BİRİNCİ BÖLÜM
KİTABIN
DOĞRU ANLAŞILMASI İÇİN
TEMEL PRENSİPLER
KİTABIN ÖNYARGIDAN UZAK OLARAK OKUNMASI
Bir kitabın doğru anlaşılabilmesi, o kitabın önyargılardan ve ön kabullerden uzak olarak okunması ile mümkündür. Bu temel prensip, Kur'ân-ı Kerîm'in doğru anlaşılması için de geçerlidir. Bundan dolayı Allah'ın kitabı Kur'ân'ın doğru olarak anlaşılabilmesi için önyargılardan uzak olarak okunması gerekir.
Önyargı iki şekilde gerçekleşir:
Birinci önyargı, kendi kafamızdaki bilgileri esas alıp onları kitaba yüklemek suretiyle aslolandan uzaklaşmak, böylece kitabın ifade ettiğini anlamayı önlemek şeklinde gerçekleşir.
Yani kitapta başka şey kastedilmiş olur, ama biz ondan başka bir şey anlarız; veya anlamak isteriz. Oysa, kitaptan doğru bir şekilde yararlanabilmek için onun ne demek istediğini doğru anlamak gerekir. Kitaptaki bilgileri anlamak, onları kabul etmek anlamına gelmez. Yani siz kitabın manasını tahrif ederek başka şey anlayacağınıza, kitabın manalarını doğru anlayıp size uygun olanı kabul eder, uygun olmayanı reddedersiniz. Bilmenin zararı yoktur.
Bilmek, doğrulardan yararlanma ve yanlışlardan korunma, yararlı olanları alma, zararlı olanları atma imkanını verir. Bundan dolayıdır ki bir kitabı okumaya başladığımız zaman, doğru veya yanlış ayırımı yapmadan önce, o kitapta neyin ifade edildiğini anlamaya çalışmak temel esas olmalıdır.
İkinci önyargı, daha baştan kitapta mevcut olan hükümleri doğru veya yanlış kabul etmek şeklinde gerçekleşir. Önce kitabın ne dediğini anlamak, daha sonra da anlatılanları muhakeme ederek ifade edilenlerin doğru veya yanlış olduklarına ondan sonra karar vermek gerekir. Daha baştan hiç bir araştırma yapmadan o kitapta olanların doğru olduğunu kabul etmek veya yanlış olduğuna inanıp reddetmek, o kitabı anlamaya ve ne dediklerini kavramaya engeldir. Bu tutum ve anlayış, kitabın yanlış anlaşılmasına sebebiyet verdiği gibi; aynı zamanda ondan gereği gibi yararlanmanın ortadan kalkmasına da sebebiyet verir.
Kur'ân-ı Kerîm de bu temel prensibe uygun olarak böyle bir anlayışla okunmalıdır.
Bu prensip sebebiyledir ki Kur'ân daha ikinci surenin başında: "Bu kitap muttakilere hidayettir" (Bakara[2];2) diyor. "Muttaki", kendisini koruyan, yani doğruyu doğru, yanlışı yanlış kabul eden kimse demektir. Diğer bir ifadeyle, hakka, gerçeğe, doğruya teslim olan kimse demektir. Yani, kendi kafasındaki putları peşin olarak hak kabul edip o putlara uyanları doğru, putlara uymayanları yanlış kabul eden kimse değildir. Araştırma yaptıktan sonra hak nasıl tecelli edecekse, hak nasıl ortaya çıkacaksa, onu olduğu gibi kabul edip ona baştan inanıp ona göre yola koyulan kimse bu kitaptan yararlanır. Bu kitap, ancak böylesine geniş ufuklu bakış sahibi olanlara yol gösterir ve kılavuzluk yapar.
İLİM, İCTİHAT VE İCMA
İlmi çalışmalar, her şeyden önce, herkesin kabul edeceği, ihtilaf ve tereddüt bulunmayan hususların ortaya konması ile başlar.
Tefsir ilmine girerken de, önce kitabın yazılı bulunduğu dili ortaya koymamız gerekir. Dilin kuralları içinde tartışılmayan veya ortak olarak kabul edilen hususlar temel alınmalıdır. Bu sebepten dolayı Kur'ân Arapçasının lügat ve gramerini yazanlar cahiliye döneminin şiirlerini ve Badiye Arapları'nın kullandıkları dili esas almışlardır.
Bundan dolayı biz de bu çalışmalara başlarken Kur'ân'a sonradan verilmiş ve yorumlanmış manalardan önce, Cahiliye Dönemi Arapçası üzerinde durmaya çalışacağız.
Ortaya koyduğumuz görüşler, bizim anlayışlarımızdan ibaret olup, hiçbir zaman kesin ve ispat edilmiş şeyler olarak kabul edilmemelidir. Bunlar, toprak altında kazı yapan arkeologların araştırmalarına benzer. Araştırma sonucunda bir parça bulursunuz ve ona dayanarak tahminler yaparsınız. Sonra başka yeni bir parça bulursunuz ve eski tahmininizin üzerine veya kısmen eski tahminlerinizi değiştirerek yeni tahminlerde bulunursunuz. Başkaları da sizin tahminlerinizi değerlendirir. Böylece zamanla bu tahminler bir araya gelerek ortak kanaatler ortaya çıkar.İşte o 'ilim' olur.
İslâmiyet'in getirmiş olduğu 'içtihat sistemi' budur. Yani baştan kesin konuşma yerine, tahminlerle araştırmalar yapıp ortaya bir şeyler getirmek, sonra topluluğun ortaya getirdiği şeyleri bir arada değerlendirerek daha kesin sonuçları ortaya koymaktı. İşte buna da 'icma' denmektedir.
İslâm usûlcülerinin kabul ettiği ilim, icma ile sabit olan şeylerdir.
İşte bizim bu çalışmalarımız ve söylediklerimiz, ilerideki icmalara malzeme hazırlamak amacını taşımaktadır.
Bu çalışmalarımızı okuyanların bunu bilmeleri ve dolayısıyla bizim yanlışlarımızın etkisi altında kalmamaları gerekir.
İNSAN VE ÖĞRENME
Allah insanı yarattığında ona konuşmayı öğretmiştir. Bu öğretme, görülebilen varlıkları göstererek isimlerini sayma şeklinde olmuştur. Yani, insan ilk kademede görülebilen ve işaretle gösterilebilen varlıkların adlarını öğrenmek suretiyle konuşmaya başlamıştır. Gösterilebilen varlıklar, mekân işgal edebilen, mekândan bir parça olan varlıklardır. Yer ve insan uzuvları olarak belirlenirler.
İkinci kademede, birbirine benzeyen varlıkların aynı isimle çağrılmaları, yani, önce belli bir dağın isminin özel ismi olarak öğrenilmesi, sonra ona benzeyenlerin de o isimle çağrılması suretiyle, 'nevi, tür ve cins isimleri' doğmuştur. İnsan bunu kendi fıtri yaratılışı ile yapmaya başlamıştır.
Daha sonra yan yana duran yeşil ve kırmızı elmaları birbirinden ayırmak için, yeşil olan bir varlığın adı ile beraber kullanılmak suretiyle 'sıfatlar' oluşmuştur. Sıfatlar, varlıkların taşıdığı sürekli olan özellikleridir. Bunun yanında geçici özellikler de, hareketler de aynı şekilde mastar olarak sıfat gibi kullanılmaya başlanmış ve 'fiillerin mastarları' doğmuştur.
Araplar faili önce mastarı sonra kullanmak suretiyle 'gelecek zamanı'; mastarı önce faili sonra kullanmak suretiyle de 'geçmiş zamanı' karşı tarafa anlatmaya başladılar. Yani, "ben gel" demiş ise, önce kendisi var sonra fiil var, bu 'gelecek zaman'dır. "Gel ben" demiş ise, önce fiil sonra kendisi var, yani 'geçmiş zaman'dır. Zamanla bazı kelimeler kısaldı veya parçalandı ve harf haline dönüştü. Meselâ, "geldim" üç kelimeden oluşur. Aslı "gel durur men"dir. "Durur"dan "rur" düşmüş "geldu" olmuş. Ses uyumu sağlamak üzere "geldi" olmuş. "Men" den de "n" düşmüş "geldim" olmuştur.
Kelimeler böylece hem söyleniş hem de mana itibariyle tarihi bir gelişme ve değişme göstermektedir. Kelimelerin önce veya sonra söylenişine göre de değişik manalar ve değişik ifadeler ortaya çıkmıştır. Bir çocuk üzerinde yapacağımız araştırmayla bizim bunları gözlemlememiz mümkündür.
Kur'ân'ı doğru anlayabilmemiz için onun kullandığı dilin hangi evrelerden geçerek Kureyş'in dili hâline geldiğini araştırmamız ve Kur'ân'ın ona nasıl ve hangi yeni manaları yüklediğini bilmeye çalışmamız gerekmektedir. İşte Tefsir İlmi deyince, Kur'ân'ın okunuşu, kelimeleri, kelimelerin değişik şekilde üretilmesi, cümle yapısı, manaları, kullanılma biçimleri ve yapısının anlaşılması gerekir.
Son peygamber Hz.Muhammed (s.a.s.), arkadaşlarına Kur'ân'ı okumuş ve ezberletmiş, parça parça yazdırmış, hayatı boyunca bir kısmını yaşadığı döneme uygulamıştır. Arkadaşları da kendisinden sonra Kur'ân'ı toplayarak bir kitap hâline getirmişlerdir. Kendilerinden sonra gelenlere okumuşlar ve ezberletmişlerdir. Gerek Kur'ân'ın okunuşu gerekse Hz. Peygamber (s.a.v.)in uygulamaları üçüncü asırda yazılı hâle dönüştürülmüştür. Ayrıca üçüncü asırda birçok müçtehitler ortaya çıkmış ve Kur'ân'ın doğru anlaşılması için çalışmalar yapmışlar ve bu çalışmalarının sonucunda fıkıh mezheplerini oluşturmuşlardır. Daha sonra da Arap Dili yukarıda söylediğimiz esaslar içinde ele alınmış ve bugün Batı dünyasının da kullandığı ilmî metotlarla yalnız Kur'ân ile ilgili değil, bütün hayatla ilgili konular incelenmeye başlanmıştır. Batı, bu ilmî inceleme usûllerini son dönemde tabii ilimlere uygulamış ve bugünkü sanayinin gelişmesini sağlamıştır. Dolayısıyla bu çalışmalar insanlığın gelişmesine öncülük etmiştir.
MEDENİYETLER VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ
Medeniyetler doğar, gelişir, yükselir, yaşlanır ve günü gelince de çökerler. İslâm Medeniyeti de medeniyet olarak böyle doğmuş, gelişmiş, yaşlanmış ve ömrü dolunca sonunda çökmüştür.
Bunun sebebi, medeniyetin dile dayanmasıdır.
Bir medeniyet gelişirken önce dil gelişir.
Nasıl insan önce düşünür sonra yaparsa; topluluklar da önce düşünür ve bu düşünceleri yeni kelimelerle ifade eder, sonra uygularlar. Uygulama yenilikleri getirir. Zamanla eski dil bu yeni gelişmeyi ifade edemez. Gelişmişlik içinde yeni dil de üretilemez. Yaşlı insanın gençleşememesi gibi, medeniyet de değişip kendisini yenileyemez ve çöküp gider. Bu durum 'sünnetullah'tır, yani 'sosyal kanun'dur ve her oluş için mukadderdir. Ölenlerin yerine yenileri doğup gelişebildikleri gibi, çöken medeniyetlerin üzerinde yenileri doğup gelişirler. Yani medeniyetler yeni dille doğarlar.
Yeni İslâm Medeniyeti de yeni dille doğacaktır. Yeni dil, Kur'ân'ın yeniden anlaşılması ile olacak ve oluşacaktır.
Ancak, burada başka dillerin ve medeniyetlerin aksine, Kur'ân'ın kendisinde bir değişme olmayacaktır. Kur'ân, Hz. Peygamber (s.a.v.)in arkadaşlarına bıraktığı tamamlanmış olan son hâlini muhafaza edecektir.
Ondan sonra gelen ilim adamları nasıl ki, onu değiştirmeden, bozmadan, üzerinde çalışarak yeni medeniyetin oluşumunu sağlamışlarsa; bugün de biz onları örnek alıp benzer çalışmalar yaparak, Kur'ân'ı bozmadan ve değiştirmeden çağımızın problemlerini Allah'ın emirlerine uygun olarak çözmemiz ve ortaya koymamız gerekmektedir.
Bunun için artık ilim adamlarının tek tek ve ayrı ayrı çalışmaları yeterli değildir. Bir plan ve proje içinde kollektif ve anonim bir faaliyet göstermek zorunluluğu vardır.
Biz yıllardır yapmakta olduğumuz bu çalışmalarımızda, bu plan ve projenin hazırlığı ve denemesi içindeyiz. Araştırma ve çalışmalarımız sonucunda ortaya koyduğumuz görüşler birer müsvedde mahiyetindedir. Asıl sonuçlar, bu konunun ehemmiyetinin anlaşılması neticesinde 'KUR'ÂN VAKFI'nın kurulup gelişmesi ve bütün insanlığın buna eğilerek bunun üzerinde en geniş şekliyle çalışması ile elde edilebilir. Yapılması gereken budur.
İşte 'müçtehitler devri' denen devir de budur. Birinci İslâm Medeniyeti böyle doğmuştur; İkinci İslâm Medeniyeti de benzer şekilde doğup gelişecektir.
İLMÎ ÇALIŞMANIN TEMEL PRENSİPLERİ:
VARSAYIMLAR VE TÜMEVARIM METODU
İlim, ilk görünenin aksini düşünmekle başlar.
Dünya düz gibi görünür; ama aslında yuvarlaktır. Dünya duruyor gibi görünür; ama aslında dönmektedir. Demek ki, il görüntüler aldatıcı olabilmektedir. Dolayısıyla gerçeğe ulaşabilmek için araştırma yapılması gerekmektedir.
Kendilerini alışılmışın dışında düşünmeye uyduramayanlar ilim yapamazlar. İlim, varsayımlara dayanır. Varsayım, ispat edilmemiş bir şeyi baştan doğru kabul edip ona göre doğru düşünmek demektir.
İnsanlar işte böyle ispat edilmemiş şeyleri doğru kabul etmeyi bir türlü akıl edemez ve ona göre çalışma yapamazlar. Böylece ilmin kilidini açma imkânı bulamazlar. Oysa, ilim 'düşünme'dir; yapma değildir. "Kırk ölç bir biç" atasözünün manası; "kırk defa düşün, bir defa yap" demektir.
Düşünme masrafsızdır. Diğer bir ifadeyle, bedavadır. Bundan dolayı yanlış da düşünebilirsiniz. Yanlış düşünmekten korkmamalısınız. Ama düşünmemekten korkmalısınız.
Başlangıçta yanlış da olsa düşünebilmek için, varsayımları kabul etmek zorunluluğu vardır. Düşünürsünüz ve varsayımlara göre olayları izah edersiniz. Eğer baştan kabul ettiğiniz varsayımlar doğru ise, istediğiniz sonuçlara varırsınız. Yanlış ise, sonuçlar sizin işinize yaramaz.
O halde, ilim yapmanın yolu, baştan ispat edilenleri ele alıp ona göre düşünmek değil; varsayımları ortaya koyup ona göre düşünmek, varılan sonuçlara göre varsayımların doğru veya yanlış olduğunu ortaya koymaktır. İlim yapmak bunu gerektirir.
İslâmiyet'ten önce bu 'varsayım sistemi' yoktu. İnsan aklının kesin olarak doğru bildiği sanılan ilkelere dayandırılarak düşünme yapılıyordu. Buna 'tümdengelim sistemi' deniyor.
İslâmiyet, "kıyas-ı şer'î" şeklindeki varsayımlara dayanan bir düşünme sistemi geliştirdi. Her olay için, nasıl bir sebep kabul ediyorsak, her hüküm için de bir illetin varlığı kabul edildi ve illetler varsayımlara kondu. Ona göre içtihatlar yapılarak sistemler oluştu. Farklı illet varsayımları farklı mezhepleri ortaya çıkardı.
Bunların çoğu uygulamada başarısız oldukları için halk arasında yeteri kadar rağbet görmedi ve hayatiyeti kalmadı. Az sayıdaki mezhepler ise, uygulamalarındaki başarılarından dolayı bin sene gibi uzun bir zaman içinde varlıklarını sürdürdüler.
BİZİM ÇALIŞMALARIMIZ
Bizim çalışmalarımız, 'tümdengelim metodu' ile değil; 'tümevarım metodu' ile olacaktır. Birtakım varsayımları kabul edeceğiz, gerekirse yenilerini koyacağız ve tüm Kur'ân'ı o varsayımlara göre değerlendirip anlamaya çalışacağız. Varsayımlarımızdaki isabet, sonuçları ile belli olacaktır.
Bu çalışmalarımıza itiraz etmek, ancak bundan daha iyi bir çalışmanın ortaya konması ile mümkündür. Daha iyisi ortaya konmadıkça, eleştirilerin hiç bir değeri yoktur. Bir şey yapmak, hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir.
Askerliğin temel bir kuralı vardır: "En kötü karar, kararsızlıktan daha iyidir". Savaşın getirdiği tecrübelerin bir sonucu olarak bulunan bu askerî kural, aynı zamanda sivil hayatın temel gerçeklerinden biridir ve tecrübelerin tabii bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır.
Varsayımlar için kurallar koyuyoruz. Bu kuralların başında da; "varsaymak, yok saymaktan iyidir" kuralını benimsiyoruz.
Bir odanın ortasında bir kaya parçasını bulsak, birisi de 'bu kendiliğinden oldu' dese ve sebebini yok saysa, biri de kalkıp, 'hayır, bunu cinler getirdi' dese; biz 'bunu cinler getirdi' diyenin varsayımını, 'bu kendiliğinden oldu' diyene tercih ederiz.
İşte ilmi çalışma yapmak isteyenler, kendilerini varsayımlara alıştırmalı ve beyinlerindeki 'nasıl olur da ispat edilmemiş şeyleri doğru kabul ederiz?' saplantılarından kurtulmalıdırlar.
Bu durum, dünyanın yuvarlaklığına inanmaktan daha zordur. Ama başka türlü ve bunun dışında bir yolla ilim yapmak mümkün değildir. Bizden öncekilerin varsayımlarını doğru kabul edip bizim varsayımlarımızı yanlış kabul etmek ilim değildir. Düşünmek ve içtihat yapmak yerine, düşünmeden ve aralarındaki çelişkileri ortaya koymadan kabul etmek, onları taklit etmekten başka bir şey değidir. O da ilim değildir.
Bu konudaki temel prensibimiz şudur:
'Herkes dinlenecek, her söze kulak verilecek, ama en iyisine uyulacaktır.'
En iyisini bilmemiz bizim varsayımlarımızla mümkündür. Yoksa, başka türlü onlar arasında tercih yapmamız mümkün olamaz. Baştan beri, bilgilerimizin, söylediklerimizin kesin olmadığını belirtmekteyiz. Bu hiçbir zaman bu çalışmaların işe yaramaz olduğunu ve bir anlam ifade etmediğini göstermez.
Olmak, hiç olmamaktan iyidir.
Varlık, yokluktan iyidir.
Ancak, daha iyisi olursa bunlardan feragat edebiliriz. Daha iyisi böyle çalışmaların sonunda ortaya çıkar. Biz daima duâ eder ve deriz ki; bu şekilde çalışanlar çoğalsın ve bize de yardımları olsun.
KİTABIN DİLİNİN
DOĞRU ANLAŞILMASININ ÖNEMİ
Dillerin her toplum için; hatta her insan için ayrı bir manası vardır. "Dağ" deyince herkesin zihninde kendisinin yaşadığı çevredeki dağlar akla gelir. İnsan özel bir eğitim görmemişse, o kimse için bütün dağlar o çevredeki dağlar gibidir. Bir kitap okunurken, o kitabın yazarı ve yazarın çevresi düşünülmeden doğru anlaşılmaz. Anlaşılamaz. Siz, kişiden ve çevreden ne kadar uzak iseniz, o kitapta anlatılan ve kastedilen manaları o kadar az ya da başka türlü anlarsınız. Yaşadığınız hayata ve bilgilerinize uymadığı için, onun gerçek manasını anlayamadığınız için, siz kitabın yazarını geri düşünceli ve basit insan sanırsınız.
Kur'ân'ı, bir insanın eseri olarak kabul ederek okumaya başlarsanız, 1400 sene önceki Arabistan'a gider, orada Mekke'nin bir sokağında yetim olarak büyüyen bir insanın düşünce, mantık ve hayatı içinde anlamaya çalışmak zorunda kalırsınız. O zaman bu kitap, tarihte bir şairin veya bir masalcının bugün çok zor anladığımız bir hikâyesinden başka bir şey olmaz. Harabe hâline gelmiş kentlerin içinde bulunan yapıları, bugün nasıl değerlendirebiliyor ve ne kadar anlayabiliyorsak, Kur'ân'ı da ancak o kadar değerlendirebilir ve anlayabiliriz. Elimizde bulunan Kur'ân'ı açıklayan hadis, fıkıh, tefsir ve tasavvuf kitapları çok sonraları telif edilmiş olduklarından o kitapların tanıttıkları Kur'ân da Hz. Muhammed (s.a.v.)in Mekke'de ortaya koyduğu Kur'ân olmaz. Böyle bir kitabın bu mantıkla ele alınması, tarihi tesbitler bakımından yararlı olabilir. Ancak, bunun bir antik kasabanın arkeolojik kazılarını ortaya çıkarmadaki yararın ötesinde bir faydası olmayacaktır.
Hz. Peygamber ve arkadaşları, Kur'ân'ı yaşayarak uyguladılar; yorum ve açıklamalar yapmadılar.
Kur'ân'ın ilmen ele alınışı, ikinci hatta üçüncü asırda olmuştur.
Bu asırlarda yaşayan ulema, Kur'ân'ı bir takım varsayımlara dayanarak ele aldılar. Bu varsayımların başında, Kur'ân'ın ilâhî bir söz olduğu inancı geliyordu. Yani, onlar Kur'ân'a mana verirken, onu Mekke'de bir insanın düşünce ve mantığı çerçevesi içinde değil de, kâinatı ve bütün insanları var etmiş bulunan, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Allah tarafından indirilmiş bir kitap kabul ederek ele aldılar ve ona göre manâlandırdılar.
Şüphesiz o zamanki insanlar buna samimiyetle inandılar.
Bugün de Müslümanlardan çok azı bu inancın dışındadır.
Ancak, ilim inanca dayanmaz. Aksine Müslümanın inancı ilme dayanmalıdır.
Daha baştan her hangi bir sözün, her hangi bir kitabın tanrı sözü kabul edilmesi ve o kitabın baştan sonuna kadar öyle manâlandırılması ilmî olmadığı sanılabilir. Oysa, baştan izah ettiğimiz gibi, bugünkü ilmî çalışmalar varsayımlara dayanır.
Varsayım; bir takım faraziyeleri doğru kabul ederek yürümek ve elde edilen sonuçlara göre varsayımların doğru olup olmadığını kontrol etmek demektir. İlim için, ilim yapmak için, takip edilebilecek başka bir yol yoktur. Müspet ilim, önce bir şeyi düşünmek, sonra onun doğru veya yanlış olduğunu bulmaktır. Yoksa, önce doğru düşünmek değildir.
Biz de; Kur'ân'ı ilmen ele alırken, tıpkı bundan 1200 sene önce müçtehitlerin ele aldığı gibi, Kur'ân'ın bir insan sözü değil de, bütün kâinatın ve insanın var edicisi olan ve onları bilen Allah'ın sözü olarak kabul etmek suretiyle düşünmeye ve yorumlamaya çalışacağız.
Okuyucuların da bu varsayımlar içinde sözlerimizi değerlendirmeleri ve düşüncelerimizi ona göre anlamaları gerekmektedir.
bölüm
KUR'ÂN'I ANLAMADA
TEMEL VARSAYIMLAR
BİRİNCİ VARSAYIM :
KUR'ÂN'IN ALLAH'IN SÖZÜ OLDUĞU VARSAYIMI
İnsanlar, tarih boyunca düşünürken iki zıt düşüncenin etkisi altında kalmışlardır:
Biri, tanrının varlığını ve öldükten sonra dirilmeyi kabul eden düşüncedir.
Diğeri ise, kâinatın kendiliğinden varolduğu ve insanların öldükten sonra artık yaşamayacağı düşüncesidir.
Zaman zaman inkârcılar daha baskın hâle gelmişlerse de, medeniyetler inananların çalışmaları ile kurulmuş ve onların omuzlarında yükselmiştir.
İnkârcılık, yıkıcılığın; inanç ise, yapıcılığın kaynağı olmuştur.
Çağımızda inkârcılık, suskunlukla desteklenmiştir.
Bugün, ilmin kullandığı metotlarla yola çıktığımız zaman, tanrının varlığını inkâr etmek mümkün değildir.
Sebepsiz hiç bir şeyin varolamayacağı ilkesi, artık herkesin hayatına girmiş, düşüncelerin tümünü yönlendiren bir ilke hâline gelmiştir. Bugün ilmen kâinatın sonradan varolduğu ve 10 milyar yaş civarında bulunduğu kesin olarak ispatlanmıştır. Bu bilgi ve ispat, kâinatı var edenin de kesin olarak ispatı demektir.
Ancak, bu konuları düşünmek sanki ayıpmış ve gericilikmiş gibi göstermek suretiyle, tam küfre girilmiş bulunulmaktadır. Eski inkârcıların cehalet mazeretleri olabilirdi. Ama bugünkü inkârcıların böyle mazeretleri yoktur. Bugünkülerin böyle bir lüksü ve gerekçesi yoktur.
Öldükten sonra varolma ilkesi de, yine bugünkü ilmin metotları içinde zorunludur. Hiçbir şey yok olmayacağına göre, tanrı olmasa bile bizim yok olmamamız gerekir. Kaldı ki, bugünkü fiziki araştırmalar, kâinattaki değişmelerin yok olma şeklinde değil, bir filimdeki görüntünün değişmesi şeklinde olduğunu ortaya koymuştur. Yani, ne gelecek varoluyor, ne de geçmiş yok oluyor. Sadece biz geçmişten geleceğe doğru seyahat ediyoruz. Dört boyutlu uzay anlayışı bu gerçekleri dünyanın yuvarlaklığı ve dönüşü kadar açık bir şekilde ortaya koymuştur. Böylece âhiret de ilmen inkâr edilmesi mümkün olmayan bir oluş olarak karşımıza çıkar.
Kaldı ki, Kur'ân'ı kendi iddiaları içinde anlayabilmemiz için, biz varsayım olarak tanrının varlığı ve Kur'ân'ın ilâhi söz olduğunu kabul ediyor ve ona göre anlamaya çalışıyoruz. Bu varsayıma dayanmadan Kur'ân'ı okumaya çalışmak, onun ne demek istediğini anlayamamak demektir.
Bir kimseyi dinlerken, önce ne demek istediğini anlamak, sonra kabul veya reddetmek gerekir. Söylediğini anlamadan red veya kabul etmek, onun reddi veya kabulü değil, sizin kafanızda oluşturduğunuz bir anlayışı red veya kabuldür.
Biz Kur'ân'ı tanrının sözleri yani Allah Kelâmı olarak ele alıyoruz. Siz de Kur'ân'ı okurken bu anlayış içinde okumalı ve anlamaya çalışmalısınız. Dikkat ediniz, inanmaya çalışmalısınız demiyoruz; anlamaya çalışmalısınız, diyoruz. İnanma sonraki takdirinize bağlıdır. Ama, başkasını anlama sizin takdirinize bağlı değildir.
Burada şunu da belirtelim ki; tanrı ve âhiret inancı, tabiatın bir düzen içinde birlik olarak varolması ve varlığını sürdürmesi anlayışı ile çelişmez. Kâinat kendi kendini var etmişse o da tanrıdır. Dağları, denizleri, güneşleri ve gezegenleri kendi kendine var eden bir tabiat, Kur'ân'ı da kendi kendine ortaya koyar. Esasen birlik anlayışı, her şeyi aynı kuvvetin eseri olarak görür. Marksizm'in veya Materyalizm'in tanrıyı inkârı da tanrının iradesi ile olmaktadır. Marks'ı var eden ve ona o düşünceyi veren tanrıdır; veya tabiatçıların ifadesiyle tabiattır.
Bu gözle görülmeye başlandığında kâinatı ve insanı kavramak kolaylaşır. Zıt görüşlerin ve oluşların insan için bir çelişki olması, tanrı için bir denge oluşumudur. Yani inkârcılarla inananlar arasında kurulmuş bir denge vardır. O denge sayesinde gelişme olmaktadır. Birinin doğru diğerinin yanlış olması, doğrunun başkası, yanlışın ise bir başkası tarafından var edildiği anlamında değildir. Bir oyunda iki taraf vardır. Ama o tarafları koyanların da iki taraf olması gerekmez. Aynı kuruluş elemanlarını ikiye ayırarak takımlar kurar ve oynatabilir. Herkes kendi takımında oynamak zorundadır. Sahneye çıkan aynı kimsedir diye oyuncu taraf olmaktan vazgeçemez. Biz de inananlar takımında bulunuyoruz. Sonradan cepheyi değiştirme ihtimali olsa bile, şimdilik bu tarafta düşünmek durumundayız. Yani, Kur'ân'ı inkârcı gözüyle değil, ispatçı gözüyle ele almalıyız.
Böylece birinci varsayımımızı ortaya koyuyoruz:
Kur'ân, kâinatı ve insanı var eden Allah'ın sözleridir.
İKİNCİ VARSAYIM :
KUR'ÂN'IN DEĞİŞMEDİĞİ VARSAYIMI
Tevrat ve İncil gibi diğer dinlere ait kitapların da Allah'ın sözleri olduğu varsayılmaktadır. Ancak, bu kitapların zamanla insanlar tarafından değiştirildiği ve tahrif edildiği de kabul edilmektedir. Zira, içinde gerçeklere uymayan ifadelere rastlanmaktadır.
Kur'ân için de aynı varsayım kabul edilerek içinde gerçeklere uymayan ifadeler bulunduğu takdirde, bu sonradan ilave edilmiştir şeklinde yorumlama yolunu tutabiliriz. Bu takdirde, içinde istediklerimizi kabul eder, istediklerimizi de reddeder, böylece Kur'ân'ı anlama yerine, Kur'ân'ı bize uydurma yolunu tutabiliriz.
Bundan dolayı, "Kur'ân Allah'ın sözüdür" varsayımı yanında; "Kur'ân değişmemiştir, aynen bize intikal etmiştir" varsayımını da kabul etmemiz gerekir.
İfadeler zamanla hayata cevap veremez hâle gelince, insanlar ona hayatiyet verebilmek için yani kendi devirlerine veya topluluklarına uydurabilmek için onda birtakım değişiklikler yaparlar. Böylece zaman geçtikçe yavaş yavaş metinler başkalaşır ve ilk durumlarından ayrı bir şekilde ortaya çıkarlar. Bazen bu
yolla daha iyileşmiş bir metin ile de karşılaşabiliriz. Ne var ki, tanrı sözleri yani Allah Kelâmı için böyle bir iyileşme sözkonusu olmayacaktır. Çünkü değişmeler insanlar tarafından yapılmakta olduğundan, ortaya konan metinler Allah Kelâmı olma vasfını kaybetmiş olacaktır.
Değişmeler, sadece yukarıda ifade edilen amaçla değil, birçok zamanlarda kasten de yapılmaktadır. Metne kutsiyet izafe edince, topluluk içinde onu reddetmek ve inkâr etmek mümkün olmaz. Eğer metnin ifade ettikleri uygun düşmüyorsa, bu durumda yapılacak iş, metni istenilen şekle sokmak olacaktır. Böylece ona inanmış olan insanları istenen yöne yönlendirme sağlanmış olur. Yani, değişme farkına varılmadan insanlardaki anlayışta meydana gelen değişme sonucu ortaya çıktığı gibi, bazen de onu yorumlayanların veya aktaranların bilerek yapacakları değişiklikle de gerçekleşir.
Değişmeler, eski ve halkın artık kullanmadığı ifade ve kelimeleri yenilemek yolu ile de yapılır. Osmanlılar zamanında 'sultan' vardı; şimdi ise 'cumhurbaşkanı' vardır. Kastedilen 'hükümdar' ise, ifadelerde 'sultan' yerine 'cumhurbaşkanı' kelimesini kullanmak, çağın anlayışı içinde metni anlamak olur. Yeni yorumlayıcılar işte bu şekilde yeni kelimeler kullanarak asıl ifadeyi zamanla bozmuş ve gerçek anlamından uzaklaştırmış olurlar. Hele asıl metin yerine tercüme metinler geçmeye başlarsa, bu tahrifat daha da artar ve çok kolaylaşır.
Biz Kur'ân'ın bu tür değişikliklere uğramadığını varsayarak yorumlamaya ve anlamaya çalışacağız.
Değişmelerin büyük kısmı sözlerden ziyade manalarda olmaktadır. Kelimeler, birer canlı varlık gibi doğarlar, gelişirler, yaşlanırlar ve ölürler. Manaları devamlı olarak değişiklik içindedir. Dilin bu özelliği kendisinde bir değişme meydana gelmeden değişik zaman ve mekâna uyarlanabilir olmasını sağlar. Kelimelerin bu şekilde değişmesi canlının değişmesine benzer. Canlı insan doğduğu andan ölünceye kadar değişikliklere uğramakla beraber varlığını korur. Yani aynı varlıktır. Yaşlanan insan, başka insan değildir. Kelimeler de böyledir. Manaları değişmekle beraber ayniliğini de korur. Değişme ayniliğini de koruyamayacak şekilde olursa, o metin tahrif edilmiş olur. İşte, metinlerdeki zorluk buradan gelmektedir. Hem yeni çağa, yeni dünyaya uyacak şekilde yorumlayacak, hem de Allah'ın buyurduğu manayı koruyacağız.
Bunu başarmak çok zordur.
Ancak bizim bu konudaki varsayımımız şudur: Allah bu kelamı göndermekle birlikte, onun değişik çağlarda ve değişik topluluklar içinde doğru anlaşılmasını sağlamaktadır.
Yani biz onu Allah'ın iradesine uygun olarak anlarız. Hata yapmış olsak bile, o hatayı O yaptırdığı için o hata da O'nun iradesine uygundur. Bizim sorumluluğumuz, kasden hata yapmamak ve anlamakta ihmal göstermemektir. Allah her zaman her yerde vardır ve bizi gözetlemektedir. Dolayısıyla O'nun izni olmadan hata yapmamız, yani Kur'ân'ı manasıyla da olsa değiştirmemiz ve bozmamız mümkün değildir.
Demek ki;
"Kur'ân Allah'ın sözüdür" varsayımı yanında," Kur'ân lafzıyla ve diliyle değişmemiştir, bozulmamıştır" varsayımını da eklememiz gerekmektedir. Kur'ân'ı böyle anladığımız takdirde, "içinde hiçbir hata ve yanlış yoktur" sonucunu kabul etmiş oluruz.
ÜÇÜNCÜ VARSAYIM :
KUR'ÂN'DA HER ŞEYİN HÜKMÜNÜN OLDUĞU VARSAYIMI
Kur'ân'ın Allah sözü olduğunu varsaymak, onun eskimediğini, değişmediğini ve içinde yanlışın bulunmadığını varsaymak demektir.
Kur'ân'ı günümüzün meselelerini de çözer şekilde anlayabilmek için bir üçüncü varsayıma daha ihtiyaç vardır. Bu da "Kur'ân'da her şeyin hükmü vardır" ilkesidir. Bir devre veya bir topluluğa veya bir konuya değil de; bütün insanlara, her çağa ve her konuya hitap ettiği ve aradığımız her sorunun cevabını içinde bulabileceğimizi varsayıyoruz. Kur'ân'ı buna göre anlıyoruz.
Kur'ân, 1400 yıl önce daha devlet aşamasına ulaşmamış olan ve bir çöl hayatı yaşayan insanlar arasında ortaya çıkmıştır. Onu, diğer kitaplar gibi anlayacak olursak, önce o çöl hayatını öğrenmemiz, sonra da bugünkü hayatımızı o hayatla kıyas ederek birtakım çözümler ve yararlanmalar aramamız gerekir. Oysa biz, "Kur'ân Allah sözüdür, değişmemiştir, içinde her şey vardır" varsayımlarından hareket ederek, "Kur'ân şimdi bizim meselelerimizi de çözecek şekilde inmiştir kabul ediyor ve ona göre anlamaya çalışıyoruz".
Muhammed İkbal ve Mehmet Akif Ersoy, bu gerçeğe dayanan görüşlerini açıkça ifade etmişlerdir.
"Kur'an'da her şey vardır" sözünü anlamak ve kabul etmek zor bir varsayımdır. Şüphesiz, insan sözü için böyle bir varsayımı kabul etmeye imkân yoktur. Bundan dolayıdır ki, bu üçüncü varsayım ilk iki varsayımdan sonra ortaya konmuştur. Kur'ân Allah Kelâmı olduğu için ve Allah böyle irade ettiği için "onda her şey vardır" diyoruz. Bu varsayım, eski alimler tarafından da aynen kabul edilmişti. Oysa onlarda bugün bizim sahip olduğumuz bilgiler yoktu.
'Meni'nin bir damlasında yüzbinlerce erkek hücre vardır. Hücrenin içinde kromozomlar (salsâl) mevcuttur. Onun üzerinde genler (hame') bulunur. Orada sadece bir insanın değil, bütün bir neslin bütün özellikleri ve hayatı bilkuvve vardır. Bu durum bir ormandaki bir çiçek tozu için de geçerlidir.
İşte, çok küçük bir şey çok büyük toplulukların bütün özelliklerini nasıl irsî olarak taşıyorsa; Kur'ân da bütün kâinatın ve insanın geçmiş ve gelecek bütün özelliklerini taşımaktadır. "Kâinatı var eden Allah bir hücrenin bir parçasına bir âlemi sığdırdığı gibi, Kur'ân'a da bütün mevcut âlemi sığdırmıştır" diyoruz. Böyle varsayıyor ve ona göre yorumluyoruz.
Canlının 'irsî özellikleri' olduğu gibi, 'kesbî özellikleri' de vardır. Yaşadığı çevre ve şartlar ona değişik özellikler kazandırmıştır. Bu irsî özelliklerden ayrıdır; yani genlerde bu özellikler yoktur. Bu farklılık varlıkları ve hayatı birbirinden ayırmaktadır. Ancak, bu çevrenin ortaya koyduğu kesbî özellikler irsî özelliklerin sonucunda doğmuştur ve onlarla açıklanabilir.
"Kur'an'da her şey vardır"; ancak, o her şeyin çevreye göre, çağa ve topluluğa göre anlaşılması ve değerlendirilmesi gerekir. Yani, Kur'ân içtihat ve icmalarla insanların meselelerini çözmüş ve onlara yol göstermiş olur.
Ana rahmine düşmeyen veya döllenmeyen 'nutfe' nasıl çocuk olmazsa, toprağa ekilmeyen tohum nasıl ağaç olmazsa; içtihat ve icmalarla yorumlanmayan Kur'ân da hayatiyet kazanmaz.
"Kur'ân'da her şey vardır" derken; "irsî özellikler vardır yani temel esaslar vardır" demek istiyoruz. "Kıyas yoluyla da olsa içinde her şeyi bulabiliriz" diyoruz. Yoksa bu anlayışımız; "Kur'ân'ın içinde her türlü teferruat vardır, biz içtihat yapmadan da açıp bakar, bakar bakmaz da orada aradığımızı buluruz" anlamında değildir.
Nitekim Kur'ân da bu konuda; "Biz size ilmin çok azını verdik."(İsrâ[17];85) demekle, Kur'ân'ı tamamen anlamayacağımızı belirtmiş olduğu gibi; "Biz sana bazı peygamberlerin kıssalarını anlattık, bazılarını da anlatmadık."(Mü'min[40];78) demek suretiyle, Kur'ân'da her şeyin teferruatlı olarak değil de, temel esasları ile bize bildirilmiş olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Yani, Kur'ân'da her şey olsa bile, biz her şeyi anlayacak durumda değiliz.
Bu varsayımla şu sonuca varıyoruz:
Biz Kur'ân'ın içinde her şeyi arıyoruz ama Kur'ân'ın tamamını anlayamayacağımız için bilemediklerimiz ve bulamadıklarımız vardır.
Bu sebepledir ki; "Kur'ân'da bu yoktur" demek yerine, "biz bulamadık" demek durumunda olacağız ve aramaya devam edeceğiz. Her şeyi Kur'ân'ın esasları içinde çözerek hayatı anlamaya çalışacağız. Bu varsayımla 'bir dünya görüşü' doğacaktır. Bu dünya görüşü yaşadığımız hayatın birçok yönlerini içerecek ve bize bu varsayımların doğruluğunu göstermiş olabilecektir. Ona uymakla iman etmiş olacağız.
DÖRDÜNCÜ VARSAYIM :
KUR'ÂN'IN ALLAH SÖZÜ OLDUĞUNU KENDİSİNİN İSPAT ETMESİ GEREKTİĞİ VARSAYIMI
"Kur'ân'ın Allah sözü olduğu, değişmeden bize ulaştığı, her şeyin Kur'ân'da olduğu" varsayımlarından sonra; son olarak dördüncü bir varsayımı daha yapmak zorunluluğu vardır. Bu varsayım da "Kur'ân'ın Allah sözü olduğunu kendisinin iddia ve ispat etmesi gerektiği" varsayımıdır.
Kur'ân üzerinde yeterli araştırmalar yaptıktan sonra, sonuç olarak onun Allah sözü olduğu ortaya çıkmalıdır ve bu sonuç çıkacaktır varsayıyoruz. Kur'ân'ı bu gözle başından sonuna kadar incelemek suretiyle ilerliyoruz.
Kırlarda mantar toplayan bir kimse, nasıl karşılaştığı her mantar için ilk dikkat ettiği şey onun zehirli olup olmadığını kontrol etmek ise; bizim de Kur'ân'daki her cümleyi yorumlarken dikkat edeceğimiz ilk husus, o cümlenin Allah kelâmı olup olamayacağı üzerinde düşünmektir. Onun Allah kelâmı olduğu kendi ifade ve anlayışlarıyla kanıtlanmalıdır.
Biz insanların yüzlerine baktığımızda, onların kim olduğunu hiç tereddüt etmeden bilebiliyoruz. Demek ki, bizde tanıma mekanizması vardır. Öyleyse Kur'ân'ın da Allah sözü olup olmadığını bilebilmemiz, onu tanıyabilmemiz gerekmektedir. Bugün, gelişen ilimler bir insanın kim olduğunu belirlemenin yanında, insandan koparılan herhangi bir parçanın kimyasal tahlilleri ile o parçanın kime ait olduğunu kesin olarak ortaya koyabilmektedir.
Keşfedilecek ve geliştirilecek bir ilim ile Kur'ân'daki her ayetin her ve cümlenin Allah sözü olup olmadığı da kanıtlanabilir.
Bir fiilin kimin tarafından işlendiği, üzerindeki parmak izleri, mermi üzerindeki çizgiler ve benzer şekillerle ilmen kanıtlanabilmektedir.
Kur'ân'ın da Allah sözü olup olmadığı, getirdiği haberler, ortaya koyduğu ilmi veriler ile tesbit edilebileceği gibi; getirdiği hükümlerin sonuçları ile de Allah sözü olup olmadığı belirlenebilir.
Zehirli mantar yiyen insanın hastalanması ile o mantarın zehirli olduğu tebeyyün ettiği gibi; Allah sözü olmadığı halde Allah sözü imiş gibi kabul edilmesi veya hak olmadığı halde hak imiş gibi benimsenmesi de insanlıkta zehirlenmeler yapar ve geç de olsa yanlışlığın acısını duyurmuş olur. Batı dünyasının çağımızda içine düştüğü bazı hastalıklardan olan savaş, enflasyon, açlık, AİDS ve ahlâksızlık, hep bu yanlış teşhisten doğmuştur. Batı dünyasında insanlar, kâinatta Allah'ı yok farz ederek, yani akıllarıyla buldukları zehirli mantarları yiyerek fesada uğramışlardır.
Allah kelâmı olmayan bir sözü Allah kelâmı kabul etmek, zehirli mantar yemektir. Allah kelâmı olan bir sözü reddetmek de, mantar yemeyip açlıktan ölmektir
Kur'ân'ı veya herhangi bir kitabı okurken, işte böylesine peşin hükümlerden uzak bir şekilde tetkik etmemiz gerekir. Ancak o zaman sağlam ve sağlıklı sonuçlara varabiliriz. Aksi halde çeşitli hastalıklara yakalanır ve helâk oluruz.
Varsayımları kitabın kendisi de ortaya koymalıdır. Yani biz, bir kitabın "bu kitap Allah sözüdür" varsayımını kabul edebilmemiz için, bu varsayımı kendisinin de ortaya koyması gerekir. Yoksa, bir kitapta müellif "bu sözler insan olan benim sözlerimdir" dediği halde biz; "hayır, sen yalan söylüyorsun, bu sözler Tanrı'nın sözleridir" diyemeyiz.
Bazı insanlar çağımızın diktatörlerine ait sözleri böyle anlıyorlar. Hatta filozoflar dahi, asla kendilerinin Tanrı gücünde olduğunu ileri sürmüyorlar. Sadece düşüncelerini ortaya koyuyorlar.
Allah sözü olduğunu ileri süren kitaplardan (Kur'ân hariç) hiçbirisi değişmediği, içinde her şeyin bulunduğu ve kendisinin Allah sözü olduğuna dair mucizeleri bulunduğunu iddia etmiyor. Böyle bir eser tarihte görülmüyor. Görülmüş olsa bile, insanlık tarafından kabul görüp benimsenmiş ve günümüze kadar gelmiş değildir. Bu bakımdan Kur'ân benzeri olmayan bir kitaptır.
SONUÇ
Kur'ân'ın tetkikine başlayanlar, Kur'ân'ın bu özelliklerini baştan reddettiklerinden dolayı, onu kavrayıp anlamakta zorluk çekiyorlar. Oysa Kur'ân madem ki bunları öne sürüyor, o zaman bu kitap bu gözle tetkik edilerek sonuçlar değerlendirilmelidir. Ancak o zaman doğru ve sağlıklı sonuçlara ulaşılabilir.
Birinci İslâm Medeniyeti bu dört varsayımı ittifakla kabul etmiştir.
Mezhepleri ne olursa olsun her Müslüman Kur'ân'ın Allah sözü olduğunu, değişmediğini, içinde her şeyin bulunduğunu ve bir mucize olduğunu kabul etmiş ve Müslümanlar buna dair bir çok deliller ortaya koymuşlardır. Sonunda da bu anlayışla I. İslâm Medeniyeti doğmuştur.
Bu medeniyet arkasından Batı Medeniyeti'ni doğurmuştur. Batılıların daha başlangıçtan, Müslümanların da daha sonraları yavaş yavaş Kur'ân'ın gösterdiği yoldan uzaklaşmaları ile bugünkü ileri ama ıstıraplı bir dünyaya gelmiş bulunuyoruz. Çağdaş dünyamızın yaşadığı problemler ve hastalıklar, işte bu yanlış ve sakat anlayıştan kaynaklanmaktadır.
Biz bugün, I. İslâm Medeniyeti'nin dayandığı bu 'dört varsayım'ı kabul ederek Kur'ân'ı inceleyeceğiz. İlmin verileri ile karşılaştırıp paralellik gördüklerimizi uygulayacağız. Böylece, başka yapılacak bir iş olmadığından dolayı, zorunlu olarak bu uygulamayı yapacağız. Bu anlayış ve uygulama. sonunda bizi II. İslâm Medeniyeti'ne, ıstırapsız bir dünyaya, hakka ve adalete dayanan yeni bir dünya düzenine götürürse, o zaman varsayımlarımız doğru olacaktır.
Bizim incelememizle I. İslâm Medeniyeti incelemeleri arasında en önemli fark şudur:
Onlar ferdi ele alıp kişinin ne yapması ve ne yapmaması gerektiği hususlarını ortaya koydular. Böylece inşaat için tek tek malzemeler ürettiler. I. İslâm Medeniyeti'nin görevi buydu; 'iyi fert yetiştirmek'.
Şimdi bizim görevimiz ise; yaşadığımız çağda bu insan malzemesini bir araya getirerek plan ve projeye göre bir 'sosyal yapı oluşturmak' olacaktır.. Kur'ân çağımızda bu anlayış ile ele alınmalı ve bu gözle incelenmelidir. Allah'ın istediği sosyal yapı üzerinde durulmalıdır.
Usûl bakımından aramızda büyük bir fark olmayacaktır; ama konumuz farklı olacaktır.
I. İslâm Medeniyeti sosyal düzenleme bakımından Kur'ân'ın verilerine göre oluşmadı. Çağımızda meseleye II. İslâm Medeniyeti açısından baktığımızda, artık bu oluşma zorunlu hâle gelmiştir. Çağımız dünyası sorunlarının başka bir çözüm yolu yoktur.