadan parayı o ülkeden veya Türkiye’den çekebilme imkânını sağlar.
-Gerektiğinde Türkiye halkına faizsiz olarak oranın yani o ülkenin parasını faizsiz kredi olarak veririz. Parayı alan “faizsiz kredi” olarak değerlendirir, sonra öder.
***
İhracat ve ithalatın kolaylaşması insanlık için çok önemli bir kazançtır.
Şöyle ki, Ege Bölgesi’nde zeytin kolay yetişir. Diyelim ki, Ege Bölgesi’nde bir saatte iki kilo zeytin üretilmektedir. Aynı zeytin Çoruh vadisinde de yetişmektedir. Ne var ki orada zeytin ancak saatte bir kilo olarak üretilebilmektedir. Buna karşılık Artvin’de ıhlamurun kilosu bir saatte elde edildiği halde, İzmir’de iki saatte elde edilmektedir. Karşılıklı olarak bu ürünleri mübadele etmezsek, üç saat çalışarak bir kilo zeytin ve bir kilo ıhlamura sahip oluruz. Mübadele edersek, iki saat çalışarak dört kilo ürünümüz olur. Öyleyse mübadele emeği iki üç misli değerli hâle getirir, bir o kadar da fazla üretime imkân verir.
Bu örneği hiç zeytin veya diğer ürünleri yetiştiremeyen ülkelerle karşılaştırdığınızda, ithalat ve ihracat olmadan hayat olmaz sonucuna varırsınız.
***
Küresel sömürü sermayesi (ve de İsrail) kendilerini sömürsün diye; bu kadar basit imkânı kullanmayan insanlığa önce ‘Allah akıl fikir versin’ diyoruz…
Sonra, bütün insanlığa ve insanlık ailesinin her ülkesindeki ahmak yöneticilere, akılları başlarına gelinceye kadar ‘akıllanmak için daha ne gibi musibetler bekliyorsunuz’ demekten başka ne diyebiliriz ki!..
Elbette bir gün gelecek, “TUFAN” seviyesinde yaşanan her türlü ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlar/musibetler “NASİHAT” yerine geçecek; işte tam da o zaman insanlar, ülkeler, devletler ve yöneticiler (bu arada ‘bizimkiler’ de) bizim bu çözümlerimize kulak verecekleridir.
Vesselâm…
***
Sonuç: Bugünkü Türkiye
Reşat Nuri EROL
08.06.2010
Dünya iyi yönetilemiyor…
Ülkeler iyi yönetilemiyor…
Bu arada ülkemiz Türkiye de iyi yönetilemiyor…
Bunun iki sebebi olabilir: Ya yöneticiler bilgisiz, beceriksiz, kabiliyetsiz, yetersiz veya yönetimde kullandıkları “sistemler ve düzenler” yanlış, eksik, “zalim” yani “adil” değil; “ADİL DÜZEN” değil, “ADİL EKONOMİK DÜZEN” değil.
İşte tam da bundan dolayı insanlık “yeni bir dünya”ya, “yeni bir sistem”e, “yeni bir dünya düzeni”ne; yani “ADİL DÜZEN” ve “FAİZSİZ ADİL EKONOMİK DÜZEN”e muhtaç. Elbette bu düzenle birlikte, her şeyden önce buna ‘iman’ eden, sonra bu imanın gereğini yapan bilgili, becerikli, kabiliyetli, iradeli, yeterli, donanımlı, çalışkan.. vs yöneticilere ihtiyaç var.
Oysa bugünkü bizim yöneticilerimiz ya iktidarlarını korumakla meşguller yahut servet edinmekle meşguller. Şu anda iktidarda olan parti kurulurken, kırk yıldan beri çözümler üreten ekibimizden birilerinin kuruluşa katılmasını teklif eden birine; ‘onları biz idare edemeyiz’ demişlerdir!
İdare etmek!!!
İşte, bugün iktidar olanların mantığı en başından beri budur.
Onlara ‘sorunlara çare ve çözümler üreten, gördüğü her yanlışı dile getirdikten sonra doğruyu söyleyen kimseler’ değil de; ‘söz dinleyen, haksızlıklar karşısında susan ve itaat eden birileri’ lazımmış. Bunun için ‘beceriksiz ve bir şeyden anlamayan birini’ herhangi bir işin başına koyarsınız, o ne derseniz onu yapar ve bugünkü sonuçlar ortaya çıkar.
İşte bugünkü ‘yönetim sistemi’ budur.
İşte bugünkü ‘bürokratik düzen’ budur.
İşte bugünkü ‘zalim düzen’ tam da budur.
İşte bugünkü ‘yöneticilerimiz’ de bunlardır.
***
Üniversitelerde geçirdiğiniz yıllarınızı hatırlayınız. Derslerde başarısız ve görüşleri dar olan kimseler üniversitede öğretim üyesi olarak kaldılar. Zaten onlardan önceki hocalar da öyle gelmişlerdi. Şimdiye kadar bu böyle gelmiş, böyle gitmektedir. Üniversitelerimizin hâli pür melâli ortada…
Haykırarak soruyor ve cevap bekliyoruz:
Ülkemizin ve insanlığın sorunlarına çareler ve çözümler üretebilen tek bir üniversite bile var mı?!.
Kırk yıl öncesinde biz Millî Selâmet Partisi İzmir İl Başkanlığı görevini yürütüyorduk. Hükümette koalisyon ortağı olmuştuk.
O zamanki İktisat Fakültesi yöneticilerine; ‘yeni ekonomik düzen önerimiz vardır, sizlere arz etmek ve görüşlerinizi almak istiyoruz’ diye başvurduk.
Ne cevap verseler beğenirsiniz;
‘Biz sadece ilimle ilgileniriz!’
Aynen böyle cevap verdiler!
Aradan kırk yıl geçti: Hâlâ sözde ilimle ilgileniyorlar, hâlâ güya ilim yapıyorlar ama ülkemizin ve insanlığın sorunlarına çareler ve çözümler ortada yok!!!
İşte o zamanki ve bugünkü Türkiye budur!
Niye böyle yaptılar?
Çünkü anlattıklarınızı anlayamazlardı.
O zaman anlamadıkları gibi bugün de anlamıyorlar ya da anlamamakta inat ediyorlar.
Bu inat acaba neyin inadıdır?!.
İşte Necmettin Erbakan’ın üstülüğü buradadır.
Mesleği doğrudan ekonomi olmadığı halde anlamış, sonra da en veciz bir şekilde anlatmıştır; hâlâ anlatmaya devam ediyor... Anlaması ve uygulaması gerekenler ise anlamamakta ve uygulamamakta ısrar ediyorlar!!!
Bakalım bu inatlarını ve ısrarlarını daha ne kadar sürdürecekler???
***
Burada önemli ve güncel başka bir şeye daha işaret etmemiz gerekmektedir.
Biz ilgililere, yetkililere, yöneticilere, hükmedenlere, hükümettekilere başvuruyoruz:
‘Sizlere ülkemizin ve insanlığın en büyük sorunu/musibeti/belası olan işsizliğin çözümünü anlatacağız’ diyoruz...
‘Olur’ diyorlar, sekreterlerine ‘ilgilen’ diye emrediyorlar.
Haftalar veya aylar sonra ‘maceralı randevu’ gerçekleşiyor.
Çare ve çözümleri öneriyorsunuz...
‘Siz çalışmaya devam edin, sonra görüşürüz!!!’ diyorlar…
Atlatma siyaseti, uyutma siyaseti, ilgileniyormuş gibi yapma siyaseti; yani ülkeyi yönetiyormuş gibi yapma siyaseti!!!
Sonuç:
Bugünkü yönetim, bugünkü Türkiye ve bugünkü ‘zalim dünya düzeni’…
***
Sorunlar ve kurallar
Reşat Nuri EROL
09.06.2010
Dünya iyi yönetilemiyor, ülkeler iyi yönetilemiyor; bu arada ülkemiz Türkiye de iyi yönetilemiyor dedik ve bunun iki sebebi üzerinde durduk.
Onların anlamadıkları şey şudur:
Sorunlar böyle çözülmez, çözülemez.
Nitekim çözülemiyor...
Sorunların çözümü için hazırlıklı olacaksınız, hızlı olacaksınız, anında ve orada karar verip işe başlayacaksınız. Yönetimin temel kuralı budur. Bugünün işini yarına bırakmayacaksınız; hele hele aylarca veya yıllarca kesinlikle ertelemeyeceksiniz. Bir şeyi yapmak istiyorsanız, muhalifler çoğalmadan, muhalefet güçlenmeden yol alacaksınız.
Aksi halde o çözümleri kıskananlar, o çözümlerin kendilerinin aleyhinde olacağını zannedenler size engeller üretirler, ondan sonra çözmek isteseniz de çözmezsiniz. Demir tavında dövülür. Ele geçen fırsat derhal değerlendirilmelidir. İnkılap seviyesinde çözümler böyle yapılır. Tedrici davranma, erteleme, ihmal etme vs sonunda başarısızlığa götürür. Hele çözümleri bilmemek ve bilinenlere de kulak vermemek tam bir felaketle sonuçlanır.
İnsanlık tarihindeki büyük inkılâpları hatırlayınız; aniden başlatılmış ve başarılmıştır.
İktidar partisi anayasa çoğunluğu ile iktidara geldiği zaman ‘muktedir’ bir şekilde ülkenin ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlarını hemen çözmeliydi. Yeni anayasayı hemen o zaman yapmalıydı. Başörtüsü ve katsayıyı derhal çözmeliydi. Oysa o ne yaptı? Sorunları yıllara sarkıttı, erteledi, ihmal etti ve sonunda başaramadı.
***
Başarılı yönetici demek, görevi ehline veren kimse demektir. İnsanı tanımak, birikimlerini ve çözümlerini bilmek, ondan sonra ona göre görev vermek gerekir. Yönetimde bunu başaranlar muvaffak olurlar, başaramayanlar ise yok olup giderler.
İşte bu konuda bilinmesi gereken çok önemli kaideler ve kurallar vardır.
Birinci kaide:
‘Bir göreve talip olunmaz, görev verilir’ denir.
Hizmete talip olunur, başkanlığa talip olunmayabilir.
Birinci husus budur.
Hazreti Yusuf hapishane arkadaşına ‘efendinin yanında beni zikret’ demiş, hapisten çıktıktan sonra göreve talip olmuştur. Demek ki kişinin kendisini yetkililere göstertmesi haktır ve görevdir. Biz bunun için işsizlik vesaire gibi sorunların çözümlerini yetkililere arz ediyoruz. Şükürler olsun ki hapishanede değiliz, bir ihtiyacımız da yoktur; ama bizim göreve talip olmamız meşrudur, hattâ memurun bihtir.
İkinci kural:
Bir ülkede yaşıyorsan, o ülkenin yönetiminde yer alman hem hakkın hem de görevindir.
Dolayısıyla ‘devlete hizmet edilmez’ gibi yanlış ve bölücü sözlere kulak verilmez. Biz yönetim kademelerinde partiler kurduk, kooperatifler kurduk, vakıflar kurduk, dernekler kurduk, çok ortaklı şirketler kurduk...
Hepsinde başarılı olmuşuzdur.
Kırk yıllık bu çalışmaların sonunda anayasa ekseriyeti ile iktidara ulaşıldı. Biz insanları değil düzeni kötü kabul ediyoruz. Öyle olmasaydı hükümetler muvaffak olurdu ama düzen kötü/zalim olduğu için muvaffak olamıyorlar.
Üçüncü kural: Göreve talip olana görev verilmelidir.
Yani kişi ne yapmak istiyorsa o yaptırılır. Zaruret dışında isteksiz iş yaptırılmaz. Başkan konuları istişare eder, herkes görüşünü açıklar ve başkan sonunda birisinin görüşünü uygulamaya karar verir.
Genel olarak dikta yönetimini yürütenler görevi fikir sahibine vermezler, kendilerinin sözünü dinleyenlere görev verirler. Böylece fikir sahibi bertaraf edilir, uygulayansa işi tam bilmediği için onun emrinde kalır ama başarı elde edilemez.
Dördüncü kural: Çözümü biliyorsan ‘beni görevlendir’ diyeceksin; aynen Hz. Yusuf peygamberin dediği gibi ‘beni görevlendir’ diyeceksin.
Madem ki Allah sana o bilgiyi ve imkanı verdi, o halde ‘bunları uygulamak da bana verilmelidir’ diyeceksin.
Sonuç:
Her şeyden önce, genel olarak “ADİL DÜZEN” ve özel olarak “ADİL EKONOMİK DÜZEN” ortaya konmalı, ondan sonra başkalarına ve özellikle ona karşı olanlara uygulatmaya kalkışılmamalıdır. Görev bilene ve teklif edene verilmelidir.
Başarının kuralları bunlardır.
***
Neler yapmalıyız?
Reşat Nuri EROL
12.06.2010
Bundan önceki iki yazıda ülkeler ve Türkiye iyi yönetilemiyor dedik ve bunun sebepleri üzerinde durduk...
‘Sonuç: Bugünkü Türkiye’ dedik...
Sonra ‘sorunlar ve kurallar’ dedik, dört temel kuralımızı açıkladık...
Ufak bir eksik kaldı, onu da bugün tamamlayalım.
***
Görev verilirken iki şeye dikkat edilmelidir.
Bir: Görevlendirilen kimse bilgi sahibi olmalı, bilgisi elle tutulur bir projeye dönüşmüş olmalıdır. Ne yapacağını bilmeyen birine görev verilemez. Araba sürmeyi bilmeyene arabayı teslim ederseniz, bir müddet sonra o araba devrilir.
İki: Bu yetmez, sadece bilgi yetmez, sadece proje yetmez; görevlendirilen görevine sadık biri olmalı, güvenilir biri olmalıdır. Aksi halde bilgisini kullanmaz, hattâ kötüye kullanır. Görev verilen sadık, güvenilir, dikkatli, disiplinli ve görevini seven kimse olmalıdır.
Sorunlarla iç içe yaşıyor, çözüm kurallarını ve çözüm önerilerini de biliyorsak; geriye ne kaldı?
Elbette adeta seferberlik ilan edercesine harekete geçmek ve sorunları çözmek kaldı.
***
Bugün de çözüme kavuşturulmayı bekleyen sorunlardan biri üzerinde duralım.
Anadolu köyleri boşalmış, köylülerimiz kentlere taşınmıştır. Köylerdeki tarlalarımız ve her türlü tarım arazilerimiz terk edilmiştir.
Buraların değerlendirilmesini sağlamak için Kafkaslar’dan, Orta Asya ülkelerinden, kardeş Müslüman ülkelerden (Pakistan, Hindistan, Bangladeş), hattâ Çin’den de olsa işçi getirmeliyiz. Bunlar köylere yerleştirilecek ve boş tarım arazilerini ekeceklerdir.
Biz onların ürettikleri tarım ürünlerini alacağız, onlara kentlerde ürettiğimiz mamul maddeleri satacağız.
Onlar tarım mevsimlerinde çalışarak üretim yapacak ve ülkelerinde bir senede aldıklarını burada birkaç ayda kazanacaklardır. Oralarda aylık gelir elli-yüz dolardır. Burada onlara ayda beşyüz-altıyüz dolar sağlarsak, kendi ülkelerine nisbetle beş-on misli fazla para kazanmış olacaklardır. Birkaç ay içinde bu geliri sağlar, ondan sonra ülkelerine gider ve o senenin geri kalan aylarında kendi dünyalarını yaşarlar.
***
Uygarlık demek işbölümü demektir.
İşbölümü sayesinde iki taraf da gelişmelerden ve sonuçlarından yararlanmış olur. Biri bir iş, diğeri de başka iş yaparsa ihtisaslaşma olur. Mesela Çin’in toprakları azsa veya verimli değilse, Anadolu’nun toprakları onlara kiralanır. Onların boş olan emekleri değerlendirilir, bizim de boş olan tarlalarımız ve tarım arazilerimiz değerlendirilir. Böylece ‘kazan-kazan formülü’ işletilmiş, iki taraf da bu sayede kazanmış olur.
***
Tarihte benzer olay 1960’larda Avrupa ve özellikle Almanya’da olmuştur.
Türkiye’den Avrupa’ya işçi gönderdiğimiz ilk yılları hatırlayalım. Avrupa II. Dünya Savaşı’ndan çıkmış, genç nesil savaşta telef olmuş, geride sadece çocuklar, kadınlar ve yaşlılar kalmıştı. Anadolu’da da nüfus artmış ama iş bulunamıyordu.
Yıllarca süren savaşın ve yıkımın ardından, Avrupa ülkelerinin yeniden imar edilmesi gerekiyordu ama bunu yapacak insan gücü yetersizdi. Genç nüfusları savaşta telef olmuştu. Çözümü yurt dışından emek gücü ithal etmekte buldular.
Avrupa’ya işçilerimiz gönderildi. Oradaki uygarlığın tekniğinden yararlanıldı ve Avrupa yeniden eski gücüne ulaştı. Buna karşılık Türkler de işsiz olan emek güçlerine iş buldular, sanayiyi öğrendiler, para kazandılar. Bu arada Türkiye’yi kalkındırmaya başladılar.
Türkiye bugünkü seviyeye bu şekilde geldi ama çalışmaya devam etmeliyiz…
***
İstanbul’a yağmur yağdı…
Reşat Nuri EROL
13.06.2010
İstanbul’a yaz yağmuru yağdı böyle oldu!
Kurbağalı Dere’de olanlar oldu!
Peki, yaz yağmuru yağmayıp daha fazlası olsa ne olurdu?
Onu da kış aylarında Ayamama Deresi’nde gördük; hepsi bir yana, maalesef sel sularına kapılıp ölen onlarca vatandaşımız bile oldu…
Yağmur yağdığında neler olduğuna dair, ben sadece iki yazarın yazdıklarından söz edeceğim, gerisini siz bulun, okuyun, düşünün, uyanın ve yetkilileri uyarın!..
Birincisi Rauf Tamer:
‘Önce şu, yağmur’a teslim olan şehre bakın. Ne asfalt yapmışlar ama... Ne biçim yol bunlar? Bunlar ne biçim mühendis, müteahhit? Ne biçim malzeme? Ne biçim hesap kitap bu? Acaba hangi okullardan mezun olmuşlar? İşi amele’ye bıraksalardı bundan âlâsını yaparlardı...’
İkincisi Aziz Üstel:
‘Yağmura teslim olan köy!’ Yazının başlığı böyle, devamı şöyle: ‘Köy derken elbette İstanbul’dan söz ediyorum. Dünyanın hiçbir çağdaş kentinde, yağmur, böylesine bardaktan boşanırcasına da yağsa, bir kenti bu kadar etkileyemez! Okullar kapanıyor, evleri seller sular götürüyor, insanlar kentin göbeğinden geçen derede boğuluyor... Ve bu kent 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti diye dolanıyor ortalıkta...’
İstanbul’a sadece yaz yağmuru yağdığında böyle oluyorsa; sel, kar, zelzele, savaş ve benzeri daha başka âfetlerde neler olabileceğini düşünün; alınası tedbirleri düşünün!..
***
İnsanlık belli bir çağa gelince kentleşmiş, kentler kurulmuş ama bu kentler maalesef plan veya projeye göre oluşmamıştır.
Dolayısıyla bu kentlerde trafik sorunu, kar ve sel sorunu, zelzele sorunu çözülemiyor, savaş yani savunma sorunu çözülemiyor. Bu sorunlar sadece mevcut iktidarın ürettiği sorunlar değildir, bu sorunlar İstanbul kurulduğundan beri oluşmuş sorunlardır. Elbette bu sorunların çözümü de sadece bu iktidara yüklenemez. Bu iktidarın sorumluluğu; bunu çözmek sanki kendisinin sorumluluğunda imiş gibi davranıp; uzlaşmadan karar alması, bilenlerin ve halkın önerilerini kâle almamasıdır.
AK Parti’nin bugünkü Büyükşehir Belediye Başkanı’ndan “İstanbul’un sorunlarının çözümleri” hakkında konuşmak üzere randevu istemiştik.
‘Ben Adil Düzen taraftarı değilim!’ deyip görüşmemiştir!
İşte, iktidarın en önemli eksiği veya suçu budur.
Sn. Başbakan’ın suçu:
Kendi İstanbul başkanlığı döneminde çözüm önerilerimizi dinlememesi, dinlediğinde gereğini yapmaması; kendisinden sonra da ‘başkan’ diye ‘İstanbul’un sorunlarına çözümler üretenlere kulak vermeyen birini’ orada oturtmasıdır.
***
İstanbul’un sorunları tüm İstanbulluların, tüm Türkiye’nin, tüm dünyanın sorunudur. Herkes elinden gelen katkıyı yapmalıdır. Birlikte hareket edip 1500 senelik birikmiş sorunları çözmeliyiz. Bizim katkımızı istemeyen başkanı, katkımızı isteyenle değiştirmeliyiz.
İstanbul’un sorunlarının çözülmesi için her şeyden önce “İSTANBUL’UN SORUNLARINI ÇÖZME KURULU” oluşturulmalıdır.
Bu kurulu İstanbul Büyükşehir Belediyesi oluşturacaktır.
Bu kurul, İstanbul belediye meclisi seçimlerinde yüzde beş oy alan her partinin bir ilim adamını üye olarak göndermesi ile oluşacaktır. Bu kurula bir fon ayrılacaktır.
Ayrıca bunlar kamu imkânlarından yararlanma yetkisine sahip olacaklardır.
Önce İstanbul’u örgütleyeceklerdir.
Bu örgüt “İSTANBUL’U KALKINDIRMA KOOPERATİFLERİ” şeklinde olabilir.
Her yüz hane bir semt olacaktır...
Ona yakın semt halkı birleşip bir kooperatif kuracaktır...
Ona yakın kooperatifin bir merkezi olacaktır...
Kooperatiflerin kurduğu kooperatifler ortaklığı olabilir...
Kooperatif ortaklıkları bir “Merkez Kooperatif” kurar...
Böylece her ilçemizde merkez kooperatifleri oluşur...
Bu kooperatiflerin başında “İSTANBUL’U KALKINDIRMA KURULU” bulunur.
Örgütlenmeyen topluluk, planlama yapmayan topluluk sorunları ortaya koyamaz, önerilerde bulunamaz, bir iş yapamaz ve kendini koruyamaz...
Çözümler üzerinde durmaya devam edeceğim…
***
İstanbul’a yağmur yağdı - 2
Reşat Nuri EROL
19.06.2010
İstanbul’a yaz yağmuru yağdı böyle oldu dedik...
Yaz yağmuru bile sele dönüştü ve Kurbağalı Dere’de can aldı!
Kış yağmuru ise İstanbul’un diğer yakası İkitelli’deki Ayamama Deresi’nde daha çok can almış, otuzdan fazla vatandaşımız boğulmuştu!
Neden ölüyorlar, neden boğuluyorlar?
Ölüyorlar, çünkü yağmur yağınca İstanbul’un dereleri taşıyor!
Neden taşıyor?
Rant sağlamak adına dere kenarlarına inşaat izni verildiği veya kaçaklara göz yumulduğu için oluyor bütün bunlar.
İstanbul’un diğer bütün sorunları gibi “imar sorunu, planlama sorunu” çözülmediği için; bugüne kadar “İSTANBUL SORUNLARINI ÇÖZME KURULU” oluşturulup da İstanbul’un sorunları çözülmeye başlanmadığı için oluyor bütün bunlar.
Tesbit ve teşhisler böyle…
Tedavi ve çözümlere kaldığımız yerden devam edelim…
***
Acilen “İSTANBUL SORUNLARINI ÇÖZME KURULU” kurulması gerektiğini hatırlatmıştık. Bundan sonra “İSTANBUL SORUNLARINI ÇÖZME KURULU” teşkilatından sorunların tesbitini ister.
Halk sorunları kendi örgütlerinden yani kooperatiflerden öğrenir.
Kendince çözümleri oluşturur ve bu çözümlerini kendi partilerine bildirir.
Kendi partileri de sorunları birleştirip tasnif ettikten sonra “İSTANBUL SORUNLARINI ÇÖZME KURULU”na bildirirler.
Kurul bir “İstanbul Sorunları Listesini” hazırlar.
Bunların tespiti yarışma yoluyla da yapılabilir.
Sonra örgütten sorunların çözümü için öneriler ister.
Örgüt bu öneri taleplerini halka duyurur.
Çözümü olanlar partilerine çözümlerini iletirler.
Bunlar birleştirilir.
Kurula gider.
Kural bunları birleştirip “Çözümler Paketi” hâline getirir.
Önce ayrışma yapılır ve avam paket hâline getirilir.
Sonra paketler ihale yoluyla projelendirilir.
Bu plan ve proje paketi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne gelir ve belki de ittifakla onaylanır.
Sonra proje paketinin uygulanması için eğitim seferberliğine gidilir.
Öğretmenler, din adamları ve kanaat önderleri projeyi halka götürürler.
İmtihan yapılarak ‘bu kişi bu işte çalışır’ diye sertifika verilir.
Sonra partilere oylarına göre kadrolar verilir.
İmtihanı kazanıp da partilerin gönderdikleri kişilerden bir kadro oluşturulur.
Belediyenin sorumluluğunda icraata başlanır.
İstanbul’un her semti ayrı bir şekilde planlanır.
Duruma göre kara, yağmura, sele, zelzeleye, trafiğe, savaşa yani savunmaya karşı düşünülerek ‘birkaç asırlık sorunlara cevap verecek bir planlama’ yapılır.
Plan zamanla geliştirilir ve peyderpey uygulanır…
***
Yağmur ve seller ile ilgili bir örnek verelim.
Sellerin vardığı yerlerdeki binalara ve dere yataklarına, genel planlamanın dışında kesinlikle ruhsat verilmez.
Tehlike ihtimali olan yerlerdeki binalar direkler üzerine yapılır. Direkler üzerinde oturtulan yapıların yolları da direkler üzerine alınır. Kat yükseklikleri düşürülmez. Hattâ zemin ve çatıya da tam kat verilir. Böylece gelen seller için devamlı yollar açılır.
Ayrıca zelzeleye karşı da mukavim binalar planlanır.
Planın kabası ile ilgili proje belediye tarafından hazırlanır ve karşılıksız olarak müteahhitlere verilir. Bu projelerin sismik kontrolleri ile betonda ve demirde değişiklik yapılıp yapılmadığının kontrolleri belediyece finanse edilen ekip tarafından yapılır. Bu ekip aynı zamanda o binadan sorumlu olur.
Yapılarını satmak isteyenlerden o yapıları kooperatifler satın alırlar. Müteahhitlere kat karşılığı verirler. Kooperatifler binalarını satın aldıkları kimselere buralardan katlar vererek değişim ve dönüşüm sağlanır, zamanla semtler yenilenir.
İstanbul bu sayede sellere ve depremlere karşı mukavim hâle gelir.
***
İlmin çözümleri böyledir...
Hakkın çare ve çözümleri bunlardır...
Çözümlere kulak verenler başarılı olur ve kurtulur…
Çare ve çözümlere kulak verip gereğini yapmayanlar ise helâk olup giderler.
Sağır, kör, dilsiz olanlara ve hidayetleri kararanlara bizim yapacağımız bir şey yoktur.
***
Ekonomi, dolar ve sömürü
Reşat Nuri EROL
21.06.2010
Yeryüzünde iki ekonomi sistemi vardır.
Biri:
Hakkı üstün tutan halk ekonomisi.
Diğeri:
Kuvveti üstün tutan tekel ekonomisi.
Hâlen hangisi hükümran, hangisi hükmediyor diye sormaya gerek var mı? Birbiri ardı sıra sürüp giden ve bir türlü sonu gelmeyen “ekonomik krizler”den belli değil mi; daha da ötesi, artık “SOSYAL TUFAN”a dönüşen “krizler”den belli değil mi?
Kuvveti, gücü, dayatmayı yani “adaleti” değil de “zulmü” esas alan “tekel ekonomi” deyince iki tekel akla gelir: Biri ‘sermaye tekeli’ diğeri ‘devlet tekeli’ olabilir.
Bunlardan devlet tekeli olan “komünizm” ardında milyonlarca ölüm ve tarihte görülmemiş zulümler bırakarak yetmiş yılda yıkıldı.
Sermaye tekeli olan “kapitalizm” çöküş aşamasında olmasına rağmen direniyor, özellikle son dönemlerde hükümran olduğu her yerde yaşadığı ve yaşattığı krizlere rağmen ayakta durmaya çabalıyor ama nafile; ölüme çare yok!
***
Ekonominin ve paranın kanunları vardır.
Bir:
Her şeyden önce bir ülkede tek para geçerli olur. Bir ülkenin kendi parası yoksa, o ülke, ülke değildir, devlet değildir. Bu para iyi para olmalıdır; iyi para kötü parayı kovar.
İki:
Bir şeyin para olması için resmi otoritenin yani devletin onu desteklemesi, halkın bunu benimsemesi yeterlidir. Paranın gerçek değerinin olması gerekmez.
Üç:
Para fiyatlarla malların çarpımına eşittir. Dengeli ve sağlıklı ekonomide fiyatlar değişmez. Faizli ve enflasyonlu istikrarsız ekonomilerde her an her şey olur; nitekim oluyor.
Dört:
Piyasadaki parayı azaltırsanız fiyatlar değişmez ama işsizlik olur. Parayı çoğaltırsanız yeni işçi bulamadığınız takdirde fiyatlar artar, enflasyon olur.
Demek ki neymiş?
Az parada “işsizlik” olur, çok parada “enflasyon” olur.
Eğer bir ülkede dengeli şekilde para dağılmamışsa, gelir dağılımında “adalet” değil de “zulüm” varsa; o ülkede hem “enflasyon” hem de “işsizlik” olur.
Sonuç olarak bu tanımla sen Türkiye ekonomisini tarif ettin mi dediniz?
Evet, doğru; maalesef aynen öyle:
İŞSİZLİK VE ENFLASYON!
Yani TÜRKİYE EKONOMİSİ!
***
Peki, bugün Türkiye’nin durumu nedir, dünyanın durumu nedir?
Bugünkü duruma dikkatlice baktığımızda gördüğümüz manzara şudur:
Tekel sermaye yani küresel sömürü sermayesi parayı tek başına ele geçirmiştir.
Dünyadaki “tek para kuralı” dolayısıyla başka paralar yok gibidir, adeta yok mesabesindedir.
Dünyada tek para hâkimdir dedik.
Nedir o para?
O paranın adı “dolar”dır.
Diğer bütün paralar onun gölgesinde ve himayesinde, daha doğrusu sömürüsünde varlığını sürdürmektedir.
Bilinmesi gereken daha da ilginç bir durum var:
“ABD doları” Amerika Birleşik Devletleri halklarının kendi parası değildir, bu ülkedeki İsrail oğullarının özel bankalarının parasıdır. Tüm dünyadaki ülke paraları ABD dolarının türevidir.
Bugünkü konumuzu şöyle bir hatırlatma ile kapatalım.
Bir:
İsrail oğullarının dolarları ABD ordusunu güçlü kılıyor...
İki:
ABD ordusu da doları dünyanın tek parası hâline getiriyor...
Bugün içinde bulunduğumuz bu şartlar altında doların hâkimiyetini ortadan kaldırmak şimdilik mümkün değildir. Doları kaldırmak için ABD ordusunu ortadan kaldırmak gerekir. ABD ordusunu ortadan kaldırmak için doları ortadan kaldırmak gerekir. Dolayısıyla kendi sistemi içinde sermayenin sömürüsü devam edip duracaktır; alternatif gerekiyor…
Başa dönelim:
‘Hakka dayalı halk ekonomisi gerekli’ deyişimizin sebebi budur.
Meseleler derin, konuların açılımı devam edecek…
***
Terör, para ve ‘halk ekonomisi’
Reşat Nuri EROL
23.06.2010
Bugünkü yazımı yazmadan, önce gelen mesajlara bakayım dedim. Kenan Ünlü’den gelen mesaj, gece saat üçte gönderilmiş olması ve içeriği ile dikkat çekiciydi:
“Son günlerde artan terör olayları ile ilgili yorumlarınızı bekliyoruz. Millî Gazete’de köşe yazarlığı yapan onca yazardan sadece bir kişi bu konu üzerine yazı yazmış. Hakkâri’de 11 askeri şehit verdiğimiz günün ertesinde herkesin odaklanması gereken tek bir konu var. O da terör. Diğer konular bir sonraki güne kalsın.”
Önce gazetem adına cevap:
Millî Gazete dün ve bugün birinci sayfasının tamamını terör olaylarına ayırmış. Bugünkü bazı gazete yazarlarımız da terör konusunu ele almış. Önceki gün ise gazetemiz biraz erken basıldığı için yazarların 11 askerin şehit edilmesi ile ilgili yazı yazması mümkün değildi. Bu vesileyle okuyucularımızın bilgisine arz olunur…
Bugün “terör” üzerinde duralım, “para ve ekonomi” ile de irtibatlandıralım.
***
Terör de dâhil olmak üzere, bugün ele alacağım meselenin iyi anlaşılması için bundan önceki yazımdaki önemli hatırlatmaya bir daha bakalım.
Zulmün, “zalim dünya düzeni”nin ve “terör”ün gücü nerden geliyor?
Birincisi:
İsrail oğullarının dolarları ABD ordusunu güçlü kılıyor...
İkincisi:
ABD ordusu da doları dünyanın tek parası hâline getiriyor...
Dünyayı ve ülkemizi terörizme boğan, insanlığı zulüm içinde inleten bu güce son vermenin iki yolu var:
Dünyadaki “zalim düzen ve terörizmi” sona erdirmek üzere bunların ana sermayesi olan doları ortadan kaldırmak için ABD ordusunu ortadan kaldırmak veya ikinci yol olarak ABD ordusunu ortadan kaldırmak için doları ortadan kaldırmak…
Bir şeyi ortadan kaldırmak için de önce onun alternatifini getirmek gerekiyor.
Hak gelmeden bâtıl zâil olmuyor, olamıyor…
Hak önce gelmeli; sonrası kolay...
***
ABD silahlı gücü, dünya silahlı güçlerine karşı her bakımdan hâkim durumda.
Bu gücün dünyadaki hava ve deniz üstünlüğü “para/dolar”a dayanır.
Bu para/dolar da geçmişte olduğu gibi günümüzde de ABD’de var.
Demek ki ABD “para/dolar” sayesinde dünya hava ve deniz hakimiyetinin sahibidir; dolayısıyla dünyadaki tüm ekonomiye de hâkimdir.
Mesela, İran hep olduğu üzere bugünlerde de dünya siyasetinin gündeminde ya; şöyle düşünelim ve sorumuzu soralım bakalım:
İran, ABD’nin izni olmadan petrolünü satabilir mi veya satmak üzere uluslar arası sularda nakledebilir mi?
ABD istese bir uçakla petrol gemisini batırır, İran bir şey yapamaz.
Kritik bir soru daha:
İran dolardan bağımsız bir para çıkarabilir mi?
Bazen dolara alternatif para çıkarılması gündeme geldiği için bu soruyu sordum.
İran böyle bir para çıkarsa petrol ona dert olmaya başlar. Bir de bakarsınız ki, İran devleti veya rejimi hemen yıkılıverir! İran bugün kafa tutuyorsa veya kafa tutuyormuş gibi görüntü veriyorsa; küresel sömürü sermayesi buna izin verdiği için kafa tutuyor; hattâ böyle olmasını istediği veya böyle olması işine geldiği için izin veriyor ve bu durumu kullanıyor.
Böylece diğer etkin devletleri bu sayede denetim ve kontrol altına alıyor.
Bütün dünyanın gözleri önünde oyun oynanıyor.
Oynanan uluslar arası oyun nedir?
Çatışan taraflar ve tarafları sömüren küresel sermaye!
***
Karamsar ve kötümser bir tablo çizdiğim zannedilmesin.
Dikkatli okuyucularım hiç de karamsar olmadığımı çok iyi bilirler.
Biz her şeyden önce ne yapıyoruz:
Tesbit ve teşhis.
Tedavi, çare ve çözümler ise “iyi bir teşhis”ten sonra gelir.
Terör de dâhil olmak üzere bütün sorunların çözümü elbette vardır ve bundan sonraki yazımızın konusu da bu olacaktır.
O yazımız da şöyle bir cümle ile başlayacaktır:
Sermayenin sömürüsüne son vermek mümkündür, bunun için “HALK EKONOMİSİ”nin oluşturulması gerekir.
“HALK EKONOMİSİ”ni devlet oluşturmayacak, halk oluşturacaktır...
***
Halk harekete geçmeli,
‘HALK EKONOMİSİ’ kurmalı
Reşat Nuri EROL
25.06.2010
Bundan önceki yazım şu cümlelerle bitiyordu: Terör de dâhil olmak üzere bütün sorunların çözümü elbette vardır ve bundan sonraki yazımın konusu da bu olacaktır… Sermayenin sömürüsüne son vermek mümkündür, bunun için “halk ekonomisi”nin oluşturulması gerekir. “Halk ekonomisi”ni devlet oluşturmayacak, halk oluşturacaktır...
Öyleyse bugün ağırlıklı olarak “HALK EKONOMİSİ” üzerinde duracağız demektir.
Sonda söylenecek hüküm cümlemizi başta hatırlatalım:
Halkımız her şeyi bir yana bırakıp “ADİL DÜZEN” ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN” uygulaması için çok yönlü yani ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal yönden uygulamalara geçerse, sermaye sömürüsü sona erer. Bu sayede başta Filistin olmak üzere, Gazze ve benzeri yerlerdeki zulümler sona erer.
Halkımız bunu nasıl başaracaktır?
Faizli ekonomide hâkim olan sermayedir. Parası olan düdüğü çalar, hâkim olur ve sömürür. Bu durum bundan önce doğru idi, çünkü henüz “kâğıt para ve senet” icad edilmemişti. Günümüzde ise artık para sadece halkın ona itibar etmesinden ibarettir.
Biz halk olarak para çıkaramayız, devlet değiliz.
Sermaye de devletimize -ve diğer devletlere- karşılığı olan para çıkarmasına izin vermez. Böyle bir girişimde bulunan hükümeti bir bahane bulup iktidardan indirir.
Türkiye’de ana muhalefet lideri ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ı bir anda nasıl da sıfırladılar, işlerine gelmeyince devre dışı bırakıverdiler…
Burada, bizim tahmin ettiğimiz olabilecek bazı detayları yazmıyorum ama şu kadarını kayıtlara geçiyorum; yarın Recep Tayyip Erdoğan’ı da sıfırlarlarsa şaşırmayın...
Bu durumda iş başa yani halkımıza kalmıştır.
Yapılacak iş halkın kendi kendisini sermayenin sömürüsünden kurtarmasıdır.
Halkımızın böyle bir hamle yapması gerekmektedir.
***
Halkımız hamleyi nasıl yapacak, kendisini nasıl kurtaracaktır?
Halkımız “işletme senetleri” çıkaracaktır.
İşletme içinde bütün işlemler bu senetle yapılacak, girdiler ve çıktılar bu senetle olacaktır. Kasada bu senetle para değişecektir. Para çoğalırsa senet pahalılaştırılacak, para azalırsa senet ucuzlatılacaktır.
Bunun anlamı şudur.
İşletmede karşılıksız senet olmayacaktır. Senedin “para karşılığı değeri” değişecek ama senedin “mal karşılığı değeri” değişmeyecektir. Böylece ülke ekonomimizde sömürü sermayesine dayalı “finans ekonomisi”nden “reel ekonomi”ye geçilecektir. Karşılıksız çıkarılan paraların değeri (ve sistemi) değişerek karşılığı belirlenecektir.
***
Kendi ekonomi çevremizde, kendi işletmelerimizde “karşılıksız senet” olmayacağı için “karşılıksız para” da olmayacaktır. Reel ekonomi işte budur.
Tekel sömürü sermayesi işte buna bir şey yapamaz. Her şeyden önce baskı yapamaz. Çünkü halk arasında yaygın olan küçük işletmelerdir, onlara ulaşamaz.
Sömürü sermayesi yapsa yapsa ne yapar?
Bunların aleyhinde kanunlar çıkartıp devlete baskı yaptırmak ister.
Ne var ki Türkiye devleti bugünkü hâliyle hukuk devleti değildir. Çıkarılan kanunlar tam olarak uygulanamayacağı için etkisi olmaz veya olsa bile etkisi az olur.
Ayrıca ve daha önemlisi; hakkınızı ve kendinizi iyi savunduğunuzda bürokratlar, hâkimler, askerler ve diğerleri hep sizin tarafınızda olurlar.
Nihayet onlar da halktan kimselerdir ve artık onlar da ülke ve dünya gerçeklerini biliyorlar.
Ne var ki, halkta hareket ve direniş görmeyince onların da bir şey yapmaya güçleri yetmemektedir. Birer vatandaş olarak, sömürüye karşı güçlü direniş yapılması onların da istediği şeydir.
Sonuç olarak hep söylüyor ve hatırlatıyoruz:
Halkımız harekete geçmeli ve gerekeni yapmalı;
“HALK EKONOMİSİ”ni kurmalı ve gerçekleştirmelidir.
***
Gemide iki delik var:
TERÖR VE İŞSİZLİK
Reşat Nuri EROL
26.06.2010
Evinizde, çevrenizde, ülkenizde salgın bir hastalık var, bulaşıcı bir hastalık var...
Farz edin ki siz de doktorsunuz, kendinize aşı yaptınız, hastalık size bulaşmadı...
Evinizdeki aile fertlerine, çevrenizdeki komşulara ve dostlara, ülkenizdeki vatandaşlara, sesinizi duyurabildiğiniz herkese diyorsunuz ki:
‘Ben doktorum, bakın aşı oldum, hastalanmadım, ayaktayım, size de çareler arayacak durumdayım. Bu hasatlığın ilacı budur. Gelin söz dinleyin, iğneyi yapayım, birinize yapayım, onun kurtulduğunu görün. Sonra hepiniz aynı aşıyı olun ve kurtulun.’
Ne yapıyorlar?
İttifakla itiraz ediyorlar, karşı çıkıyorlar, iğne olmuyorlar!..
***
Komşu bir kadın (veya birisi!) geliyor ve diyor ki:
‘Sakın hâ, iğne olmayın. İğne olursanız hepiniz ölürsünüz. Sakın iğne olmayın…’
Ayrıca ‘Çağdaşlık! Modernlik! İlkellik!’ vs. vs. kelimelerini ilave etmeyi de ihmal etmiyor.
Oysa kadının amacı başka...
Onun amacı bunların ölmesini gerçekleştirmek, ondan sonra onların mallarına ve mülklerine kendilerinin hâkim olmasını sağlamak...
Siz çırpınıyorsunuz ama bu gayretiniz bir şey ifade etmiyor. Sonunda kızıyorsunuz ve ‘ne yaparsanız yapın’ diyorsunuz. Ama sonra dönüp düşünüyorsunuz:
Öyle ama ailem, çevrem, komşularım, arkadaşlarım, dostlarım, vatandaşlarım olmadığı zaman ben tek başıma kalırım, bu kadının aşireti ve şer güçler bir gün beni de yok eder.
Yine dönüp yalvarıyorsunuz, yakarıyorsunuz...
Ama nafile; muhataplar kör, sağır ve dilsizler!!!
***
İşte, günümüzdeki durum budur, ülkemizdeki durum budur.
İktidardakiler (AKP) görmüyor ve görüşmüyorlar; kör, sağır ve dilsizleri oynuyor, görmüyor ve dinlemiyorlar!..
Muhalefetteki Milliyetçi Hareket (MHP) ve Cumhuriyet Halk (CHP) partililer ve diğerleri (BDP) de kulak vermiyorlar!..
Bakan, gören, duyan, dinleyen, kulak veren yok, yok, yok!!!
Polis ilgilenmiyor, asker ilgilenmiyor, milletvekilleri uzak duruyor!
Dönüyor ve diyorsunuz ki:
‘Ne yapalım, kader böyle imiş!’
Ama sonra yeniden aklınıza geliyor:
‘Yahu bu gemi battığı zaman ben de batacağım.’ Allah’a inanıyorsunuz; ‘sen neden elinden geleni yapmadın’ diye sorulacağını biliyorsunuz. Bundan dolayı yapılması gerekenleri yapmaya devam ediyorsunuz…
***
Bugün iki büyük sorunumuz vardır, iki büyük problemimiz vardır.
Gemimizde delikler var, gemimiz su almaya başlamış, gemimiz batıyor...
Gemideki delikleri kapatmak çok basittir. Yazılanları görseler, söylenenleri dinleseler, delikleri hemen görecek ve kapatacaklar. Basiretli bir şekilde birlikte hareket edilirse bu yapılabilir, başarılabilir.
Oysa, onlar geminin su alan deliklerini tıkayacaklarına, kulaklarını tıkıyorlar!
Bir gün Firavun ve ordusu gibi sulara gömüldüklerinde gerçekleri görecekler ve işte o anda Hz. Musa’nın dediklerini hatırlayacaklar ama o zaman da çoktan iş işten geçmiş olacak.
Gemide çok büyük ve çok tehlikeli iki delik var.
Gemideki birinci büyük delik: TERÖR...
Gemideki ikinci delik ise: İŞSİZLİK...
***
Bu sorunlara çare ve çözüm bulmamız gerekiyor.
Vatan gemisindeki bu iki deliği acilen kapatmamız gerekiyor.
Geminin batmaması için hiç gecikmeden hemen harekete geçmemiz gerekiyor.
Vesselâm…
***
Terörü nasıl bitirelim?
Reşat Nuri EROL
27.06.2010
Hüküm şudur:
İşsizlik varsa terör de vardır.
Ülkemizdeki iki büyük sorunumuzdan, iki büyük problemimizden söz ediyorduk, terör ve işsizlik üzerinde duruyorduk.
Vatanımızı bir gemiye benzetirsek; vatan denen gemimizde delikler var, gemimiz su almaya başlamış ve gemideki bu delikleri kapatmak çok basit.
Ama çözümlerdeki bu basitliği görmek için göz, işitmek için kulak gerek.
İlgililer ve yetkililer çare ve çözüm olarak yazılanları görseler, söylenenleri dinleseler, delikleri hemen görecek ve kapatacaklar.
Ama onlar geminin su alan deliklerini bir an önce görüp tıkayacaklarına; gözlerini hakikatlerden kaçırıp kapatıyorlar, kulaklarını çözüm önerilerine tıkıyorlar!!!
***
Bugünkü yazımızda, gemideki çok büyük ve çok tehlikeli iki delikten biri olan ve artık vatan gemisini her an batırabilecek mesabedeki “TERÖR” üzerinde duralım…
Bu konuda ne gibi çare ve çözümler üretilebileceğini düşünelim...
Düşünmekle kalmayıp gereğini yapalım.
Her şeyden önce şunu iyi bilin ki; terörü sizin bugüne kadar uyguladığınız metotlarınızla önleyemezsiniz, ne “açılım” ne “imha sistemleri” ne de bugüne kadar uyguladığınız diğer her türlü metotlar ile terörü ortadan kaldıramazsınız.
Terörün tek çaresi vardır: Terörü ancak “Adil Düzen” ile önleyebilirsiniz.
***
Terörü önce önlemek, sonra tamamen sona erdirmek için neler yapmalısınız?
Bir:
Her şeyden önce ülkeyi gerçek anlamda nüfusu ve diğer verileriyle yüze yakın vilayete böleceksiniz. Her vilayetin, her ilin meclisleri ve şuraları olacak, bunları doğrudan oranın halkı seçecek. Merkezden atamaları kaldıracaksınız. Halk olarak valilerini (başkanlarını) kendileri seçecekler, valiler merkezden atanmayacak.
İki:
Bu yapılanmayı gerçekleştirdikten sonra illere iç işlerinde tamamen bağımsızlık vereceksiniz, iç işlerinde tamamen serbest olacaklar. Kendi kanunlarını kendileri yapacaklar. Hakemlerden oluşan mahkemeleri olacak; Yargıtayları, Danıştayları olmayacak. Lise öğrenimini kendileri yapacaklar. Batı dillerinde kolejler olduğuna göre; Arapça medreseler de açılacak. Hür olacaklar. En önemlisi, kendi iç güvenliklerini sağlamak üzere jandarma teşkilatlarını kendi aralarında kuracaklar ve iç güvenliği kendileri temin edecekler.
Üç:
Bölge merkezleri olacak ve bölge merkezlerinin valileri merkezden atanacak. Ankara, İstanbul, İzmir, Diyarbakır, Konya, Samsun, Erzurum böyle olacak ve bunlar yani bu merkezler on iki kadardır. Buralara oranın halkından olmayan askerlerden oluşmuş ordular yerleştirilecek. Ordu taşra illerinin iç işlerine karışmayacak, izinli olmadan oralara giremeyecek. Eğer iller kendileri iç güvenliği sağlayamazlarsa, sıkıyönetimi kendileri ilan edip bölge merkezinden gelen askeri birliğe yönetimi teslim edecekler; istedikleri zaman da sıkıyönetimi kendileri kaldıracaklar. Devlete isyan eden ayırımcı il olursa, ordu oraya girecek ve o il dağıtılacak. Ordunun asıl görevi ise o bölgenin dış savunmasını yapmaktır.
Dört:
Adalet sorununu bir türlü çözüme kavuşturamayan, hattâ sorunun ana sebebi olan “merkezi yargı sistemi” kalkacak, “hakemlik sistemi” gelecek. Mağdur olan kişi bir hakem seçecek, mağdur eden de bir hakem seçecek; baş hakemi de hakemler seçecek. Bunların verdiği kararlar kesin olacak. Kimse bozamayacak. Haksız kararlara karşı hakemler aleyhine mahkemeye (yani yine hakemlere) gidilecek. Bir Kürt vatandaşın bile sorunu varsa, devlet aleyhine hakemlere gidebilecek.
İşte bu dört tedbir terörü bıçakla kesilmiş gibi birkaç ay içinde sona erdirir.
***
En baştaki hüküm cümlemizi tekrar hatırlayalım:
Bir yerde “işsizlik” varsa orada “terör” de vardır.
Özellikle ülkemizin doğu tarafındaki “TERÖR”ün ana sebebi ve kaynağı “İŞSİZLİK”tir.
Bu sebeple “terör”den sonraki konumuz “işsizlik” sorunu ile ilgili olacaktır.
***
İŞSİZLİK VE TERÖR
Reşat Nuri EROL
28.06.2010
Bundan önceki iki yazıda ne dedik?
Önce “Gemide iki delik var: TERÖR VE İŞSİZLİK” dedik.
Sonra “Terörü nasıl bitirelim?” dedik; böyle diyerek çözüm önerilerimizi sıraladık…
Ve çok önemli bir hakikati altını çizerek, vurgu yaparak hatırlatmayı ihmal etmedik:
Bir yerde “işsizlik” varsa orada “terör” de vardır.
Özellikle ülkemizin doğu tarafındaki “TERÖR”ün ana sebebi ve kaynağı “İŞSİZLİK”tir.
Bu sebeple “terör”den sonraki konumuz “işsizlik” sorunu ile ilgili olacaktır.
Demek ki neymiş?
Bir yerde “İŞSİZLİK” varsa orada “TERÖR” de vardır.
O halde her şeyden önce başımızın, ülkemizin, devletimizin, milletimizin baş belası “terör”den önce “işsizlik”miş.
Söz verdik, bu konu üzerinde duracağız dedik.
Sözümüzü “işsizlik sorununun çözümleri” ile birlikte yerine getirelim.
Bu arada üç maymunları oynayan, yani; ‘biz bunları görmedik, duymadık, işitmedik ve üzerinde konuşmuyoruz’ diyen, ‘sağır sultanlar’ gibi davranan siyasilerimizin kararan hidayetlerinin de bir an önce yeniden eski yerine gelmesini dileyelim, dua edelim…
***
Dünya krizler içinde...
Kapitalizm zaten hep krizde...
Türkiye de zaten hep krizde olduğu ve krizlere karşı bağışıklık kazandığından, dünyadaki krizler ülkemizi fazla etkilemedi!..
Hüküm:
Türkiye’deki “terör”ün ana kaynağı da “ekonomik kriz ve işsizlik”tir.
Doğu Anadolu’da, doğa kanunlarına uyarak beş on çocuktan aşağı çocuğu olan yok.
Neden?
Doğa kanunudur.
Tehlikede olan canlı çok üretken olur.
Rahat içinde olan canlı ise kısırlaşır.
Demek ki Doğu’da on çocuk yapmalarının sebebi terördür, işsizliktir, krizlerdir, ekonomik sefalettir. Aynı Doğulular İstanbul’a gelip yerleşmiş iseler artık on çocuk yapmıyorlar. Avrupa’ya gittilerse, aynen Avrupalılar gibi iki çocukları bile olmuyor.
Biz yine ülkemize dönelim ve duruma bakalım…
Doğu Anadolu’da doğan çocuklar büyüyor ve çalışmak istiyor ama toprak yok, fabrika yok, işyeri yok, iş yok!..
Var olan topraklar terör bahanesiyle ellerinden alınmış; köyler, mezralar, meralar, yaylalar, dağlar bomboş!..
Türkiye’nin bu bölgesindeki bazı yerler adeta teröristlere terk edilmiş!..
Kısmen huzur ve istikrar olan yerlerde de topraklar köylülerin ellerinden alınmış, toprak ağalarının veya devletin elinde!..
Bunlar yetmiyormuşçasına, bir de İsrail oğulları bağlantılı uluslar arası sömürü sermayesinin şirketleri çıktı; toprakları onlar kiralıyor veya satın alıyor!..
Topraklar kendilerinin yani köylülerimizin elinde olsa bile; onu ekip biçecek kooperatif birliktelikleri, bilgileri, teknik araçları, sermayeleri, pazarları vs. vs. yok, yok, yok!..
Bir de terör dolayısıyla güvenlikleri yok!
O halde bu insanlar işsiz ve açtırlar.
Bu durumda ne yapsınlar?
Terörün kucağına düşmektedirler.
Okuma ve iş imkânı bulamayan bu genç insanlarımızın -hem de kadın ve erkeği ile- terörden başka yapacakları ne olabilir?
***
Demek ki “TERÖR”ün asıl kaynağı “İŞSİZLİK”tir.
İş bulan genç evlenir ve çoluk çocuk sahibi olur. Terör olaylarına karışmaz. Sadece maceraperest birkaç ağanın oğlu veya kızı terörde boy gösterir. Adil yargı, hakemlerden oluşmuş “adil yargı” ve ekonomisi ile ordusu güçlü devlet o sorunu kolaylıkla çözer.
Demek ki bizim aslında tek sorunumuz vardır; o da “İŞSİZLİK”tir.
Peki, işsizliğe (ve dolayısıyla teröre) nasıl çare bulunacaktır?
Çare ve çözümler gelecek yazıda, inşaallah…
Selam, sevgi ve dua ile…
***
Devlet, para, faiz ve çare
Reşat Nuri EROL
29.06.2010
Kaldığımız yerden devam…
Yani; ülkemizde “Gemide iki delik var: TERÖR VE İŞSİZLİK” var…
Varsa; o halde “Terörü nasıl bitirelim?” diyerek, çözüm önerilerimizi sıraladık…
Ve “İŞSİZLİK VE TERÖR” başlığından sonra; ‘bir yerde “İŞSİZLİK” varsa orada “TERÖR” de vardır’ dedik…
Noktayı şöyle koyduk: Demek ki “TERÖR”ün asıl kaynağı “İŞSİZLİK”tir.
Peki, madem öyleymiş; o halde işsizliğe nasıl çare bulunacaktır?
***
Eskiden işsizliğe çare bulmak sanıldığı kadar kolay değildi.
Malum olduğu üzere, devleti yönetmek sadece “para” ile olurdu.
Para da halktan alınan altın ve gümüşle yani “vergiler” ile tedarik edilirdi.
Ama altın ve gümüşü halk da bulamıyordu veya bulabilse bile kolay bulamıyordu. Devlet zorluk içinde yönetiliyordu. Saldırgan ordusu olan devlet başka yerleri işgal ediyor, oradaki yöneticilerin altınlarını yağmalıyor, böylece güçlü devlet olunuyordu.
Eskiden durum böyleydi.
***
Şimdi durum değişti.
Devletin elinde denizde su kadar bol parası vardır.
Parayı kendisi basıyor ve çoğaltıyor; yeter ki onu kullanmayı bilsin.
Çağımızda devleti idare etmek bir aileyi idare etmekten kolaydır.
Neden kolaydır?
Kolaydır; çünkü ailenin “para” çıkarma gücü yoktur ama “devlet”in böyle bir gücü yani istediği kadar “para” basma gücü ve yetkisi vardır.
“Devlet” denen varlığın elinde bütün imkanlar ve malzemeler var olmasına var ama; devletlüler -özellikle de bizim devletlülerimiz- ve de Merkez Bankamızın yöneticileri ısrarla halkımız için “helva” yapmamak konusunda ısrar ediyorlar!
Ya ne yapıyorlar?
Hiçbir karşılığı olmayan Siyonist Yahudi parasını, Dünya Bankası parasını, IMF parasını, ABD dolarını, hem de üstüne “FAİZ” ödeyerek borç olarak alıyorlar!!!
Dünyada bundan daha büyük bir ahmaklık olabilir mi?!.
Sen devletsin ve kendi paranı basmıyorsun…
Ve gidip başkasının mürekkeple renklendirdiği karşılığı olmayan kâğıt parçasını “PARA” diye alıyorsun; üstüne üstlük bir de “KATMERLİ FAHİŞ FAİZ” veriyorsun!!!
***
Onlar, o devletlülerimiz; ‘inadımız inat, görmezden gelmemiz inadına körlük, duymamazlıktan gelişimiz inadına sağırlık’ deyip çare ve çözümlere kulak tıkayadursunlar!..
Biz sabır ve sebatla, bir gün bu helvayı yapacak siyasiler ve yöneticiler çıkar diye “halkımız için helva yapma tarifimizi” hatırlatmayı sürdürüyoruz…
Yani; halkımızın ve ülkemizin sorunlarıyla ilgili, genel olarak “ADİL DÜZEN” ve özel olarak “ADİL EKONOMİK DÜZEN” çözümlerimizi yazmaya devam ediyoruz…
Onlar olmasa bile; elbet bir gün Hakkın, hakikatin, adaletin ve halkın sesine kulak veren, yazılan çareleri gören birileri çıkar.
Dünya sadece onlardan ibaret değil ya, elbette başkaları da var.
Her şeyden daha önemlisi; bu kâinatı, bu beşeriyeti, bu dünyayı, bu ülkeyi, bu halkı yaratan Allah var ve O vakti gelince bütün yarattıklarına, bütün hakikatlere, bütün Hakkı söyleyenlere sahip çıkar.
Biz de işte o günü bekliyor ve o gün için gece-gündüz çalışıyoruz…
Çare için çalışmak bizden, tevfik/başarı Allah’tandır…
Ve’s-selâm mea’d-duâ, duâ, duâ…
***