İNŞİKAK SÛRESİ TEFSİRİ - 1
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ (1) وَأَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ (2)
إِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ (1)
(EiÜAv elSaMAvEu iNŞaqQaT)
“Sema inşikak ettiğinde.”
Biz bu çalışmalarımızda Kur’an’ın çağımızın sorunlarını çözmemizde bize nasıl hidayet edeceği üzerinde duruyoruz. Bize Cebrail gelmiyor, biz kendi içtihatlarımızla sorunları çözmeye çalışıyoruz. İçtihat, adı üstünde çözmeye çalışmak demektir.
Bu sûrenin yorumuna başladığımda şimdiye kadar bir hususta hata yaptığımızı, kelime kelime tahliller yapmaya çalıştığımızı hatırladım.
Oysa önce cümle yazmalı, cümleyi kavratacak çalışma yapmalı, sonra kelimelerin tahliline geçmeliyiz diyorum. Bu sûrede öyle yapacağız.
“Sema” gök demektir. “İnşikak” parçalanma demektir. “İzâ” da gelecekte ne olacağını bildirir. O halde bize diyor ki; “Gök parçalandığında…”
Aslında cümle tamamlanmamıştır.
Kur’an’da “Besmele”de olduğu gibi cümle birçok defa tamamlanmaz, eksik olanı insan kendi beyninde tamamlar. Tamamlayan cümle bir âyet ise o takdirde ya başka cümlede tamamlanmaktadır yahut bu cümle hazfedilmektedir. Âyeti tek başına okuyacağımıza göre burada cümlenin tamamlanmamış kısmını biz takdir etme durumundayız demektir.
Biz baştan “Üzkürû/zikrediniz” kelimesini takdir ediyoruz ve cümlenin meali “gökler parçalandığında neler olacağı üzerinde durup düşünün” demek istemektedir diyoruz. Böylece bu âyet âhiret hayatı üzerinde düşünmemizi ve araştırmamızı istemektedir.
Nitekim Batıda gelişmiş astronomi ilmi bu hususta Kur’an’ın anlattıklarına uygun birçok sonuçlara varmıştır.
Allah tüm insanlara bu çalışmalarına devam etmelerini tavsiye etmektedir.
Ankaralı ilâhiyatçılar “İslâmî Araştırmalar” adlı bir dergi çıkardılar. Benden yazı istediler. İki yazı yazıp gönderdim. “İlahiyat Fakültelerinin Fonksiyonu” adlı makalelerimden birini yayınladılar, ikincisini yayınlamadılar. Bende o ikinci makale yoktur. Orada anlattıklarım şu olmalıdır.
Dört çeşit ilim vardır; nazari ilimler, tabii ilimler, ameli ilimler ve hikemi ilimler.
Bunların her biri ayrı üniversiteler olmalıdır. Her üniversitede ilimler başka yönü ile ele alınmalıdır. Örnek olarak biyoloji canlıyı inceler, DNA’ları, kromozomları, hücreleri, dokuları, organları, bireyleri, toplulukları ve tüm canlılık âlemini birlikte ele alır, bunların tabi oldukları kanunları inceler. Bu “nazari ilim”dir.
Sonra canlılar âleminin türlerini ele alan, nerede yaşadıklarını, ne sayıda bulunduklarını istatistikî değerlerle bildiren ilimler vardır. Bunları “tabii ilimler” inceler.
Ondan sonra biz insanlar bu canlılardan nasıl yararlanırız. Bunu tıp ve baytarlık gibi ilimler inceler. Bunları “ameli ilimler” inceler.
İlâhiyatçılar ise bunların niçin böyle yaratıldığı üzerinde dururlar. Bu da “hikemi ilimler”dir. Mesela insan niçin ayakta yürüyecek şekilde yaratılmıştır, gözün üzerinde neden kaş vardır, gözler neden kulaklardan daha çok birbirine yakındır, yaşlanan insanın dişleri neden dökülüyor, bütün bunlarda gaye nedir? İşte, İlâhiyat Fakülteleri bütün ilimleri bu amaçla ele almalıdırlar.
İlâhiyatçılar ağzımı tıkadılar ve bunları söyletmediler.
Bu âyet bize orada yazdıklarımı emretmektedir.
Kâinatta her şeyin gayesi vardır. Kendisinin de gayesi âhirettedir. Âhiret hakkında bilgi vermekte, bugünkü ilimler de bu hususta bilgi vermektedirler. Böylece Kur’an ilme ışık tuttuğu gibi ilim de Kur’an’ın beyanına yardımcı olmaktadır.
Sonunda gök parçalanacak mıdır? Bugünkü ilim ne diyor?
Galaksiler vardır. Yüz milyarlarca yıldızdan yani güneşten oluşur. Bunlar bir merkez etrafında dönerek kendi dengelerini korurlar. Nitekim Kur’an’da “Güneş kendi istikrarı için cereyan etmektedir” deniyor. Galaksiler arasında da çekim vardır. Onlar da birbirlerinin çevresinde dönme durumundadırlar. Değişik galaksiler karışık şekilde hareket ederek dengelerini korurlar. Bunların hareketleri yıldızların aksine hisabi değil gaybidir yani belirsizdir. İleride hangi galaksinin yanından geçeceği ve ne istikamette yol alacağını bilememekteyiz.
Bildiklerimiz şunlardır.
1- Bu yıldız yığınlarının arasında yaklaşık 2 milyon ışık yılı mesafeler vardır.
2- Bunlar da topluca hareket hâlindedirler, değişik galaksiler birbirlerine etki ederler.
3- Galaksilerin çapları büyümemekte, aynı kalmakta, oysa galaksiler arası mesafe zamanla artmaktadır. Kâinatın çapı 13,7 milyar yıldır, ışık hızına yakın büyümektedir.
4- Cisimler arasında çekme ve itme dengesi vardır. Çekme kütleleri ve uzaklıklarının kare tersiyle orantılıdır. İtme ise hızın karesi ile uzaklığın tersiyle orantılıdır. Birbirlerini çekmektedirler. Yani çekme kuvveti daha büyüktür. Denge vardır.
Çekme Kuvveti = Katsayı * Kütle1 * Kütle2 / Uzaklığın Karesi - Kütle1 * Açısal Hızın karesi * Uzaklık
Şimdi uzaklık büyüdüğüne göre bir gün çekme kuvveti küçülecek ve sıfıra inecektir.
F= w2*r*m1- k*m1*m2/r2 = m1/r * (v2-k*m2/r) r=Ao*c*t
t= k*m2/Ao*c*v2 bulunur.
Burada;
t= âyetteki “İzâ” zamanını gösterir.
k= Newton’un bulduğu çekim katsayısını gösterir.
m2= Galaksimizi bağımsız hâle getirecek karşı galaksinin kitlesini gösterir.
Ao= ise galaksiler arası uzaklığı oluşturan kâinatın merkezindeki açıyı ifade eder.
Yani galaksiler arasında artık çekim kuvveti kalmayacak. Galaksiler o hızla artık doğru hareket etmeye başlayacaklardır. Aralarında çekim kuvveti kalmayan galaksiler inşikak etmiş ve birbirinden ayrılmış olacaktır.
Böylece Kur’an’ın verdiği bu haber ilmen de doğrulanmış bulunmaktadır.
Burada galaksiler arası kopuş anlatılmaktadır.
Âyetle müsbet ilmi karşılaştırıp âyetin manâsını anladıktan sonra âyetin usul ilmine göre ayrıntılarına girebiliriz.
Şimdi âyetin üç kelimesini anlamaya çalışalım.
إِذَا
(EiÜAv)
“Ettiğinde”
“İzâ” gelecek zamanda olacak bir olaya işaret eder. Mazinin üzerinde gelse de gelecek zamanı ifade eder. “İzâ” aynı zamanda şart edatıdır yani gelecek zamanda şu olursa bu olur anlamındadır. Şart olduktan sonra sonuç gerçekleşecekse mazi sigası kullanılır, yok ikisi birlikte olacaksa o zaman muzari sigası kullanılır. Önce inşikak edecek sonra olaylar olacaktır. Onun için burada mazinin üzerinde gelmiştir.
“İzâ”nın cevabı mahzuftur. Şart olmayabilir. O zaman da fiili mahzuftur. Burada ikisinden birine takdir ederek düşünmeye başlayacağız.
Kâinat bundan 13,7 milyar ışık yılı öncesinde bir bilye kadar küçüktü. Patladı, büyümeye başladı ve bugünkü hâlini aldı. Hâlâ büyümektedir. Bu hususlar hem bugünkü müsbet ilimlerle hem de Kur’an’ın âyetleriyle sabittir.
Başka bildiğimiz bir şey daha vardır. O da kâinat başlangıçta yüksek bir potansiyel güce sahipti. Mesela güneşte bu güç şimdi hidrojen olarak depolanmış durmaktadır. Bu hidrojen yanmakta ve bize ışığını bununla vermektedir. Güneş ve diğer yıldızlar da yakıtlarını tüketmektedirler. Ondan sonra artık hayat kalmayacaktır. İşte bu husus da hem Kur’an hem de müsbet ilimler tarafından sabit olmaktadır.
Bundan sonra ne olacaktır?
Müsbet ilim bu hususta bir şey söyleyememektedir. Ancak müsbet ilim şunu söyleyebilir. Hiçbir şey gayesiz değildir, hiçbir şey boş yaratılmamıştır. O halde kâinatın da gayesi olmalıdır. Sonbaharda yapraklar dökülür ki ilkbaharda taze yapraklara yol açılsın. Yaşlananlar ölür ki gençler gelsin. Kâinatın sonu geldiğine göre ondan daha iyisi ve ilerisi gelecektir. Ne var ki bu hususta herhangi bir kanıt bulup ilmen tasdik edemiyoruz. Müsbet ilmin metodu önce tümdengelim yoluyla sonuçlara varmak, sonra o sonuçları yaşamaktır. İşte daha ahiret olmadığı için ilmin sonuçlarını deneyemiyoruz.
Ne var ki Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu deneyerek tasdik ediyoruz. Kur’an’ın Allah sözü olduğu ilmen sabittir. O halde orada da ilmin varsayımlarla elde ettiği sonuçlar Kur’an’ca onaylanıyorsa o zaman o varsayım da denenmiş olur.
“İzâ” ile burada Allah gelecekte neler olacağını haber veriyor. Cevabını veya fiilini hazfederek “İzâ”ya yeni bir görev yüklemiş oluyor. Kur’an geçmişi anlatırken “İz” getirir, geleceği anlatırken de “İzâ” getirir. Fiilleri veya cevapları hazf ederse sadece geçmişi ve geleceği hikâye etmek için bu harfler kullanılmış olur.
Türkçede “idi” ile ve “olacak”la cümleler yaparız, öyle deriz. O zaman “Ahmet geliyor” diyecek olursak “Ahmet gelmiş olacak” dediğimizde “İzâ Cae Ahmedu” deriz, “Ahmet gelmiş idi” dediğimizde “İz Cae Ahmedu” deriz. Bu takdirde artık hazf yoktur, geçmişin veya geleceğin hikâyesi vardır.
السَّمَاءُ
(elSaMAEu)
“Sema, gök”
“Vesm” veya “veşm” damga demektir, etiketlemek demektir. Hazreti Âdem aleyhisselâma Allah vesmi öğretmişti. Sonra topladıkları ortak meyveleri bölüşünce herkes kendi payına kendi işaretini koydu, bu da vesm oldu. Çobanlık döneminde hayvanların kimlere ait olduğunu belirlemek için sırtlarını boyadılar veya yaktılar, bu da vesm oldu. Bu kelime hâlâ bu manâda kullanılmaktadır.
Hayvanın üst tarafına “sema” alt tarafına “ard” denmektedir. “Ard” Âdem’e gösterilmiş ve öğretilmiş idi. Demek ki “sema” demek bizim üst tarafımız, “ard” da bizim alt tarafımızdır. İşte sonra bulutların olduğu yere “sema” dediler. Yıldızların kaydığı yere “sema” dediler. Sabah aydınlığının olduğu yere “sema” dediler. Ayın olduğu yere “sema” dediler. Güneşin olduğu yere “sema” dediler. Yıldızların olduğu yere “sema” dediler. Tüm uzaya “sema” dediler.
Bütün insanlar göğe baktı, hep onlar hakkında düşündü ve araştırmalar yaptı. Bugün semanın pek çok şeyini biliyoruz. İnsanlar için zaman ölçme önemlidir. Günlük olarak zamanın bilinmesi gerekir. Bugün saat kullanırız. İnsanların saati olmadığı için güneşin gölgesi ile gündüz saatlerini kullandılar. Geceleri de yıldızları gözlemleyerek saatlerini belirlemeye çalıştılar. Kur’an nâzil olduğu zaman zamanı ölçecek hiçbir şeyleri yoktu. Hazreti Peygamber gölge ile tarif etti. Gölgesi sırığın kendi boyu kadar olunca ikindi namazını kılın dedi. Irak’ta bu hadisi uygulamaya çalıştılar ama olmadı. Gölgeyi iki kata çıkardılar. Çünkü gölgenin en kısa zamanı sırığın boyu kadardı. Değiştirdikleri en kısa zamanı da sonra bir veya iki sırık yaptılar. Oysa Kur’an çok açık tarif etmiş, “orta vakit” demişti. Öğle ile akşamın ortası diyordu. Bugün saatler olduğuna göre ikindi vaktinin Kur’an’a göre hesaplanması gerekirken, bazıları hâlâ gölgelerle hesaplamaya çalışıyorlar.
“El-Sema” marifedir. Semalardan biridir. Kur’an’da yedi semadan bahsedilmektedir. Burada yedi semadan birinden bahsedilmektedir. Marifedir ve bilinen sema demektir. Gelecekte astronomların bilecekleri sema demektir.
Şimdi yedi sema hakkında biraz bilgi verelim.
1- Birinci sema bulutların olduğu semadır. Denizden çıkan buhar burada bulut olur. Dağlara çarpar yağmur olur. Kar yeraltı suları olarak depolanır. Sonra eriyerek veya pınar olarak yer üzerine çıkar, dereler birleşir ve ırmak olur. Tekrar denize iner, sonra yeniden buharlaşır. İnsanın vücudunda nasıl kan dolaşıp duruyorsa su da yeryüzünde dolaşıp duruyor. Deniz kalp, gökteki bulutlar atardamarlar, yeryüzü beden, ırmaklar da toplardamar olmaktadır. Deniz aynı zamanda insandaki ciğerler gibidir.
2- İkinci sema yağmur tabakasının üstündeki semadır. Bu semada bizim teneffüs etiğimiz hava vardır. Bunun iki görevi vardır. Gökten yağmakta olan taşları eritip yeryüzüne indirmemektedir. Bu tozlar bulutların yağmura dönüşmesine yardım etmekte, ayrıca su buharının dışarıya kaçmasını önlemektedir. Kur’an buna “sakf-ı mahfuz” demektedir. Çünkü bunun havasını da bundan sonra gelen üçüncü sema hıfzetmektedir.
3- Üçüncü sema ise bunun üstündeki ozon tabakasıdır. Bu da gökten gelen öldürücü ışıkları süzmekte, bir de havanın uzaya kaçmasını önlemektedir. Demek ki üç katlı örtü yorganı vardır; pike, yorgan ve battaniye. Sabahın ışıkları bu tabakadan bize aksetmektedir.
4- Dördüncü sema ayın bulunduğu semadır. Yere düşmemek için etrafında dönmektedir. Yerle beraber güneşin etrafında dönmektedir.
Ayın görevleri vardır.
a) Dünyanın 24 saatte bir dönmesini dengede tutan aydır. Yoksa yer sürtünme kuvvetinden dolayı sonunda yavaşlar ve dururdu. Nitekim uydusu olmayan gezegenler kendi etrafında dönmemektedirler.
b) Denizleri gelgitlerle çalkalamakta, onları karıştırıp havalandırmaktadır, böylece kirliliği önleyerek tüm denizleri yaşanır halde tutmaktadır. Karadeniz’in sularını çok çalkalayamadığı için kirlenmiştir, durağandır ve orada belli derinlikten sonra hayat yoktur. Allah sadece ibret olsun diye orasını öyle tutmuştur.
c) Gecelerimizi aydınlatmakta, birçok canlının geceleri avlanmasına imkân vermekte, canlıların vakitlerini tayin etmelerinde yardımcı olmaktadır.
d) Her kentin bir garajı vardır. Kentler arası yolculuk yapanlar oraya inerler ve oradan kentlerine giderler. Yeryüzünün garajı da aydır. İleride orası göklere gidip gelenler için havaalanı olacaktır. Demek ki kesin olarak diyebiliriz ki ay olmazsa hayat olmaz.
5- Beşinci sema güneş semasıdır. Bize gönderdiği ışıkla gecemizi, gündüzümüzü, yazımızı, kışımızı oluşturmaktadır. Kutuplar gibi güneşin az geldiği yerlerde hayat olmamaktadır. Güneşin çevresinde gezegenler dönmekte, bunlar da yerin güneş etrafında dönmesini sağlamakta, ayın dünyanın etrafında dönmesini sağlamaktadırlar. Bunlar olmasa yer yavaş yavaş hızını kaybedecek ve güneşe yaklaşacak, artık hayat olmayacaktır. Demek ki gezegenler de boş yaratılmamış. Ay kadar onların da önemli görevleri vardır. On tane gezegen vardır. Her birinin konumu özel olarak yerleştirilmiştir. 3 tabanlı onlu sistem üzerinde oturmaktadır. Yerin güneşe uzaklığını on birim olarak alırsak gezegenlerin dizilişi bir mucizedir. Kâinatın insan için yaratıldığının açık delilidir. Yerin güneşe uzaklığı 150 milyon kilometredir. Bunun onda biri 15 milyon eder. Bu daha net ve yaklaşık olarak 142 milyon kilometredir.
Buna göre gezegenlerin uzaklıklarına ait dizi şöyledir.
Titius-Bode kanunu
Güneş | 1. | 2. | 3.Yer | 4. | 5. | 6. | 7 | 8 | 9. | 10. |
Ara | 3 | 3 | 4 | 6 | 12 | 24 | 48 | 96 | | 192 |
Uzaklık | 4 | 7 | 10 | 16 | 28 | 52 | 100 | 196 | 300 | 492 |
Cisim | K | 3k | 3k+4 | (3k+4)/10 T-B’ye göre uzaklık | Gerçek Uzaklık |
Merkür | 0 | 0 | 4 | 0.40 | 0.39 |
Venüs | 1 | 3 | 7 | 0.70 | 0.72 |
Dünya | 2 | 6 | 10 | 1.00 | 1.00 |
Mars | 4 | 12 | 16 | 1.60 | 1.52 |
Ceres | 8 | 24 | 28 | 2.80 | 2.77 |
Jüpiter | 16 | 48 | 52 | 5.20 | 5.20 |
Satürn | 32 | 96 | 100 | 10.00 | 9.54 |
Üranüs | 64 | 192 | 196 | 19.60 | 19.20 |
Neptün | 100 | 300 | 304 | 30.40 | 30.06 |
Pluton | 128 | 384 | 388 | 38.80 | 39.44 |
Eris | 256 | 768 | 772 | 77.20 | 67.70 |
Burada dikkat edilecek husus, yerden önce iki gezegen var, ikisinin uydusu yoktur ve aralarındaki mesafe 3,3 tür. Oysa gezegenimizin dışındaki mesafe 6 12 katları ile oluşur ve arada 300’üncü mesafede dizi dışında onluk sistem içinde gezegen yer alır.
6- Bundan sonra ise altıncı sema gelmektedir. Bu semanın çapı 100 milyon ışık yılıdır. Kalınlığı 10 ışık yılıdır. En yakın yıldızdan dört senede ışık gelebilmektedir. Buradaki yıldızlar birer güneştir. Çevrelerinde gezegenler vardır. Bir merkez etrafında her yıldız gezegen gibi dolaşmaktadır.
7- Yedinci sema ise tüm galaksileri içerisine alan bir semadır. Yuvarlaktır. Çapı 13,7 milyar ışık yılıdır. Genişlemektedir. Dolayısıyla galaksiler birbirinden uzaklaşmaktadır.
Bu yedi sema tabaka hâlindedir.
Kur’an’ın anlattıkları ile astronominin buluşları birbirine uymaktadır.
Yedi semayı böylece öğrendikten sonra soru şudur:
Burada bahsedilen sema hangisidir?
“O gün sema gamam ile taşakkuk eder” denmektedir. وَيَوْمَ تَشَقَّقُ السَّمَاءُ بِالْغَمَامِ 25/25’de
“Taşakkuk” parçalanmak demektir.
Burada ise “inşikak”tan bahsetmektedir.
“İnşikak” parça olarak kopmak demektir. Nitekim ayın yerden kopmasını inşikak ile ifade etmektedir. O halde buradaki sema altıncı sema yani bizim galaksimizdir. Bizim galaksimiz diğer galaksilerden koptuğu zaman yani yedinci sema dağılıp altıncı semalar bağımsız hâle geldikleri zamanı bize haber vermektedir.
انْشَقَّتْ (1)
(EiNŞaqQaT)
“İnşikak ettiği zaman, koptuğunda o kopacak.”
İki şeyden birini kestiğiniz zaman diğeri işe yaramıyorsa buna kat’ denir. Kol kesmek böyledir. Ama ikisi birbirinden ayrılır da parçalar yine varlıklarını sürdürürlerse buna inşikak denir. Saçımızı kesersek “kat’” olur ama iki hücre birbirinden ayrıldığı zaman “inşikak” olur, çok hücrelere ayrılırsa “taşakkuk” olur.
Semanın kâinat semasından ayrılması onlar arasında artık çekimin kalmaması demektir. Acaba birbirlerine ışık gönderecek midirler? Işık gönderme hususunda bizim tesbit ettiğimiz şöyle kanunlar vardır. İki madde arasında çekim vardır, bunun için ışık hızından daha yavaş hareket etmeleri gerekir. Işık hızına çıktığında çekme kabiliyetini kaybederler. Yani bir cismin enerjisi ya çekim alanından ileri gelmektedir yahut hızın karesinden oluşmaktadır. Hız arttıkça çekim alanı daralır. Işık hızına çıktıkça çekim alanı sona erer. Bizim galaksimiz ışık hızından daha düşük hızla hareket ettiği için çekim alanı vardır. Diğer yıldızların çekim alanına kadar uzaklaşmaktadır. Yeter derecede uzaklaşıldığında diğer galaksilerle ortak çekim alanı olamayacağı için artık birbirine ışık gönderemezler. Bu izafiyet teorisi ile izah edilmektedir. Kelamcılar şunu iddia etmişlerdir. Zaman dediğimiz şey yerin ve güneşin hareketinden ibarettir. Hareket olmazsa zaman olmaz. Bu husus bugün ispatlanmıştır.
Böyle olunca da birbirlerini çekmeyen yani hareket etmesine etki etmeyen iki cisim artık birbirine ışık gönderemez. Nitekim gittiği istikamette cismini gösterir. Yanına etki etmez. Ona çarptıktan sonra yansır, sonra bize yalnız dik istikamette etki edecektir.
O halde bu kopma yalnız çekim kuvvetinin kalkması anlamında değildir. Birbirlerini göremeyeceklerdir. Kur’an’daki “Bi’l-Gamami” bu anlamdadır. Yani üç boyutlu uzay kararmıştır. Gamam karanlık anlamındadır. Nasıl bulut güneş ışığını tutarsa galaksimizin çevresinde bulunan mekân dışı perde de ışığın öbür galaksiye gitmesini önleyecektir. Bulut gibi olacaktır.
Mekân dışılık üç boyutlu uzay dışılıktır. Yoksa beş boyut içinde varlıklarını ve mesafelerini koruyacaklardır. Orada ortak zaman olmayacak, her hareketin kendi zamanı olacaktır. Beni en çok “Gamam” kelimesi meşgul etti. Şimdi ise gayet net ve açık olarak anlaşılmıştır. Galaksimizin çevresini saracak olan yıldızlarımızın ışıklarını bu sistemde hapseden bir dolgu malzemesidir.
وَأَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ (2)
(Va EaÜiNaT Li RabBıHAv Va XuqQaT)
“Ve Rabbine izin verdi ve hakk edildi.”
Evet, galaksimizin diğer galaksilerle ilgisini kesecek ve dördüncü boyut artık farklı hareket edecektir. Yani artık galaksiler aynı zamanı yaşamayacaklar, kendi zamanları kendilerine ait olacak, kendi varlıkları kendilerine ait olacaktır.
Başlangıçta kâinat beş boyutlu uzay içinde bir bilye kadardı, geçmiş ve geleceği yazılı idi. Patladı demek harekete geçti ve zamanı oluştu demektir. Büyüdü ve bir gün parçalanacaktır. Her galaksi ayrı bilye gibi olacaktır. İşte o zaman galaksimiz yeniden düzenlenecektir. Cennet cehennem hayatı başlayacaktır. Yeni düzenlemelerin nasıl olacağı hususunda birçok âyetler vardır. Bizim onlar üzerinde durma vaktimiz olamayacaktır. Size örnek olarak bu sûreyi yorumluyoruz ki sizler de diğer sûreleri ve bu sûreyi yorumlayarak insanlara daha açık ve net âhiret bilgisini veresiniz.
Bu âyet de “Ve” harfi ile getirilmiştir. Hemen koptuğu zaman cennet cehennem oluşmayacaktır. Yeni düzen kurulacak ama ne zaman? Bu hususta bu âyette bilgi verilmemektedir. Düzenleme iki şekilde olacaktır. Atomların, moleküllerin, hücrelerin özellikleri değişecektir. Yeniden düzen içinde yer alacaklardır. Bunu “Ezinet” ile ifade etmiştir. Bir de oraya yeni varlıklar doldurulacaktır, onu da “Hukkat” kelimesi ile ifade etmiştir. Yine bunların peş peşe olacağı veya aynı zamanda olacağına dair bir işaret yoktur.
Kâinattan kopan semamız zamanla yeniden düzenlenecektir, Bir evrim geçirerek düzenlenecektir. Nasıl meyve ağacı yeşerip büyüdükten sonra meyve verir ve her meyve ayrı bitki olup yeşerirse, kâinat da böyle gelişerek galaksileri ayrı meyve olarak verecektir. Birbirinden ayrıldıktan sonra beş boyutlu uzayda yollarına devam edecektir. Burada iki yol takip edilecek, cennet yolu ve cehennem yolu. Galaksimiz ikiye ayrılacak ve insanların kimi o tarafta olacak kimileri bu tarafta olacaktır.
İlimler geliştikçe ve Kur’an okundukça âhiret aydınlanmaktadır. Bunları tam anlayabilmemiz için Arapçayı ve matematiği iyi bilmeniz gerekmektedir.
وَ
(Va)
“Ve”
Galaksimiz diğer galâksilerden kopmuştur, artık beş boyutlu uzayda bağımsız hareket etmektedir. Daha önce birbirlerinden uzaklaşmaktaydılar, çünkü aynı dört boyutlu uzay içinde idiler. Şimdi ise her biri kendi doğrultusunda ve uzayındadır. Yeni bir oluşma başlamıştır.
İnsanlar ne olmuştur?
Şunu unutmamamız gerekir ki kâinatta mevcut olan bu kopma beş boyutlu uzay içinde kopma değildir. Beş boyutlu uzayda bizim yaşadığımız dört boyutlu uzay yerinde durmaktadır. “İzâ”dan sonra geçen zamanda olanlar ayrılmıştır. Yoksa “İzâ”dan önce olanlar yerindedir.
“Ve” harfi ile atfedildiğinden semanın inşikakı ile semanın yeni biçim alması aynı zamanda olabildiği gibi daha evvel veya sonra da olabilir. İnşikak ve tahakkuk yani ayrılma ve oluşma aynı sürede olur. Sütü mayalarsınız. Süt bir iki saat içinde yoğurt hâline dönüşür. İşte bunun gibi kâinat yeni dönüşüme başlar ve başka kâinat olur ama bütün kâinat bir arada değil, her galaksi ayrı kâinat olmuş olur.
Galaksimiz içinde bulunan yıldızlar, gezegenler, kara ve ak delikler varlıklarını henüz korumaktadırlar. Yıldız ve gezegenleri iyice biliyoruz. Çünkü gezegenler bizim yeryüzüne benzemektedirler. Yıldızlar da güneş gibidirler. Ama galaksimizde daha birçok cisimler vardır. Bunlar hakkında kesin bilgilerimiz henüz oluşmamıştır. Ama şunu diyebiliriz ki bunlar galaksimizin soğuk veya sıcak cisimleridir. Birbirinin tamamen etkisi altındadır ve aynı mekânı paylaşmaktadır. Kâinatın büyümesinden dolayı bunlar arasında uzaklaşma yoktur.
Atomlar arasındaki mesafe de değişmemektedir. Tâbi olduğu kanunları korumaktadır. Sürtünme kuvvetleri dolayısıyla kâinatımızın çapı küçülebilir. Hız w*r dir. Hızlarını yavaş yavaş kaybederek birbirlerine yaklaşmaktadır. Buradaki “Ve” harfinin bize öğrettiği değişmenin birden olması yerine süreç içinde olabilmesidir, birden de olabilir.
أَذِنَتْ
(EaÜiNaT)
“İzin ettiğinde, duyduğunda.”
Türkçede izin olur manâsında kullanılmaktadır. Yani biri bir şey yapmak ister, diğeri de ona izin verir. Kur’an’ı böyle anlamayacaksınız, her kelimenin Kur’an’daki kullanışına bakarak manâ vereceksiniz. “Uzn” kulak demektir. Kulak duyma aracıdır. İnsan diğer insandan bir şey yapmasını ister, o da duyar, genel olarak onun dediğini yapar. İşine uygunsa yapar. O halde “Ezine” masdarı müteaddidir. Biri diğerinden bir şey yapmasını ister, diğeri de onu kabul eder de yaparsa izin geçekleşmiş olur.
Türkçede izin müsaade istemek ve karşı tarafın müsade etmesi anlamına gelmektedir. Müsade istemek istizandır. Ona izin vermek de izindir. Kur’an’da “ezine lehu” olarak ifade edilmektedir. Onun istediğine olur vermek demektir.
İzin kelimesi iki insan için kullanılmaktadır. Yani şuurlu varlıklar arasında geçerli olan kelimedir. Fiiller dört şekilde olabilir.
1- Eşya ve insan ayırmaksızın herkes ve eşya için kullanılır. Düşmek, yüzmek böyledir. İnsan da suda yüzer, bir ağaç parçası da suda yüzer.
2- Bazı kelimeler vardır ki onları yalnız insanlar yapar. Örnek olarak düşünmek kelimesi yalnız insana mahsustur. Düşünülen şeyin insan olması gerekmez, eşya üzerinde de düşünebilirsin.
3- Bazı fiiller vardır ki insan için söylenmez, sadece eşya için söylenir. İnsan için söylendiğinde mecazi manâsı olmuş olur. Mesela taşlaştı kelimesi insan için söylenmez. Ancak söz anlamaz manâsında mecazi olarak kullanılır.
4- Bazı sözler vardır ki yalnız insanlar arasında geçerli olur. Meselâ konuşmak yalnız insanlar arasında gerçekleşir, söyleyen de insan olmalıdır, söylenen de insan olmalıdır.
İzin kelimesi de sadece insanlar arasında söylenen kelimedir. İzin istenir, izin verilir. Dil böyle gelişmiştir. Tabii ki Allah’tan izin istenir, Allah da izin verir. İnsanlar arasında ne oluyorsa melek, cin, ruh ve Allah arasında da o olur.
Rahman kime izin verirse ancak o konuşur ve doğru söyler denmektedir. “Men Ezine Lehu Rahmanu” denmektedir. Burada ise tam aksine “O rabbine izin verince ve dolduğunda” denmektedir. O halde buradaki izin kelimesini mecazi olarak anlamamız gerekir. Bunu tam açıklayabilmek için sizlere günlük hayattan bir misal vereceğiz.
Bina bitince mühendisler tesisleri kontrol ederler. Elektrik, su, pis su, gaz vs tesislerini yoklarlar. Eğer müteahhitler bunları doğru yapmışlarsa cereyan verilmesine izin verilir, gazın bağlanmasına izin verilir. Oturacak olanlar da izin belgesini işletmelere götürürler. İşletmeler de elektrik verir, su verir, gaz verir.
Burada kim kime izin vermiştir?
Mühendis işletmelere izin vermiştir. İşletme mühendisin imzasını görmeden elektrik bağlarsa tesis yanabilir, yangın çıkabilir, sorumlu işletme olur.
İşte galaksimiz diğer galaksilerden ayrıldıktan sonra galaksimizde yeniden tadilat yapılacaktır. Oranın sakinleri oradan boşaltılır. Yani insanlar, melekler, ruhlar ve cinler oradan ayrılırlar. Işık hızına çıkarak veya inerek zaman ve mekân dışı olurlar. Bu arada göreceli olarak melekler kâinatı yeni hayata göre düzenlerler. Artık ölümsüz hayata geçilmiştir. Kontrollerini yaptıktan sonra rablerine yani patronlarına başvurur, tamam artık burasının tesisleri tamamlanmıştır, insanları, melekleri, cinleri ve ruhları ışık hızından uzaklaştırıp yeni hayata salabilirsiniz denir. İşte o zaman bir emirle herkes yeni dünyaya gelmiş olur.
Buradan şunu öğreniyoruz ki ölümlü kâinattan ölümsüz kâinata geçildiği zaman Allah yeni kâinat yaratmayacak, eski kâinatı yeniden düzenleyecek. Kur’an’ın başka yerinde o gün yer başka yere dönüştürülecek ve gökler de dönüştürülecektir deniyor, başka gökler demiyor. Yani âhirette yeni düzenleme yine aynı atomlarla yapılacaktır.
Yıldızlar sönmüş, faydalı enerji bitmişken nasıl olacak da yeniden hayat bulacaktır?
Gaz lambasına gaz koyarsanız belli zaman sonra biter, yeni gaz koyarsınız ve böylece devam edersiniz. Yahut gazı tankere koyarsınız, oradan gerektiği zaman lambanıza gelir.
İşte, Allah kâinatı yaratınca bir gaz koydu. Diyelim 30 milyar zaman içinde o gaz tükendi, yeniden gaz koyacak yani yeniden cereyan verecektir. Tesisler yenilenecek, daha ileri ve daha gelişmiş tesisler yapılacak, ondan sonra da Allah o tesislere cereyan verecektir. Artık yeniden yağ koymaya gerek kalmayacaktır. Evimiz şimdi elektrikle aydınlanıyor, elektrikle ısınıyoruz. Önce tüplerdeki gazı kullanıyorduk. Sonra gaz geldi. Artık tüp değil de bitmeyen gaz kullanıyoruz.
İşte âhirette de durum böyle olacaktır.
Sönen, biten, tükenen güneş enerjisi yerine sürekli olan ve bitmeyen bir boruya bağlanmış enerji kullanacağız. İşte Kur’an bütün bunları bize anlatması için Rabbin izin verdiği zamanı değil de semanın Rabbe izin verdiği zamanı anlatmaktadır. Semanın Rabbe izin verdiği zaman demektedir. Sema Rabbe izin verecek diyor.
لِرَبِّهَا
(Li RabBiHAv)
“Rabbine, yetiştiricisine.”
“Rab” kelimesi Türkçede Allah olarak kullanılır ama “terbiye” kelimesi doğru olarak kullanılır, eğitmek anlamında kullanılır.
Bir şeftali ağacı yetiştirmek için önce tohumu toprağa ekersin, sonra onu korursun, sularsın. Tohum çimlenir ve büyümeye başlar. Devamlı olarak ona bakarsın. Belli büyüklüğe gelince aşılarsın, ilaçlarsın. Sonra meyve vermeye başlar.
İşte, şeftali ağacını siz terbiye ettiniz ve onu eğiterek ağaç yaptınız.
Oysa bir saati yapabilmeniz için her şeyini tamamlarsınız, montaj edersiniz ve saat ondan sonra çalışmaya başlar. Bu terbiye değildir. Bu halk etmektir.
Allah kâinatı halk etmiştir, kâinatın halikidir. Sonra onun içinde düzenlemeler yapılmaktadır. Onu insan, melek, ruh ve cinler aracılığı ile yapmaktadır ama kendi mekân içindeki projesi ve zaman içindeki planı içinde yapmaktadır. Bu yapıcılığının sıfatı rabdır.
Allah isteseydi insanı kırk yaşında olgun insan yaratabilirdi, isteseydi hiç dünyaya getirip bu uzun maceralara gerek kalmadan cennetine koyabilirdi ama öyle yapmıyor. Önce cenin hâlinde var ediyor. Sonra anne karnında dokuz ay eğitiyor ve geliştiriyor. Sonra doğuyor ve insan olarak yavaş yavaş gezmeye başlıyor, konuşmaya başlıyor. Yedi yaşına geliyor, on yaşına geliyor ve uzun bir yolculuktan sonra kırk yaşına erdiriyor.
Önce ölümlü kâinatı yaratıyor. Kâinat evrim geçirerek canlıların yaşamasına elverişli hâle getiriliyor. Sonra canlılar çoğaltılıyor. Tek hücreden başlıyor ve evrimleşe evrimleşe sonunda insanı yaratıyor.
Arılarda olduğu gibi Âdem aleyhisselâma da bütün teknolojiyi baştan öğretebilir ve insanları en ileri uygarlığa koyabilirdi. Böyle yapmadı. Çıplak yapraklarla örtünen insan gelişti gelişti ve bugünkü uygarlığa ulaştı. Bu uygarlaşma böyle devam edecektir.
Allah neden “hilkat” sıfatı ile tecelli etmeyi yeterli görmedi de bir de “rab” sıfatı ile tecelli etti. Öyle olsaydı insanların, meleklerin, cinlerin ve ruhların iradeleri olmaz, birer makine olurlardı. Oysa şimdi Allah’ın birer işçisi olarak iş yapmakta, Allah’a yardım etmektedirler. Allah kendisine yardımcılar var etmiş. Bunların her biri Tanrı’nın halifesi olarak hareket etmektedir. Bu ancak Allah’ın Rab sıfatı ile tecelli etmesiyle mümkün olmaktadır. Allah’ın yanında ben tek başıma hiçbir şeyim ama on milyar insan, yüz milyarlarca galaksideki gezegenler, yine yüz milyarlarca galaksileri düşündüğümüz zaman hiç bir şey olan büyük arş, beş boyutlu uzay ve başka arşlar yani bütün mahlûkat Allah’ın yanında bir değer kazanır. Çünkü Allah kendi varlığını ancak onlarla izhar ediyor. Bu sayede Allah haliktir ve rabdir. Allah’ın halikiyet ve rububiyet sıfatları kalktığı zaman tanrılığı da kalmaz.
Kâinatta evrim vardır. İnsanlarda da uygarlaşma vardır. Dünyada böyle olduğu müsbet ilimlerle kesin olarak sabit olmuştur.
Yirminci yüzyıla gelinceye kadar kıdem nazariyesi ilimde hâkimdi. Kâinat ezelden ebede gitmektedir. Hiçbir şey değişmemektedir. Yaz gelir kış gelir, gece olur gündüz olur. Canlanırlar ölürler ve bu böyle devam eder. Akıl böyle söylüyordu. Kadim Yunanın meşhur filozofları böyle iddia ediyorlardı. Farabi, İbni Sina ve İbni Rüşt de böyle diyordu.
Oysa mukaddes kitaplar kâinatın sonradan yaratıldığını ve Hazreti Âdem’in sonradan ortaya çıktığını ittifakla bildirmekte idiler. Gazali ve Razi gibi kelamcılar da bunu hikmet ilimleri ile savundular. Felsefenin kıdem nazariyesini ilk delen Darvin olmuş, canlıların sonradan var olduklarını iddia etmiştir. Bunun kesin ispatı ise ancak yirminci yüzyılda olmuştur. Kâinatın genişlemesi ve patlama olayı ilâhi kitapların iddialarını kesin olarak kanıtladı. Bugün artık kıdem nazariyesine inanan kimse kalmamıştır.
Allah’ın kâinatımızda Rab olduğu ispatlandı. Bu kâinatın sonunun gelmekte olduğu ve ölüme doğru gittiği de kesin olarak ispatlandı. Başta Kur’an olmak üzere bütün kitaplar kıyametten bahsetmişlerdir.
Şimdi ilmin söyleyemediği bir şey vardır.
Evrim devam edecek midir?
İşte bunu da Kur’an bu âyette bildirmektedir.
Rabbine izin verdi denmektedir. Sema rabbine izin verdi. Patronuna izin verdi. Emrettiğin gibi biz yeni kâinatı düzenledik. Büyük evrim aşamasını yaptık. Artık yeni düzenin varlıklarını buraya doldur diyorlar. Demek ki Allah yalnız bu dünyada Rab değil âhirette de Rabdır. Evrim ve uygarlaşma orada da devam edecektir.
وَحُقَّتْ
(Va XuqQaT)
“Ve hak olduğunda da.”
Burada “iza”yı tekrar etmemektedir. Yani inşikak izin ve hak olma birlikte olmaktadır, oluşma döneminde birlikte gerçekleşmektedir.
“Hak” kelimesi ölçü kabından gelmektedir. Bir şeyi paylaşmak için bir kap seçilir. Onunla paylaşılır. Bu kabın adı “hukka”dır. Türkçede eskiden mürekkep koydukları dökülmeyen şişelere “hokka” denmekte idi. Tartıda kullanılan birim Osmanlı Türkçesinde “okka”dır. Sonra bu insanların borç ve alacaklarını ifade eden leh ve aleyhte hak şeklinde gelişmiş ve sosyal manâ kazanmıştır. Hak olmak demek kabın dolu olmasıdır, kovanın dolu olmasıdır.
Kur’an kelimelere en uygun manâyı şarj eder. Lehte ve aleyhte hak insana ait ve insanın kişiliğini gösteren bir kavramdır. Yeryüzünde hak sahibi yalnız insandır. Emeğini verir. Karşılığında mal veya hizmet alır. Hakkı ölçen bir araçları vardır, para. Başka hiçbir varlıkta para yoktur. Bununla beraber Kur’an kelimeleri o gün halkın kullandığı anlamda da kullanarak bize o kavramın nasıl olduğunu anlatır.
Başka bir örnek verelim. Kader en yüksek ve tartışmalı bir kavramdır. Planlama en geniş kurumdur. Bunlar kader ve takdirle kullanılır. Allah her şeye kadirdir denir ama ilk kelimenin çıkışı olan kazan anlamında da zikretmektedir. Kudurun rasiyat denmektedir.
“Hakka” fiil olarak doldu demek olmaktadır. Yani kazana malzeme kondu anlamına gelir. Yemek pişirmeden önce kazana pişirilecek malzeme konur. İşte buna hak etti denir. Doldurdu anlamına da gelir.
“Hukkat” burada meçhul sigası ile getirilmiştir. Dolduruldu veya doldu anlamına gelmektedir. Nasıl tesisat bitince mühendis izin verir ve ilgili işletme de gelip vanayı veya çeşmeyi açar ve su tesisleri su ile dolarsa, çeşmeyi açınca su akmaya başlarsa, bunun gibi de sema tesislerini tamamlayınca Rabbine diyecek ki tamam, artık cereyan verebilirsin yahut gaz verebilirsin. Böylece kâinat yeniden doldurulacaktır.
Peki, orada neler doldurulacaktır veya kimler dolduracaktır.
Orasının artık tesisleri gelişmiş ve yüksek yapıya ulaşmıştır. Orada ilkel varlıklar, eğitim görmemiş varlıklar barınamazlar, yaşayamazlar. Acemileri oraya dolduracak olsak elektriğe çarpılırlar, gazı patlatırlar, tehlike olur. Oraya eğitim görmüş kimseler gelmelidir. İşte bunun için okul açılmış, daha evvel bu kâinatta o elemanlar yetiştirilmişti. Melekler, ruhlar, cinler ve insanlar bu yeni âlemde yaşayacak şekilde yetiştirilmişti.
İşte burası onlarla dolacaktır. Yani şimdi yaşayanlar orada görevlerini yapacakları yerlerine atanacaklardır. Ne var ki bu dünyada aldıkları eğitim yetersizse onlar elenecektir. Onlar yeniden özel eğitime tâbi tutulacaklardır. Dünyada eğer ileri eğitim almış ve istihkak etmişlerse onlar ve onların büyümemiş küçükleri cennete alınacaklardır.
Bu dolma nasıl olacaktır?
Ölenin ruhu ışık hızına çıkarılarak zaman ve mekân dışına götürülecektir.
Peki, bu ışık nerde durdurulacak?
Işığı paralel iki ayna arasına alınız. Işık hep gidip gelir. Eğer boşluksa çevreye dağılmaz. Sonra ışık maddenin yanından geçince dönmeye başlar. Çünkü ışık tam olarak ışık hızına ulaşamaz. Bunu şöyle ifade edelim. Hızın karesi sayısaldır ama buçuklu olarak artarlar. Yarım, 1,5 2,5 3,5 nihayet ışık seviyesine ulaşamazlar. Çünkü bir hız birimi alsalar ışık hızının üstüne çıkarlar. Oysa bu da yasaklanmıştır. Bu sebepledir ki az da olsa ışık da yer çekimine tabidir. O halde bir atoma çok yaklaştırdığınız zaman çekirdek etrafında dönüp durmaya başlar.
Nasıl tohumlar kuruyup beklerler ve yağmur yağınca dirilirlerse, bunun gibi bir manyetik uyarı ile bütün ruhlar yerlerini alacaklardır. “Hukkat” kelimesi bu oluşu ifade eder.