KUR'ANI ANLAMA METODU
Süleyman Karagülle
13040 Okunma
KUR'AN DİLİNİN ÖZELLİKLERİ

bölüm

 

 

İKİNCİ  BÖLÜM

 

 

 

KUR'ÂN DİLİNİN ÖZELLİKLERİ

 

 

Kur'ân, insanların kullandığı her konuşma gibi seslerden oluşmaktadır. Sesler hançerede çıkar ve ağızda biçimlenir. Seslerin çıkışlarına göre sıralanması yapılmaktadır. Sesler çıkış yerlerine göre sıralandıkları gibi çıkış özelliklerine göre de sınıflanmaktadır. Böylece sesler arasında çıkış ve özellikler bakımından bir akrabalık meydana gelmektedir. Bu yakınlık seslerin birbirine dönüşmesine sebep olmaktadır.

Hançereden çıkan ses tek ses olduğu halde, ağızda şekillenmesi çeşitlenmesine neden olmaktadır. Bu şekillenme değişik topluluklarda değişik seslerin çıkmasına neden olmaktadır. Bazı topluluklar birbirine yakın mahreçli sesleri ayırarak ayrı ses hâline getirir ve ayrı mana verirler. Bazı topluluklar ise o sesleri tek ses olarak kullanırlar. Böylece farklı dillerin farklı ses takımları oluşur. Arapça ile Türkçe için de aynı şey sözkonusudur. Arapçada çıkan seslerle Türkçedeki sesleri de mukayese etmek suretiyle Arapçadaki sesleri daha iyi anlama imkânı vardır.

 

 

ARAPÇA İLE TÜRKÇE ARASINDAKİ FARK

 

Arapçada harfler önce ikiye ayrılır:

Bunlardan birinci grupta olanlar 'orta harfler'dir. Bunlar ondört tanedir.

İkinci grupta olanlar da 'yan harfler' olup, 'arka harfler' ve 'ön harfler' diye ikiye ayrılmaktadır.

Arka harfler, boğaz tarafından çıkan harflerdir ve bunlar on tanedir.

Ön harfler, dudaklardan çıkan harflerdir ve onlar da dört tanedir.

Toplam yirmi sekiz harf etmektedir.

Bu harflerin içinde sesli harfler ve uzun harfler yoktur.

Türkçe ile Arapça arasında önemli bir başka fark da, sesli harflerin Türkçede ayrı bir harf kabul edilmiş olmasına karşı, Arapçada sesli harf hareke olarak alınmıştır.

Üçüncü  bir fark ise, Türkçede kalınlık ve incelik sesleri verildiği halde, Arapçada sesli harf harfin özelliği olarak görüldüğünden kalınlık ve incelik sesli harfe değil de sessiz harfe izafe edilmiş ve ayrı harfler olarak sayılmıştır. Meselâ, "sa" ve "se" derken Arapçada her ikisi de 'üstün' olarak harekelendirilmiş, harflerden birine "sad" diğerine "sin" ismi verilmiştir. "Sad" "sin"in kalınıdır. Oysa Türkçede sessiz harf her ikisinde de bir kabul edilmiş, sesli harf "E" veya "A"şeklinde ifade edilmiştir.

Arapçada sesli harf yerine harfin özelliğini gösteren hareke kullanılmaktadır.

Türkçede dört çeşit sesli harf olduğu gibi, her sesli harfin incesi ve kalını vardır. Arapçada ise üç çeşittir. E ve A, üstün; İ ve I, esre; Ü ve U, ötre olarak yer alırken; Arapçada Ö ve O mevcut değildir. Bu harekelerin uzun telaffuzları vardır. Bunlardan U 'vav'/ dan dönüşmüş bir harftir. İ 'ya'dan dönüşmüş bir harftir. A ise hem 'ya'/ dan hem 'vav'/ dan dönüşebilmektedir. Bazen İ de 'vav'dan U da 'ya'dan dönüşmüş olabilir.

Türkçede sesli harflere tekabül eden bir sessiz harf olmadığı halde, Arapçada sesli harfler bir harfin özelliği kabul edildiğinden bu harfe "hemze"/ adı verilmiştir. Dolayısıyla ayrı bir harf olarak görülmektedir. Bu hemze de bazan 'A'ya bazen 'Y'ye dönüşebilmektedir. Böylece yirmi sekiz harften başka; vav, ya, elif diye adlandırılan üç harfli uzun harf vardır. Bunlara 'nun'un iki çeşit çıkışı eklenirse dört olurlar. Buna "ğunne" denmektedir.

'Ğunne' Türkçede de vardır. Eski Osmanlıcada bu ayrı bir harfti. Meselâ, "Tanrı" derken "Tengri" şeklinde ifade edilmekte idi. Bugünkü lehçelerin birçoğunda bu ğunneli 'nun' farklı şekilde söylenmektedir. "Senin kalemini ver" derken ğunnneli nun; "onun kalemini ver" derken ğunnesiz nun kullanılıyordu. Ne var ki, Arapçada ğunneli ve ğunnesiz nun olmakla beraber bunlar farklı anlamda kullanılmazlar. Uzun harflerle ğunne de ilâve edilince otuz iki harf eder. Ğunne ile 'A' ortadan, 'U' dudaktan ve 'İ' de boğazdan çıkar. Böylece harflerin yarısı yine ortadan çıkar.

Türkçede de bu şekilde dört mahreçte çıkan harfler vardır. Her mahreçten beş harf çıkmaktadır. Toplam yirmi harf etmektedir. Sesli harflerin sayısı ise incesi ve kalını ayrı kabul edildiğinden sekiz harf olarak sayılmaktadır. Ve toplam olarak yirmi sekizdir. Türkçede boğazdan çıkan harfler G, K, H, Ğ olmak üzere dörttür. R harfi de buraya yakın çıkmaktadır. Damaktan çıkan harfler ise R'den başka C, Ç, Ş, Y ve L harfleridir. Dişlerden çıkan harfler ise D, T, Z, S ve N harfleridir. Dudaklardan ise B, P, F, V ve M harfleridir.

Arapçada dudaklardan P harfi çıkmamaktadır. Dolayısıyla dudak harfleri dörttür. Dişlerden peltek Z ve S harfleri dediğimiz iki harf fazla çıkmaktadır. Bu harfler diş ucu ile dil arasında çıkmaktadır. Ayrıca S, Z, D ve T harflerinin kalınları bulunduğundan bunların sayısı on etmektedir. Buna mukabil Ç harfi olmadığından damaktan çıkan harflerin sayısı üç'tür. Bunlar C, Ş ve Y dir. L ve R harfleri de buralardan çıkar. Arkadan çıkan harfler ise Türkçede G, Ğ ve H harfleri olduğu halde Arapçada G yoktur. Bunun yerine A harfi vardır. H ler ise X, P, H olmak üzere üç şekilde çıkar. Bir de hemze vardır.

Arap gramercisi Halil ilk defa bu seslerin çıkışlarını ve özelliklerini bulmuş ve buna göre bir alfabe yapmıştır. Buna yakın bir tasnif ile harfleri şöyle sıralayabiliriz:

Hemze, H, X, G, Ğ, P, Q, K, C, Y, İ harfleri arka harflerdir.

W, J, Z  ile Ş,  S, Ç, T, D, O ortadan çıkan ve yarı sürekli olamayan harflerdir.

N, L ve R harfleri ise ortadan çıkan yarı sürekli harflerdir. A ile ğunne de buradan çıkmaktadır.

M, V, F, B ile U da dudaklardan çıkmaktadır.

( BİLMEYENLER İÇİN ALİBÜLENT’İN EKİ)

 

 

 

(BİLMEYENLER İÇİN ALİBÜLENT’İN EKİ)

KUR'ÂN'IN DİL OLARAK MUCİZELİĞİ

 

İki  ayrı varlık varsa  ve bunlar birbirleri ile ilişkili ise aralarında denge vardır denir. İlişki koparsa birbirinden ayrılmış olurlar. Büsbütün birleşirlerse tek varlık olurlar. Öyleyse denge iki şey arasında, iki zıt kuvvetin çekme ve itmesi ile olur. Böylece denge en basit şekli ile dört şey arasında kurulmuş olur. Kâinat dengededir ve  ikili ilişkilerin birleşmesinden oluşmuştur. Kur'ân'ın da ifade ettiği gibi her şey çift yaratılmıştır.

 

 

BESMELE VE ÖZELLİKLERİ

 

Kur'ân'da tekrar edilmiş bulunan "besmele" ayeti de böyle çiftlerden oluşur. Besmele dört kelimeden oluşmuştur. Bunun ikisi harf-i tarifli, birisi çekimsiz ve birisi de mürekkep kelimedir. Yani, dört kelime iki ve iki şeklinde gruplanmıştır.

Bismi, Allah, er-Rahman, er-Rahim.

Besmele'nin içinde dördün iki katı olan sekiz çesit harf kullanılmıştır.

Bu sekiz çeşit harfin yarısı şemsiyye, yarısı da kameriyye harfleridir. Kameriyye harflerinin yarısı arkadan, yarısı da dudaklardan çıkmaktadır.

Bunlar N, L, R, S, H, X, B ve M harfleridir. Bunların iki katı yani onaltı harf kullanılmıştır. Bu harflerin yarısı şemsiye, yarısı da kameriyye harflerindendir. Kameriyyenin yarısı arkadan, yarısı da önden çıkmaktadır. Bu onaltı harf şunlardır: N, LL, RRRR, S, H, XX, I, B, VVV.

Burada I harf olarak sayılmış ama harf çeşidi arasında sayılmamıştır. Zira I harfi Y den dönüşmüş olan bir harftir. Ama bir hareke gibi başka harfe sıfat olduğundan ayrı çeşit bir harf değildir. Bunun için çeşitler arasında sayılmamaktadır. Ayrıca iki A harfi vardır. Bunlar Allah ve Rahman'daki 'elif'lerdir. Bu elifler de ya 'vav' veya 'ya'dan dönüşmüş olur. O takdirde I gibi birer harftir. Veya sadece üstün harekesinin uzatılmışı olur, o zaman hareke olup harf değildir.

Bunun anlaşılması için bu A harflerinin cem'lerde veya tasğir (küçültme) isimlerinde kendilerini göstermeleri ile bilinir.  Meselâ, 'cami' kelimesinin cem'i (çoğulu) 'cevami'dir. 'Rahman'ın cem'i ise 'Rehamin' olup 'Rehamiin' değildir.

Bu arada 'Rahman' ve 'Allah' kelimelerindeki eliflerin harften değil de harekeden dönüşmüş olduğunu anlıyoruz. Bundan dolayı ayrı harf saymadık. Bununla beraber bunların da iki olduğu görülmektedir. Bu iki harf yazılışta görülmez.

Ayrıca bazen okunup bazen okunmayan harfler de vardır. O harflere 'vasl elifi' denir. Besmele'de aslında dört vasl elifi vardır. Fakat bunlardan biri olan isimdeki vasl, sadece Besmele'ye mahsus olmak üzere yazılmamıştır. Böylece yazılı olarak üç harf kalmıştır. Onaltı harf ile toplanırsa ondokuz etmektedir. Buna iki elif de eklenirse yirmibir eder. Yirmibir ise üçün yedi katıdır.

İlerideki konularda, Kur'ân'da üç, yedi ve on'un da iki gibi özel olarak seçilmiş bir sayı olduğu belirtilecektir. Besmele'de bunların hepsi yer alır. Onaltı harf; üç, üç, beş, beş şeklinde kelimelere dağılmıştır. Ayrıca beş esre vardır. İki sükun ve üç şedde de beş eder. 'Rahim'in 'i'sinde bir hareke yok olduğundan diğerlerinin toplamı da beştir.

Görülüyor ki, 'Besmele'deki harfler ve kelimeler, gelişi güzel olarak değil de, özel olarak istenilen sayılarda seçilmişlerdir. Bu özel seçilme daha da derinleştirilebilir.

Bütün konuşmalarda böyle bir seçilme mevcuttur. Bundan dolayı her konuşmanın bir şiiriyeti vardır. Matematikteki ihtimaliyat hesapları ile bu şiiriyet ölçülebilmektedir. Daha önce bahsettiğimiz programla 'Besmele'deki bu dağılışın kendiliğinden olma ihtimali milyonda bir civarındadır.

Kur'ân'ın yalnız Besmele'sinde değil, Fatiha'da ve diğer bütün ayetlerinde ve surelerinde de bu özellikleri bulmak mümkündür. Biz örnek olarak bir kaç tanesine işaret edeceğiz. Ancak ortak bir çalışma ile bütün Kur'ân'daki bu özellikler ortaya konabilir.

Kur'ân meydan okuyor ve; "Eğer bundan şüphe ediyorsanız siz de buna benzer bir söz getirin" diyor. "İsterseniz birleşin ve yardımlaşın" da diyor.

Şimdi böyle bir özelliği taşıyan ve ileride anlatacağımız Besmele'nin anlamını da taşıyan bir cümleyi başka bir dilde, meselâ Türkçede söylemeyi deneyin yani tercüme edin ama bu tür bir tercüme olsun. Programa koyun, bakalım siz kaç derece alacaksınız?

İşte dördüncü varsayımda kabul ettiğimiz "Kur'ân'ın kendi kendisinin Allah sözü olduğunu ispat etmesi" burada da kendisini göstermiştir.

 

 

bölüm

 

ALLAH, KÂİNAT, İNSAN, KUR'ÂN

 

KÂİNATIN OLUŞUMUNDA AŞAMALAR VE

KUR'ÂN İLE PARALELLİĞİ :

 

OLUŞUM SAFHALARI:

 

I. Safha

İnşaat veya üretmeye ait bir işletmenin kurulabilmesi için her şeyden önce bu işletmeyi kurup işletecek 1/bir müteşebbise ihtiyaç vardır. Müteşebbis ilk iş olarak ne yapacağını tasarlayıp 2/projelendirir. Buna 'birinci safha' diyoruz.

Bu 'birinci safha'da 1/proje ile 2/müteşebbis çifti ortaya çıkar.

 

II. Safha

Bundan sonraki 'ikinci safha'da projenin uygulanabilmesi için 1/bir yere ihtiyaç vardır. Ayrıca bu projeyi gerçekleştirecek 2/işçilere ihtiyaç vardır.

Yani 'ikinci safha'da; 1/müteşebbis, 2/işçiler, 3/yer ve 4/proje olmak üzere dörtlü bir oluş vardır.

 

III. Safha

Bundan sonraki 'üçüncü safha'da ise projenin yanında bir 1/akış şemasına ihtiyaç vardır. Proje statik bir düzenlemedir. Akış şeması ise işletmede giriş ve çıkışların ve iç akışların nasıl olacağını düzenleyen projenin ikinci kısmıdır. Bir binaya su nereden girecek, nerelerde kullanılacak ve nasıl dışarıya çıkıp atılacak. Bu tür hareketlerin yollarını gösteren şemalara ihtiyaç vardır.

Ayrıca 2/malzemeye ihtiyaç vardır. Bir sonraki merhalede ise işçilerin de birlik ve ahenk içerisinde çalışabilmeleri için 3/yöneticilere ihtiyaç vardır. Bir de yapılan işlerin projeye uygun olup olmadığını gözetleyip haber veren 4/denetçiye, kontrolörlere ihtiyaç vardır.

Böylece bu 'üçüncü safha'da; 1/proje, 2/şema, 3/malzeme, 4/yer, 5/işçi, 6/yönetici, 7/denetçi ve 8/müteşebbis olmak üzere sekizli bir oluş ortaya çıkar.

 

IV. Safha

İnşaatın yapılabilmesi için bütün bu oluşların yanında 'dördüncü bir safha'ya daha ihtiyaç vardır. Proje yeterli değildir. Projenin yanında 1/plana da ihtiyaç vardır. Plan, projedeki yapılacakların hangi sıra ile yapılacağını gösteren projenin bir ekidir. Ancak projeden ayrıdır. Şemaların yolları göstermesi yeterli olmayıp büyüklüklerin de 2/hesaplanması gerekir. Su borusunun kalınlığı, elektrik tellerinin kalınlığı, kolonların kalınlığı hep hesap edilerek yapılan tesislerdir. Malzeme yeterli olmayıp malzemelerin yerlerine konabilmesi için 3/enerjiye; yer yeterli olmayıp işin yapılabilmesi için 4/zamana da ihtiyaç vardır. Ayrıca işçilerin, yöneticilerin, denetçilerin, yalnız varlıkları yeterli olmayıp bunların 5/çalışmaları, 6/yönetmeleri ve 7/denetlemeleri gerekmektedir. Ayrıca müteşebbisin de 8/işletmeyi yürütmesi gerekmektedir.

Böylece bu son 'dördüncü safha'da; 1/proje, 2/plan, 3/hesap, 4/şema, 5/malzeme, 6/enerji, 7/zaman, 8/yer, 9/işçi, 10/çalışma, 11/yönetme, 12/yönetici, 13/denetçi, 14/denetleme, 15/işletme ve 16/müteşebbis olmak üzere on altılı bir oluş ortaya çıkar.

 

'BESMELE' ile paralellik:

Küçük ve orta boy teşebbüslerde, müteşebbis ile işletmeci aynı kimsedir. Ama büyük işletmelerde işletmenin başında müteşebbisler bulunmaz. Bunun yerine kendilerine vekil olarak bir işletmeciyi atarlar. İşletme bu işletmeci tarafından yürütülür. Müteşebbis, sistemde bir aksama olursa müdahale eder. Sistem normal yürüdüğü müddetçe müteşebbis ortada görünmez. Adeta sistem kendi kendine çalışır.

Burada apaçık görülüyor ki, bir işletme dört safhada kuruluyor; İki, dört, sekiz ve on altılı bir çoğalma ile oluşuyor. Dolayısıyla bu durum, 'besmele'nin kelime, harf çeşidi ve harf sayıları ile bir paralellik gösteriyor.

 

Kâinat ile paralellik:

Yaşadığımız kâinatın bir 1/müteşebbisi olması gerekir. 2/İşletmecisi, 3/denetlemesi, 4/denetçisi, 5/yöneticisi, 6/yönetmesi, 7/çalışması, 8/işçisi, 9/yeri, 10/zamanı 11/enerjisi, 12/malzemesi, 13/şeması, 14/hesabı, 15/planı ve 16/projesinin yapılmış olması gerekir. Böylece varlık âlemindeki en büyük işletme ortaya çıkacaktır.

İnsan için bu işletmeyi dışarıdan görmek mümkün değildir.  Ama insanda tezahürleri vardır.

İnsanın içindeki 1/müteşebbisliği 'fikir melekesi' yapmaktadır.

Topluluktaki 'ilim müessesesi' de 2/işletmeci olmaktadır.

'Din müessesesi' toplulukta 3/denetleme görevi görmektedir.

İnsandaki 'his melekesi' ise 4/denetçi olarak ortaya çıkmaktadır.

İnsandaki 'ünsiyet melekesi' 5/yönetici olarak ortaya çıkmaktadır.

'Siyaset müessesesi' de 6/yönetme olarak görülmektedir.

'Ekonomi müessesesi' toplulukta 7/çalışmayı oluşturmaktadır.

İnsandaki 'irade melekesi' de 8/işçilik görevini yapmaktadır.

Kâinatın 9/mekânı (yeri) vardır, 10/zamanı vardır, 11/enerjisi vardır, 12/malzemesi madde olarak mevcuttur. Hayat bir 13/akış şemasıdır. Nebat bir 14/hesaplamadır. Topluluk da 15/planı gerçekleştirir, yani tarihi yazar. Kişi ise bu 16/oluşum projesini çizer.

 

 

KÂİNATIN VAREDİLMESİ SAFHALARI

 

Bütün bu anlattıklarımızdan sonra, şimdi Allah'ın kâinatı var etmesini ele alabiliriz. Yani, bir müteşebbisin dört safhada gerçekleştirdiği oluşu, Allah'ın da kâinat işletmesini oluştururken aynı safhaları geliştirerek var ettiğini yani kâinatı dört safhada yarattığını varsayabiliriz.

 

I. Safha

1/Allah vardı; başka hiç bir şey yoktu. Allah, kâinatı var etmek istedi ve 'birinci safha'da kendisinden ayrı 2/ilmi var etti. Kendisinin ilmi ezelîdir.

Ancak, kendisinden başka yaratacağı varlıkların öğrenebileceği ilmi var etti. Bunu yani bu ilmi ileride insana öğretecekti. Zaman olmadığı için bizim burada "öğretecekti" dediğimiz cümle bizim konuyu anlamamız için söylenen bir cümle olup, aslında olay zaman dışında geçmiştir, gelecek ve hâl yoktur.

İlim, bir müteşebbis olarak düşüneceğimiz Allah'ın bir projesi idi. Buna 'kader' denildiği gibi, 'levh-i mahfuz' da denilmektedir.

 

II. Safha

'İkinci safha'da müteşebbisin yer edinmesi gibi Allah da 1/mekânı var etti. Ayrıca müteşebbisin işçiler edinmesi gibi Allah 2/sebepleri var etti.

Böylece 'ikinci safha'da; 1/ilim, 2/mekân, 3/sebep ve 4/Allah olmak üzere dört varlık ortaya çıktı.

 

III. Safha

'Üçüncü safha'da Allah 'ilim'den 1/âlemi ve 'mekân'dan 2/mülkü yani maddeyi ortaya çıkardı. 'Âlem' hayata, 'madde' de malzemeye tekabül ediyordu. 'Sebep'ten 3/emri, yani ünsiyeti varetti. Ayrıca 4/hissi, hissetmeyi, his melekesini yani diğer varlıkların algılanmasını yarattı.

Böylece 'üçüncü safha'da; 1/ilim, 2/âlem, 3/mekân, 4/mülk, 5/yer, 6/sebep, 7/umur (emr) ve 8/his olmak üzere sekiz varlık çeşidi ortaya çıktı.

 

IV. Safha

'Dördüncü safha'da Allah ilmi insana öğretti ve 1/nâs (topluluk) oluştu. 'Âlem' maddileşerek 2/nebatı meydana getirdi. 'Mülk'ten, maddeden 3/melekût yani enerji doğdu. 'Mekân'dan yani 'arz'dan da 4/dehr yani zaman doğdu. 'Sebep' de ekonomi demek olan 5/ameli doğurdu. 'Emr' (umur) ise siyaset denen 6/ümmeti oluşturdu. 'His' de denetleme görevini yüklendi ve din dediğimiz 7/muhasebe yani hesap ortaya çıktı. Ve nihayet müteşebbisin birini kendisine vekil olarak seçtiği gibi, Allah da 8/insanı kendisine halife seçti. Baştan söylediğimiz gibi ona ilim verdi.

Böylece 'dördünci safha'da; 1/ilim, 2/nâs, 3/âlem, 4/nebat, 5/mülk, 6/melekût, 7/ard, 8/dehr, 9/sebep, 10/amel, 11/emr, 12/ümmet, 13/his, 14/hesap, 15/insan ve 16/Allah olmak üzere  on altı çeşit varlık tezahür etti.

Bunlardan Allah bizatihi varolan 'vacibu'l vücud varlık' olup diğerleri sonradan zuhur eden, insanlar için ve benzer varlıklar için ortaya çıkan 'mümkinu'l-vücud varlıklar'dır. Allah'ın zatı dışında sıfatları da böylece tezahür ediyordu.

 

 

BESMELE: KÂİNATIN VE İNSANIN FORMÜLÜDÜR

 

Allah, kendi zatını insanlara anlatmak için H /  harfini seçti. H hançereden çıkan bir harftir. Yani diğer harflerin kaynağını temsil eder. Allah her şeyin var edicisi olduğundan bu harf seçilmiştir. Bu harf yumuşaktır. Yani O'nun lâtif, görünmez olduğunu ifade eder. O'nu gözler idrak edemez, süreksizdir, tekvini ifade eder.

Sonra kâinatın varoluş projesi olan 'ilim' var edilince onu da L harfi ile insanlara öğretti. L ortadan çıkan bir harftir. Proje gibi aracı harftir. Müteşebbislerden çalışanlara mesaj ulaştırır. Bunun için ortadan çıkan bir ses tercih edilmiştir. Yani sürekli bir harftir. Bu ilmin teklikten çokluğa gidiş olduğunu belirtir. Bu harf Allah kelimesindeki H harfi ile birlikte düşünüldüğünde "LeHu" /  olur. "Her şey O'nun içindir, O'nundur" anlamına gelir.

İkinci safhada ilimden 'arz'ı / var edince ona da R /  harfini tesmiye etti. Nasıl ki yapı planın büyütülmüş bir şekli ise mekân da ilmin ortaya çıkış şekli olduğundan L ikileşti. Sebep ise B /  harfi ile tesmiye edildi. B dudaktan çıkan süreksiz sert bir harfti. Dudaktan çıkması görünür âlemi temsil etmesinden ileri geliyordu. Süreksiz olması kâinatın atomlardan oluştuğunu ifade ediyordu. Sert olması müessir olmasından yani illiyet vasfını taşımasından ileri geliyordu.

Bu harfler bir arada düşünüldüğünde "BiLLaH" /  ortaya çıkar ki, 'her şey Allah'tandır, her şeyin sebebi Allah'tır' anlamına gelir.

Bundan sonra üçüncü safhada 'Lam'lar, 'Ra'lara dönüşerek 'eRRe'; Ha da X'e dönüşerek 'eRReX'; B ise Mim'e dönüşerek 'eRReXM' ortaya çıktı. Birlikte 'BiLLaHi eRRaXM' oldu. 'Rahmet Allah'tandır' demektir.

Birinci safhada, 'her şey O'nundur.'

İkinci safhada, 'her şey O'ndandır.'

Üçüncü safhada ise, 'bu herşeylerin oluşu rahmet bir şekilde tezahür eder' demektir.

Bundan sonra H'dan insanın İ harfini temsil eden Y harfi, H'dan X, R'lerden R'ler, B'den M ve M'den M çıktı. Ayrıca Allah'ın L'lerinin birisinden N, diğerinden ise S ortaya çıktı.

Bunlar yerlerini de değiştirerek 'BiSMiLLaHi eRRaXMaNi eRRaXiYM' / oldu. 'Rahman, Rahim Allah'ın ismiyle' anlamı ortaya çıktı.

Rahman, bütün âlemi; Rahim, kendisine halife olarak seçtiği insanı; isim, Allah'ın kâinatta tezahür eden sıfatları; Allah da zatını ifade etmektedir.

Burada görülüyor ki, 'Besmele' bir taraftan kâinat işletmesinin kimyasal formulü gibi bir formüldür; diğer taraftan canlılarda varolan çoğalma, birleşme, değişme ve düzenlenme özelliklerini taşımak suretiyle kâinatın oluşunu da içermektedir. 'Besmele'nin bu şekilde manalanabilme imkânı, 'Besmele'yi söyleyenle kâinatı var edenin üslup biçiminden doğmaktadır.

 

 

KÂİNATIN OLUŞUMU VE ÖZELLİKLERİ

 

Kâinatın bir hamurun şekillenmesinden mi yoksa parçaların duvar şeklinde birleşmesinden mi oluştuğu hususu çok eskiden beri tartışılmaktadır. Bugün hiç olmazsa kâinatı kavrayabilmemiz için onun parçalanmaz cüzlerden oluştuğunu kabul etmek zorunluluğu ortaya çıkmıştır.

Dilimiz de böyledir. Dilimizin seslerin bir araya gelmesi ile oluşmuş olması bu tabii yaradılışa analogdur. Işık eşit büyüklükte tesir parçacıklarından oluşmaktadır. Bunların müsbet ve menfi olmak üzere çift parçacıkların birleşmesi ile oluşmakta olduğu da bilinmektedir.

Elektriğin müspet ve menfi parçacıklardan oluşması yanında, ışık aynı zamanda dalga özelliğini de gösterir. Yani parça ve dalga olmak üzere çift özelliği bir arada taşır. Bütün ışıklar boşlukta aynı hızla giderler. Bunlardan 1836 tanesi birleşerek suyun temel yapısı olan Hidrojen Atomunu oluşturur. Bunların birleşmesinden bugün madde dediğimiz yüze yakın temel unsur ortaya çıkar. Bunlar da müsbet ve menfi değerli olmak üzere çifter çifter oluşmuşturlar ve birkaç tanesi bir araya gelerek cisimlerin parçalarını meydana getirmiştirler.

Cansız âlemi oluşturan bu yapının özelliği gelişigüzel dağılmaya meyyaldir. Fizikçiler bunu 'fesadın (entropinin) artması' şeklinde ifade etmektedirler. Canlılarda ise tersine 'salâhın artması' yani 'fesadın azalması' şeklinde bir özellik vardır.

Dört taraftan başka maddelerle birleşebilen kömür parçacığı su ile birlikte canlının temel yapısını oluşturur.

Cümlelerdeki harflerin dizilişi gibi bunlar da birbirleriyle birleşerek bir zincir oluştururlar. Bu zincirin canlılardaki özelliği birbirlerine benzer zincirleri oluşturabilmesidir. Zincirde kullanılan dört çeşit ikişer ikişer çift olan gruplar birer şifre olup yapının oluşmasında birer haber kaynağıdırlar. Yani, konuşmamızda harfler ne görevi görüyorsa onlar da o görevi görürler.

İşte 'Besmele'deki harflerin benzerliğini meydana getirmesi, benzerleri arasındaki başkalaşmadır. Harf sıralarının yerlerini değiştirmesi, canlılardaki bu hayat zincirinde de aynen görülmektedir.

Kur'ân'ın 'dizilmiş hameler'den oluşan 'salsâl' veya 'ba'ûde' dediği bu hayat zincirinin gösterdiği faaliyet sayesinde canlının ilk yapısı olan Kur'ân'ın 'alak' dediği 'hücre' oluşmaktadır.

Bir insan başlangıçta tek hücre iken, ikiye ayrılıp biri hareketli - diğeri hareketsiz olmak üzere iki görevi yüklenen hücreler oluşur.

Hareketsiz hücreler ikiye ayrılır, dış ve iç organları meydana getiren hücreleri oluştururlar. Hareketli hücreler de ikiye ayrılıp çoğalma ve yaşama fonksiyonlarını ifa eden hücreler olurlar.

Sonra bu dört çeşit hücre de bölünerek sekiz hücreye ulaşır. İç organları oluşturan hücre kemik ve et hücrelerine; dış organları oluşturan hücre deri ve sinir hücrelerine; yaşama hücresi de koruma ve taşıma (alyuvarlar ve akyuvarlar) kan hücrelerine ve çoğalma hücresi de irsi ve salgı bezi hücrelerine ayrılır. Bunlar böyle devam ederek vücudu oluştururlar.

Baştan sonuna kadar 'Besmele'de izah ettiğimiz, benzerini meydana getirme, başkalaşma, sırasını değiştirme, birleşme özellikleri ortaya çıkarak tek hücre bir insan olabilmekte, hatta tüm canlılar böyle meydana gelmektedir.

Kur'ân'ın ifade ettiğine göre, başlangıçta kâinatta 'bir tek hücre' yaratıldı. O hücre zamanla yukarıda söylediğimiz şekilleri kullanarak önce 'bitki ve hayvan hücreleri'ne dönüştü. Sonra bugünkü 'canlılar âlemi' meydana geldi.

'Besmele'deki bu çoğalma özelliği Fatiha suresinde ve bütün Kur'ân'da devam eder. Kur'ân'ın ikili dinamik yapısına tamamen benzer olan bu oluş şekli bize, kâinatı kavramada, canlıların oluşumunu izah etmede kolaylık sağlamaktadır. Böylece "Bismillahirrahmanirrahim" derken seslerin ahengi ile kâinatın ve canlıların ahengi arasındaki uyuşma aynı zamanda ondaki estetiği ve sırriyeti oluşturur.

 

 

İKİLİ SİSTEMİN ÖZELLİĞİ,

İNSAN VÜCUDU VE KÂİNAT

 

İlim, kâinatı ve insanı birtakım sınıflamalar yaparak belirlenen bir sistem içinde bellemekten ibarettir.

İnşaat yaparken, malzeme kadar malzemenin yerli yerine konması ne kadar önemli ise, ilimde de bilgilerin toplanıp sınıflandırılması ve bir sıraya göre yerlerine konması o kadar önemlidir. Bir kütüphane tasnif edilir ve etiketlenirse ondan yararlanma imkanı doğar. Yoksa değeri ve hacmi büyük olmanın dışında bir işe yaramaz.

Kur'ân da bize sadece bilgiler vermemektedir, aynı zamanda sınıflamanın da nasıl yapılacağını öğretmektedir. Bir yerinde "Biz, anlayasınız diye her şeyi çift varettik" demektedir.

Bugünkü bilgisayarlarda bütün düşünceler ve düşünceleri saklamalar hep ikili sistemde yapılmaktadır.

İnsan vücudu 'ikili sistem'e göre oluşmuştur. Bir kolda otuz iki kemik vardır. Bacakta da kemiklerin sayısı o kadardır. Hücrenin içindeki kromozomlar çifttir. Ayrıca ölçüler parmak uzunluğu birim alınınca hep onun katları olarak ölçülendirilmiştir. Meselâ, bilek - dirsek uzunluğu iki parmak, insan boyu 18 parmak, bir kulaç 10 parmak, çene yarım parmak olarak ölçülendirilmiştir.

Bu parmak birim ölçüsü kâinatın yapısında da görülmektedir. Güneş'in uzaklığı Ay'ın uzaklığının dörtyüz katıdır. Gezegenlerin güneşten uzaklığı Yer - Güneş uzaklığının onda birinin katlarıdır. Böylece gerek insan yapısı gerek kâinatın yapısı, gerek makro yapı gerek mikro yapı (kübra- suğra) hep bir belirlenmiş ve seçilmiş sayılara göre düzenlenmiştir.

Aynı sayı sistemini Kur'ân'da da buluyoruz. Kur'ân'ın her yerinde bu özelliklerle karşılaşıyoruz. Biz bunu 'besmele'de örnek olarak anlatmış olduk. İleride imkân olursa bazı yerlerde işaret etmeye çalışacağız. Arzu edenler kendileri de harf cetvelini esas alarak bu tür çalışmalar yapabilirler.

 

 

 

bölüm

 

KUR'ÂN,

'NAMAZ MÜESSESESİ'NE DAYALI OLARAK

BİR EKİP ÇALIŞMASI İLE ANLAŞILABİLİR

 

Baştan söylediğimiz gibi; çağımızda Kur'ân'ın yorumu artık bir ustanın veya bir kalfanın tek başına çalışması ile yaptığı bina şeklinde değil; inananların planlı bir şekilde işbölümü yaparak birlikte çalışmaları ile gerçekleştir ve böyle bir çalışma yeni medeniyeti oluşturacaktır. Ne var ki, planlı çalışanların planını da herkes kendisi hazırlayacaktır. Nasıl ki namazda herkes sağına soluna bakarak kendisi sıraya geçerse, herkes saftaki kendi yerini kendisi seçerse, tabii bir disiplin içinde kendiliğinden imama uyarsa; bu ilmî çalışmalar da böyle olacak ve böyle planlanacaktır.

Herkes çevresindekiler ne yapıyor, ilmi çalışmalardan neleri üretiyor diye bakacak ve kendisinin ne yapması gerektiğine kendisi karar verip o da boşlukları doldurmaya çalışacak, onlarla aynı hizaya gelmesine dikkat edecektir.

Kişinin diğerleriyle ahenk kurabilmesi ve işbölümü yapabilmesi için onlarla devamlı şekilde bir arada bulunması şarttır. Beş vakit namaz, cuma namazları, bayram namazları hep bu ilişkilerin düzenlenmesi için teşri edilmiş müesseselerdir. Bunların sayesinde tarihte büyük medeniyetler doğmuştur. Her din bundan dolayı ibadetlere dayanmaktadır. Namazda 'Kur'ân okumak' farz olduğu gibi 'Kur'ân'ı anlamak' da farzdır. "Onlar kitabı okurlar, namazları kılarlar" diyerek, namazla birlikte ayrı olarak da kitabın tilâvet edilmesini emretmiş bulunmaktadır. Sahabeler başlangıçta ibadetlerini yalnız okuyarak yapmışlardır. Bugünkü şekliyle namaz çok sonraları teşri edilmiştir. Namazda gaye Kur'ân'ın okunup anlaşılmasıdır. Kur'ân üzerinde müzakere ve sohbettir.

Bugün namazın asıl gayesi terkedilmiş, sadece bir araya gelme ve belli hareketleri yapma namaz zannedilmiştir. Eksik kalan ve asıl fonksiyonunu icra etmeyen namaz bu nedenle bazı insanlara yük olmağa başlamıştır. Fonksiyonunu icra edemez olmuştur. İnsanlık Kur'ân'ı anlamak için namaz müessesesini olması gereken şekliyle yeniden ihya etmelidir. İnsanlık yeni saadet dünyasını, adalete dayalı dünya düzenini ve yeni hak medeniyetini ancak bu şekilde kurabilecektir.

Namazlar ile Kur'ân okuyup anlamayı birleştirmek isteyenler kendileri için bir metod aramak ve kabul ettikleri bir usûl ile işe koyulmak durumundadırlar. Çalıştıkça, gayret gösterdikçe ve bu yönde yol aldıkça elbette Allah onlara nasıl hareket etmeleri gerektiğini bildirecek ve onlar da doğru yolu bulmuş olacaklardır. Her Müslüman her hareket edişinde 'Besmele' ile işe başlar. Bunun bir anlamı da, 'ben her şeyi Kur'ân'ın bana öğrettiği esaslar içinde yapıyorum' demektir. Çünkü insan Allah ile olan ilişkisini en iyi bir şekilde ancak Kur'ân'la sağlayabilmekte, Kur'ân da 'Besmele' ile hatırlanmaktadır.

 

 

İNSANLARIN ANLAŞMALARI İÇİN

ORTAK METNİN GEREKLİLİĞİ

 

İnsanların tek anne-babadan üreyip çoğaldıkları Tevrat ve Kur'ân'da çok açık bir şekilde anlatılmaktadır. Yirminci asra gelinceye kadar insanların başlangıçta çok olduğu, değişik şekilde başkalaşarak diğer canlılardan oluştuğu, maymunlardan geldiği ileri sürülmüştür ve bu iddia günümüze kadar hâlâ savunulagelmektedir. Oysa yirminci asırda biyoloji üzerinde yapılan keşiflerde; insan maymundan gelmiş olsa bile, bu gelme değişik maymunların başkalaşarak insan türünün oluşması şeklinde değil, başlangıçta bugünkü kromozom ve genlere sahip bir anne-babanın çoğalarak insanlığı oluşturduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. İnsan maymuna benzemektedir, ancak, kromozom ve hücre yapılarında, genlerin dizilişinde böyle bir benzerlik yoktur. Yani kromozom ve genler tedrici surette değişip oluşmuş değildir. Bu gerçek, biyolojideki değişme oluşma kanunları ile sabit olduğu gibi, arkeolojik araştırmalarda da ortaya çıkmıştır. Bütün aramalara rağmen ara kalıntılar bulunamamıştır. Bugünkü insanın elli bin yıl civarında ömrü vardır. Kesin olarak biliyoruz ki, o zamanki insan ile bugünkü insan arasında biyolojik ve genetik olarak bir fark yoktur.

Bu hususun başka bir kanıtı da, diller arasındaki benzerliktir. Diller üzerinde yapılan araştırmalar bütün dünya dillerinin birbirine akraba oldukları, aynı dilin değişerek zamanla başkalaşıp yeni diller oluşturduğunu ortaya çıkarmıştır. Kur'ân Arapçası esas alınarak her kavim kendi dilinin Kur'ân dili ile olan akrabalığını ortaya koyarsa, sonunda bütün dünya dillerinin de birbirine olan akrabalıkları ortaya çıkar. Nasıl insanların bir araya gelmeleri için bir yer seçmeleri gerekiyorsa, insanlığın da anlaşabilmsi için bir ortak metin seçmeleri gerekir. İçindeki muhteva bir tarafa, sadece dil olarak, uluslararası bir dil veya çağlar arası bir dil oluşması bakımından 'ortak bir metin'e ihtiyaç vardır.

Ortak metin olarak gelişigüzel bir kitap seçilebilir, o kitap da bu hizmeti görebilir. Ortak toplanma yeri için de aynı şey söylenebilir. Ancak her toplantı için mutlaka daha uygun bir yer aranır. Ortak metin için de böyle uygun bir kitap aranmalıdır. Bu kitap, sözleriyle, gramer yapısıyla, lugatıyla, bilinebilen ve çağlar arası değişmeye uğramayan bir kitap olması gerekir. Bu kitap da Kur'ân'dır.

 

 

KUR'ÂN VE DİL ÜZERİNDE ÇALIŞMALAR

 

Biz Kur'ân üzerinde çalışmalar yaparken, Kur'ân'da geçen kelime ve kuralların Arapça gramer kaideleri yanında, Arapça ile Türkçe arasında bulabileceğimiz bazı yakınlıklara da işaret etmeye çalışacağız. Baştan beri söylediğimiz hususlar unutulmamalıdır. İlmî araştırma yapmak, bir takım varsayımları kabul ederek açıklamalar yapmak demektir. Varsayımların doğru olup olmadığı, meydana gelen ürüne bağlıdır. Bize istediğimiz sonuçları veriyorsa, bizi istediğimiz sonuçlara götürüyorsa, o varsayımlar doğrudur. Eğer sonuçlar işe yaramıyorsa, o varsayımlar da yanlıştır.

Bu Türkçe-Arapça ilişkisini düşünürken, insanlığın tek anne-babadan türedikleri ve başlangıçta dillerinin bir olduğu, dolayısıyla Türkçe ile Arapça arasında kökte birlik bulunduğu varsayımı esas alınmaktadır. Açıklamalar bu  varsayım içinde yapılacaktır. Sonunda bu varsayımla iki dil arasındaki paralellik ortaya çıkarsa, bunun insanlık için yararlı olacağında şüphe yoktur. Çıkmazsa, araştırmalar boşa gitmez, başka şeyler öğrenilmiş olur.

Biz bu çalışmalarda hiçbir şeyin sonunu getirecek değiliz. Sadece çalışmaların hangi alanlarda  yapılabileceğini örneklerle ortaya koymaya çalışacağız. Bu örnekler çalışmalarda birlik sağlayacak ve ortak hareket etmek için köşe taşları oluşturacaktır. Yoksa çalışmaları bütün insanlık birlikte yapacaktır. Türkler, Türkçe üzerinde Arapça ve Türkçe karşılaştırmasını yapıp derinleştirerek ileride bir ilim oluşturabilecekleri gibi, diğer kavimler de benzer çalışmalar yaparak o dillerin Arapça ile olan ilişkilerini ortaya koyacaklardır. Bunun gerçekleşmesi için zaman olarak asırlara ihtiyaç olduğunu elbette herkes görebilir.

 

 

 

bölüm

 

 

KELİMELER

 

KELİME İLE VARLIK ARASINDAKİ BENZERLİK

 

"Beyn", yarık demektir. Arazide meydana gelen çatlağın adıdır. Birinci harf olan 'B' yakanın ilk tarafına, ikinci harf olan 'N' yakanın ikinci tarafına benzetilerek çıkarılmıştır. Bir diğeri orta harf olan 'Y' çukur kabul edilebilir. Böylece kelime ile varlık arasında bir benzerlik kurulmuş olur.

'B' harfi dudaktan çıkan bir harftir. 'Mim'e dönüşebilmektedir. 'N' harfi ortadan çıkan bir harftir, 'L' harfine dönüşebilmektedir.

Harflerin sırasını değiştirme ve dönüştürmeler yapmak suretiyle bir olayın başlama ve bitirme sınırları gösterilmiş olmaktadır. Bu dönüşmelerin nasıl olduğu harflerin mahrec cetvellerine bakarak çıkarabilirsiniz. Biz şimdi başlangıçtaki 'beyn' kelimesinden oluşmuş söylenişi de değişerek ortaya çıkan harfleri tanıtmış olacağız .

 

 

"BEYN" KELİMESİNDEN ORTAYA ÇIKAN HARFLER

 

"Min": Olayın başlangıcını gösterir ve ne olayın başlangıcına ne de başlangıcın olaya etkisi vardir. Sadece olayın sınırını belirlemektedir.

"İlâ": Olayın bittiği son yeri gösterir. Ne olaya ne de olayın sonucuna etkisi vardir. "Siru min İzmir ilâ Ankara" dediğimizde, yürüyüşün İzmir'den başlayıp Ankara'da bittiğini ifade etmiş oluruz.

"An, Alâ": Olayın başlangıç ve sona etkisi varsa yani olay başlangıcı ve sonu değiştiriyorsa, o zaman "an" ve "alâ" kullanılır. "Haractu an İzmir" dersek "İzmir'den göç ettim, orasını terkettim" anlamına gelir. Ama "min İzmir" dersek "oradan ayrıldık" anlamına gelir. "Zehebtu ilâ Ankara" dersek, "Ankara'ya gittim" anlamında olur. "Zehebtu alâ Ankara" dersek, "Ankara'ya saldırmaya gittim" anlamını taşır.

"Bi": Olayın başlangıç ve sona etkisi yerine başlangıç veya sonun olaya etkisi sözkonusu  olabilir. Başlangıç olaya etki edebiliyorsa "bi" harfi kullanılır. Ondan sonra gelen kelimenin olaya sebep olması söz konusu olur. Araç olduğunu belirtir. Çünkü o olay onun yardımıyla yapılmıştır. Yardım anlamına da gelir.

"Li": Son olaya etki ediyorsa yani olay onu elde etmek için ortaya çıkmışsa o zaman "li" harfi kullanılır. Amacı belirler ve mülkiyeti ifade eder. "Haractu bi'l-berdi" dersek, "soğuktan dolayı çıktım", "beni çıkaran sebep soğuktur" anlamına gelir. "Dehaltu li'l-harri" dersek, "ısınmak için odaya girdim" anlamına gelir. Yani, "ben o fiili o maksatla yaptım" demektir.

"Fi": Başlangıç ve sonu göstermekten ziyade başlangıç ve sonu bir arada gösterme, yani olayın cereyan ettiği çevreyi belirleyen bir harf daha var ki o da "Fi"dir. "Nimtu fi'l-beyti" dersek, "ben evin içinde uyudum" anlamına gelip, olayın cereyan ettiği yeri veya zamanı gösterir. Bir tür 'min' ile 'ilâ'nın terkibidir.

"Hattâ": Fi'nin aksine eğer olay bir şeyi içine alıyorsa ve bu alınan şey bir özellik taşıyorsa "hattâ" kullanılır. "Ekeltu es-semeke hattâ' er- ra'se" dersek, "balığı başına varıncaya kadar yedim" anlamında söylenir.

Böylece Arapçada sekiz çeşit harf olayın sınırlarını bilmek için kullanılmış  olur.

 

 

KELİMELER

 

Arapçada kelimeler üç grupta toplanmaktadır; isim, fiil ve harf. Harfleri de iki grupta topluyoruz, bağımsız kelime olan harfler vardır, bir de harfi tarif gibi veya fiilin başına gelen, sonuna gelen zamirler, kelimeyle kaynaşmış harfler vardır. Yukarıda saydığımız sekiz harf bağımsız harfler ve "cer harfleri"ndendir. Kendilerinden sonra gelen kelimeleri esreli okuturlar. 'Besmele' deki "mim" bu sebeple esredir. Bağımsız harflerin özellikleri mebni (etkilenmeyen) olmalarıdır. Yani cümledeki yerlerine göre kendilerinde bir değişme meydana gelmez. Oysa fiil ve isimlerin sonları cümledeki yerlerine göre esreli, üstünlü veya ötreli olmaktadır, olabilir.

Cer harfleri'nin başka bir özelliği de sadece isimlerden önce gelmesidir. Türkçede harfler kelimelerin sonuna eklendiği halde Arapçada kelimenin başına gelmektedir. Türkçedeki  'e' hâli 'i' hâli 'de' ve 'den' halleri yalın hâl, Arapçada bu harflere tekabül etmektedir. Bununla beraber Türkçede de 'ile' gibi kelimeyle kaynaşmamış harfler vardır. Arapçanın da son harfinin esreli ve üstünlü olması, ötreli olması Türkçedeki hâl harflerine benzemektedir. 'E' hâline "üstün", 'i' hâline "esre" ve 'yalın' hâle de "ötre" benzetilebilir. Görülüyor ki, diller hep aynı mantık içinde gelişmektedir.

"Bi" harfinin bazen mecaz olarak diğer harfler yerine de kullanıldığı olur. Meselâ, "ene fî İzmir", "ben İzmir'deyim" diyeceğimize, "ene bi İzmir" de diyebiliriz ve bu ifade "ben İzmir'deyim" demektir. Ancak aralarında belirlilik bakımından fark vardır. "Ene fî İzmir" derken, 'ben İzmir'in belirsiz herhangi bir yerindeyim ve geçici olarak bulunuyorum' demek  olduğu halde,  "ene bil İzmir" derken, ben İzmir'in belli bir yerinde ikamet etmekteyim, İzmir'liyim demektir. Böylece dil değişik kullanılış şekilleri ile birçok ince manaların ifade edilmesine imkân vermektedir.

 

 

CÜMLELER VE ÖZELLİKLERİ

 

Bir cümle, bir fiil ve bir isimden oluşabilir. Bu cümleye 'fiil cümlesi' denir. "Zehebtü ilâ Ankara", Ankara'ya gittiği zaman fiil cümlesini söylemiş oluruz.

Cümle iki isimden de oluşabilir. Buna isim cümlesi denir. "Ene bi İzmir", "ben İzmir'deyim" (İzmir'de ikamet ediyorum) dediğimizde isim cümlesini söylemiş oluruz.

'Besmele'de cümlenin iki kelimeden biri zikredilmediğinden, cümle isim cümlesi veya fiil cümlesi olarak düşünülebilir. "Rahman ve Rahiym olan Allah'ın ismiyle okuyorum" anlamında olabildiği gibi, "okuyuşum Rahman ve Rahim olan Allah'ın isminedir" şeklinde de manalandırılabilir.

İsim cümlesinde daha çok süreklilik vardır. Yani 'okuyuşum Allah'ın isminedir' dediğimiz zaman 'sadece bu okuyuşum değil, her zaman yaptığım okumalar, bütün okumalarım Allah'ın adınadır' denmiş olur. 'Allah'ın adına okuyorum' dediğim zaman daha çok 'bu anda veya ilerde yapmakta olduğum veya olacağım bir defaya mahsus okuyuşum Allah adınadır' demek olur. 'Besmele'de her iki mana da kastedilmiş olabilir.

Konuşmalarda cümleyi teşkil eden iki isimden biri mutlaka isim olacaktır. Bu isimler, o olayı üzerine alan varlıkları gösterir. Diğeri ise fiil olabildiği gibi isim de olabilir. Bazen fiil cümlelerine üçüncü kelime de eklenir. Bu takdirde bu üçüncü isim o fiilin oluşunda üçüncü derecede rol oynayan varlık olur. Burada fiil cümlesi olarak düşündüğümüzde 'Besmele' üçüncü kelime olma durumundadır. "Ben Allah'ın adına okuyorum" denmiş oluyor ki, 'Allah'ın adına' üçüncü kelimedir. Cümlelerde fiili veya oluşu üzerine alan isme, fiil cümlesi ise 'fail', isim cümlesi ise 'mübteda' denir. İkinci kelimeye ise 'fiil' veya 'haber' denir. Fiil cümlesindeki üçüncü kelimenin adı 'mef'ul'dur. Yani cümle mübteda ve haberden oluşursa 'isim cümlesi' olur. Fail ve fiilden veya fail, fiil ve mef'ulden oluşursa buna 'fiil cümlesi' denir.

 

 

BESMELE'DE VE KUR'ÂN'DA HARF

 

Bazen konuşmaların kısa tutulması veya değişik manalara gelebilmesi için veya başka sebeplerden bu ana kelimelerden biri veya ikisi söylenmez. Buna 'hazf' denir. İşte 'Besmele'de de böyle hazf vardır. Bu isim cümlesi ise, mübteda hazf olmuştur. Fiil cümlesi olarak kabul edersek, faille fiil hazfolmuştur, sadece mef'ul kalmıştır.

Metinde böyle hazflerle karşılaşıldığında, 'neden hazf olmuştur?', sorusunu sormak ve onu manâlandırmak gerekir. 'Besmele'de de hazfın taşıdığı mana üzerinde durmalıyız. Elinizde bulunan bir şeyi karşı tarafa uzattığınız zaman o şeyin ismini zikretmeden sadece 'al' dersiniz. Çünkü zaten eşya elde görülmektedir. Bir daha o şeyin isminin zikredilmesine gerek yoktur. Hele karşı tarafa değişik şeyleri veriyorsanız, her verişte onu haberdar etmek için 'al' dersiniz ama verdiğiniz şeyin ismini tekrar etmezsiniz. Çünkü her verişte aynı ismi söylemeniz gerekir.

Bazen içindekinin ne olduğunu da bilmeyebilirsiniz.

İşte 'Besmele', bu cümle değişik yerlerde kullanılabilsin diye ve hemen söylendikten sonra gelen okuma veya fiile delâlet etsin diye fiil hazf olmuştur. 'Allah'ın adına' deyip konuşmaya başlayan kimse, 'bu konuşmalarım Allah'ın adınadır' demiş olur, veya  'Allah'ın adına' deyip yemek yemeye başlayan kimse Allah'ın adına yemek yemiş olur.

Kur'ân'daki cümleler matematikteki harflere benzer. Meselâ, bir malın fiyatına F, miktarına da M dersek, ödeyeceğimiz para P ise, aralarında  P=F.M  bağıntısı vardır. Yani, ödenecek para, mal miktarı ile fiyatın çarpımıdır demektir.

Bu formül değişik yerlerde kullanılabilir. Fiyat değişir, miktar değişir, ödenecek para da değişir; ama bu formül değişmez. İşte Kur'ân da değişik yerlerde değişik  manalar taşır ama kendisi değişmez. Daha ilk cümlesinde hazf yaparak bu cümlenin değişik yerlerde kullanılmasına imkân vermesi, bize Kur'ân'ın bu vasfına başlangıçta işaret etmiş olmaktadır.

'Besmele'yi söylerken; başka yerde başkasının uzakta söylediği bir cümle olarak değil, bizim bu anda, burada, bu iş için söylenen bir cümle olarak düşünmemiz ve öyle anlamamız gerekir. Bütün Kur'ân'ı da böyle okuyacak ve böyle anlayacağız. Allah'ın bu ayetleri, bu sureleri şimdi bize, bizimle ilgili olarak, bizim işlerimizi düzenlemek üzere indirmiş olduğunu düşünüp anlayacak ve uygulamaya çalışacağız.

 

 

TÜRK DİLİ İLE ARAP DİLİ ARASINDAKİ FARK

 

Kelimelerin cümle içinde almış oldukları yerlere göre önemleri vardır. Esas kaide olarak Arapçada fiil cümlesinde sıralama fiil, fail, mef'ul şeklindedir. Fiil cümlesinde fiil önemli olduğundan fiil başa gelmektedir. Türkçede ise fail, mef'ul ve fiil şeklinde sıralanma vardır. Türk Dili ile Arap Dili arasında en büyük  fark, önemli olanın Arapçada önce söylenmesi, daha az önemli olanların sonraya alınması, Türkçede ise aksine olarak önemlilerin en sonunda söylenmesidir. Anlatılmada bu iki sistem de değişik özelliklere sahiptir. Biri, konuyu baştan bildirmekte, ilk dikkati onun üzerine çekip sonrakiler üzerinde durmamış olsa da, maksadını anlatmış olmaktadır. Diğeri ise, önce zihni onun üzerine çekip onu anlamaya hazırladıktan sonra, önemli olan şeyi söylemektedir.

Kur'ân her iki metodu da kullanmaktadır.

Gerek Arapçada, gerek Türkçede kelimelerin sırası fail, fiil veya mef'ul olma bakımından bir ifade taşımaz. Sıra sadece önemi gösterir. Her iki dilde de fiile yakın olanlar daha önemlidir. Arapçada, Türkçede olmayan bir özellik, mef'ul veya fail önemli ise fiilden önce de söylenebilmektedir. Oysa

 

 

 

 

 

 

 

Türkçede fiilden sonra failin veya mef'ulun gelmesi normal cümleyi oluşturmaz. Batı dillerinde ise fail, fiil ve mef'ul sırası vardır. Bu sıra aynı zamanda fail veya mef'ul olduğunu belirler. Önemini belirlemek vurgu ile olmaktadır.

Böylece cümle yapısı bakımından dünya dillerini üç grupta toplamak imkânı bulunmaktadır. Bütün dünya dillerini Kur'ân'ın cümle yapısıyla karşılaştırarak sınıflama yapmak ve bu suretle insanların gerçekten Tevrat'ta bildirildiği gibi Hz. Nuh'un üç oğlundan gelip gelmediğini tespit etmek mümkün olacaktır.

Arapçadaki isim cümlesi Türkçedeki isim cümlesi gibidir. Önce 'mübteda' sonra 'haber' söylenir. Çünkü isim cümlesinde önemli olan mübtedadır. Bununla beraber her iki dilde önemine göre mübteda ve haberlerin yerleri değişebilmektedir. Türkçede isim cümlesinin sonunda 'dır' veya 'dırlar' getirilerek bir tür fiil cümlesi gibi söylenmektedir. Arapçada ise mübteda ile haber arasında bir zamir koyarak, bazen bunu da ortadan kaldırmak suretiyle sadece iki isim söylenmek suretiyle ifade edilmektedir.

 

 

BESMELE VE İSLÂMİYET

 

'Besmele'de fiil veya mübteda hazfedilmiş ve mef'ulden veya haberden sonraya alınmıştır. Böylece bu cümlenin söylenmesinde asıl maksadın fiil veya mübteda değil de mef'ulun olduğuna işaret edilmiştir. Yani, "bu okuma veya bu işi yapmam başkasının adına değil, sadece Allah'ın adınadır" anlamındadır. "Ahmet çalışkandır" dediğimiz zaman, Ahmed'in çalışkan olduğunu ifade etmiş oluruz. Oysa, "çalışkan Ahmet'tir" dediğimiz zaman, çalışkanın başkası değil Ahmed'in olduğunu ifade etmiş oluruz.

'Besmele'de de durum böyledir.

Araplar bir yerde bulundukları zaman bir kabile reisinin himayesinde ve onun adı ile dolaşırlar. Kimin emanında iseler ona sığınmış olurlar. Devlet aşamasına gelmemiş toplulukların oluşturdukları sosyal denge böyle kurulmaktadır. Krallıkların, hanedanlıkların, diktatörlüklerin bulunduğu yerlerde de böyle bir adamın adı ile yaşamak ve çalışmak imkânı vardır.

İslâmiyet, yeryüzünü böylesine kişilerin, hanedanların, kabilelerin, diktatörlerin, parça parça olmuş topraklar yerine; bütün yeryüzünü bütün insanlar için eman hâline getirmiştir. Bir başkasının adına değil, sadece 'Allah adına hareket etmeleri', hak ve vazifelerden bu şekilde yararlanmaları esasını getirmiştir. 14 asır önce Arap Yarımadası'nda yaşayan kabileleri devlet aşamasına ulaştırdığı gibi; bütün beşeriyeti de ayrı ayrı kavimler ve devletler hâlinde olsalar bile bunların yeryüzündeki hükümranlıklarını Allah adına tesis ederek beşeriyetin yeryüzünde birlikte yaşamasına ve birbirlerine kul olmamasına imkân hazırlamıştır.

Allah, 'Besmele' ile, bir taraftan Kur'ân'ın ilâhi kelâm olduğunu belirlemek için okumadan önce söylenen cümle olarak inzal ettiği gibi; diğer taraftan da davranışlarında, hareketlerinde 'Besmele' ile işe başlamasını emretmek suretiyle, insanın kendi yüceliğini ve bu yüceliğe mütenasip görevini devamlı olarak belirtmek için bir anahtar cümle olarak da inzal etmiştir.

Böylece 'Besmele', insan ile Allah arasında mevcut olan ezeli sözleşmenin sürekli olarak teyidi ve tekrarı için kullanılan bir cümledir.

 

 

ÖZET VE SONUÇ

 

Özetleyecek olursak, 'Ba' harfi fiil cümlesinde mef'ullerden birinin başına gelir ve fiilin oluşuna etki eden kelimeyi gösterir. Değişik fiillerde bu etki değişik olur. Burada fiil hazfedildiğinden 'Bi'nin manası takdir edilecek fiile göre değişecektir. Genel olarak 'ekrau' veya 'ef'alu' takdir edilecek. Kur'ân'ı okurken 'ekrau', bir iş yaparken 'ef'alu' denmiş olacaktır. Yani 'Allah'ın adına okuyorum' veya 'Allah'ın adına yapıyorum' olmuş olur.

'Ba', fiilin başlangıcını gösterdiğinden esas itibariyle sebebiyet içindir. Yani, 'Ben Allah'ın bana verdiği görevi ifa ederek onun resûlü olarak okuyorum' demek olur. Böylece her mü'min Allah'ın kelâmını bütün insanlığa ulaştırmakla görevli olduğunu ilân etmiş olur. Diğer taraftan eğer fiil takdir edilmiş ise insan kendisinin Allah'ın halifesi olduğunu, O'nun adına hareket ettiğini, bir tür O'nun vekili bulunduğunu hatırlamış ve davranışlarını O'na göre ayarlamış olacaktır.

'Bi'nin sebebiyet anlamı olduğu gibi, 'istiane', yardım, işi ona dayanarak yapma anlamları da vardır. Böylece; "benim şimdi okuduğum, size anlatmak istediğim, kendi kendine, kendimin söylediği sözler olmayıp, Allah'ın bana öğrettikleridir." Sözler, bana intikal etmiş bir şekilde söylenmektedir'. Ancak onu doğru anlayabilmemiz için yine bizim Allah'a ihtiyacımız vardır. Yoksa bu sözleri doğru değil yanlış anlamış oluruz. İşte okumaya başlamadan önce Allah'tan Kur'ân'ı doğru anlamamız için bize yardım etmesine dua ediyoruz.

Kur'ân'da; "okumadan önce recmedilmiş şeytandan Allah'a sığınırım de" denmektedir. Eğer hazfedilmiş fiil olarak "eûzu" takdir edersek, "eûzu billah"ın da yerine 'Besmele" geçmiş olur. Sığınma fiili kalbî bir fiildir. Kavlen yani söz ile söylemeye gerek olmaksızın kıraate başlayan kimse, 'Besmele'nin başındaki bu ikinci istiane anlamını hatırlayarak söylerse bu emri yerine getirmiş olur. Bu sebepledir ki, Kur'ân'ın başında 'Besmele' yazıldığı halde 'istiaze' yazılmamıştır.

Fiil yerine isim takdir edilince 'Ba' harfi haberin başına gelmiş olur. 'Fa' ile izafe edilmiş masdar mübteda olmuş olur. Fiilde olduğu gibi, takdir edilecek masdar değişik olduğundan 'Bi'nin manaları da değişik olacaktır. Ancak kıraati veya fiili şeklindeki bir takdir genel takdirin yerini almış olur. Fiil takdirinden farkı, daha önce belirttiğimiz gibi süreklilik ve devamlılıktır. Fiilde anlattığımız manaları aynen taşıyacak ama bunun yalnız bu kıraate veya bu fiile münhasır olmadığını, adeta insanın Kur'ân okumakla devamlı olarak muttasıf olduğunu belirtmiş oluyor. "Benim işim Allah'ın kelâmını kendim anlayıp uygulamak için okumamdır"; "Benim işim Allah'ın kelâmını sizlere okuyup ulaştırmaktır" demiş oluyor.

İsim cümlesinde 'Ba'nın kullanılması halinde fiil için de aynı takdirler sözkonusudur. "Ben yeryüzünde Allah'ın varettiği görevlisiyim, bütün hayatım ve sa'yim Allah'ın adınadır, O'nun yardımıyladır" demiş olur. Yani 'Ba' harfi Fatiha'daki; "yalnız sana ibadet ederim ve yalnız senden yardım isterim" cümlesinin bir özetidir. Bütün Kur'ân'ın Fatiha'da, Fatiha'nın Besmele'de, Besmele'nin de 'Ba' harfinde özetlendiğini söyleyen alimler bunu kastetmişlerdir.

'Ba' harfinin mecazi olarak 'Fi' harfi yerine de kullanıldığını daha önce söylemiştik. Bu takdirde fiil veya masdar takdiri yapacağımıza zamir takdiri yapabiliriz. "Ene fismillah" demiş oluruz. Kişi nerede olduğunu, hangi âlemde yaşadığını hatırlamış olur. Kendisini çevreleyen ve kuşatan kâinatın veya ictimai yapının Allah'ın varettiği bir kâinat olduğunu, O'nun kanunlarının yürürlükte bulunduğunu, O'nun meydana getirdiği topluluğun bir ferdi olduğunu hatırlamış olacak ve tüm davranışlarını ona göre düzenleyecektir. Böylece 'Bi' harfi üzerinde 'Bi' harfinin değişik manalarını düşünerek değişik fiil, isim veya zamirleri takdir ederek pek çok manaları anlamamız mümkündür.

Bu verdiğimiz örneklere dayanarak siz de düşünmeye başlarsanız, okuduktan sonra kitabı kapatarak 'Besmele' ne imiş diye düşünmeye başlarsanız, şeytanın şerrinden Allah'a sığınarak düşünmeye başlarsanız; Allah size bulunduğunuz hâl ve şartlara uygun olarak daha nice manalar bildirmiş olacaktır.

 

 

 

 

 

bölüm

 

 

KÖK KELİMELER VE

KELİME TÜRETİLMESİ

 

İnsanlar meramlarını anlatabilmek için anlatmak istedikleri şeyin çevresinde dolaşan varlıklara birer kelimeyle 'ad' vermişlerdir. Bu adlar veya isimlendirmeler ses gruplarından oluşur. Bu ses gruplarını değiştirerek birbirine yakın kelimeler üretirler. Benzer manaları benzer ifadelerle anlatmağa çalışırlar. Çocukların, "çıkart" yerine indirmeye benzeterek "çıktır" dedikleri görülür. Çıkmak ve inmek birbirine benzeyen hareketlerdir. Bunun geçişli fiillere dönüşmesi de aynı kurallara tabi olması gerekir mantığının çocukta daha doğuşta varolduğu görülür. İşte bu suretle bir kelimeden birçok kelimelerin türetilmesi söz konusudur.

Diller 'kök kelimeler' ortaya koyarlar. Onları bir varlığa 'ad' olarak verirler, sonra bunlardan başka kelimeler üretirler. Bu kök kelimelerin belirlenmesi değişik dillerde değişik kurallara tabidir.

Türkçede sesli harfi ayrı harf kabul etmemek şartıyla bu kelimeler iki harflidir. Daha doğrusu bir hecelidir. Her sesli harfli gruba hece deniyor. Ancak üçüncü harf NT , RT , LT , NÇ gibi birkaç birleşik harf türü olup onu da tekrar sayabiliriz.

Batı dillerinin ortak kök kelimeleri koyma kuralları yoktur veya biz bilmiyoruz.

Arapçada hareke (sesli harf) ayrı harf sayılmamak şartıyla kökler üç harften üretilirler. Bu üç harften biri 'Vav', 'Ya' veya 'Hemze' ise bazen bu harf düşer ve iki harfli gibi söylenir. Ancak esası yine üç harflidir. Genel olarak bizim "Bebek" kelimesinde olduğu gibi aynı iki harf başta gelmez. Sondan iki harf tekrarlanır ancak bazen biri düşer. Böylece söylenirken üç harfli olmakla beraber iki harfli olarak söylenir.

 

 

DİLLERİN ETKİLEŞİMİ

 

Dillerde kurallar başka dillerin etkisiyle oluştuğu takdirde uzun zaman sonra ortaya çıkar. Meselâ, yabancı dilden bir kelimenin Arapçaya girdiğini kabul edelim. Bu kelime dört harfli ise harflerden biri zamanla atılacak ve üç harfliye dönüştürülecektir. İki harfli ise 'Vav' veya 'Ya' ilâve edilecek veya son harf çiftleştirilerek üç harf şekline dönüştürülecektir.

Zamanla kelime o kadar Arap kurallarına uyacak ve ondan Arapça kurallara göre kelimeler üretilecektir ki, bu kelimenin yabancı kökenli olduğu anlaşılmaz hâle gelecektir. Ama bunun için binlerce değil onbinlerce seneye ihtiyaç vardır.

Kur'ân Arapçası böyle bir Arapçadır ve böyle bir dildir. Yabancı dilden gelen kelimeler geçse bile Arapça içerisinde sindirilmiştir. Nasıl biz dışarıdan yiyecek alır, sindirir ve vücudumuzda öyle kullanırsak, diller de yabancı kelimeleri böyle alıp sindirir ve kullanırlar. Ne var ki. bu sindirme çok uzun zaman alır.

 

 

KONUŞMA DİLİ

 

Konuşma dilinde topluluklar varlıkların merkezine bakarak ad verirler.

Meselâ, gözün neresi olduğunu biliyoruz ama gözün sınırını çiz dersek, konuşma dilinde bu sınırı çizemeyiz. Aynı şekilde kentlerin ve dağların isimleri de böyledir. Birbirine benzeyen varlıklara verilen ortak isimde de bu şekilde belirsizlik vardır.

Meselâ, Erciyes Dağı'nın sınırlarını bilmediğimiz gibi; 'dağ' deyince yükseklikleri kastederiz, 'tepe' deyince de yükseklikleri kastederiz. Biri daha yüksek olanların adıdır, ama bu yükseklik sınırı belli değildir. Öyle yükseklikler vardır ki; kimi ona 'dağ' der, kimi 'tepe' der.

 

 

'İSİM' KELİMESİ VE ÖZELLİKLERİ

 

'Besmele'deki ikinci kelime isim kelimesidir. İsim konuşmanın temelini teşkil etmektedir. Ayrıca isim varlıkları çokluk içinde gösteren bir araçtır.

Meselâ, 'Anadolu' tek bir yarımadadır, tek varlıktır. Ama biz onu değişik parçalardan oluştuğunu farz ederek kentler, dağlar, dereler, ovalar şeklinde belirleriz ve ayrı ayrı adlar veririz. İnsanın yüzü de böyledir. Tek olan çoğalmıştır. Burun, göz, kulak, ağız da böyledir.

İnsanoğlu varlığı böyle varlıklara ayırmakta ve o varlıklar arasında ilişkiler kurmaktadır. Böylece olayları kavrayabilmekte ve davranışlarını buna göre ayarlayabilmektedir. Geçmiş ve gelecek bu sayede bilinmektedir. Böylece düşünen varlık olmaktadır. Kelimeleri kullanmadan düşünmek mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki Türkçe düşünmek, Arapça düşünmek, Fransızca düşünmek sözkonusudur.

Uluslar aynı varlıklara ayrı kelimeler vermek suretiyle, dillerini birbirinden ayrı olarak üretmekle kalmayıp her ulus farklı kavramlar geliştirmiştir. Meselâ, Türkler veya Batılılar gökteki Ay'ın değişik görünümlerini farklı görmemişlerdir. Ayrı ayrı adlar vermemişlerdir. Oysa Araplar çölde gökle çok ilgilendiklerinden Ay'ın değişik konumlarına göre kamer, hilâl, şehr, bedr gibi dört kelime kullanmışlardır. Bunun yanında Araplar büyük kardeşle küçük kardeşi ayırmadıklarından 'abla' veya 'ağabey' tabirlerine yer vermemişlerdir. Oysa Türkler askeri bir disiplin içinde yaşadıklarından kardeşler arasında hiyerarşik bir adlandırmaya ihtiyaç duymuşlardır. Türkler evlenmeyi ev sahibi olma ile, Araplar eşleşme ile (çift olma), batılılar koca bulma ile ifade etmişlerdir. Demek ki, her dilin mantığı kendi yapısına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki konuşma dilinde tam tercüme mümkün değildir.

Arapçada fiil ve isim köklerinin üç harfli olduğu dikkate alınarak 'Bismi'de de üç harfi aramamız ve ona göre kelimeyi tanımamız gerekmektedir. Buradaki 'b' harfi ayrı bir kelimenin birleşmesi ile gelmiştir. Bu suretle ilk kullanılan kelimenin birleşik kelime olduğu görülür. Başka dillerde birleşik kelimeler pek revaçta ise de, Arapçada birleşik kelimeler çok azdır. Birleşik kelimelerin zamanla kaynaşarak kök kelimelere dönüştüğünü kabul edebiliriz. Arapçada kural nasıl yabancı kelimeleri üç harfliye çeviriyorsa aynı şekilde birleşik kelimeleri de üç harfliye çevirerek tek köklü yapmaktadır. Meselâ, 'Besmele' kelimesi böyle bir kelime olmuştur. Kur'ân baştan kullandığı bu 'bismi' kelimesiyle bize dillerin oluşma kurallarına da daha baştan işaret etmektedir. Kur'ân'daki kelimelerin nasıl oluştuğuna işaret etmektedir.

Kimyada nasıl atomlar birleşip molekülleri oluşturuyorsa ama atomların ayrı varlıkları korunuyorsa, kelimeler de harflerden oluşmakta ve harflerin manaları da korunmaktadır. Yani üç harfin ayrı ayrı manaları var, birleşince yeni mana ortaya çıkıyor. Harflerin kendi başlarına manalarını henüz bulmuş değiliz. Kimyadaki elementlerin keşfi gibi dildeki harflerin de keşfi gerekmektedir.

İsim kelimesinin başında bir elif vardır. Buna 'vasıl hemzesi' denir. Türkçede olduğu gibi Arapçada da iki sessiz harf birlikte gelmez. Trabzon, Trakya gibi kelimeler Türk ve Arap söyleniş kurallarına uymaz. Ancak Türkler bunu ilk harften sonra 'İ' harfi getirerek Tirebolu'da olduğu gibi kullanmaktadırlar. Aslı 'üç şehir' anlamında 'Tri Polis' olan Tirebolu böylece Türk fonetiğine uydurulmuştur. 'Trabzon'u Tirabizon, 'Trakya'yı Tirakiya olarak söyleyenlerimiz çoktur. Arapça'da ise başına bir 'İ' veya 'E' harfi getirilerek söylenir. Ancak bu sadece cümle başlarında iken telaffuz edilip cümlenin ortasında ise düşer. Eğer 'Ba' ile başlamasaydık 'ismullah' diye okuyacaktık. Ama şimdi 'bi ismi' değil de 'bismi' diye okuyoruz. Arapçada ve Kur'ân'ın başka yerlerinde bu vasıl hemzesi yazılmakta ancak cümle içinde okunmamaktadır. Sadece Kur'ân'da ve burada 'Besmele'de vasıl hemzesi kalkmış bulunmaktadır, yazılmıyor. Çünkü 'bismi' bir kelime şeklinde kullanılmıştır.

 

 

DİLLER İKİ GRUPTA TOPLANIR

 

Diller iki grupta toplanabilir. Bunlardan bir kısmı kelime kelime konuşulur. Yani bir kelime söylenir. İkinci kelime ayrı söylenir. "Taş aldım" ile "Ta- şaldım" demek ayrı söyleniştir.

Türkçe ve Almanca, kelime kelime konuşulan dillerdir. Bu dillerde, Türkçede kelimenin sonunda, Almancada kelimenin başında vurgular yapılmak suretiyle kelimeleri birbirinden ayırma imkânı vardır.

Arapça ve Fransızca ise kelime kelime konuşulmaz. Cümle başladığı gibi sürekli olarak devam eder. Vurgular da her kelime için ayrı bir yerde yapılır. Fransızcada bu vurgu ile kelimeler değişik manalar alır. Arapçada ise 'elif, vav, ya, şedde, ğunne' gibi vurgu vasıtaları vardır ve bunlar dilin kurallarına göre oluşmaktadır. İşte Arapça kelime kelime değil de bitişik olarak konuşulduğu için vasıl hemzeleri cümlelerin ortasına düşmektedir. 'Bi-smi'de de öyle olmuştur.

Arapçada böyle zaman zaman düşen veya değişik şekillerde okunan harfler vardır. 'Alâ'l-Ard' dediğimiz zaman burada birkaç harf düşmüştür. 'Alâ'nın sonunda bir 'Y' harfi vardır. Bu ayrı kelime iken 'A' şeklinde okunur. Meselâ, 'Alâ cebelin' denir. Kendisine zamir bitiştiği zaman 'Y' şeklinde okunur. Meselâ, 'Aleyhim' böyledir. Kendisinden sonra sukûnlu harf gelirse harekeye dönüşür ve harf kaybolur. 'Alâ'l-Ard' de böyledir. 'el-Ard'ın hemzesi de düşmüştür. Hattâ 'ard'ın hemzesi de okunmayabilir.

 

 

ARAPÇANIN ÖZELLİKLERİ

 

Arapçada yazı dilinde genel olarak okunmayan harfler veya değişik şekilde okunan harfler aynı şekilde yazılır. Kur'ân indiği zaman yazı şekli öyle idi. Fakat sonraları yazı geliştirildi. Kur'ân'ın indiği yazı şekline hiç dokunulmadı; ancak, sesli harflerin yerine harekeler kondu. E yerine üstün, İ yerine esre, U yerine ötre ve harekesiz hâlinde ise cezm kondu. Ayrıca uzatma 'Â' işareti kondu ve çift okunan harflere de 'şedde' kondu. Hiçbir işaret konmayan harfler ise okunmayan harfler olarak kaldı. Böylece Kur'ân'ın yazısı aynen muhafaza edildi.  Fakat geliştirilerek eksiksiz okunan bir yazı hâline dönüştürüldü.

Yazı başlangıçta şekil yazısı olarak doğdu. İnsanın beyni harf yazısı yerine şekil yazısından hoşlanır. Bir kimse yuvarlak bir karton alıp insanın yüzüne dolaştırarak baksa, yani gözleri ayrı, kulakları ayrı, saçları ayrı görse, o insanı tanımakta zorluk çeker. Ama uzaktan da olsa yüzüne birden baktığında adamı tanır, hattâ yıllarca sonra bile o adamı tanır.

Şekil yazısı böyle mefhumları daha kolay ve birlikte kavratır. İnsan yorulmadan takip eder. İnsanların binlerce sene Mezopotamya, Mısır ve Anadolu'da şekil yazısını kullanmaları bu sebebe dayanır. Çin ve Japonya hâlâ bu şekil yazısını korumaktadır. Arapça yazı, hem şekil yazısıdır hem de harf yazısıdır. Şekil yazısının yararlarını da, harf yazısının yararlarını da korumaktadır. Kur'ân'ın lafzı olduğu kadar yazısı da bugünkü yazılar arasında eşsizdir.

 

 

YAZILARIN YAZILMA YÖNÜ VE ÖZELLİKLERİ

 

Yazı sağdan sola veya soldan sağa, yukarıdan aşağı veya aşağıdan yukarıya doğru yazılabilir. Şekil yazılarında da böyledir. Harf yazılarında ise sadece sağdan sola ve soldan sağa yazılmaktadır.

Harf yazısı Mısırlılarda başlamıştır. Mısırlılar bir şekil yaptıktan sonra o şeklin telaffuzunu da öğrencilere öğretmek için yanında harfleri heceleyen kelimelerin şekillerini koymuşlardır. Yani telefonda 'BOŞ' kelimesini anlatmak için, Bolu'nun 'B'si, Ordu'nun 'O'su, Şehrin 'Ş'si dediğimiz gibi; onlar da 'BOŞ' işaretinin yanında B ile ve Ş ile başlayan kelimelerin işaretlerini de parantez içerisinde kullanmışlardır. Bu sayede Hiyeroglifler okunabilmiştir.

Fenikeliler ise (İbranilerden öğrenmiş olmaları büyük bir ihtimal içindedir ve harf yazısı Tevrat'la başlamış olmalıdır) şekilleri kaldırdılar, burada hecelemek için kullandıkları kelimeleri, harfin işareti yaptılar. Böylece harf yazısı doğdu. Diğer bütün dünyada harf yazısı daha sonradır.

Fenikelilerde yazı sağdan sola yazılıyordu. Yunanlılar soldan sağa yazdılar ama aynı harfleri kullandılar. Fenike yazısı Arap yazısına dönüştü ve bugün böylece iki alfabe ortaya çıktı. 'L' gibi bazı harfler hâlâ benzerliklerini korumaktadır. Yunanlılar sesli harfleri de ilâve ettiler. Yazıları şekil yazısı olma vasfını tamamen kaybetti.

Sağ elle yazan bir kimse Arapça yazarken kalemin gideceği yeri görür ve ileriye bakarak ilerler. Soldan sağa yazan ise kalemin ucunu takip eder ve gideceği yeri göremez. Sağdan sola ve soldan sağa çizgiler çizdirilerek, mikroskobik tetkikler yapılarak hangi usûlün uygun olduğu ilmen ortaya konabilir.

Bize göre, ayakların ucuna bakan değil ileriye bakan daha dengeli yürür. Dolayısıyla sağdan yazmak, soldan yazmaktan daha üstündür.

 

 

VARLIKLARA 'İSİM' VERME

 

Arapçada köklerin üç harfli olduğunu ve isim kelimesinde bir harfin düştüğünü, yerine bir 'vasl hemzesi'nin geldiğini söylemiştik. Düşen harfin 've' veya 'ya' olabileceğini de belirtmiştik. Burada 've' harfinin düşmüş olduğunu farz ederek araştırmamızı sürdürebiliriz. Bu harf baştan, ortadan veya sondan düşmüş olabilir.

Arapçada 'SMV' / 'SEMA' gök demektir. Bunun mukabili 'ARD'dır. Türkçedeki yurt ve yer kelimeleri ile akraba olan 'ard' kelimesi, devenin veya başka bir hayvanın yere bakan tarafına; 'sema' ise üst tarafa verilen addır. Tavan ve yüksek dağ alanlarında kullanılmaya başlanmış, daha sonra yıldızların bulunduğu yerlerin adı olmuştur. Meraya salınan yani açık havada gök kubbesi altında bulunan, geceleri ahıra alınmayan hayvanlara 'SVM' / 'SEVM' denmektedir. Bu hayvanların diğer kabile hayvanlarına karışmaması ve tanınması için sırtlarına vurulan damgalara da 'VSM' (vesm) denmektedir.

'İsim' işte bundan yani 'VSM'den veya 'SMV'den değişerek oluşmuş bir kelimedir. İsim adeta varlıklara vurulan birer damga olarak düşünülmüştür. Damga nasıl hayvanın bir kabileye aidiyetini bildiriyorsa isim de o manayı (kavramı) bize bildiriyor. Bununla beraber kullanılırken 'VSM' değil de 'SMV' kelimesinin kullanıldığı şekliyle kullanılır. Adlandırmaya 'tesmiye' denmektedir. Bu şekliyle isim 'varlıkları yücelten' anlamındadır.

Bir topluluğun bir varlığa isim vermesi demek, adeta onu icat etmesi demektir. Göklerde uçan binlerce kuş var. Biz onlara ortak isim veriyoruz, ama ayrı ayrı adları yoktur. Dolayısıyla bizim için ayrı ayrı varlıkları da yoktur. Kafesimizdeki kuşa ise isim takıyoruz. O zaman o ayrı bir varlık haline gelmektedir. Böylece isimler bizim için o varlığın kavramı ile eşleşmektedir.

İsim vermekle adeta o varlık yücelmektedir. Sema gibi yükseklere çıkmaktadır. Aradaki ilişkiyi bu şekilde düşünen dilciler de vardır. Ancak, bunun 'SMV'den önce 'VSM'den geldiği daha açıktır. İşte görülüyor ki, Arapçada harf sırasının değişmesi ile yakın manaları ifade eden kavramlar da üretilebilmektedir.

İsim önce özel isim olarak yani bir yerin adı olarak ortaya çıkmış, sonra benzetme yoluyla cins isimlere dönüşmüştür. Daha sonra sıfatlar olmuş, sıfatların ardından da fiiller türemiştir. Fiillerden de harfler ortaya çıkmıştır. Böylece isim kâinatın tüm yapısının kaynağı olmuştur. Geniş manada isim mastar ve sıfatları da içine aldığı için dilin tamamını da içermektedir. 'Allah'ın ismi' demek, Allah'ın varlığını bize gösteren şey demektir.

Varlığın kendisi var, ismi var. İsim o şeyin varlığından ayrıdır. İsim o varlığı bize bildiren şeydir. Varlık ise kendisi bizzat varolan şeydir. 'Allah'ın ismi' deyince; kâinattaki her şey, her oluş, her kanun demek olur. Çünkü onların hepsi Allah'ın varlığını bize bildirmektedir. Bundan dolayıdır ki bunlara 'âlem' de denmektedir; yani 'alâmetler' demektir.

 

 

'BESMELE'NIN ANLAMI VE HİKMETİ

 

'Besmele'de 'Allah'ın adına' veya 'Allah'ın adıyla' diyoruz da; 'Allah ile' demiyoruz. Çünkü Allah kâinatı var etmiş, kanunları koymuş ve kendisini o kanunlar ile insanlara tanıtmıştır. Biz eğer hareketlerimizi Allah'ın zatının emirlerine uydurmak zorunda kalsaydık, her an ondan emir bekler ve ona göre davranmak zorunda kalırdık. Çünkü Allah'ın ne zaman neyi yapacağını bilmemize imkân kalmazdı. Oysa şimdi kendisinin esmasını bilmekle nasıl ve ne yapacağını önceden bilmekte olduğumuzdan, biz de ona göre hareket etme imkânını buluyoruz.

İşte insan, bütün hayatı boyunca bu Allah'ın nizamı içinde olduğunu bilerek, sebep ve sonuç ilişkileri ile harekette olduğunu hatırlaması bakımından 'Besmele' söylemektedir.

'Ba' harfi sebepleri bildirmekteydi. 'İsim' de sebepleri anlatmaktadır. Böylece 'Ba' ile 'İsim' kaynaşmış olarak ortaya çıkmaktadır. Böyle hem anlamıyla hem de ifadesiyle birleşmiş olduğundan yazılışındaki vasl hemzesi düşmüş 'Bismi' olmuştur.

Buradan bize bildirilen en önemli husus, Allah'tan bir şey istemek demek, O'nun isimlerine tevessül etmek, sebeplerini işlemek demektir. Tarlayı ektikten sonra mahsulün verilmesi için kalpten de istemek demektir. Yoksa tarlayı sürüp tohumu ekmeden "Allah'ım bu tarladan sen bana mahsul ver" diye talepte bulunmak dua değildir ve Allah bu duaya isticabe etmez. Bu O'nun gücü yetmediğinden değil, sünnetullahı yani esmasını değiştirmediğinden dolayı böyledir.

Denilebilir ki, o zaman kalbî duaya gerek yok, madem ektik ve ekinimiz de sünnetullaha uygun olarak yetişecek, bir daha ve ayrıca kalben niyaz etmeye gerek yoktur. Oysa insan bu sünnetullahı tam olarak bilememektedir. Dolayısıyla istedikleri ile yaptıkları arasında dua ederek isteğe uygun sünnetullahı yapma imkânı ortaya çıkmış olur.

İşte böylece 'besmele' ile Allah'tan aynı zamanda bize doğru yolu göstermesini de istemiş oluyoruz. "Biz sana itaat edeceğiz ama, ey Allahım sen onu göster" demek olur. Bundan dolayıdır ki 'Ba' aynı zamanda 'istiane' manasındadır. Allah için ilim ile yapmanın aynı olduğunu daha önce söylemiştik.

 

 

 

bölüm

 

İNANÇ VE İNSAN

 

Araplarda 'ilâh' kelimesi 'tanrı' anlamında mevcuttur. İlk insandan beri insanlar daima insanın dışında, insan gibi bilinç ve iradeye sahip, insandan üstün yaratıcı bir varlığın olduğunu kabul etmişlerdir. Bunun yanında, ölümle insan hayatının sona ermediği ve varlığının orada da sürmekte olduğunu kabul etmişlerdir.

Ancak insanın dışında ve insandan üstün olan bu varlığın ne olduğunu bilememişlerdir. Topluluklar değişik zamanlarda değişik görüşlere sahip olmuşlardır. Öldükten sonraki hayat için de aynı değişik görüş bulunmaktadır.

Bununla beraber, Kur'ân'da sık sık belirtildiği gibi, öldükten sonra bilhassa bedenle dirilmeye bir türlü akılları ermemiştir. Bundan dolayı, bilinçli tanrı yerine kör kuvvet olarak dehri yani zamanı var edip yok edici kabul etmiş olanların da bulunduğu görülmektedir.

 

 

İNANÇLARIN MEDENİYETLERE ETKİSİ

 

Çok tanrılı, âhiretsiz, çatışma içinde oluşmuş bir kâinat düşüncesi ile; tek tanrılı, âhireti kabul eden ve kâinatın birtakım değişmez kanunları bulunduğunu da benimseyen görüş bütün insanlık âleminde her zaman mevcut olmuştur.

Batı medeniyeti varsayımlarını deneyle kontrol eden bir medeniyettir. Bir olayın sebebini bulmakta, onu tanımlamakta, ölçmekte, ondan sonra sonucunu da tanımlayıp aralarında ilişki kurmaktadır. Baştan anlattığımız gibi olay ve sonuçların tanımlanması ve aralarında önceden ne gibi ilişkilerin bulunduğunu, önceden varsayım ile tespit ederek deneylerle ölçmeler yapması ve varsayımının doğru olup olmadığını rakamlarla göstermesi şeklinde çalışma yapmıştır. Böylece deneylerin doğruladığı varsayımlar ispat edilmiş oluyordu. Deneylerle ispat edemediği konuları yok sayıyordu.

Bu metodun gereği olarak kısa zamanda deneylerle doğrulanamayanlar yok kabul ediliyor idi. Bunun tabii sonucu olarak tanrının ve öldükten sonra hayatın yok olduğu yaygın kanaati ortaya çıkmıştır.

Zamanla yapılan deneyler birleştirilerek ve uzun zaman gerçekleştirilecek deneylerle de desteklenerek tanrı mefhumuna doğru gidilmiş, hele kâinatın zaman ve mekân ile sonradan varolduğu, büyümekte bulunduğu, ayrıca dört ve beş boyutlu uzaylarla geçmişin ve geleceğin hâlen bulunduğu, varolup yokolmanın bizim kâinattaki seyahatten ibaret olduğu gerçekleri ortaya çıkmıştır. Böylece yirminci yüzyılın sonlarına doğru, inkârcı kendi kendine oluş düşüncesi etkisini kaybetmeye başladı.

Tanrı ve âhiret inancı insanlara adalet ve hak anlayışını getirmekte, insan kendisini yalnız değil de arkasında kendisini vareden tanrı bulunduğuna ve kendisini düşmanlardan ve kötülüklerden koruduğuna inandırıp güven içinde bırakmaktadır. Bu inanış insanları diğer insanlara tapmaktan alıkoymaktadır.

Oysa Mısır, Yunan, Roma ve Batı'nın temsil ettiği 'Kuvvet Medeniyetleri', insanı korkutarak merkezi bir kuvvete inandırma esasına dayanmaktadır. Bu korkuyu yaratabilmek için genel olarak eski medeniyetler merkezi otoritelerin tanrı olduğuna veya tanrının temsilcileri bulunduklarına inanmış veya inandırmışlardır. İşte Avrupa'nın âhirete inanmayan tanrısız medeniyetinin doğuşuna bu anlayış ve inanış sebep olmuştur.

İlmin ve düşüncenin gelişmesi sonucunda merkezi gücün tanrı olmadığı veya tanrıyı temsil etmediği anlaşılınca, insanlara hükmedebilmek için; 'tanrı yoktur, âhiret yoktur, yenen yenene, kim yenerse onun istekleri olur' şeklindeki düşünce ile kapitalizmi ve sosyalizmi ortaya çıkarmışlar ve çaresiz kalan insanlık güç odaklarının, bombaların, öldürücü gazların altında zorunlu olarak kuvvet sahiplerine itaat etmişlerdir.

Böylece köleliği kaldırdığını iddia eden Batı Medeniyeti, bütün insanlığı bir avuç insana köle etmiş ve kuvvete dayanmak suretiyle korku ile onlara bağlamıştır.

Ölüm veya açlık korkusu sebebiyle, insanlık âlemi ister istemez devlet denilen merkezi gücün mutlak sultası altında inlemekte, ümitsiz olduğu hâlde ıstıraplar içinde varlığını sürdürmektedir.

'Besmele', bu anlayışa karşı koymak ve onu yok etmek için atom bombasından daha müessir bir araçtır. Eğer insanlar 'besmele'nin manasını belirler ve bütün hayatlarını 'besmele'ye göre düzenlerlerse, ilmin verileri ile sonuçlanmış gerçeklerin bir ifadesi olan ve 'besmele'nin ifade ettiği düzeni kavrarlarsa; merkezi kuvvetin tüm otoritesi ve zulme dayanan iktidarı çöküp gidecektir.

Diyebiliriz ki; insanlığın ıstırabı kendisini var eden Allah'a inanmayı ve O'nun istediği gibi yaşamayı terk etmiş olmasından ileri gelmektedir. Kur'ân üzerindeki araştırmalar devam ettikçe, bu anlayış giderek güç kazanacak ve gerçeklere ulaşılacaktır.

İşte Arapçada bulunan 'ilâh' kelimesi, bu 'tanrı' veya 'tanrılar' anlayışı karşılığı kullanılan bir kelimedir. 'Allah' kelimesi ile söyleniş ve mana yakınlığı vardır.

 

'İLÂH' VE 'ALLAH'

 

'VeLY' arka sırt demektir. Türkçedeki 'bel' kelimesiyle yakınlığı vardır. Fiil olarak sonraları 'arkasından gitmek ve takip etmek' anlamlarında kullanılmıştır. Daha sonra da 'arka çıkmak ve veli olmak' şeklinde kullanılmıştır. 'Vilâ', anasının peşinden giden yavru anlamında olup, 'veled' veya 'vilâd' ile de telaffuz ve mana benzerliği vardır.

Çöllerde kum üzerinde veya karlı yerlerde kar üzerinde yürüyen kimseler izlerini açık bir şekilde bırakıp giderler. Onları arayanlar o izlerin peşini takip ederler ve kayıp olanı bulurlar. Kaybolan anneyi yavrusu veya kaybolan yavruyu annesi böyle izleriyle bulmaya çalışırlar. İşte böyle açık izler bıraktığı, ne yaptığı ve nereye gittiği çok iyi bilindiği halde bir türlü kendisi bulunamayana da 'vilâh' denmektedir.

Her yerde eseri bulunan, izleriyle her yerde görülen ama kendisi görülmeyen yaratıcı varlığa 'ilâh' denmiştir. Burada 'v' harfi 'elif' harfine inkılâb etmiştir. Türkçedeki 'tanrı' mefhumu da 'tan'a ait olup, 'ışık, ışığın kaynağı' anlamındadır. Nitekim Kur'ân'da da; 'Allah'ın yer ve göklerin nûru olduğu' ifade edilmiştir. Eski dinlerin çoğunda 'güneş' tanrı olarak resmedilmiştir.

İşte böylelikle 'tanrı' kavramı, değişik dillerde değişik şekillerde ifade edilmiştir. Arapçada ise; izleri olup kendisi görünmeyen bir varlık olarak kabul edilmesiyle 'ilâh' kelimesi 'tanrı'yı daha doğru bir şekilde bize anlatmış olmaktadır. Böylece, "Gözler onu idrak edemez" ifadesi ile de uygunluk içindedir.

 

 

İSMİN MARİFE (BİLİNEN) YAPILMASI

 

İnsanlar özel isimleri genelleştirerek cins isim yapmışlardır. Ama sonraları da cins isimleri özel isim olarak kullanmaktadırlar. Doğan çocuklara eskiden kullanılan kelimelerden birini isim olarak veriyoruz. Bu isim 'marife' yani 'bilinen bir isim'dir. İki şekilde takılmaktadır. Başında 'el' harfi konmadan isim verilmektedir. Meselâ, 'Muhammed' böyledir. Böyle isimler artık 'el' ile kullanılmaz. Yahut 'el' ile beraber konabilir. O zaman da 'el'siz kullanılmaz.

Cins isimlerin başına 'el' harfi gelince o kelime o cinsten bilinen bir varlığı gösterir. 'er-Racul' dediğimiz zaman, erkeklerden bildiğimiz birini göstermiş oluruz. "Adamı gördüm" dersem, karşı tarafın bildiği o adamı görmüş olduğumu söylemiş olurum. "Bir adamı gördüm" dersem, adamlardan herhangi birini görmüş olduğumu söylemiş olurum. Her dilde böyle ayırım vardır. Bilinen varlıkları gösteren kelimelere 'marife'; herhangi birini gösteren kelimelere de 'nekre' denir.

Arapçada ve batı dillerinde kelimelerin marife veya nekre olduğunu gösteren harfler vardır. Türkçede ise başına 'bir' kelimesini getirirsek nekre, getirmezsek marife olur. Arapçada başına  'el' gelirse marife, sonuna 'nun' gelirse nekre olur. Fransızcada da 'le' veya 'la' başa getirilerek marife 'une' veya 'un' başa getirilerek nekre yapılmaktadır.

'İlâh' dediğimiz zaman, 'herhangi bir tanrı' kastedilmiş olur. 'el-İlâh' dediğimiz zaman, 'bilinen bir tanrı' kastedilmiş olur. Bilinen tanrı da tek olduğundan, tek tanrıya inananlar için onun ismi olur. 'el-İlâh' zamanla değişerek 'Allah' şeklinde söylenmiş ve Allah'ın özel ismi olmuştur. Özel isim olduğundan artık harfi tarifsiz kullanılmamaktadır.

Allah kelimesinin başındaki elif 'vasl elifi'dir. Yani cümlenin ortasında söylenmez. Fakat harfi tarifteki hemzeden farklı olarak 'ya'dan sonra telaffuz edilmektedir. 'Ya er-Rahiym' denmediği halde 'ya Allah' denmektedir. Allah kelimesinin özel bir isim olması nedeniyle çoğulu yoktur. Nekresi yoktur. Yani 'ilâhlar' denebilir de, 'Allah'lar' denemez.

Toplulukların tarihleri, eski düşünce ve anlayışları kullandıkları kelimelerle bilinebilir. Araplar putlara tapıyorlardı. Çeşitli ilâhları vardı. Ancak o dönemdeki Araplarda 'Allah' kelimesi de mevcut idi ve 'Allah' kelimesi hiçbir putun adı değildi. Allah, büyük tanrı olarak kabul ediliyordu. Diğer tanrılar o büyük tanrının yardımcıları olarak görülüyordu. Onlara göre büyük tanrıya ulaşmak insanlar için mümkün değildi. Aracı tanrılara ihtiyaç vardı. Dolayısıyla onlar ibadetlerini büyük tanrıya değil aracılara yapıyorlardı.

Bugün buna benzer bir anlayış Hıristiyanlarda İsa (a.s.) için sözkonusudur. Bundan dolayıdır ki Arap putperestlere 'münkir' (inkâr edici) değil de, 'müşrik' (ortak koşucu) deniyor.

Kur'ân'ın, Arabistanda tek tanrılı dinin İbrahim peygamber tarafından tesis edildiği beyanı, bu 'Allah' kelimesinin Arapçada varolması ile teyid edilmektedir.

 

 

 

bölüm

 

HALK DİLİ (KONUŞMA DİLİ) VE İLİM DİLİ

 

Halkın bir varlığa isim verdiği zaman, onun sınırını düşünmediğini, merkezine o ismi verdiğini, kullanırken de değişik çerçeve içinde kullandığı hususunu daha önce belirtmiştik. 'Allah' kelimesi de insanlar tarafından böyle kâinatı var eden, her şeyin üstünde, bilinçli ve güçlü bir varlık olarak düşünülmüştür. Tanımı ve mahiyeti üzerinde her topluluk hatta herkes ayrı bir anlayış içinde olmuştur.

Bununla beraber bütün topluluklarda tek tanrı anlayışı vardır. Tanrılar o tek tanrının halefi olarak düşünülmüş, çoğu zaman oğlu olarak kabul edilmiş ve ona ortak edilmişlerdir.

Benzer düşünce Araplarda da mevcut idi. Tanımlanmış ve belirlenmiş olmamakla beraber, bugünkü İslâm anlayışının kabul ettiği tek tanrı anlayışı onlarda da mevcuttur. Kur'ân 'Allah' kelimesini kullanınca ne kastedildiğini o günkü insanlar da çok rahatlıkla anlamışlardı.

İnsan, düşüncesi gelişince varlıkların tanımını yapmak ve onların sınırlarını çizmek ihtiyacını duymuştur. Böylece konuşma dilinden ayrı olarak bir mantık dili doğmuştur. Mantık dili ile 'Allah' kelimesi üzerinde durulmaya başlanmış ve 'Allah' bu mantık dili içinde kavranılmak istenmiştir. 'Allah' kelimesinin mantık dili içinde anlaşılmasından önce kelimelerin mantık dilindeki anlamlarını belirtmemiz gerekmektedir.

 

 

'ZAT' VE 'SIFAT'

 

Varlıkların zatları ve sıfatları vardır.

Zat, kendi cevherini ve yapısını belirler. Cisimler için kabul edilen özellik, bir yerde iki cisme ait zatın bulunamayacağıdır. Yani, iki ayrı şey bir yerde bir anda olamazlar. Birinin varlığı diğerinin yokluğu anlamındadır. Böylece 'zat'ı başkasının giremeyeceği çerçeve olarak düşünebiliriz.

Sıfat ise, bu zatın kendi dışındaki etkileridir. Bir yerde birkaç varlık ortak olarak etki eder ve bileşke etki ortaya çıkar. Yani zatda aynı yerde iki şey bulunmaması yanında, sıfatlarda pek çok şey bir arada bulunur demektir.

İşte varlığın adını söylerken zat kastedilebilir, o zaman dar çerçeve içinde anlaşılmış olur. Sıfatlarını yani etki alanını da içine alan genişlikte düşünülebilir. Bir insandan bahsederken onun bedenini kastedebildiğimiz gibi; evini, işyerini, hatta topluluğunu da kastetmiş olabiliriz.

Zat ve sıfatların bir arada düşünülmesi ile bir varlığı kastetmek ayrı, sadece zatı kastetmek ayrı bir ifade olacaktır. Birinde başkasının onda ortaklığı olacak, diğerinde ise başkasının bir ortaklığı bulunmayacaktır demektir.

 

 

ALLAH İÇİN ZAT VE SIFAT

 

'Allah' kelimesinin de böyle iki türlü manası düşünülebilir. Yalnız zatının ismi olarak düşünülebilir. Veya sıfatları ile birlikte bir isim olarak düşünülebilir. Ne var ki, Allah zat olarak birdir. Yani O'nun dışında tanrı olarak başka bir zat yoktur.

Bunun anlamı, kendi sıfatlarının etki alanı içinde başka birisinin etkisi yoktur. Böyle olunca Allah için zatının ve sıfatlarının sınırını tanım gereği ayırmak mümkün değildir. Bununla beraber Allah zat olarak vardır ve O'nun etki alanı olarak kâinat ve insan vardır. Yani zat ile sıfatlar ayrı olmamakla beraber aynı da değildir.

İşte burada Allah ve sıfatları hususunda anlayış zorluğu içinde kalırız. Bu zorluk bizim Allah'ı bize benzeterek ve bizim mantık dili içinde tahlil ve terkip etmeye çalışmamızdan ileri gelmektedir. Oysa Allah birdir ve tecezzi etmez. Ancak biz O'nu o asli varlığı ile değil de kendimize benzeterek kavrayabiliriz.

Bugün bilgisayarlar bulunmuştur. İnsan beyni de aynı şekilde yaratılmıştır. Bilgisayarlardan bazıları renklidir, bazıları da renksizdir. Televizyonumuz da böyledir. Renksiz bir televizyonda renkli bir manzarayı göstermek mümkün değildir. Bilgisayarda da durum aynıdır. Renksiz bilgisayarda renkli şekil çizmek mümkün değildir.

İnsan beyni de ancak zaman ve mekân içinde olan olayları kavrayabilmektedir. Zaman ve mekân dışındaki olayları anlayabilecek bir yapıya sahip olmadığından, Allah'ın zat ve mahiyeti ile ilgili hususlarda düşüncesini yürütemez.

İnsan ruhu için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bunların varlıklarını mantık dili ile değil, konuşma dili ile bilmek zorundayız. Kendi zatlarını değil, bize olan etkilerini kavrama ve düşünme durumundayız.

İşte 'Allah' kelimesi zatı ifade eden bir isimdir. Ancak O'nun zatı ile sıfatları ayrı olmadığından sıfatları ile birlikte ifade edilmiş olur. Diğer isimler ise daha çok sıfatları ile ifade edilmiş olur. 'Huve' zamiri de Allah'ın ismidir ve sadece O zatı ifade etmek için daha çok bu zamiri kullanırız.

 

 

 

bölüm

 

 

İNSAN - KÂİNAT - ALLAH

 

İnsan kendisini bilmektedir. Bedeni vardır. Ancak insan sahip olduğu bedeni kendisi var etmemiştir. Ne dünyadaki gelişte, ne gelişip yaşlanmakta, ne de sonunda ölüp gitmekte etkisi vardır. Kendisi kendisine verilen bedeni kullanmaktadır. Kâinatı Allah'ın bir bedeni olarak düşündüğümüzde, insandan farklı olarak onu var etmek, geliştirmek, yok etmek kendisine aittir.

İslâmiyet işte böyle bir 'Allah' mefhumunu getirmiştir.

İnsan varlığını, yani bedeninin varlığını sürdürebilmesi için; bedenin cüz'ü olduğu kâinat ile alışveriş yapmak zorundadır. Beden tek başına bir varlık ise de, insanın emrinde canlılığını sürdürebilmesi için kendi dışındaki varlıklardan her an bir şeyler alıp vermek zorunludur. Oysa Allah'ın bir bedeni olarak düşünebileceğimiz kâinat kendi içinde bir bütün olup dışardan bir şey almak veya dışarıya bir şey vermek zorunda değildir. Yani kâinatın varlığı kendisi tek olan Allah'ın tek başına eseri olarak kabul edilmiştir. Ortağı yoktur. İhtiyaç duyduğu kimse yoktur. İhtiyacı olan bir şey yoktur.

İnsan bedenine hükmederken onun ancak çok az bir kısmına hükmedebilmektedir. Ağzına aldığı lokmayı bilmektedir. Ancak ondan sonra midede, bağırsaklarda, kan damarlarında, ciğerlerde, kaslarda, böbreklerde olandan haberi yoktur. Belki yediklerini dışarı atarken haberdar olmaktadır.

İnsan, elinin nerede olduğunu ve ne iş yaptığını bilmektedir. Ancak vücudunda varolan ve sayıları milyarları aşan hücrelerin hareketlerini bilememektedir. Oysa Allah kâinatın her zerresinin her anının bilincindedir. Çünkü kâinat O'na başkasının bir emaneti değil, bizzat kendisinin yoktan var ettiği bir varlıktır.

İnsan, uykuda bedeniyle ilişkisini kestiği zaman rüya görmüyorsa, kendisinin varlığından da haberdar değildir. Yani kendi varlığının bilinci de yine bedenine bağlıdır. Oysa Allah kendisini ve var ettiklerini, var ettiklerine ihtiyaç olmadan bilebilmektedir. Böylece insan ile tanrı arasında bir benzetme yaparak tanrıyı kavrama yoluna gidilmiştir.

İslâmiyet, 'Allah' kelimesine bu şekliyle bir mana vermiştir. Yani bir taraftan Allah'ı insana ve var ettiği kâinatı onun bedenine benzeterek anlatmış ise de; bütün bunların sadece insanın anlayabilmesi için bir izah tarzı olup, esasında Allah'ın hiçbir suretle hiçbir şeye benzemediğini kesin bir ifadeyle ortaya koymuştur. Bundan dolayıdır ki, Ebu Hanife; "Allah birdir, ama ma'dut değildir", yani sayıların birimlerinden olan 'bir' değildir. Allah biliyor ama O'nun ilmi bizim ilmimiz gibi değildir. Allah görüyor ama O'nun görmesi bizim görmemiz gibi değildir. Mekânı yoktur, ciheti yoktur, zamanı yoktur, geçmişi ve geleceği yoktur şeklinde tasvir yapmıştır. Bu cümlelerin manalarının anlaşılması, ancak 20. asırda zaman ve mekânın izafiyet nazariyeleri ile kavranılması sayesinde mümkün olmuştur.

Kur'ân, insan ruhunun ne olduğunu insanın anlayamayacağını, bunun tanrı işi olduğunu bildirmiştir. İnsan ruhunu Allah'a izafe etmiştir; "İnsanı topraktan (maddeden) var ettim, ve ona ruhumdan nefhettim (üfürdüm)" demek suretiyle insan ruhuna diğer varlıklardan farklı bir yer vermiştir. Adeta, insanın bedeni nasıl kâinatın bir cüz'ü ise insan ruhu da Allah'ın bir cüz'ü imiş gibi bir ifade vardır. Allah mekândan münezzeh olunca, O'nun cüz'ünden bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla bu insan ruhu ile Allah arasındaki ilişkiyi insanın kavraması mümkün değildir. Ancak bu yolla Allah ile insan ruhu arasında özel bir ilişki olduğu anlatılmış olmaktadır.

Özetleyecek olursak; İslâmiyet'e göre Allah'ın kendisini kavramak mümkün değildir. Ancak Allah'ın kâinat içinde ve insan üzerindeki tezahürü, yani oralarda yaptıklarını insanın bedende yaptıkları ile benzetme yaparak anlamak mümkündür. Zaten insanın ihtiyaç duyduğu da budur, kendisini ilgilendiren de budur.

İnsanlar bilinen kelimeleri kullanırlar ancak onlara kendilerinin istediği manayı yüklerler. Kur'ân da Arapların kullandığı 'Allah' kelimesine öyle bir mana yüklemiştir. Bu mana Araplar için açık değildir. Ama yabancı da değildir.

Kur'ân, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi düzenlemektedir ve başından sonuna kadar hep bunu anlatmaktadır.

Kur'ân'ı okumaya ve anlamaya devam ettiğimizde, aklımızdan, Allah'ın kendisinin insana benzemediği ama Allah'ın kâinatta yaptıkları ile insanın yapmakta olduklarını benzetme suretiyle Allah'ın kavranacağı hep gözönünde bulundurulması gerekir. Tüm söylenenler böyle değerlendirilmelidir.

Allah'ın zatından değil sıfatlarından bahsediyoruz. Onun için 'Allah ile' demeyip 'Allah'ın ismiyle' diyoruz.

 

 

İNSAN - TOPLULUK - ALLAH

 

İnsan, 'Allah'ın yeryüzünde halifesi ve kâinattaki emanetçisi' olarak gösterilmiş, böylece insana fert olarak diğer varlıklara hükmetme gücü verilmiştir. Ancak insana hükmeden bir varlık daha ortaya çıkmaktadır. Bu varlık da 'topluluk'tur.

Topluluk kişilerin toplamından ibaret değildir. Kişinin kendi özel malları olduğu gibi topluluğun da malları vardır. Bu mallar kişilere ait değildir. Meselâ, yollar ve mabetler böyledir. Kişiler bunlardan yararlanırlar. Ama bunlarda ortaklıkları yoktur. Bunların bölünmesini isteyemedikleri gibi, ayrılıp giderken de bunlar üzerinde hak iddia edemezler. Ayrıca topluluk yaşayanlardan ibaret değildir. Geçmişleri vardır, gelecekleri vardır. Bu yol ve mabetleri geçmişteki atalar yaptılar. Gelecekteki çocuklar da kullanacaklar. Böylece hak sahibi fertlerin dışında bir varlık ortaya çıkmaktadır. Bu varlığın hukuku vardır. Buna bugün 'kamu' veya 'tüzel kişi' diyoruz.

İslâmiyetin yayılmağa başladığı devirlerde bu 'tüzel kişi'nin yani 'kamu'nun hukuku sözkonusu değildi. Değişik tanrılara inanan kabilelerin soyunu devam ettirme anlayışı içinde bir sosyal dengeye, çatışmacı bir düzene sahiptiler. Tanrılar kavga ediyor, insanlar da bu tanrılardan birine katılarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Din değiştirmek mümkün değildi. Dininden ayrılan tanrısız kalır ve diğer tanrılarla birlikte kendi tanrısı da onu parçalardı. Böyle bir görüşe sahiptiler.

Arabistan'ın dışında, Bizans ve İran'da da anlayış bundan farksızdı. Buraları yöneten hanedanların tanrıları galip gelmiş ve onların varisleri olan çocukları şimdi bu ülkelerin sahibi bulunuyorlardı. Yani imparatorluklar birer hanedanın malı sayılıyordu. O devirdeki anlayışları böyleydi.

İslâmiyet, bir taraftan Arapları devlet öncesi aşamadan devlet aşamasına geçirirken, diğer taraftan devletleri veya toplulukları birer hanedanın mülkü anlayışından topluluğun ayrı bir varlık anlayışı içine götürüyordu. Bu anlayışın gelebilmesi için bu topluluk haklarının sahibini bulmak gerekiyordu.

Bu yolların, bu mabetlerin sahibi kimdi?

Kur'ân bunun sahibini yani kamu hukukunun sahibini 'Allah' olarak ortaya koymuştur. Çünkü Allah yeryüzünde insanı halife kılmış ama insanların tek başlarına bu hilafeti yürütmelerini değil, cemaatleşerek ve topluluk kurarak, geçmişten geleceğe görevleri yüklenerek götürmeleri düzenini koymuştur. Böylece Allah ayrı ayrı insanları değil de, bütün insanlığı kendisine halife kılmıştır. Buna dayanarak yollara 'Allah'ın yolları', mabetlere de 'Allah'ın evleri' denmiştir.

'Allah' kelimesi, O'nun yeryüzündeki halifesi olan topluluğu ifade ediyordu. Böylece Arapların daha önce hiç bilmedikleri bir kavram, kamu kavramı, devlet kavramı, 'Allah' kelimesi üzerinde bina ediliyordu.

Allah insanları eğitmek için peygamberler gönderiyor ve kişi onlardan Allah'a nasıl halife olacağını öğreniyordu. Böylece kişi Allah'ın istediği bir insan oluyordu. Nasıl fabrikada görevlerini yapan işçi görevleri yaptığı müddetçe orada kalır, fabrikayı fesada verdiğinde işinden atılırsa, bunun gibi eğer insan da yeryüzünde fesatlık çıkarırsa cezalandırılır görüşü, İslâmiyet'in temel görüşü olmuştur. Peygamberler sadece Allah'ın birer elçileri olup görevleri sadece tebliğden ibaretti.

İnsanın görevi burada bitmiyordu. İnsanların birleşmesinden oluşan topluluk, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak da fertlere başkanları gönderiyor, dünya işlerini düzenliyor, topluluk işlerini düzenliyordu. Böylece 'Allah' kelimesi topluluğu ifade ederken; 'resul' kelimesi de başkanları ifade ediyor.

Allah'ın halifesi 'topluluk'; resûlün halifesi de 'başkanlar' oluyordu.

Resûlleri Allah gönderiyordu.

Başkanları da topluluk seçiyordu.

Kur'ân okunurken ve manası düşünülürken, bu iki anlayışın sürekli olarak gözönünde tutulması gerekir.

Birinci anlayış; kâinatı var eden Allah vardır, bizim fertler olarak O'na karşı hak ve vazifelerimiz vardır. Kur'ân bize bu hak ve vazifelerimizi öğretmektedir.

İkinci anlayış ise; Allah'ın yeryüzünde halifesi vardır, o da topluluktur. Kur'ân bize o topluluğa karşı olan hak ve vazifelerimizi öğretmektedir.

Birinci anlayıştaki hak ve vazifelerin hesabını doğrudan doğruya biz Allah'a vereceğiz. Bu hususta birimizin diğerine herhangi bir şey sorma hakkı yoktur. Kimse kimseye hesap verme durumunda değildir.

İkinci anlayışta ise yine Allah'ın emri olarak ve O'nun halifesi olarak insanlar diğer insanlara yani  topluluğa hesap verme durumundadırlar. Karşılıklı sorumlulukları vardır. Böylece hürriyetler ile düzen arasında denge kurulmuş olacaktır.

 

 

ALLAH'IN HALİFESİ İNSAN

 

İnsan, yeryüzünde davranırken, Allah'ın bir halifesi olarak görevli olduğunu, ona göre hareket etmesi gerektiğini bilmek ve hatırlamak durumunda olduğundan, 'Bismillah' diyerek hareket etmektedir. 'Bismillah' insana bunu hatırlatmaktadır.

Allah onu kendisine halife yaparken nasıl davranılması gerektiğini kendisine içtihat yoluyla bildireceğini de bildirmiş, hatta hata etse bile hatasından değil içtihadından sorumlu olduğunu peygamber yoluyla anlatmıştır. Bu görevleri yerine getirirken yani içtihad ederken diğer insanlardan tamamen bağımsız olarak kendi anlayışına göre davranmakla görevli bulunmaktadır. Bu görevde iki devlet görevlisinin ayrı ayrı eşit şartlarla yetkili kılınmasına benzemektedir. Herkes kendi sahasında ve kendi görevinde bağımsızdır. İnsanların tümü birbirine eşittir. Sadece kendi iradeleriyle diğerlerinden bilgi almaya mezundur. Küçük ve özürlülerin dışında, birinin diğeri üzerinde herhangi bir üstünlüğü yoktur.

Diğer taraftan, insan Allah'ın halifesi olduğundan, bu açıdan bakıldığında diğer insanlar içinde ayrı bir yeri vardır. Onlarla görüşüp müzakereler yaptığı zaman, Allah'ın halifeleri ile müzakere yapmakta olduğunu bilmek durumundadır. Onlardan sorup öğrenmek ve onlara bildiklerini öğretmekle de görevlidir. Onlarla yaptığı sözleşmeler Allah ile yapılmış kabul edilecektir. Böylece insan vermiş olduğu sözünde durmak zorunda kalacaktır. Bir şeyi başkasına satarken sattığı şeyin Allah'a ait olduğunu, O'na vekaleten, O'na hilafeten sattığını, alıcının da aynı durumda olduğunu, burada sadece bir görev devrinin sözkonusu olduğunu tarafların bilmesi gerekmektedir.

İşte insana her seferinde bunu hatırlatan 'Besmele' cümlesi olmaktadır. Allah ile insanın durumu düşünülür ve 'Besmele' ona göre söylenirse, o zaman bu mana çok açık olarak anlaşılmış olur.

Bir kimse bir toplulukta aynı sözleşmeyi değişik kimselerle yapar. Allah adına yapılan bu sözleşmeleri kimler yapmışsa onları bağlar. Bir topluluğun üyesi olan yeni bir insanla karşılaştığında onunla ayrıca yeniden sözleşme yapmak durumundadır. Yeni sözleşmelerle bunları her zaman değiştirme hakları vardır. Taraflar anlaşarak eski sözleşmeyi ortadan kaldırabilirler.

İçtihat da böyledir. Kişiler içtihatlarını değiştirebilirler. Ondan sonra yeni içtihat ve yeni sözleşme geçerli olur. Eski hükümler nesh edilmiş ve yeni hükümler doğmuş olur.

 

 

İÇTİHAT VE İCMA

 

İslâmiyet'in getirdiği özel bir durum vardır. Bu da topluluğun Allah'ın halifesi olması sonucu doğan bir özelliktir.

Eğer kişi bir topluluğun bütün fertleri ile anlaşmış ise bu anlaşmanın diğer anlaşmalardan farklılığı vardır. Artık bu anlaşmaları değiştirme yetkisi ortadan kalkar.

Bu durumda olan insan kişilerle değil, topluluğun tüzel kişiliği ile yani Allah ile değiştirilemeyecek şekilde anlaşma yapmış olur. Sadece yaşayanlarla değil, geçmiştekilerle ve gelecektekilerle de anlaşmış olur. Dolayısıyla, bu anlaşmayı bozmak onun için artık mümkün olmaz.

Buna 'icma' denmektedir.

İçtihat olsun, icma olsun, her ikisi de Allah'ın birer emirleri olarak kabul edilmekte; ancak içtihatta değiştirme yetkisi verilmekte, icmada ise bu değiştirme yetkisi verilmemektedir. Başka bir deyişle, özür olarak kabul edilen hata içtihatta mevcut olduğu halde, icma kesinliği ifade etmektedir.

Kur'ân gelmeden önce içtihat ve icma müesseseleri yoktu.

Peygamberler insanların nasıl davranacaklarını Allah'tan vahiy alarak onlara öğretiyorlardı. İnsanlar hayatlarını ve dünya düzenlerini bu vahye göre düzenliyorlardı.

Kur'ân ile 'vahiy son bulmuş', onun yerini 'icma' ve 'içtihat' almıştır.

İşte Kur'ân'da 'Allah' kelimesi böylece yeni bir mana daha kazanmış ve "Allah böyle diyor" dendiği zaman  veya "Allah'ın emirlerine uyun" dendiği zaman 'icma ve içtihatlara göre hareket edin' denmiş olur.

"Bismillah" diyen bir insan; "Ben icma ve içtihatlara göre hareket ediyorum" demiş olur.

 

 

 

bölüm

 

DİLİN YAPISI

 

İsim Cümlesi ve Fiil Cümlesi

Dilin  esas yapısında, 'isim cümlesi' ise mübteda ve haber; 'fiil cümlesi' ise fiil ve fail; ve bazen de fiil cümlesinde mef'ul olmak üzere iki veya üç esas kelime vardır. Cümlenin yapısı bunlarla oluşur. Bunları birbirine bağlayan harf kelimeler vardır.

Bununla beraber, bilhassa isimler yani mübteda, haber, fail veya mef'uller, çoğu zaman birer kelimeden ibaret olmayıp kelime grupları halinde ortaya çıkarlar. Böylece kullandığımız kelimelerle değişik manaları ifade ederiz. Bunlardan biri Türkçede 'tamlama' dediğimiz 'izafet'tir.

 

İzafet: Muzaf ve Muzafun İleyh

İzafet, iki isimden oluşur.

Bunlardan biri, cümlede mübteda, haber, fail veya mef'ul olandır. Asıl görevi yüklenmiştir.

İkincisi ise, bu kelimenin manasını özelleştiren bir kelimedir. Arapçada ikinci olarak gelir. Türkçede ise başta gelmiş olur.

'İsmullah'ı Türkçeye "Allah'ın ismi" olarak çeviririz. Birincisine tamlanan yani muzaf; ikincisine ise tamlayan yani muzafun ileyh denir.

Muzaf, cümledeki yerine göre son harfi esreli, üstün veya ötreli olur. Fail ötre, mef'ul ise üstün, harf-i cerden sonra gelmişse esreli olur. Muzafun ileyh olduğunda esreli olur. Allah'taki 'He' harfinin esreli olması buradandır.

 

İzafet Nedir?

İzafet, bir şeyin başka bir şeye ait olduğunu göstermek için kullanılmaktadır.

"Ahmed'in kalemi" derken, kalemin Ahmed'e ait olduğunu belirtmektedir. Bu ait olma bazen cüz yani parçası olma anlamındadır. 'Arabanın lastiği' dediğimiz zaman, böyle bir aitliği ifade etmiş oluruz. 'Güneşin ışığı' derken de, güneşin yeryüzüne olan etkisini anlatmış oluruz.

Daha önce belirttiğimiz 'zat' ve 'sıfat' şeklindeki ayırım, izafetlerde de kendisini göstermiş olur.

'Besmele'deki izafet, etki aitliği ile ilgili olup, burada isim ile Allah'ın bütün etkileri yani bize olan görünüşünü ifade etmiş olur.

 

İzafiyet Nedir?

Hiç görmediğiniz bir varlığa ilk defa bir tarafından baktığınız zaman, onu sadece gördüğünüz tarafı ile bilebilirsiniz. Ne diğer tarafının, ne de içinin ne olduğu hususunda sizin bilginiz olmaz. O varlığa değişik tarafından bakanlar değişik yönleri ile görürler. Hele içten bakanlar veya içinde olanlar bambaşka bir şey görürler. O varlığı hepsi ayrı ayrı algılarlar. Oysa algılanan varlık aynıdır. Ama görenlerin kafasında oluşan varlıklar farklıdır.

Buna 'izafiyet' denir.

Bunun yalnız mekân için değil zaman için de sözkonusu olduğu bügün anlaşılmış bulunmaktadır. Bundan bin sene önce yaşamış olan insanlar için beşyüz sene önce geçmiş olan olaylar gelecek idi. Ama bizim için geçmiştir.

İşte 'Besmele'deki isim ile Allah'ın kendisi değil, değişik kimselere değişik şekilde görülecek olan esmadan bahsedilmektedir. Allah birdir, değişmezdir, ama O'nun bizim tarafımızdan görünüşü yani O'nu bilmemiz farklıdır. Bundan dolayıdır ki, Allah'ın kendi üzerinde değil, isimleri üzerinde düşünmemiz ve anlamamız gerekmektedir. Bizim gücümüz buna yetmektedir.

 

İzafetlerde Bazı Özellikler

İzafetlerde kelimelerin ikisi nekre olabilir.

'Bir koyunun bir gözü kör olabilir' dediğimiz zaman, nekreyi nekreye izafe etmiş oluruz. Burada göz de koyun da belirsizdir. Böyle izafetlerde ne birincisinde ne de ikincisinde tarif harfi bulunmaz. Birincisinde tenvin de kalkar, ikincisinde ise kalır.

'Besmele'deki terkip bu kabil bir terkip değildir.

İzafetlerde kelimelerin birincisi veya ikincisi bazen nekre olur. 'Keseceğimiz koyunun bir gözü kördür' dediğimizde, burada koyun marife göz nekredir. Bu takdirde arada bir 'lam' veya 'mim' harfi kullanılır. Eğer izafet cüz izafeti ise 'mim', eğer tesir (etki) izafeti ise 'lam' harfi kullanılır. Ve hangisi nekre ise o tenvinle getirilip diğeri harfi tarifle getirilir. "Aynun l'iş-şati" 'koyunun bir gözü' veya "el-aynu li- şatin" 'bir koyunun gözü' şeklinde söylenir.

 

'Besmele'de İzafet

'Besmele'de olan izafet ise marifenin marifeye izafesidir. "Keseceğimiz koyunun sağ gözü" dediğimiz zaman, marife ile marifeyi izafe etmiş oluruz. Bu takdirde birinci kelimede harf-i tarif bulunmaz, ikinci kelimede bulunur. Ama birinci kelimede de harf-i tarif varmış gibi mana verilir.

'Besmele'de 'Allah' özel isim olduğundan marifedir. Ona 'lam'sız izafe edildiğinden isim de marifedir. Yani burada Allah'ın herhangi bir ismi değil, Allah'ın belli bir ismi veya bütün isimleri kastedilmektedir. Bu isimlerin birini değil tümünü birden anlamamız gerekmektedir.

Bu isim kelimesinin marife olması, bu kelimenin tarafımızdan yeteri kadar bilinmesi gerektiğini de ifade etmektedir. Yani onun ismiyle okuyabilmemiz veya hareket edebilmemiz için onu bilmemiz ve ona göre davranmamız gerekmektedir. İlk inen ayette; "Seni var edenin ismiyle oku" emri, bu isim kelimesinin marife olmasının izahıdır. Sonra Fatiha'da da; "Bize doğru yolu göster" ifadesi de, yapmamız kadar bilmemizin de gerektiğini ortaya koyar.

İçtihad amel kadar farzdır.

 

 

İNSANIN HAK VE VAZİFELERİ

 

Kâinata baktığımızda, her şeyin bir yeri ve işi olduğu; boş, gelişi güzel ve gereksiz hiçbir şeyin var edilmediği görülür. Tarih boyunca bunun aksini iddia edenler olmuş ise de, ilmi araştırmalar ilerledikçe her şeyin hikmete istinad ettiği anlaşılmakta ve karışık gibi görünen şeyler gittikçe azalmaktadır. Kâinatta şaşmaz bir denge ve düzen bulunmaktadır.

Kâinatta bulunan varlıkların en mükemmeli olan insanın da elbette kâinat içinde bir yeri ve görevi olmalıdır. Bunun yanında kendisinin Allah'ın halifesi olarak yetkileri de bulunmalıdır.

Kur'ân, işte bu görev, yetki, hak ve sorumlulukları ortaya koyan, öğreten, düzenleyen bir kitaptır. Bütün peygamberler ve kitaplar, bu işi yapmak üzere geldiklerini, bunun için gönderildiklerini söylemiş ve bunu gerçekleştirmişlerdir.

İnsanın hak ve vazifelerini, yetki ve sorumluluklarını tesbit ederken, iki ayrı şekilde düşünmemiz gerektiğini daha önce belirtmiştik.

İnsanın birinci hak ve vazifesi;

Allah'ın bir görevlisi olarak, O'nun koyduğu tabii ve sosyal kanunlar içinde yine O'nun verdiği hak ve görevleri kullanmaktan ibaret olan bir yükümlülüktür.

Bunun hesabı diğer insanlara değil de doğrudan doğruya Allah'a verilecektir. Bu görevlerinde insan tam hür ve bağımsızdır. Diğer insanlarla ancak öğrenmek için istişare etmelidir. İşte Allah'ın zatını kastederek 'Bismillah' dediğimiz zaman bunu ifade etmiş olur, insanın yaratılıştaki tabii hak ve vazifelerine bağlılığımızı belirtmiş oluruz.

Kur'ân'ı da, bu hak ve vazifeleri öğrenmek ve öğretmek, anlamak ve anlatmak, yapmak ve yaptırmak için okuduğumuzu ifade etmiş oluruz.

İnsanın ikinci tür hak ve vazifeleri ise;

Yaşamış olduğu toplulukların içinde onlarla yaptığı sözleşme ve anlaşmaların gereği olarak doğan hak, vazife, yetki ve sorumluluklarıdır.

Bu ikinci tür yükümlülükler de Allah'a karşı yükümlülükler gibidir. Çünkü diğer insanlar, ayrı ayrı Allah'ın halifesi oldukları gibi, topluluk da tüzel kişiliği ile Allah'ın halifesidir. Bunun diğer tabii haklardan farkı, burada sorumluluğun doğrudan doğruya Allah'a karşı olacağı yerde, O'nun halifesi olan insanlara karşı oluşudur. Bu ikinci hakların birincilerden bir farkı daha vardır. Tabii hakları değiştirmek veya seçmek gücümüz olmadığı halde, bu ikinci tür hakları sözleşmelerle biz tanzim ediyoruz.

İşte, 'Allah' kelimesini 'topluluk' olarak veya 'devlet' olarak anladığımız zaman, isim kelimesi de sözleşmelerin oluşturduğu anlaşmaları kapsamış olur.

Bu yükümlülükleri insanlar kendileri koyduklarından bunlara 'mevzuat' denmektedir. Yani hakların bir kısmı 'fıtrî haklar'dır; Batılılar bunlara 'tabiî haklar' diyorlar. Bir kısmı 'mevzu haklar'dır; Batılılar bunlara 'müsbet haklar' diyorlar. 'Allah'ın ismi' denirken, 'Allah' kelimesine verilen hakiki ve mecazi manalar ile bu iki hak sistemi isim kelimesi ile ayrı ayrı ifade edilmiş olur.

 

'Bismillah' ile Hakların Doğuşu

İsmin dil ile ilgisinin bulunması dolayısıyla, insanın mevzu hakları dil ile ifade edilen anlaşmalarla doğmaktadır. Bütün muamele önce sözlerle yapılmakta, o sözler sonunda hak ve görevler doğmaktadır. Bir kadınla erkek, sözlerle evlenme akdini yaptıklarında, aralarında bütün karı - kocalık hukuku doğmakta ve birbirleri ile buluşmaları en tabii hak ve görev olmağa başlamaktadır. Oysa 'evlendik' kelimesini söylemeden yapılacak böyle bir buluşma suç sayılmakta ve aralarında herhangi bir hukuk doğurmamaktadır.

İşte böylece 'Bismillah' derken; 'mevzu haklarımızı önce sözlerle düzenler ve sonra o düzenlemenin doğurduğu hak, vazife, selahiyet ve mes'uliyet içinde gerçekleştiririz' demiş oluruz.

Kur'ân okumaya başlarken de 'Bismillah' derken; Kur'ân'ı böyle aramızdaki hak, vazife, yetki ve sorumlulukları belirlediğini ve bizim onu kabul ettiğimizi, böylece Kur'ân'ın ortaya koyduğu mevzu hakları ile de yükümlü hâle geldiğimizi ifade etmiş oluruz.

 

Ayırım ve Açıklık

İzafetler bazen ayırım yapmak için kullanılır.

"Ahmed'in kalemi" derken, kalemi başkalarından ayırmak için söylenilmiş olur. Bazen de, sadece açıklama yapmak için izafet yapılmış olabilir. "Kayseri'nin Erciyes Dağı kayak kaymağa müsaittir" dediğimizde, Erciyes Dağı zaten Kayseri'dedir. Aslında 'Kayseri' demeye gerek yoktur. Ama açıklık getirmek için böyle bir izafete gerek görülebilir. İsim kelimesinden, tabii ve içtimai kanunlar ve varlıklar anlaşılıyorsa, bunların hepsi zaten Allah'ındır. İsim kelimesinden topluluğun mevzuatı anlaşılıyorsa, mevzuat zaten topluluğundur. Bu takdirde bu izafet 'tahsis izafeti' değil 'tebyin izafeti' olacaktır.

Ancak, insanlar Allah'a ya inanmamış veya inanmış gibi davranmış olabilirler. İnanmayanlara yanlış inandıklarını belirtmek, inanmış olanlara da hatırlatmak için 'Allah' kelimesine izafet yapılmıştır. Burada isim, verdiğimiz anlamlarda değerlendirilince hakiki manasıyla değil, mecazi manada kullanılmış olmaktadır.

Bir listede, "Ahmed'in adını da yaz" dersek, burada kastedilen şey, listede isminin yazılması değil, o listenin ifade ettiği manayı o kişiye yüklemektir. Meselâ, ona da pay ayırmaktır.

Burada da 'Allah'ın ismine' derken, isim kelimesinin lâfzına değil manasına işaret etmiş oluyoruz. 'Allah'ın ismi' dendiği zaman, O'nun tabii ve içtimai nizamını veya topluluğun mevzuatını anlamış oluyoruz. Ancak, bunun 'mücmel' olduğu aşikârdır.

Nedir bunlar ?

işte bundan sonraki iki kelime 'er-Rahman' ve 'er-Rahiym' bu mücmelliği açıklamaktadır. Sonra Fatiha'da bu 'er-Rahman' ve 'er-Rahiym'den daha geniş olarak açıklanmaktadır.

Kur'ân ise Fatiha'nın bir izahıdır. Böylece 'Bismillah' terkibi bütün  Kur'ân'ın hülâsası olmaktadır.

 

İzafet ve Tavsif

İsimleri izafet yaparak onların daha belirli yerlerde kullanılmasını sağlamış oluruz. İsim deyince her varlığın ismi anlaşılabileceğinden, 'Allah'ın ismi' diyerek isim kelimesinin manasını özleştirmiş oluruz. Bunu izafetle yaptığımız gibi tavsifle de yaparız.

Tavsif, kelimeye bir isim değil de bir sıfat getirmekle olur. Yine sıfatlar, izafette olduğu gibi Türkçede isimlerin başına geldiği halde, Arapçada sonuna gelmektedir.

 

İsimler ve Sıfatlar Arasındaki Fark

Sıfatla isim arasındaki fark, sıfatların ancak diğer isimlerle beraber olması ve tek başına sıfatın bir varlığının bulunmamasıdır. Bir şey büyük veya küçük olabilir. Tek başına büyük veya küçük yoktur. Bir şey hareket eder. Tek başına hareket yoktur. İsimler mekânları işgal eden, dolayısıyla zatları olan varlıkları ifade ederler. Oysa sıfatlar varlıkların üzerinde bulunup, kendilerinin hacim olarak mekânları yoktur. Bu iki şeyi ayırmak için dilde isimler ve sıfatlar birbirinden ayrılmıştır.

Ne var ki, Allah'ın isimleri sıfatlarından ibarettir. Zaten isim yani kişinin ismi zatını göstermekle beraber, kelime olarak sıfattır. Çünkü o ismin zat olmadan manası yoktur. İşte bundan dolayıdır ki burada 'Allah'ın ismi' derken O'nun sıfatlarını, 'topluluğun ismi' derken de O'nun düzenini ve mevzuatını anlıyoruz.

İsimle sıfat arasında başka bir özellik, biz çocuğumuza ad takarken çocukla isim arasında bir ilişki kurmamış olabiliriz. Bir ad vermemiz gerektiği için ad verebiliriz. Oysa çocuğumuzu tavsif ederken sıfatla çocuk arasında bağlılık olduğu için o sıfatı kullanırız.

Kur'ân'da geçen bütün isimlerin böylece aynı zamanda tavsifi olduğunu kabul ediyoruz. Meselâ, aslında Arapça olmayan 'İbrahim' kelimesinin 'BURHAN' kökünden geldiğini kabul ediyor ve ona göre bu ismin kendisine verilmiş olduğunu ifade ediyoruz. Çünkü insanlara tartışmayı ve delil göstermeyi ilk öğreten peygamber İbrahim Peygamber'dir. Böylece Kur'ân'daki isimlerle sıfatlar arasında, kişi ile varlıklar arasında aynı ilişkiler vardır.

 

'el' Harfi Tarifi ve İşaret Sıfatları

Kelimelerin marife ve nekre olduklarını, marife olanların 'el' harfi tarifiyle belirlendiğini daha önce belirtmiştik. 'el' harfi tarifini kavrayabilmek için Türkçedeki 'bu, şu, o' işaret sıfatlarını bilmemiz ve onlarla karşılaştırmamız gerekmektedir. Ben, sen ve o kelimelerinin değişmiş şekli olan bu, şu, o yakında olanı, uzakta olup görüneni ve görünmeyeni işaret etmek için kullanılır.

'B' dudaklardan çıkan harftir, 'Ş' ortadan çıkan harftir, 'O' ise en uzaktan çıkan harftir. Sonlarındaki 'N' harfleri söylenişi tamamlamak için olup 'onlar' derken de 'O'nun sonunda 'N' olduğunu ifade etmiş oluruz. 'N' 'L'ye dönüştüğünde 'O' 'OL' şeklinde söylenmektedir. 'ŞU' da 'ŞOL' şeklinde söylenmektedir.

"Şol cennetin ırmakları" diye başlayan mısraları herkes bilir. "Bir koyun al ve o koyunu Ahmed'e ver" şeklindeki  cümleyi, "bir koyun al ve ol koyunu Ahmed'e ver" şeklinde söylersek, Arapların harfi tarifi ile Türkçedeki söyleniş aynı olmuş olur. Bunun Fransızcada 'le' şeklinde olması bir rastlantı ile açıklanamaz.

"Adamı gördüm" yerine "o adamı" veya "ol adamı gördüm" diyebiliriz ve böylelikle Arapçanın harfi tarifini Türkçede kullanmış oluruz.

 

Harfi Tarifin Dört Manası

Harfi tarifin dört manası vardır.

Bunlardan ikisi belli varlığı göstermek içindir. "Senin konuştuğun ol adam benim de arkadaşımdır" derken, hangi adamın kastedildiği iki tarafça bellidir. "Dün bir adam bana çarptı sonra ol adam bir de davacı oldu" derken, burada adam taraflarca bilinen adam olmayıp sadece zihinlerde bilinmektedir. Birincisiyle tanımlanmıştır.

İşte iki tarafça bilinene 'haricen ahd' yani dışardan bilinen, ikincisine ise 'zihnen ahd' yani tanımlanarak bilinen diyoruz ve böylece müfretlerde tek kişiyi, çoğullarda da sayıları ve kendileri belli olan çok kişiyi ifade ediyoruz.

İkinci grupta ise tek varlıktan çok bütün varlıkları kastediyoruz. "İnsan akıllıdır" dediğimiz zaman burada insan dediğimiz varlığın yani bütün insanların akıllı olduklarını ifade ediyoruz. Tek varlığı değil, o ismin delalet ettiği bütün varlıkları kastediyoruz. Burada kastımız, varolanların tümü değil de, varolsun veya olmasın o varlığın cinsini kastediyorsak, bu harfi tarife 'cins harfi tarifi' denir. Yok eğer oradaki kasdımız varolanların eksiksiz tamamı ise, sayıları bilinememekle beraber bütününü içine alıyorsa, buna da 'istiğrak' denir.

 

 

 

bölüm

 

'RAHMAN': YAŞATAN

 

'er-Rahman'daki 'el' harfi tarifi 'Allah'ı ifade ettiğine göre 'ahd-i harici' içindir. Yani taraflarca bilinen bir varlığı tanımlamaktadır. Bununla beraber, eğer karşı taraf Allah'ı bilmiyor ve inkâr ediyorsa, o zaman bu harfi tarif 'ahd-i zihni' olmuş olur. Daha önce ismi geçen Allah'ın 'er-Rahman' olduğu belirtilmiş olur. "Dün bir adam gördüm o siyah bir adamdı" cümlesindeki ifademiz böyle bir marifeliği gösterir.

Diğer taraftan Allah'ın kendisinin zaten 'rahman' olması dolayısıyla burada 'el' cins için de kabul edilebilir. Yahut bütün rahmetin Allah'a ait olduğunu ifade etmek için de söyleyebiliriz. Böylece rahmette istiğrakı kasdetmiş olabiliriz.

Demek ki, 'er-Rahman'daki 'el' harfi dört çeşitte düşünülebilir. Dördünün de manası doğrudur.

Sıfatlar bir marife ismini tavsif ediyorlarsa kendileri de marife olurlar. Bir nekre ismi tavsif ediyorlarsa kendileri de nekre olurlar. Burada 'er-Rahman' kelimesi Allah'ın sıfatı olarak alınabilir. O takdirde O'nu tavsif ettiği için marife gelmiştir.

Bununla beraber 'er-Rahman' kelimesi Allah'ın sıfatı olacağına ismin bedeli de olabilir. Yani 'Allah'ın ismiyle' derken 'O Allah'ın ismi nedir?' sualine cevap olarak 'er-Rahman' kelimesi ile açıklanmış olur. Türkçede olduğu gibi bedeller daha önce söylenmiş kelimelerin yerine geçen ve onları açıklayan kelimelerdir. 'Allah'ın ismiyle' diyeceğimize 'Rahman ile' demiş oluruz. Böylece Allah'ın esas isminin yani sıfatlarının 'rahman' olduğunu belirtmiş oluruz.

Gerek sıfat olsun gerekse bedel olsun, son harekeleri hep aynı isimdeki gibi olur. Bu itibarla eğer 'er-Rahman' sıfat ise, Allah esreli olduğu için esrelidir. Yok eğer 'er-Rahman' bedel ise, isim esreli olduğu için esrelidir. Her iki mana da doğrudur. Yaygın olan anlayış 'rahman'ın sıfat olmasıdır. Ancak bize göre, bedel olarak manâlandırma birçok bakımdan bizim yeni düşüncelerimizi harekete geçirdiğinden daha önemlidir.

 

 

'RHM' KÖKÜ VE KELİMELER

 

'Rahman' kelimesi 'RHM' harflerinden oluşmuştur. 'Rahiym' çocuğun büyüdüğü anne karnına denmektedir. Bu kelimenin başlangıçta 'et' anlamında olan 'Lahm' kelimesinden dönüşmüş olması ihtimali vardır.

İlk isimler gözle görülen eşyalara verilmiştir. Harflerin yakın mahreçli olanlarının benzer manaları taşıdığı hususu dikkate alınacak olursa 'haram' kelimesinin de bu 'rahm' kelimesi ile yakınlığı olması gerekir. Nitekim birbiriyle evlenemeyecek derecede yakın olanlara 'mahrem' denmektedir. Yabancıların giremeyeceği evin kapalı yerlerine 'harem' denir.

'Rahim' kelimesi dudaktan, boğazdan ve ortadan çıkan üç harften oluşur. Arapçada umumiyetle kelimeler böylece üç mahreçten çıkar. 'SMY' veya 'İSİM' olarak düşündüğümüzde onun da böyle bir özelliği olduğu görülür.

 

 

'RAHİM'

 

'Rahim' kelimesi, çocuklu anneyi hatırlattığı gibi, çocuğun varolmasını da hatırlatmaktadır. 'Rahmet etmek', mecaz olarak bir çocuğun var edilip oluşturulması ve geliştirilmesi gibi; bir kimsenin veya kimselerin her türlü ihtiyaçlarını karşılamak anlamına da gelmektedir. Burada 'rahmet', maddi manada değerlendirilmektedir. Nitekim Kur'ân'da 'rahmet' kelimesi yağmur anlamında kullanılmaktadır. Susuz kalmış topraklara, sararıp kurumuş topraklara yağmurun yağması sonucu yeşillenmiş olması bir rahmet olmaktadır. 'Rahmet' kelimesinin bu manası nimet olarak da adlandırılmaktadır. N'nin L ile; Ğ'nın Ha ile aynı mahreçli olduklarına dikkat edilmelidir.

'Rahm'ın diğer manasını Türkçede daha çok 'merhamet' olarak manâlandırıyoruz. Bu annenin çocuğuna duyduğu duygular olup ondan hiç bir şey ve hiç bir karşılık beklemeden sadece ona karşı duyduğu sevgiden dolayı ona vermiş olduğu bütün davranış ve duyguları ifade eder. Yani 'nimet' kelimesinin şuur ve hislerle ilişkisi olmadığı halde, 'rahmet' kelimesi maddi olduğu kadar manevi bir bağı da taşımaktadır.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki; 'rahmet' kelimesi maddi-manevi bütün ihtiyaçların her şey için ve herkes için giderilmesi olarak ve böylece yeniden varolup gelişmesinin sağlanması anlamındadır. Diğer sıfatlardan farklı olarak 'Besmele'de 'rahmet' sıfatının seçilmiş olması buradan gelmektedir

 

 

'RAHMET', CENNET VE CEHENNEM

 

'Rahmet'in zıddı 'gazap' (gadap)tır.

Gazap, ya rahmet duygularının zıddı olan bir duyguyla yapılır veya yine rahmet olarak gazap edilmiş olur. Bir annenin çocuğuna karşı onu tehlikelerden korumak amacıyla sert davranması veya onu cezalandırması, onu sevmediğinden veya ondan nefret ettiğinde dolayı değil; tam tersine, onu çok sevdiğinden, ona zarar vermek istemediğinden dolayıdır. Allah'ın gazap etmesi de, yarattıklarına zulmetmesinden dolayı değil; onlara olan merhametinden dolayıdır.

Bize zararlı olan bir şeyi yediğimizde acı duyarız. Bu acı bizi zararlardan korumak içindir. Hastalandığımız zaman sancılanırız. Bu sancının varlığı, tedavi olmamıza bizi zorlaması içindir. Rahmettir.

Allah rahmet olarak cenneti var etmiştir.

Cehennem de bir rahmettir.

Cennete lâyık olmayanlar, orada yani cehennemde pişirilip olgunlaştırılacaklardır. Cehennem, cennete doğrudan doğruya götürülemeyecek olanların eğitim, yetiştirilme ve pişirilme yeridir. Dünyada ve âhirette çekilen  azapların hepsini böyle anlamak gerekmektedir. Onun içindir ki, 'Besmele'de Allah'ın yalnız 'rahmet' sıfatı zikredilmiş, diğer bütün sıfatların 'rahmet' içinde bulunduğu ifade edilmiştir.

Kur'ân'da Allah; "Benim rahmetim her şeyi içermiştir (kaplamıştır)" demek suretiyle, kâinatta ne varsa hepsinin O'nun 'rahmet sıfatı'nın tecellisinden ibaret olduğunu beyan etmiştir. 'Besmele'nin içinde de bu kelimeyi kullanmıştır. Yağan yağmurun her damlası gibi, kâinatın her zerresi her an O'nun rahmet ışığı olarak yanıp sönmektedir.

 

 

İSM-İ FAİL, İSM-İ MEF'UL VE

SIFAT-I MÜŞEBBİHE

 

İsimleri tavsif eden sıfatların bir kısmı fiillerden türetilmiş ve o fiilin faili veya mef'ulü olduğunu gösteren kelimeler olmaktadır. Meselâ, 'katil' kelimesi, katil fiilini işleyen kimsedir. 'Maktul' ise, katledilen kimsedir.

'er-Rahman' kelimesi, böyle fiilden türetilmiş bir kelimedir. Fail manası vardır. 'Rahmet eden' anlamına gelmektedir.

Bu tür fiillerden türetilmiş kelimelerden ister fail, ister mef'ul anlamında olsun, bazıları o fiili bir defa işlemiş olmakla veya o fiile bir defa maruz kalmakla o sıfatı kazanmış olurlar. Bunlara 'ism-i fail' veya 'ism-i mef'ul' denmektedir.

Bu tür kelimelerin bir kısmı ise o fiilleri devamlı yapan veya o fiillere devamlı maruz kalan kimse veya şey veya nesne için kullanılmış olur. Meselâ, 'katil' kelimesi de katil anlamına gelmekteyse de, 'katil' bir defa katletmiş anlamında iken; 'katiil' kelimesinden katletmeyi sanat haline getirmiş olan kimse anlaşılır. Bunlara 'sıfat-ı müşebbihe' denir.

'Rahman' kelimesi, böyle sıfat-ı müşebbihedendir. 'Devamlı rahmet eden, her zaman rahmet eden' anlamındadır.

Sıfat-ı müşebbiheler bazen fail manasında, bazen mef'ul manasında olurlar. Bazı kalıplar ise hem fail, hem de mef'ul için kullanılırlar.

Arapçada kelimelerin yapısı F, G ve L den oluşan kelimeyle temsil olunur. Birinci harf F ile, İkinci harf G ile ve üçüncü harf L ile temsil olunur. 'Rahman'ın kalıbı 'fe'lan'dır. Sonuna bir nun ilâve edilmiştir. Bu kalıp yalnız fiilin faili olan sıfatlar için kullanılır. Yani 'rahman', rahmet eden anlamında olup, rahmet edilen anlamında kullanılmamaktadır. Her zaman rahmet eden sıfatı ile Allah tavsif edilmiştir.

 

 

ALLAH'IN RAHMETİ VE KÂİNAT

 

Daha önce de belirttiğimiz gibi; kâinatın tümüne 'Allah'ın rahmeti' gözüyle bakabiliriz. Bu takdirde 'er-Rahman' sıfatı, Allah'ın kainattaki tüm tezahürü olarak ortaya çıkar. Allah kâinatı sadece rahmet olsun diye var etmiştir. Oradaki cezalar da rahmettir.

Bizim davranışlarımızın bir kısmı bilinçlidir. Davranışlarımızdan çoğu ise bizim bilincimizin dışındadır. Meselâ, ben şimdi elimin nerede olduğunu ve neler yapmakta bulunduğunu hissediyorum. Ama vücudumuzdaki trilyonlara varan hücreler, onun içinde ondan daha çok moleküller bizim bilincimizin dışında hareket yapmaktadır. Böylece bilincimiz dışında olan tüm hareketler bizim varlığımızı oluşturmaktadır. Böylece 'Allah'ın rahmeti' tamamlanmaktadır.

Bilincinde olduğumuz fiillerin çoğu bizim isteğimize bağlı değildir. Meselâ, bir yerimiz kaşındığında bunu hissederiz. Bunun bilincinde oluruz. Ama bunu durdurmak ve değiştirmek bizim irademize bağlı değildir. Kaşımak ise irademize bağlıdır. Demek ki, kâinatta cereyan eden olayların bir kısmı insanın bilincindedir, hissetmektedir. Çoğu ise bilinci dışındadır, hissetmemektedir. Hissettiklerinin bir kısmı kendi iradesine bağlıdır, bir kısmı ise iradesi dışındadır.

Demek ki; hangi tür oluş olursa olsun, tümünün asıl faili Allah'tır ve bütün bunları 'rahmet sıfatı' ile yapmaktadır.

Bu rahmetin tecellisinde insanların varlıklarının bir dahli yani herhangi bir müdahalesi yoktur. İyi olsunlar, kötü olsunlar; çalışsınlar veya çalışmasınlar; yapsınlar veya yapmasınlar herkese ve her nesneye Allah rahmet sıfatı ile tecelli etmektedir.

'Rahman' kalıbı bunu ifade eder. 'Rahman Allah'ın ismine' dediğimiz zaman, işte böyle tümünü kapsayan bir şeyi ifade etmiş oluruz.

Var edilen varlık bilinçli ise yani kendi varlığından haberdar oluyorsa, o varlığın var edilmesinde bir mana vardır. Diğerleri ise bu varlığa yaradığı müddetçe yine bir mana ifade eder. Yoksa varlığın kendisi bilinçsiz ve başkasının da bir işine yaramıyorsa, o varlığın varlığı anlamsız olur.

İşte 'er-Rahman' sıfatı; kâinattaki bütün varlıkların ya bilinçli olduklarını ya da bilinçli varlıkların varlığına yaradıklarını ifade etmektedir.

Kâinatta boş bir şey yoktur. Manasız ve gereksiz bir şey yoktur. Her varlığın ve her zerrenin mutlaka bir varlık hikmeti vardır. İşte 'rahman sıfatı'nı kullanmakla bunu da ifade etmiş olmaktadır.

İşte böyle bir Allah'a inanan bir insan, kendisini kâinatta huzur ve güven içinde hissetmektedir. Arkasında varlığında rahmeti ile kâinatı kuşatan ve kendi varlığını var edip yaşatan bir varlık vardır. Yalnız değildir. Oysa böyle bir tanrıya inanmayan kimseler, her şeyin kendisine saldırdığı bir kâinatta kendisini yapayalnız hissedecektir. Oysa şimdi 'rahman sıfatı'nın tecellisi içinde bütün kâinatı kendisinin dostu ve mülkü imişçesine onun içinde gayet rahat olarak yaşamaktadır. Onun için biz bu kelimeyi Türkçeye 'yaşatan' olarak aktarıyoruz.

 

 

CANLI VE CANSIZ ÂLEMDE DÜZEN VE DENGE

 

Kâinatta bir düzen vardır. Bu düzen cansız âlemde başka türlü, canlı âlemde başka türlü oluşmuştur.

Cansız âlemde zıt kuvvetlerin dengesi vardır. Canlı âlemde ise canlıların doğup büyümesi ve yaşlanıp ölmesi sonucu her canlıya takdir edilen bir ömür ile denge oluşmuştur.

Bu sayede yaşlanmış ve bozulmuş canlılar gitmekte, yerine genç ve sağlam canlılar gelmektedir. Böylece hasta ve bozukların ayıklanması sayesinde daha gelişmiş ve sağlam bedenlerin oluşmasına imkân vermektedir. Böylece, bir tek canlıyı düşündüğümüz zaman 'rahmet' gibi görünmeyen olaylar; tüm türler ve tüm canlılar âlemi için 'rahmet' olmaktadır.

İlk bakışta kâinatta bir 'çıkar çatışması' ve 'varlık mücadelesi' vardır gibi görünür. Oysa ince düşünüldüğü ve olaylara genel olarak bakıldığı zaman, 'çıkar çatışması' yerine 'çıkar paralelliği' ve 'varlık mücadelesi' yerine 'canlıların gelişmesi' sözkonusudur.

Bu da bir rahmettir. 'Rahman sıfatı' bu çıkar paralelliğini ve gelişmeyi  içermektedir.

Şüphesiz eğer bilinçli varlıkların ölümden sonra hayatları sözkonusu değilse, bu çıkar paralelliği ve gelişme, türler için sözkonusu olacak; ama her fert için ayrı ayrı rahmet olmayacaktır.

'Rahmet'in fertlere de ayrı ayrı teşmil edilebilmesi için bilinçli varlıkların ölümden sonra da hayatları olması icap eder.

Ölmek, bir tür ev değiştirmek, mekân değiştirmek, beden değiştirmekten ibaret kabul edildiğinde; 'ölüm' fertler için de bir 'rahmet' olacaktır.

O halde, 'er-Rahman' sıfatı âhiretin de varlığını içermektedir.

Yıldızların bizden uzaklıkları nisbetinde bizden uzaklaşmaları, ancak kâinatın genişlemesi ile açıklanabilmektedir. Üç boyutlu görünen bu mekânımızın genişleyebilmesi için kâinatın en az dört boyutlu olması icap eder. Bu bize hareketlerin varolup yok olma şeklinde değil, filimde olduğu gibi görünüp kaybolma şeklinde varolduğunu ispatlamaktadır.

Trene binen bir kişi pencereden bir çok manzaraların görünmesi ile onların varolduğunu, kaybolması ile de yok olduğunu sanır. Oysa o dağlar, o vadiler, o ağaçlar yok olmamakta, aksine hepsi yerlerinde durmaktadır. İşte bizim gözetlemekte olduğumuz doğup büyüme, varolup yok olma olayı da böyle zaman içindeki seyahatimizden ibaret olup, gerçekte her şey durmaktadır. Bu husus artık bugün bütün ilim çevreleri tarafından kesin gözü ile görülmektedir.

Bu anlayıştan hareket ettiğimizde, ölümün yok olma şeklinde değil, yer değiştirme, bir trenden inip diğer trene binme şeklinde anlaşılması zorunludur.

Yine ilim adamlarınca yapılan müşahedeler sonunda hiçbir şeyin yok olmadığı, sadece şekil değiştirdiği, maddeden enerjiye veya enerjiden maddeye dönüştüğü, bir tür enerji veya maddeden başka tür enerji veya maddeye geçtiği tesbit edilmiştir. Madde için kabul edilen bu ilke, neden ruh için kabul edilmesin?

Böyle düşünüldüğü takdirde, âhiret hayatı zorunlu hâle gelmektedir.

Yine bugün fizik ve tabii kanunların ortaya koyduğu gerçeklerden biri de, zaman ve mekânın zorunlu varlık olmayıp sonradan var edilmiş olduğudur. Bunun başka bir anlamı, zaman ve mekân dışında da varlıkların olabileceğidir. Ruhlarımızın zaman ve mekân dışında, zaman ve mekânın ötesinde varlıkları kabul edildiğinde; bu kâinatta varolmamız, bu zaman ve mekân içindeki seyahatten başka bir şey olmayacaktır. Büyüme ve değişme üç boyutlu kâinat için sözkonusu olup, dört veya beş boyutlu kâinatın statik olduğunu düşünebiliriz. Sahneye akseden filim veya trenden seyredilen manzara değişmekte ama filim veya manzaranın tümü sabit kalmaktadır.

Kur'ân'da; "rahmetim her şeyi içermiştir" derken, kastedilen sadece bu görünen kâinat olmayıp, tüm dört ve beş boyutlu mekânları, dört ve beş boyutun da dışında kalan ve zamanın da dışına çıkan ruhlar da dahil olmak üzere her türlü oluş ve varlığın rahmetin içine girmiş olduğunu ifade etmektedir.

'er-Rahman' sıfatı; böylece yalnız bu dünyayı değil âhireti de, yalnız bizim kâinatımızı değil bütün kâinatı içermektedir. Çıkar paralelliğini ve gelişmeyi bu tümlük ve genişlik içinde düşündüğümüz zaman, gerçek manasını anlamış olacağız.

 

 

YIKICI DEĞİL; YAPICI OLMAK

 

Allah yeryüzüne 'rahmet sıfatı' ile tecelli eder, 'adl sıfatı' ile de tecelli eder; o da bir rahmettir. Ancak orada büyük rahmetin yanında cezaların verilmesi nedeniyle azap da vardır.

Hakimin adilane karar verip kişiyi cezalandırması cemiyete rahmettir; ama cezalanan kişiye adalettir.

Bu durum, adalet ile rahmet arasında kurulan dengedir.

Bir kent içinde kenti yapanlar vardır, bir de eskimiş binaların yıkıcıları vardır.

Yapmak rahmettir.

Yıkmak adalettir.

Bir vücudun içinde vücudun kendi hücreleri vardır, bunlar yapıcıdır. Bir de işe yaramaz vücutları ortadan kaldırmak için mikroplar vardır. Bu da adalet gereğidir.

Melekler rahmettir. Şeytan ise adalet gereği var edilmiştir.

İşte mü'min "Bismillahirrahmanirrahiym" derken yapıcı olduğunu, yıkıcı olmadığını ifade etmiş olur. Görevinin adaletten çok rahmet olduğunu hatırlamış olur. Yani, Allah insanı kendisine rahmet sıfatında hilafet etsin diye var etmiştir.

 

 

ZORLAŞTIRICI DEĞİL; KOLAYLAŞTIRICI OLMAK

 

Kâinatta kolaylık ilkesi vardır. Her şey en basit ve en kısa yoldan, en verimli bir şekilde yaratılmıştır.

Bu rahmettir.

İnsan da Allah'ın halifesi olarak dünyada yaşarken görevinin zorluk çıkarmak olmadığını, kolaylık yapmak olduğunu bilmesi ve ona göre davranması gerekir. Başkalarına elinden geldiği kadar yardımcı olmalı ve onları sevmelidir. Hatta karşıdakiler kendisini sevmese bile o onları sevmelidir. Kötülerle değil, kötülüklerle mücadele etmelidir.

Rahmet sıfatının tecellisi gereği bu böyledir ve böyle olması gerekir.

 

 

AYRILIKÇI DEĞİL; BİRLİKÇİ OLMAK

 

Allah kâinatı ayrılıktan birliğe gidecek şekilde var etmiştir. Buna 'gelişme' diyoruz.

Varlıklar arasında işbölümünün gerçekleştirilmesine ve birbirleriyle dayanışmalarına 'birlik' denmektedir. Her varlığın kendi işini kendisinin görmesine de 'ayrılık' denmektedir.

Gerek canlılarda gerekse insanlarda ayrılıklardan birliğe doğru gidiş vardır. Böylece işler daha kolaylaşmakta ve insanlar daha çok serbest hareket etme imkânı bulabilmektedir. Buna 'tekâmül' denmektedir.

İşte insan; 'rahman ismi ile' söze veya işe başlarken; ayrılıkçı değil birlikçi olduğunu ve bu şekilde davranacağını da ifade etmiş olur. Allah'ın birlik ve rahmeti içinde hilafet görevini yüklenmiş bulunduğunu hatırlar.

 

 

BELİRSİZLİK DEĞİL; BELİRLİLİK OLMASI

 

Allah kâinatı belirli kurallar ve belirli kaideler içinde var etmiştir. Bu sayede bilgi sahibi olabiliyoruz. Ne yaparsak ne sonuçlar alacağımızı bilebiliyoruz. O sayede işler yapabiliyoruz.

Allah'ın 'sünnetullah' denen bu kanunları olmasaydı, bizim irademizi kullanarak bir iş yapmamız mümkün olmazdı.

Allah'ın kâinatı bizim anlayabileceğimiz şekilde var etmesi ve bize onu anlayacak melekeler vermesi, şüphesiz ki Allah'ın en büyük rahmetidir.

Biz de O'nun halifesi olarak yapacağımız işlerde belirlilik içinde olmalıyız. Yani başka insanlar bizim hangi şartlarla nasıl hareket edeceğimizi bilmelidirler.

Verdiğimiz sözde durmalıyız.

Akitleri ve ahitleri yerine getirmeliyiz.

Akit, belli kişilere verilen sözlerdir. Anlaşma sonucu ortaya çıkar.

Ahit ise tek taraflı, kim kabul ederse ona verilmiş olan sözdür.

İnsanın kendi kendisine verdiği sözler de ahittir. Kendisi Allah'ın halifesi olduğundan, kendisine verilen sözü de Allah'a verilmiş söz olarak kabul etmelidir.

Esasen içtihadlar birer ahittir.

Allah'ın rahmet sıfatı gereği olarak, O'nun halifesi olan insan da içtihadlara göre amel etmesi şeklinde tecelli etmiştir.

 

 

SONUÇ OLARAK...

 

Hâsılı, insan anlattıklarımız çerçevesinde 'besmele ile' ve besmeledeki rahmet sıfatı ile; yıkıcı değil yapıcı olduğunu, zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı olduğunu, ayrılıkçı değil birlikçi olduğunu, belirsizlik içinde değil belirlilik içinde görevli olduğunu hatırlamış olacak ve Allah'a dolayısıyla diğer insanlara karşı taahhütte bulunmuş olacaktır.

İnsanın 'rahmet' sıfatı içinde kendi yolunu çizebilmesi için herkesi dinlemesi ve en iyi yolu seçmesi gerekmektedir.

Ayrıca, iyilikte başkaları ile yardımlaşmalıdır. Tek başına iyi olmak yerine topluca iyi olmak yolunu tutmalıdır.

Başka insanlara nefret ve düşmanlık beslemek yerine, onları sevmeli ve onların kötülükleri varsa ıslah etmelidir. Kindar ve saldırgan olmamalıdır.

Nihayet, rahmet sıfatının bir gereği olarak adil de olmalıdır. Haksız olanın tarafını tutmamalı ve mağdura yardım ederek kötülüklerin giderilmesine çalışmalıdır.

İnsan, Allah'ın  rahmet sıfatının kendisinde tecelli etmekte olduğunu ve kendisinin Allah'ın halifesi olduğunu unutmamalıdır.

 

 

 



© 2024 - Akevler