İNŞİKAK SÛRESİ TEFSİRİ - 4
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ وَرَاءَ ظَهْرِهِ (10) فَسَوْفَ يَدْعُو ثُبُورًا (11) وَيَصْلَى سَعِيرًا (12) إِنَّهُ كَانَ فِي أَهْلِهِ مَسْرُورًا (13) إِنَّهُ ظَنَّ أَنْ لَنْ يَحُورَ (14) بَلَى إِنَّ رَبَّهُ كَانَ بِهِ بَصِيرًا (15)
وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ وَرَاءَ ظَهْرِهِ (10)
(Va EamMAv MaN EuTiYa KiTABaHUv VaRAyEa JaHRiHIy)
“Kitabı zahrın veraından îtâ edilen kimse ise”
Kur’an’da üç yerde âhirette kitabı verilenlerden bahsedilmektedir. Bir de iki yerde ashabı yeminden ve ashabı şimalden bahsetmektedir. 69/19’da kitabı yemininden îtâ edilenler için işte al kitabını oku denecek, onlar ben hesap vereceğime inanıyordum diye düşünecek ve cennette olacak denmektedir. Devamla (69/25) kitabı şimalden verilenler diyerek bu kitap bana verilmeseydi diyecek, pişmanlık duyacak ve cehenneme gönderilecektir. Bu âyetlerde yemin”den ve “şimal”den bahsetmektedir.
“Yemin” kelimesi ile “Emin” kelimesi yakın akrabadır. “Emin” güvenli demektir. “Şeml” ise bezdir. Onunla memesi ağırlaşan hayvanın memesini askıya alırlar yahut dalları ağırlaşan hurmanın dallarını askıya alırlar. İnsanın bütün vücudunu kaplayan çarşaf benzeri örtüye de “Şemel” denmektedir. “Peştemal” kelimesi buradan gelmiş olmalıdır. “İştimal etmek” içine almak demek olur. “Şamil” kapsayıcı demek olur. “Yemin” güvenli ve sağlam, bozukların ve yanlışların bulunmadığı anlamına gelmektedir. “Şimal” ise her şeyi kapsayan anlamına gelmektedir. O halde sağından verilenler demek içinde günahların yazılı olmadığı, iyilikler tarafından temizlendiği bir kitap anlamındadır. Şimalden verilenler içinde her şeyin yani günahların da sevapların da olduğu kitap anlamındadır. Cennete gidenler sağ kapıdan sevk edilirler, kapıda sağ tarafta duran melekler tarafından hesap kitapları verilir. Pasaport verilir. Cehenneme gidenler de sol kapıdan girerler, onlara da sol tarafta duran melek tarafından hesap kitapları verilir.
Meş’eme ve meymene kelimeleri getirilmektedir. Kural meşmele olması gerekir. Şimal sol eldir. Şe'm yani şam ise kuzey demektir.
Kur’an’da ashabı şimal denmekte, bir de ashabı meş’eme denmektedir. Sağ halkı için kök ayırmadan ashabı yemin ve meymene dendiği halde sol halkı için ise ashabı şimal ve ashabı meşeme denmektedir. Kökleri şml şem ayırmaktadır.
Biri âhiretteki sağcılarla, âhiretteki solculardır. Biri dünyadaki sağcılarla, dünyadaki solculardır. Bütün solcular cehennemlik olmadıklarından dolayı onları birbirinden ayırmıştır.
Bu Kur’an’ın bir mucizesidir. O zamanlar solcu ve sağcı sözü yoktu. İlk defa açılan Fransız parlamentosunun meclisinde düzene karşı gelen yani kiliseye karşı olanlar sol tarafta yer aldılar, bu sebeple onlara solcu denmiştir. Kur’an da sağ ve soldan bahsetmektedir. Kur’an’da ise bu ayırım bin seneden önce yapılmış bulunmaktadır. Kur’an’ın mucizesi burada bitmemektedir. Solcuların merkezi Sovyetler de kuzeyde oluşmuştur. Şimal ile meş’eme ayırımı da buradan gelmiş olmaktadır. Çünkü sağcılar güneydekiler değil ortadakilerdir. Kur’an’ın bu âyetleri 20’inci yüzyılı ne kadar açık ve isabetle işaret etmektedir.
Burada sağcılarla solcular arasındaki temel görüş farkı nedir?
Sağcılar Hakkı üstün tutan kimselerdir. İnsanların özgürlüğünü esas alırlar. Aklı başında olan, baliğ olan kimse kendi kendisini yönetir, ona başkaları hükmedemezler. Suç işlemeden önce ona karışılamaz. Suç işledikten sonra kendisine hakemler ceza verirler.
Sol anlayışında ise güçlünün zayıfı ezmeye, başka bir ifadeyle akıllı olanların akılsız olanları yönetme hakkı vardır. Lenin madem herkesten akıllıdır, o halde dünyayı yönetmek onun hakkıdır! Akıllı olması nasıl bilinir? Hasımlarını yenmesi ile bilinir yani güçlü olması ile bilinir. Bu anlayıştan sonra artık düzen oluşmaktadır. Güçlüler güçsüzleri öldürme dâhil her türlü hakka sahip olurlar. Böylece seleksiyon olur, işe yaramaz insanlar temizlenmiş olur. Bunlarda Hak mefhumu kuvvetlinin halka bahşettiği haklardır. Yani kanunlarla haklar verilir.
Kur’an’a göre ise her insanın insan olduğu için hak ve görevleri vardır. Bunları kuvvet değil İlâhi kanunlar yani doğa kanunları tesbit eder.
İnsanların tabii hakları akrabalıktan, komşuluktan, emekten ve sözleşmelerden doğar. Bunları kuvvet değil tarafların seçtiği hakemler belirler. Kuvvet, hakemlerin verdiği kararları yerine getirir. Kuvvet kanun yapmaz, şeriat koymaz. Dayanışma ortaklıkları mezhepleri vardır. Kişiler kendi mezhepleri ile muhakeme edilirler. Sosyalistler ve kapitalistler ise kanunla toplulukların yönetileceğini iddia ederler. Kapitalistlere göre bu hak zenginlerindir. Sosyalistlere göre bu hak askerlerindir.
Bu âyete gelinirse, burada yine kitabı sağdan verilenlerden bahsetmektedir. Bunların hesaplarının kolayca görüleceği anlatılmaktadır. Soldan değil de kitabı arkadan verilenlerden bahsetmektedir. Yani kitabı sağdan verilenlere karşılık üç grup ortaya çıkmaktadır; kitabı soldan ve arkadan verilenler ile bir de kuzey halkı yahut uğursuz halk.
Kitabı arkadan verilenlerin anlamı nedir?
Beraat kararlarını kazananlara önceden hemen bildirilir. Kişi devam ederken dur denir, bekletilir, arkadan gelen melek ona kitabını verir. Yahut kitapları sonradan verilenler demektir. Cennete gideceklerin bir an evvel gitmeleri için onlara hemen kitapları verilir. Af olduğu zaman hapishaneden önce tahliye edilenlerin hesapları görülür ve hemen tahliye edilirler. İçeride biraz daha kalacakların hesapları sonraya bırakılır. Âhirette de önce cennete gidenlerin hesapları görülür. Cehenneme gidecekler bekletilir. Sonra hesapları görülür. Böylece onlara da rahmet edilmiş olur.
وَأَمَّا
(Va EamMAv)
“İse”
“Kardeşlerin ne iş yapar?” sorusuna, “Büyük kardeşim terzidir, ortancası çiftçilik yapıyor, küçüğü ise okuyor” denir. Arapçada bu şekilde tasnif yapılır. Türkçede atıf harfleri tekrar edilmez, sonunda eklenir, “Ahmet, Hasan veya Cemal gelsin denir. Oysa Araplar “Ahmet veya Hasan veya Cemal” gelsin derler.
Buradaki “Emmâ” bundan önceki kitabı sağ tarafından verilenlere atfedilmiştir. İki “Emmâ”dan başka zikretmediğine göre iki gruptan başka grup yoktur demektir. Demek ki kitabı arkadan verilenlerle kitabı solundan verilenler aynı kimselerdir demektir. Kitap sonradan verilecek ve soldan verilecektir demektir.
Kur’an’da arafta da rical vardır denmektedir. Onlar cennette değildirler ama cennete gideceklerini ummaktadırlar denmektedir. Bunlar üçüncü grup olarak zikredilmemektedir. O halde bunlar da kitabı soldan veya sağdan verilenlerdir. Bunların kitapları geç verilecektir. Bu soruşturma dönemi uzun sürecektir. Soruşturma esnasındaki hapislik hâli cezalarına mahsup edileceği için gözaltında iken cezalarını doldurmuş olacaklardır.
Suçluların dört çeşit durumu vardır.
Tutuksuz yargılanma hâli, gözaltına alınma hâli, tutuklu olma hâli ve mahkûm olma hâlidir. Mahkûm olmadan önce tutukluluk hâli de mahkûm olursa cezadan tenzil edilir. Âhirette de bazı suçlular uzun soruşturma sonucunda cezalarını doldurmuş olurlar ve cehenneme gitmezler.
a) Tutuksuz yargılanma hâli
b) Gözaltına alınma hâli. Emniyet 24 veya 48 saat hâkim kararı olmadan hapiste tutuyor.
c) Hâkim kararı ile tutuklu tutulabiliyor. Anayasada kaçma veya suç tasnii söz konusu ise tutuklu tutulabiliyor. Hâkimler ve savcılar etkili olsun diye her şeyi bu maddelere sokar ve tutuklanırlar. Hapishanede senelerce kalır. Çoğu zaman ceza daha az olur. Karar tahliyesine sebep olur. Yani bu madde ile insanlara zulmedilmektedir. Suç işlemesi muhtemel olanlar uğruna diğerlerine ceza verilmektedir.
d) Mahkûm olma hâli de tutukluluk hâlinden fazla ceza alıp hapishanede bulundurulmadır.
Âhirette de davaların uzatılması hâli vardır. Mahkûmiyeti kesin olanlar biraz daha cehenneme gitmesinler diye davalar uzatılmakta, evraklar geç gelmektedir. Yani Allah merhameten gerçekleştirmekte, bunlar ise zulmen gerçekleştirmektedir.
Muhakeme esnasındaki iyi halde cezanın tenzili vardır. Mahkeme uzun olursa mahkûmların iyi hal göstermesi yararlanma halidir.
O halde yargılamada kural şudur. Önce gözaltına alınanların muhakemesi yapılır. Sonra tutukluların muhakemesi yapılır. Sonra tutuksuzlara sıra gelir. Tutuksuz olanlara yurt dışına çıkma dâhil hiçbir kısıtlama getirilmez.
مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ
(MaN EuTiYa KiTABaHUv)
“Kitabı ita edilenler”
Bundan önce kitabı sağdan îtâ edilenler, burada da kitabı arkanın ötesinden îtâ edilenler denmektedir. Her ikisinde meçhul mâzi sigası ile getirilmiştir. Kim îtâ edecektir?
Sonra maruf olan kitaptan bahsetmektedir. Kitap, muhasipleri tarafından îtâ edilecektir. Yeryüzünde her bir insanın yaptıklarını sevap ve günah değerleri ile hesaplayan muhasipleri vardır. Biri borçları diğeri de alacakları yazar. Kur’an’da da yazma ile ilgili tedayün âyetinde de çoğul kelimesi kullanılmakta ve bir kimsenin üç yazıcısı olduğu bildirilmektedir.
Biz bir muamelenin üç muhasip tarafından yazılacağını içtihat ediyoruz. Borçlunun kâtibi, alacaklının kâtibi, bir de muhasebe kâtip. Bu kâtip raporlar çıkarır.
Sonunda borçlunun katibi muhasebeyi yapar, kişi borçlu ise borçlunun katibi kimlere borçlu olduğunu yazarak ona bildirir. Eğer alacaklı ise alacaklıları kaydeden kâtip alacağını bildirir. Yani ortağa bakiyeler bildirilir.
Âhirette de kişinin günahlarını yazan kâtip ona sonraları bildirir.
Dünya muhasebesi ile âhiret muhasebesini benzer şekilde düzenlersek, demek ki herkesin alacaklarını kaydeden muhasip olacaktır. Sonra bu alacakları kaydeden muhasipler borçları kaydeden muhasibe bildireceklerdir. Borçları yazan muhasip borçluyu sonradan haberdar edecektir. Burada îtâ eden meçhul bırakıldığından bir kimsenin iki muhasibi mi olacak, yoksa borçları yazan ayrı, alacakları yazan muhasip ayrı mı olacaktır?
Bu âyetten yapacağımız istidlâl şöyle olabilir. Borçları kaydeden ve alacakları kaydeden muhasipler kamu muhasipleri olabilir. Çünkü Kur’an’da nekre olarak bir kâtip yazsın denmektedir. O halde sen borcunu herhangi muhasibin kart kayıtlayıcısından geçirerek borçlanabilirsin yahut alacaklandırabilirsin. Haftanın sonunda asıl senin muhasibin sana bilançonu çıkarır. O halde kitabı veren her iki halde de şehit olan yani ortadaki kâtiptir.
وَرَاءَ ظَهْرِهِ (10)
(VaRAyEa JaHRFiHIy)
“Zahrının verasından”
“An Zahrihi” denseydi kitabı arka tarafından manâsını vermiş olurduk ve solundan verilenlerle ya çelişki olurdu yahut başka kimseler kastedilmiş olurdu.
“Vera” öte demek, görünmeyen taraf, ufkun arkası demektir. Böylece buradaki “zahr” kelimesi arkadan sonradan anlamındadır. Borçluların kitapları alacaklıların kitaplarından sonra tanzim edilecektir. Borçlanmadan alacaklı olunamayacağına göre bu şekilde ifade edilmesi borç ve alacakların topluluğa, Allah’a karşı olacağı anlamındadır. Yani bütün günahlar ve sevaplar Allah’a karşı işlenmiştir. Hesap diğer insanlara değil, Allah’a karşı işlenmiş olur.
Bunun manâsı şudur. Siz bir arkadaşınıza bir halksızlık yaptığınız zaman ona haksızlık yapmış olmazsınız, Allah’a haksızlık yapmış olursunuz. Sonra size birisi bir zulüm yaparsa buna Allah müsaade etmiştir. Ya sizin bir günahınız vardır, onun cezasını bu dünyada çekiyorsunuz yahut âhirette mertebeniz yüksek olsun diye Allah o belayı size vermiştir. O halde kimse kimseye karşı ne borçlu ne de alacaklı olmaktadır. Dolayısıyla alacaklıların hesapları yapılırken hiçbir borçluya bir şey sormazlar. Sadece bilgisini alırlar.
Burada şu önemli husus belirtilmiş olmaktadır. Annesine zulmeden kimse annesi tarafından daima affedilir, geline veya damadına saldırır. Ama Allah anneye yapılan hakareti kendisine yapılmış kabul ederek onun affı ile affetmeyecektir. Amirin memura veya vatandaşın iktidarda olana saldırısının hesabını Allah’a verecektir.
فَسَوْفَ يَدْعُو ثُبُورًا (11)
(Fa SavFa YaDGUv ÇuBUvRan)
“İlerde sübûren dua edecektir.”
Kitabı zahrının verasından îtâ edilen kimsenin cevabı olarak bu cümle getirilmiştir. Kitabı sağından verilenlerin hesapları kolay görülecektir dendiği halde burada hesapları zor görülecektir denmektedir. Sübûren dua edecektir denmektedir. Yani bir türlü hesabı çıkmıyor, geç geliyor. Hem de uzun sürüyor, madde madde tetkik edilecek, her madde için savunması alınacaktır. Yani cehenneme gitmeden önce de sıkıntılı bir hesap verecektir. Kendisi tutuklu kalacaktır.
Mahkûm olanlar sicn içindedirler. Mesbur olanlar tutukludurlar. Muhakemeleri devam etmektedir. Mahkemeleri bitince cezalarını çekeceklerdir. Tutukluluk hâli mahkûm hâlinden daha kötüdür, her gün sıkıntı ve heyecan içindesin. Mahkûm olunca artık ilerini görmektesin, savunmadan kurtulup yeni bir yaşama tarzına girersin.
İşte, kitabı sağından verilenler böyle tutukluluk hâlini yaşamayacak, kolayca hesaplarını vereceklerdir. Herkes davanın bir an önce bitmesini ister. Bu sebepledir ki “seber” kelimesi üç defa dua ile beraber geçmektedir. Dua birisinin bir şey yapmasını istemek manâsında olduğu gibi bir şeyin kendiliğinden veya yaratıcıdan öyle olmasını istemek demektir.
فَسَوْفَ
(Fa SavFa)
“Devamlı olarak”
“Fa” peşinden hemen demektir.
“Sevfe” ise ileride demektir. “FeSevfe” hemen başlayacak çok ileri zamana kadar devem edecek anlamındadır. Yani uzun zaman sübûren diye dua edecektir.
Kitapları sağdan verilenler ise ehline mesrur olarak dönecekler ve artık böyle devam edeceklerdir demektir.
“Fe”den sonra gelen “Ve” harfi “Fe”nin içindedir. Yani “Fe” ile parantez açılır ve “ve” harfiyle biten eklerden sonra kapanır.
“Sevfe” kelimesi “ve” harfiyle eklenenleri de içine alır. Sevfe yed’û ve sevfe yasla anlamındadır. Zaman bitişik olduğu için ve devamı olduğu için arada “Sevfe” getirilmemiştir.
يَدْعُو ثُبُورًا
(YaDGUv ÇuBUvRan)
“Sübûran dua eder.”
“Sebr” hurma ağacının kök saldığı topraktır. Ağaçlar topraklara kök salarlar ve o suretle tutunurlar, toprakların da kaymasına mâni olurlar. Eğer bir toprak bitki örtüsü ile örtülmemişse yağmur onu alır ve denizlere taşır. Köklerle ağaç toprakta hapistir. Toprak da ağacın köklerine hapsolmuştur. “Sebr” böylece birbirinden ayrılamaz halde iç içe geçme demektir.
“Tibr” yani saman kelimesi ile de akrabalığı vardır. Parçalanmış anlamına gelir. Ezilmek anlamını da taşımaktadır.
İnsanlar çevresi tarafından kuşatılır ve o çevre içinde mahkûm olurlar. Saraylar rahat hapishaneden başka bir şey değildir. Sultan korumaların emrindedir. O hükümdardır ama çevresi ile hükümdardır. Aslında o esirdir. Bu sebepledir ki Hazreti Musa aleyhisselam Firavun’a “Sen mesbursun.” diyor. Firavun O’na “Meshursun” diyor. Mesbursun demek hapistesin demektir. İstediğin kararı verme durumunda değilsin. Ben ise semavat ve arzın Rabbi tarafından gönderilmişim, O’nun meshuruyum diyor.
“Sübûran” diye dua etmek demek, ben esirim beni kurtarın demektir. Bir an evvel bu çile bitsin demektir. Kolay muhasebe karşılığı uzun soruşturma zamanı demektir.
“Sübûran”ın başka manâsı; insan hür yaratılmıştır, kendisi kararlar alıp hareket eder, sorumluluğu da kendisine ait olur. İnsan işin içinden çıkamadığı zaman iflasını ilan eder. Ben artık kendi kendimi yönetemiyorum teslim oldum demektir.
Bugün de borçlunun mal varlığı borçlarına yetmediği zaman kendisi iflasını ilan eder ve alacaklılar ne kalmışsa onu paylaşırlar. Borçlu da borcundan kurtulmuş olur. Hayata sıfırdan başlar ve eski alacaklılar artık eski alacaklarını isteyemezler.
İşte, “sübûran” diye dua etmek iflas ettiğini ilân etmek demektir. Tamam, ben suçluyum, borçlarımı ödeyecek durumda değilim. Neyim varsa alın. Cezam varsa çekeyim de yeniden hayata başlayayım diye devamlı talepte bulunacaklardır. Onların iflas talepleri kabul edilmeyecektir. (25/4) bugün bir defa değil birkaç defa iflasınızı isteyin denecektir demektedir.
Demek ki o gün günahları arasında hapsolacak ve iflasını talep edecektir.
Ebu Hanife, borçlu borcunu eda etmezse hapsolunur diyor. İflasını ilan ederse o zaman serbest kalır demektir. Allah ise burada iflas talebini kabul etmemektedir.
Biz borçlanmalarda kişiyi hapsetmiyoruz. İflas hükümlerini hapis hükümleri olarak görmüyoruz. Sadece borçlanma ehliyetini kaldırıyoruz. Ama kişi yine bütün malları ile serbest olmaktadır. Borcunu kapattığı zaman borçlanma ehliyetini de kazanacaktır demektir.
وَيَصْلَى سَعِيرًا (12)
(Va YaÖLAv SaGIyRan)
“Ve seira sılî edecektir.”
“SLY” kelimesi “Y” harfi ile pişme anlamındadır. “Salv” ise hayvanları hamlıktan çıkarıp yorga hâline getirmedir. Her ikisi eğitimle ilgilidir. “Sly” üçlü babda eti pişecek yere koymaktır. Güneşe karşı koyup pişmesine bırakmaktır. İf’al bâbı ile ise yakmak demektir. Üçlü babda eğitim, dörtlü babda ise ceza verme anlamındadır. “Sair” ise ekmek pişirilen fırındır. Fırında pişer değil de fırında pişirir denmektedir. Neyi pişirir? Kendisini pişirir.
Bunun anlamı şudur. Cehennem yakıcı ateş değil pişirici ateştir. Diğer taraftan oraya azap çekmek için değil eğitilmek için götürülür. Sonra da onu başkası pişirmez, bizzat kendi kendisini pişirir.
Demek ki sıkıntılı bir soruşturma ve tutukluluk hâli geçirecek, sonra kendi kendisini eğitmesi için ona imkân sağlanacaktır. Hapishaneye konacaktır. Hapishane öyle olmalıdır ki kendi kendini orada eğitmeli ve eğitilmelidir. Bu sebepledir ki biz hapishane değil de sürgün sistemini öneriyoruz. Orada olanlara kendilerini eğitme ve ıslah etme imkânını veriyoruz.
Allah da cehennemi böyle tasvir etmektedir.
وَيَصْلَى
(Va YaÖLAv)
“Ve sılî eder.”
“Ve” harfi ile iflasını ilan eder, kendisinin eğitime alınmasına razı olur ve kendisini eğitmeye başlar demektir.
Pişirmek demek, yenmez olan bir yiyeceği ateşle terbiye ederek yiyecek hâle getirmek demektir. İnsanlar ateşte pişirmeyi öğrendikten sonra birçok yiyecekler yemeye başladılar. Etler pişirildikten sonra yenmektedir. Ekmek pişirildikten sonra yenmektedir. Sebzeler pişirilerek yenmektedir. Yünden kumaşı dokuduktan ve onu sıcak suda ezdikten sonra ancak dayanıklı kumaş hâline getirirler. Askerlik yapma pişme demektir. Trafik ehliyeti almak için araba sürerek alışma bir pişmedir.
Arap olmayanlar kelimelerin sadece istilahi manâlarını öğrendikleri için Kur’an’ın ruhuna ulaşamamışlar, cehennemi hep eziyet etme ve intikam alma manâsında değerlendirmişlerdir. Oysa cehennem bir olgunlaşma ve eğitim görme yeridir. Burada bu açıkça görülmektedir.
سَعِيرًا
(SaGIyRan)
“Sıcak. Kızgın.”
Biz odada oturduğumuz zaman normalin üstünde ısınmışsa buna hararet denmektedir. Fırının sıcaklığına “sair” denmektedir. Hararet insana sıkıntı verir ancak kendisinde değişiklik yapmaz. Sairde ise uygun sıcaklıkla gereken değişiklik yapılır. Demirciler demire şekil verdikten sonra onu tav fırınına koyar ve tavını verirler, su verirler.
“Sairan” mef’uldür. Arapçada eti ateşte pişirme manasındadır. Burada fırını pişirme şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Fırın insanı pişirmiyor, insan fırını pişirmektedir. İnsan bir yere göç eder ve orasını imar eder. Kendisi de eğitilir ve imar olur.
Cehennemde insan yalnız pişerek olgunlaşmayacak, cehennemi de imar ederek ve değiştirerek onu cehennem olmaktan çıkaracaktır. Bu sebepledir ki “sairi” yani “fırını pişirdiği zaman” denmektedir. Yani “fırını pişirecek hâle getirdiği zaman” demektir.
Allah insanlara görev verir, o görevi yapan insanlar hem staj yapmış hem de üretim yapmış olurlar. Buradaki bu izafet bize bu sistemi öğretmektedir. Âhirette de Allah insanlara faydalı iş yaptıracaktır. İnsanlar kendi emekleri ile oradan çıkacaklardır.
إِنَّهُ كَانَ فِي أَهْلِهِ مَسْرُورًا
(EinNaHUv KAvNa FIy EaHLiHIy MaSRUvRan)
“O ehli içinde mesrur idi.”
O yani kitabı arkasının ötesinden verilen kimse dünyada ehli içinde mesrur idi. Dünya ile kayıt etmemize delalet eden bundan sonraki “zanne” kelimesidir. Âhirette artık zan yok, her şey kesin olarak bilinecektir. Sağından verilenlerin mesrur olarak inkılab edeceklerini söylemektedir.
Burada ise “ehli içinde mesrur idi” denmektedir.
Ehli dediğimiz zaman aile, karye, medine ve mısrın halkını anlarız.
İnsan yeryüzünde insan olduğu için mesrurdur. İnsan yeryüzünde dilini konuşan halkın bir ferdi olarak mesrurdur. İnsan aynı doğa içinde mesrurdur. Mallarını alıp sattığı beldesi içinde mesrurdur. Birlikte çalıştığı karyesinde mesrurdur. Nihayet birlikte yaşadığı evinde ailesinde mesrurdur. İnsanoğlu kişiliğini koruyarak topluluk içinde yaşayacak şekilde yaşamaktadır. Savaşlar bu birlikte yaşamanın süruru sayesinde olmaktadır. Birlikte savunma, birlikte başarma, işte hayatın tadı buradadır.
Çağımızın insanı mesrur değildir, çünkü ailesinden kopmuştur, komşularından kopmuştur, ülkesinden kopmuştur. Dünyada ehli içinde mesrur olma nimetini de elde edememektedir. İşyerinde işverenle kavgalıdır, sokakta polis ile kavgalıdır.
Neden kavgalıdır?
İnsanlık doğum sancılarını yaşamaktadır, yeni uygarlığa geçmektedir. Geçişten sonra insaniyetin ehli içinde kavgalı olmayacaktır. Eşiyle mesut olacak, semtiyle mesut olacak, beldesi ile mesut olacak, bölgesi ile mesut olacaktır. Dünyayı sevecektir.
Topluluk yönetiminde aşiret, kabile, şa’b, kavm ve insanlık vergi toplayarak güveni sağlayan merkezlerdir. Vergi verirken hoşlanmazlar, disiplin edilirken de hoşlanmazlar. Oysa aile, karye, belde, medine ve mısr insanlara hizmet eden, genel hizmet veren, sosyal güvenliği sağlayan merkezlerdir. Dolayısıyla insan bunların içinde mesrurdur.
Bu ifadeden yönetimin nasıl olacağını da öğrenmiş oluyoruz. Merkezler hizmet verecek, buna karşılık kuruluşlar vergi toplayıp güvenliği sağlayacaklardır.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nın dayandığı temel ilkeye burada işaret etmektedir.
إِنَّهُ كَانَ
(EinNaHUv)
“O idi”
Burada atıf harfi getirilmeden doğrudan cümle irad edilmiştir. Çünkü âhiret hayatını anlatmıyor, dünya hayatını anlatıyor. Eğer ve getirilseydi âhirette de yani cehennemde de mesrur olmuştur manâsını verebilirdik.
“Hüve Kâne” demeyip “İnnehu Kâne” demiş olması o dünya hayatında mesrur idi anlamındadır.
Her ne kadar insanlar bugün mesrur değildir diye açıklama yaptıksa da bize cevap vermektedir. Yanlış açıkladın diyor. Kur’an, evet, bu dünyada bugün mesrur görünmüyor ama âhirette o gün düştüğü durumu gördüğümüzde bu dünya hayatı çok çok sürurdur.
Evet, âhiretteki ıstırabı karşısında bu dünya hayatı ne kadar acı ve kötü olursa olsun daha sevinçli bir dünyadır.
İki incelik ortaya çıkmaktadır. Biri, âhirette mesrur olarak ehline inkılâp edecektir diyor. Orada inkılâp kelimesini getiriyor. Yani bu dünyadaki sürur o sürurun yanında yok gibidir. İnsan orada mesrur hayata kavuşacak ve mesrur olma durumuna inkılâp edecektir. Burada ise sürurun konusu vardır. Burada da âhiretteki ıstırap o kadar kötüdür ki bu dünya onun için sürur yeridir. Her ne kadar bu dünyayı ıstırap dünyası görüyorsanız da demektir.
فِي أَهْلِهِ
(FIy EaHLiHIy)
“Ehli içinde”
Evet, bu dünyada o mesrur idi. Evlenmişti. Çocukları olmuştu. Onları okutmuştu. Sonra torunları olmuştu. İşyeri kurmak istiyordu. Ev almak istiyordu. Herkes az çok gayesine ulaşmıştır. Bir de emeklilik maaşının peşinde koşuyordu. Onu da elde etmişti. Dünya meşgalesi onu sürükleyip gitmişti. Evinde, köyünde, beldesinde, bölgesinde, yeryüzünde nimetlerden yararlanıyordu. Ama ocağında, bucağında, ilinde, ülkesinde, insanlıktaki görevlerden bihaberdi. Vergi kaçırıyor, topluluğun hakkını topluluğa vermiyordu. Askerlik yapmıyordu. Helal haram demeyip hep yutmak istiyordu. Hukuk kurallarına ve şeriata uymuyordu.
İşte bunların kitapları arkadan sonradan verilecektir. Bunların durumu kötü olacaktır.
İnsanlar işin kolayını bulmuşlar. Hazreti İsa’yı severseniz ondan sonra her iş kolay olur. Buda’nın heykelini yaparsanız sorununuz yoktur. Namaz kılar oruç tutarsanız işiniz tamamdır. Oysa âhirette defterde zerre miskalınca hayır da şer de yazılacaktır. Oruç tuttun diye hayır işlemiş olmazsın. Eğer oruç seni haram işlemekten men ediyorsa hayır işlersin.
مَسْرُورًا
(MaSRUvRan)
“Mesrur idi”
Genel hizmetleri alırken mesrur idi. Ama kamu görevlerini ifa ederken ise hiç aldırış etmiyor kaçınıyordu. Demek ki biz topluluğun genel hizmetlerinden yararlanırız. Ona karşılık da askerliğimizi yaparak ve vergimizi vererek kamu görevimizi yaparız.
Genel hizmetlerden mesrur olduğumuz gibi kamu görevine koşmalıyız, âhirete topluluğa borçlu olarak değil topluluktan alacaklı olarak gitmeliyiz.
Biz bu dünyaya çalışıp yaşamamız için geldik. Bizi anne ve babamız büyüttü. Biz de en az üç çocuk büyüterek borcumuzu ödedikten sonra âhiret için biraz da alacaklı olalım. Bire on değerlendirilerek bize ebedi hayat bahşedilecektir. Genel hizmet aldığımız zaman olduğumuz mesrur kadar kamu görevi yaparken de mesrur olmalıyız.
إِنَّهُ ظَنَّ أَنْ لَنْ يَحُورَ (14)
(EinNaHUv JanNa EaN YaXUvRa)
“Havr olmayacağını zannetti.”
“Havr” kökü Kur’an’da 13 yerde geçmektedir. 5 yerde “Havariun” olarak geçer. 4 yerde “hur” olarak geçer. 3 yerde “muhavere” olarak geçer. Burada da üçlü fiil olarak geçmektedir.
Önce “muhavere” karşılıklı konuşmadır. Siz ona bir şey söylersiniz, o da size bir şey söyler, buna “muhavere” denmektedir. Konuşmak anlamındadır. “Mukaleme” söyleşmek anlamınadır. “Hur” kelimesi de hizmetçi demektir. Sürekli olarak sizin çevrenizde dolaşmaktadır, arzunuzu yerine getirmektedir. Allah’ın emri olarak yerine getirdiği için de onun şerefi ve süruru yüce olmaktadır. İnsanın cinsi arzularını da yerine getirdiklerini Kur’an ifade etmektedir.
Bir de “XVR” kökü “XVL” kökü ile akrabadır. “Hale” güneş etrafındaki beyaz olan çevredir. Lügatte rucû manâsına gelmekte ise de burada bundan sonraki “basir” kelimesinin delaleti ile kuşatılmış olmak, çevrilmiş olmak manâsındadır.
İnsan zannediyor ki ben yaptıklarımı kendim yapıyorum, beni kimse gözetlemiyor, kimse denetlemiyor. Oysa insan daima gözetim altındadır. Her hareketi sıkı takibat altındadır.
Devlet yönetiminde de devlet kişilerin her türlü hareketlerini takip edecek ama karışmayacak. Mesela sokakta bir adam yürürken kuyumcunun vitrinini kırdı. Kimse ona müdahale etmeyecektir. O altınları alacak ve gidecek. Devlet kimin aldığını tesbit edecek. Sonra onu soruşturmaya alacak ve çaldığı için kolunu kesecek.
İşte “havr” kelimesinin manâsı gözetim altında olmasıdır. Elini kolunu bağlamıyorsun, insanın adam öldürmesine kadar her şeyi yapmaya izin veriyorsun ama öldüreni öldürüyorsun.
Bu mantık insana ters gelebilir. O arada adam öldü diyeceksiniz. Herkes er geç ölecektir. Biz insanların ölmesini önleyemeyiz. Biz ancak caydırıcı ceza verebiliriz. Kişi suç işleyecek, işlemesine izin vereceğiz. Daha doğrusu katılmayacağız. Suç işledikten sonra ona o kadar ağır ceza vereceğiz ki başkaları artık o işi bir daha işlemesinler. Buna “hukuk düzeni” denmektedir. Kişinin suç işlemesini önleme sistemine de “polis rejimi” denmektedir.
İnsana başlangıçta polis rejimi daha uygun gibi gelirse de polis de insandır. Onun suç işlemesine kim mâni olacaktır. Bu sonu olmayan zincirlemeye gider. Bu fiilen zaten mümkün değildir, mantıkta fikren de mümkün değildir. Bu sebepledir ki Tanrı yaratılmamıştır. Çünkü o zaman O’nu yaratanı da yaratan birinin olması gerekirdi.
“Havr” da müdahalesiz ama her türlü gözetim altında bulundurma, sonra suçluyu cezalandırma ilkesidir. İlâhi nizam budur. İnsanlar dünyada hukuk düzenine bırakılmıştır. Sen istediğini yap ama sonra bize hesap vereceksin denmektedir.
إِنَّهُ ظَنَّ
(EinNaHUv JanNa)
“Muhakkak ki O zannetti”
Burada yine “Ve” harfi getirmedi. Mesrur olmanın sebebi onun gözetlenmediğini sanması idi. Yani mesrur idi, gözetlenmediğinden dolayı mesrur idi. Mesrur olduğu için gözetlenmediğini sanıyordu. Eğer iki olay birlikte birbirinin sebep sonuçlarına bağlanıyorsa o zaman aralarında harfi atıf getirilmez. Biri diğerinin bedeli kabul edilir.
“Zanun” suyun bulunup bulunmadığı görülmeyen kuyudur. Daha çok var kabul edilir. Şekte ise yok kabul edilir. “Reyb”de ise eşitlik vardır.
İnsanın içtihatları zannîdir. Onunla amel edilir ama doğruluğu iddia edilemez. O da ara sıra beni gözetleyenler var diye düşünüyor ama sonunda yokmuş gibi hareket etmekte idi. Yani gözetlenmediğini sanarak ehlinde mesrur olmuştu. Kazandığı helal para ile çevresi içinde mesrur idi. Mü’minler para kazanmakla uğraşmazlar, helal lokma yemekle uğraşırlar.
Bugünkü şartlarda bu mümkün olmadığı için biz Adil Düzen için çalışmak zorundayız. Var gücümüzle çalışacağız ve elde ettiğimiz imkânları Adil Düzen için yani haram yemememiz için harcayacağız. Yalan söylemeyeceğiz, hile yapmayacağız, sözümüzde duracağız, vergimizi kaçırmayacağız, rüşvet vermeyeceğiz.
Bu mümkün müdür?
Zulüm düzeninde bu mümkün değildir. O sebepledir ki biz “Adil Düzen”i getirmeliyiz. Bunun için yüz aileli semtler oluşturmalıyız. Mala-mal marketleriyle kendimizi bu zulüm düzeninden koruyacağız. Nasıl yağmurdan fırtınadan evimize kaçarak korunmakta isek, zulüm düzeninden de semtimize sığınarak korunacağız.
أَنْ لَنْ يَحُورَ
(EaN LaN YaXUvRa)
“Havr etmeyeceğine”
“Havr” mastarı lazım kabul edildiği takdirde manâsı yaptıklarından hesap vermeyeceğini, hesaba çekilmeyeceğini zannetmekte idi. Yapacak, yaptıkları kalacak, hesaba çekilmeyecek zannetmişti. Evet, sokakta yürürken istediğini rahatlıkla yapabiliyordu. Çalabiliyordu, silah kullanabiliyordu. Ne var ki kamera onu çekip kaydetmişti. Polis de sonra onu ifadeye çağırmış ve yaptıklarını ona sormuştu.
Allah kâinatı var etmiş, insanı yeryüzüne halife yapmıştır. O içtihat edecek ve serbestçe iş yapacak. Yani kâinat “polis rejimi” ile değil “hukuk rejimi” ile yönetiliyor. Allah insanları doğa kanunları içinde serbest bırakmıştır. Bununla beraber onun her yaptığını takip etmekte, kaydetmektedir. Zerre kadar bir şeyi yitirmemekte kaybetmemektedir. Âhirette yeni hayata geçildiği zaman bunların hepsinin hesabı sorulacaktır.
Evet, baştan müdahale etmemektedir. Ama sonra her şeyin hesabını sormaktadır.
Yeryüzünde Allah’ın halifesi devlettir. Bazı konularda hesap sorulmayı âhirete bırakmamaktadır. Bu dünyanın hesabı yargılama ile bu dünyada sorulmaktadır. Yargılama tarafların seçecekleri hakemlerce yapılmaktadır. Başhakemi hakemler seçerler. Muhakeme sonunda hakemlerin yaptığı mahkûmiyet tarafların iradesi ile infaz edilir. İnfaza rıza göstermeyenlere karşı hukuk davalarında borçlanma ehliyeti kaldırılır. Ceza davalarında ise hukukun himayesi kaldırılır. Bu dünyada düzen böyle sağlanmıştır. Adaletin tamamı âhirette yerine getirilecektir. Çünkü bu dünyada hükmedenler insandırlar, hataları olabilir, günahları olabilir.
Mevcut olan kâinatın bir felsefesini yapmağa kalkışırsak ancak Kur’an’da olduğu gibi anlatabiliriz. Başka türlü açıklama yapmamız mümkün değildir. Dünya hayatının düzensiz olduğunu ve bir felsefesi bulunmadığını söylememiz mümkün değildir. Öyle olsa bizim yazmamamız ve konuşmamamız gerekir.
Düzenin eksiksiz açıklanması ancak âhiret hayatını Kur’an’ın açıkladığı gibi kabul etmek ve dünya düzenimizi de ona göre düzenlememizle mümkündür.
Avrupa’da filozoflar çıkmış ve bu konuları açıklamaya çalışmışlar. Ne var ki onların felsefelerinde Kur’an’ın ve diğer mukaddes kitapların felsefesi yer almamaktadır. Oysa ilk anlatılacak felsefe Kur’an felsefesidir. Ondan sonra diğer büyük dinlerin felsefelerinde farklı görüşlere yer verilmelidir. Karşılaştırma yapılmalıdır. Ondan sonra bunların görüşlerine karşı görüşler ele alınıp incelenmelidir. Yani önce iman anlatılmalı sonra adalet gösterilmelidir. Bunları yapabilmemiz için Kur’an Arapçası ve matematik öğrenilmeli. Müspet ilimlerin temelleri tespit edilmeli, Kur’an’ın kâinat felsefesi ortaya konmalıdır. Bizim İstanbul Yenibosna’daki çalışmalarımız bu yöndedir. Duamız Allah’ın bunu sürdürmemize izin vermesi ve ekolleşmemiz olacaktır. Bu kadarı bile büyük adımdır. Daha sonra başkaları bu çalışmalarımızdan yararlanırlar, inşaallah...
بَلَى إِنَّ رَبَّهُ كَانَ بِهِ بَصِيرًا (15)
(BaLAv EanNa RabBaHUv KAvNa BiHIy BaÖIyRan)
“Değil, Rabbi ona basirdir.”
Soruşturma ancak baştan belgeler bırakma şeklinde olur. Soruşturma yani havr ancak belgelere dayanılarak yapılır. Bunun için bütün insanlar çevrelerini gözetmektedirler. Soruşturmacı konuyu soruşturmaya başlamadan önce insanlara sorar, onlardan bilgiyi toplar. Sonra o bilgiyi olayları yapanların bıraktıkları delillerle değerlendirip bir hükme varır. Hakemlerin karşısına çıkar ve sonuçları beyan eder.
İşte, toplulukta her insan Rabbi adına gözetleyicidir. Dünyada onlardan alınan bilgilerle hükme varılır. Âhirette ise her insan için üç melek görevlendirilmiştir. Sürekli olarak yaptıklarını sevap ve günah puanları ile puanlayarak yazmaktadırlar. Sevaplar müsbet olarak değerlendirilir, artı hanelerine yazılır. Günahları menfi olarak değerlendirilir, eksi hanelerine yazılır. Sonunda iki taraf toplanır. Fark, alacaksa işte o defteri sağından verilendir. Fark, borçsa ona defteri sonradan solundan verilir. Bugün yeryüzünde genel muhasebe başlamıştır. Yevmiye ve işletme defterleri tutulmaktadır. Aynı sistem uygulanmaktadır.
Âhiretteki hesaptan farkı kişi aldıklarını ve verdiklerini, borç ve alacaklarını kâğıda yazıp muhasibine bildirmekte, muhasipleri bilgisayarlara geçirmektedirler. Basir olarak da kameralara konmaktadır. Yahut kapılar kartlarla açılıp kapanmakta ve herkesin hangi saatlerde hangi kapılardan geçtiği kaydedilmektedir. İstenirse başörtüsü üzerine kartlı kamera konur, her gittiği dolaştığı yerleri kaydedebilir ve bunlar bilgisayarlarda saklanabilir. Topluluk kişinin basiri olur.
İnsanın söylediği her söz de kayda geçirilebilir ve sonradan istenirse okunabilir. Bizim bugün bu dünyada uygulama imkânını bulduğumuz bu mekanizmayı Allah insanlar için bildirmekte, Rabbinin ona basir olduğunu anlatmaktadır.
بَلَى
(BaLAv)
“Değil”
“Bel” kelimesi “Beyn” kelimesinin değişik söylenişidir. “Beyn” yarık demektir. Atıf harfleri ondan çıkmıştır. Baştaki “Be” “Ve” veya “Fe” olmuştur. “Sümme” sebeyn’nin dönüşümüdür “Be” ve “Ye” “Mim”lere dönüşmüş ve “Ye” işaret olarak ötreli olmuştur.
“Bel” kelimesinde “Y” düşmüş, son harfi “N” den “L”ye dönüşmüştür.
“Bel” harfi kendisinden önce söylenen cümleyi veya kelimeyi düzeltir. “Cae Ahmedu Bel Hasanu” derseniz, Ahmet değil Hasan geldi demiş olursunuz. Daha öncekinin yanlışlığını ortaya koymadan ziyade sonraki ifadenin doğruluğu vurgulanmış olur.
“Belâ”nın aslı “Bellâ”dır. Bir “L” düşmüştür. Daha öncekinin yanlışlığına vurgu yapar ve doğrusunu ortaya koyar. Yukarıdaki cümlede Ahmet’in gelmemiş olması gerekmez, o da gelmiş olabilir. “Belâ”da ise o gelmemiştir, aksine Hasan gelmiştir. “Ahmet geldi” diyorlar. “Hayır, Ahmet gelmedi Hasan geldi” diyecekseniz “Belâ” kullanırsanız geldi kelimesini iade etmeniz gerekir.
إِنَّ رَبَّهُ
(EinNa RabBaHUv)
“Rabbi”
Burada cümle “İnne” ile getirilmiştir. İnsan genel olarak Rabbinin onu her an gözetlemekte olduğunu bilmez ve gizli iş yapacağını sanır. Allah öyle düzen ortaya koymuştur ki zamanla bütün sırlar ortaya çıkar. Sonunda gizli yapılmış işler tarihte kapalı kalmaz. Soruşturmacıların eline mutlaka bir belge verilir. Bu dünyada bu böyle olduğu gibi âhiret için ise bu amaçla görevlendirilmiş melekler vardır, onlar bunları yazmaktadır.
Burada dikkat edeceğimiz husus vardır. Çocuğu yanınıza alırsınız, onu serbest bırakırsız ama diğer taraftan hep gözetlersiniz. Serbest bırakırsınız ama kendi kendini yetiştirsin diye gözetlersiniz bir yanlışlık yapıp helak olmasın diye. Çoğu zaman çocuğa mürebbiye tutulur, bu kişi bunu devamlı yapar.
İşte Allah da insanları gözetlerken onu suçlayıp ona ceza vermek için değil, hepten yanlış yapıp helâk olmasın diye gözetler. Buradaki “Rabbehu” kelimesi çok açık olarak gösterir ki âhiretteki azap intikam azabı değildir. Sırf eziyet olsun diye verilen azap değildir. Tam tersine terbiye edilsin, daha yüksek makamlara çıkarılsın diye yapılmaktadır. Cehennem bir eğitim yeridir, bir fırındır, pişirilme yeridir, yakma yeri değildir. Musla değil sılî’dir. Sılî pişirme yeridir musla ise yakma yeridir.
كَانَ بِهِ بَصِيرًا (15)
(KAvNa BiHIy BaÖIyRan)
“Ona basir idi.”
Buradaki “Kâne” dünyada basir idi anlamına geldiği gibi her zaman basirdir anlamına da gelir. “Basir” ile “Rey” arasında bir fark daha ortaya çıkmıştır. “Basir”de kameraya almaktır. Onu saklarsınız sonra da görürsünüz. “Rey”de ise o anda bakarsınız, ancak kavram olarak hafızaya alırsınız.
İnsan beyninde kamera yoktur veya kullanılmamaktadır. Bazı hayallere aydetik hayaller denmektedir, onlar manzaraları beyinlerde tutarlar, sonra hafızlarında çağırarak fotoğrafa bakar gibi her şeyi görürler.
Allah sadece gören değil aynı zamanda kameraya alan anlamındadır. Zaten kâinat dört boyutlu uzayda her şeyi ile varlığını sürdürmektedir. Karda yürüyen adam gibi izi üç boyutlu uzayımızı renklendirmektedir. Nerelerden yürüdüğümüz orada görülmektedir. Bugün bütün bunlar artık ilmen açıklanmaktadır, imkânları ortaya konmaktadır.
Dünkü fizikle bunların mümkün olamayacağı sanılırdı.