İNŞİKAK SÛRESİ TEFSİRİ - 3
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الْإِنْسَانُ إِنَّكَ كَادِحٌ إِلَى رَبِّكَ كَدْحًا فَمُلَاقِيهِ (6) فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ (7) فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا (8) وَيَنْقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا (9)
يَاأَيُّهَا الْإِنْسَانُ إِنَّكَ كَادِحٌ إِلَى رَبِّكَ كَدْحًا فَمُلَاقِيهِ (6)
(YAv EayYuHay eLEiNSAvNu EinNaKa KAvDiXun EiLAv RabBİKa KaDXan Fa MULAQIyHi)
“Ey insan sen Rabbine kedhan kedhetmektesin O’na mülaki olacaksın.”
Bundan önce galaksimizin diğer galaksilerden kopacağını ve yeryüzünün yeniden düzenlenip ebedi hayatın başlayacağını bildirmişti. “İzâ” ile başlayan cümlelerin cevapları gelmemişti. Cevapların hazfedildiği söylenebilir. Biz ise “İz”in geçmişin hikâyesi için “İzâ”nın ise geleceğin hikâyesi için istimal edileceği esası üzerinde hazf değil de hikâyeli ifadeler olarak anlıyoruz. Bundan sonra gelen cümle “İzâ”nın cevabı değil beyanıdır.
Bu kâinatı Allah yaratmıştır. Kâinat insanlar için yaratılmıştır. Yer ise Âdemoğulları için yaratılmıştır. Arzın yeniden düzenlenmesi yine insan içindir.
Kâinatın yaratılması ve yeniden düzenlenmesi ne amaçla yapılmıştır?
İnsanı kedhetme amacı ile yapılmıştır. Bu kedhin sonunda insan olacaktır. Cennet ve cehennem halkı olarak ona kavuşacaktır.
Galaksimiz diğer galaksilerden ayrılacaktır ama cennet ve cehennem birbirinden ayrı olmayacaktır. Ayrı uzaylar olmayacak, birbirinden kopmayacaktır. Aynı uzayda insan Rabbine kavuşacak ve uzayda mesrur olacak veya mahzun olacaktır. Bu sebepledir ki burada “Ey insan” diyerek insana hitap etmiştir. İnsan yaratılmıştır. Rabbi ile doğrudan görüşememektedir. Rab ona gaipten hitap etmekte ve terbiye etmektedir. İnsan ise Rabbini görme arzusundadır, O’nunla konuşma arzusundadır. Bunun için çaba içindedir. Uzun maceradan sonra nihayet arza müddet verilmiş ve insan Rabbi ile doğrudan karşı karşıya gelmiştir. Artık Rabbi ile aracısız doğrudan muhatap olmaktadır.
Şimdi bunları kelime kelime açıklayalım.
يَاأَيُّهَا الْإِنْسَانُ
(YAv EayYuHay eLEiNSAvNu)
“Ey insan!”
Burada “Yâ Eyyuhâ” ile hitap etmektedir.
“Yâ” hitabın yöneltilmesidir. Karşında birçok kimseler olur da sen birine bir şey söylemek istersen “Yâ” ile başlarsın. Burada hitap insana tevcih edilmiştir. Bunun için “Yâ” gelmiştir.
“Eyyu” ise hanginiz insan iseniz demektir. Hitabı ona tahsis etmektedir. Ben bunu yalnız size söylüyorum, insana söylüyorum.
“Hâ” ismi işarettir. Hanginiz insan iseniz işte ben ona söylüyorum. Başkasına değil demektir.
Cinler, melekler ve ruhlar bu hitaba dâhil değildir. Evet, dâhil değildir. Başka yerde “Ey cin ve ins maşeri” denmekte, orada cinler de muhatap olmaktadır. Ama burada yalnız insan muhatap olmaktadır.
Muhatap olan insan kimdir?
Kâinat elektrik parçacıklarından oluşur. İki çeşit elektron parçacığı vardır, artı ve eksi elektrik parçacığı. Bunlar uzakta iseler ayrı cinstekiler çekerler, aynı cinstekiler iterler. Birbirine çok yakın iseler ayrı cinstekiler iterler, aynı cinstekiler çekerler.
Artı ve Eksi Parçacık |
Uzakta iken | Çok yakında iken |
Aynı Parçacıklar | Ayrı Parçacıklar | Aynı Parçacıklar | Ayrı Parçacıklar |
+ + | - - | + - | - + | + + | - - | + - | - + |
İter | İter | Çeker | Çeker | Çeker | Çeker | İter | İter |
Cisimler oluşturulurken ya birbirine çok yaklaştırılır yahut birbirinden uzak tutulur. Yerde atomlar birbirinden uzak tutularak moleküller oluşturulur. Güneşte ise atomlar birbirine yakın tutularak moleküller oluşturulur. Cinler Güneş’te yaşarlar, insanlar Yer’de yaşarlar.
İşte burada muhatap olan yerde yani soğuk gezegenlerde yaşayan şuurlu varlıklardır. Kıyas yoluyla cinleri de bunların içine sokabiliriz.
Bir de cisimlerin iki çeşit hızları vardır; biri dalga hızları, diğeri de kendi hızlarıdır. Bir gemi suda giderken motorun çalışmasından dolayı ses çıkarır, bu gemiden daha hızlı giden dalgalar oluşur. Ayrıca ilerlerken de dalga meydana getirir. Bu kendisinden daha yavaş dalgalardır. Kâinatta da iki çeşit varlık vardır. Dalga hızları kendi hızlarından daha fazla olan varlıklar vardır. Dalga hızları kendi hızlarından yavaş olan varlıklar vardır. Melek ve ruhun kendi hızları dalga hızlarından fazladır. Cin ve insanın kendi hızı dalga hızından yavaştır.
Demek ki dört çeşit doğa olayları vardır.
İnsan, dalga hızı kendi hızından düşük olan ve birbirinden uzak parçacıklardan oluşmuş kâinatta yer alan bir varlıktır. İşte buna “arz” denmektedir.
Arzda canlılar vardır. Canlıları da şöyle tanımlayabiliriz. Bir ev yapmak için çeşitli inşaat malzemeleri üretirsiniz. Sonra bunları birleştirip bir yapı meydana getirirsiniz. Sonra siz o eve gider, yerleşir, evlenir, çocuklar yaparsınız. Ondan sonra da onlar ev yaparlar ve onlar çocuklar yetiştirirler. Siz birden fazla çocuk yapacağınız için yeryüzü insanlarla dolar.
İşte yeryüzünde bundan 3 milyar yıl önce denizin ortasında bir hücre var edildi. Bu hücre mükemmel bir hücre idi. Bu hücre kâinatın yaratılmasına benzer. Kâinat patladı ve evrimleşti. Hücre de var edildi. Uzaydan getirildi. Kur’an’ın hitap ettiği insan bu hücreden türemiştir. Hücre önce bölündü ve çoğaldı. Sonra bölünen hücreler arasında işbölümü başladı, çok hücreli canlılar olmaya başladı. Bu oluşma gelişigüzel olmamıştır. İlk hücre de yazılı plana göre gelişti. Son olarak insan ortaya çıktı.
Canlının özellikleri vardır.
1- Doğada bozulma artmaktadır. Entropi büyümektedir. Canlılar ise bu entropinin bozulmasından yararlanarak düzgün varlıklar oluşturmaktadır. Yani entropisini küçültmektedir. Demek ki canlı demek dağınık olan şeyleri bir araya getirip düzgün hâle getiren ve bir düzen içinde yerleştiren varlık demektir.
2- Canlılar bunları dışarıdan aldıkları malzeme ile ve güneşten aldıkları enerji ile yaparlar. Topraktan su ve diğer maddeleri alıp havadaki oksijen ile karbondioksiti kullanarak güneşten aldıkları enerjiyi harcayıp iş yaparlar. Yani canlılar beslenen ve artıkları dışarıya atan varlıklardır.
3- Canlıların başka özelliği kendilerine benzeyen canlılar üretirler. Ağaçlar ağaçları, insanlar insanları, maymunlar maymunları üretirler. Bu sayede çoğalmaktadırlar. Gittikçe çoğalarak yeryüzünü kaplamışlardır.
4- Canlıların ömürleri vardır. Kendilerine tanınan müddeti doldurunca hayatı terk ederler, kendilerinin yerine yenileri gelir. Bu sayede evrim vardır. Bölünerek farklılaşan hücreler zamanla değişik canlıların oluşmasını sağlarlar. Evrimleşen varlıklardır. Demek ki cansızlarda bozulma, canlılarda ise düzenlenme vardır.
İnsan canlı varlıktır. İnsanın diğer canlılardan farkları vardır. Evrimin son halkasıdır. Yani tüm canlıların çalışıp çabalamaları ile insanı meydana getirmişlerdir. Onlar insan için var edilmiştir. İnsan ise kendisi için çabalamaktadır.
Canlılarda evrim vardır ama canlıları başkaları evrimleştirir. Onlar kendi kendilerini evrimleştiremezler. İnsan ise bedenini evrimleştiremez ama çevresini evrimleştirmektedir. Yani çevresinde öyle varlıklar oluşturmaktadır ki o varlıklar canlı gibi kâinattaki evrimi sağlamaktadırlar. Bir örnek verelim. Bir silah alsanız bu silahı kullandığınız zaman silah gittikçe hassasiyetini kaybeder, hedefe vuramaz olur. Oysa insan ne kadar çok silah atarsa o nispette daha çok vuruculuğu artırır. Demek ki insan deneyerek ve eğiterek daha gelişmiş varlık hâline dönüşmektedir. Bu canlılarda da vardır. Canlılarda evrimleşme ivmesiz olmaktadır, ilk aldığı hızla yapılmaktadır. İnsan ise evrimleşme hızını artırmaktadır. İvmeli evrim vardır.
İnsanlar birlikte üretir, ürünü bölüşerek ayrı ayrı tüketir. Bu özelliği taşıyan başka varlık yoktur. Diğer varlıklar ya ağaçlarda olduğu gibi ayrı ayrı üretip ayrı ayrı tüketirler yahut hücrelerde olduğu gibi birlikte üretir birlikte tüketirler yahut arılarda olduğu gibi ayrı ayrı üretip birlikte tüketirler. Sadece insan birlikte üretip ayrı ayrı tüketir.
Bu sayede insan kişiliğini koruyarak topluluğun üyesi olmaktadır. Çalışırken topluluğun üyesi olmakta ve ameli salih işlemekte, tüketirken kendi evinde bağımsız istediği gibi yaşamaktadır. Bu özelliği sayesindedir ki kişi sorumludur. Topluluk içinde üyedir ama kişi olarak topluluğa karşı sorumludur.
İnsanın birlikte üretip ayrı ayrı tüketebilmesi ancak borçlu ve alacaklı olmasıdır. Diğer canlılarda da mübadele vardır. Ne var ki bu ya karşılıksızdır ya da peşin alışveriş şeklindedir. İnsan ise bir şey yapar, topluluğa verir, alacaklı olur, buna “hak” denir. Sonra hakkını devrederek topluluktan ihtiyacı olan şeyleri alır. İşte insan borçlanan varlıktır. Yani şimdi verip sonra alabilen veya şimdi alıp sonra verebilen varlıktır. İnsan bu sayede kişiliğini koruyup topluluğun üyesi olmaktadır. Yani yeryüzünde hak sahibi olan yalnız ve yalnız insandır, borçlu olabilen de yalnız ve yalnız insandır. Borç ve alacağın miktarını ölçen araç paradır ve yalnız insanlarda vardır.
Canlılarda da topluluk vardır ama canlılar kendileri topluluklar kurmazlar. Onların toplulukları irsidir. Doğuştan topluluk oluştururlar. Oysa insanlar sözleşmeler yaparlar, kendi istedikleri sözleşmeleri yaparlar ve o sözleşmelerde koydukları kurallarla topluluk oluştururlar. Kendi yaşama ve çalışma kurallarını koyarlar.
Diğer canlılarda fertler doğuştan ortaya çıkarlar. Oysa insanlardan isteyenler bir araya gelerek kendilerinin istedikleri toplulukları oluştururlar. Kuralları kendileri koydukları gibi fertlerini de kendileri seçerler.
Diğer canlılar da eğitimle değil de hilkatla topluluğun ferdi olunur. Oysa insanlar kişileri eğiterek kendi topluluklarının üyesi yaparlar. İnsanların nominal ömrü 100 yıldır. İlk 33 yılda dedelerinden eğitim görürler, sonraki 33 yılda kendileri uygularlar. Sonra kazanımlarını torunlarına öğretirler. Yani canlılar yavrularına eğitim verdikleri halde insanlar torunlarını eğitirler. Böylece kazanımlar nesilden nesile intikal ederek uygarlaşma sağlanır.
İnsanlar iç içe topluluklar oluştururlar; ocak, bucak, ülke ve insanlığı oluştururlar, yeryüzünün en büyük canlısını meydana getirirler. Diğer canlılarda ise sadece bir yuvada toplananlar birlik oluştururlar. Bir kademe başkanları vardır. Ast ve üst anlayışı yoktur. Merkez topluluğu meydana getirir, taşra özgürlüğü korur.
İnsanlar tarih bilincine sahiptirler. Kalıcı hafızaları vardır. Geçmişi bilmektedirler. Ataların bıraktıkları bilgilerin ve ürünlerin vârisidirler. Kendileri de geleceğe miras bırakmaktadır. Yazı ve bugünkü bilgisayarlar geçmişi geleceğe bağlamıştır. Diğer canlıların böyle atalarına vâris olma gibi bir kuralları yoktur. Bu sayede evrim oluşmaktadır.
İnsanlarda yarışma vardır. İyilikte yarışmaktadırlar. Herkes daha iyisini yapma imkânını arar. Dayanışma yarışma içinde olmaktadır. Diğer canlılarda yarışma yoktur. Herkes kendi işini yapar ve yaşar. Yapmazsa elenir. Oysa insanlar yarışta kazandıkları ile topluluk içindeki kademeleşmelerde yer alırlar. Böylece yarışta onlar uygarlığı sağlamaktadır.
Nihayet canlılarda aynı türde yalnız dayanışma vardır, aralarında çatışma yoktur. Başka tür canlılarla da çatışma hâlindedirler. Yeryüzündeki sayı dengesi böyle korunur. İnsanlar çok güçlü varlıklar oldukları için onlarla vuruşacak başka canlı olmadığından aralarında çatışma vardır, savaş vardır. Nüfus dengesi böyle korunmaktadır. Habil’in Kabil’i katletmesi ile başlayan bu savaş uygarlaşmakla azalmamış, artmıştır. Bu böyle devam etmektedir.
Böylece insanlık Hazreti Âdem’den kıyamete kadar bu çatışma ve yarışma içinde yol almaktadır.
İnsanlık bu çaba içinde olduğu gibi insan da döllenme ile hayata başlar. Ağlayarak doğar, inleyerek ölür. İnsanın bedeni de çaba içinde olduğu gibi kişiliği olan insan da tüm ömrü boyunca çaba içindedir.
Kur’an kâinatta emaneti insana tevdi ettiğini bildirmektedir. Demek ki göklerde de insan vardır. Galaksilerde yüz milyarlarca yıldız vardır. Yine kâinatta yüz milyarlarca galaksi vardır. Her yıldız bir güneştir. Güneşlerin çoğunun etrafında gezegenler vardır ve gezegenlerde şimdi veya ileride insanlar var olmuşlar veya var olacaklardır.
İşte burada “Ey İnsan” diye hitap edilen bu kâinatın insanıdır. Bizim galaksimizdeki bütün insanlar bunların içindedir. Biz Âdemoğullarıyız, onlar Âdemoğlu değildirler. Ortak atamız yoktur ama genetik olarak hepimiz aynı genleri taşıyor ve kendi şartlarımız içinde yaşıyoruz. Bugün o insanlarla görüşemiyoruz. Ancak yarın ışık hızından daha yüksek hızla hareket eden dalgaları kullanarak çok uzak yıldızlarla haberleşebiliriz. Bugün elektromanyetik dalgalar ancak ışık hızıyla gidiyor. Bizim atomlarımız üst dalgaları kullanarak yapılarını oluşturuyorlar. Şrödinger [Erwin Rudolf Josef Alexander Schrödinger (12 Ağustos 1887 – 4 Ocak 1961), Avusturyalı fizikçi. Kuantum mekaniğine olan katkılarıyla, özellikle de 1933'te kendisine Nobel Ödülü kazandıran Schrödinger Denklemi'yle tanınır. Schrödinger'in Kedisi diye bilinen düşünce deneyini önermiştir.]bunları yani bu dalgaları matematikle çözerek bu dalgaların varlığını kesin olarak ispatlamıştır. Atomlar bunları kullanabildiğine göre biz de bu dalgalara dayanarak araçlar yapabiliriz ve bu takdirde çok uzak yerlere çok kısa zamanda ulaşabiliriz. O zaman Kur’an’ın bu ifadesi o insanlara da ulaşmıştır. Oralarda da Kur’an vardır ama Arapça değildir, oranın Arapçası iledir.
إِنَّكَ كَادِحٌ
(EinNaKa KAvDiXun)
“Sen kadihsin”
“Ente Kadihun” de denebilirdi. Ancak insan bu kedhden şüphe içindedir. Dolayısıyla onu uyarmak amacıyla isim cümlesi “İnne” ile tekit edilmiştir; şüphen ve tereddüdün olmasın ki sen kadihsin.
“Sen” burada müfret getirilmiştir. Çünkü insan muhataptır. İnsan cins isimdir. Müfredi ve cemi yoktur. Müennesi de yoktur. İnsan bedeni olan ama beden olarak değil ruh olarak insandır. İnsanın cinsiyeti yoktur, küçüğü büyüğü, sakatı sağlamı da yoktur. İnsan insandır, âhirete de insan olarak gelecektir.
Hazreti Âdem ile son günlerde doğan insan arasında fark yoktur. İnsan ne kadar uygarlaşırsa uygarlaşsın bütün eğitimini ömrü içinde almaktadır. Âhirete gelen insan da orada eğitime tâbi tutularak en uygar insan olabilecektir. O halde insanın uygarlaşması yalnız gelecek nesiller içinde değildir. İleride yeniden dünyaya geldiğimizde insanlığın müktesebatı bizim müktesebatımız olacaktır. Yani insanlık uygarlaşmaktadır. Belli bir seviyeye vardığımızda hepimiz bir araya geleceğiz ve ortak uygarlıktan birden yararlanacağız. “Sen” dediği zaman insanlık içinde her insan kastedilmektedir. Topluluğun ve eşyanın uygarlaşmasından ziyade kişinin uygarlaşması söz konusudur. Onun için “Ey İnsan” diye hitap etmektedir.
“Kedh” eldeki nasırdır. Çalışan insanlar çapayı fazla kullanıp iş yaptıkça deride önce kızarıklık meydana gelir, sonra yavaş yavaş sertleşir, ona “kedh” denmektedir. “Kedehe” fiil olarak çalışıp çabalamak demek, uğraşıp durmak demektir.
“Sa’y” var, “amel” var, “fiil” var ve “kedh” var.
“Sa’y” insanın kendi kazancı için çalışmasıdır, gayret göstermesidir.
“Amel” ise ortak üretimde uygun iş yapmaktır.
“Fiil” her türlü harekettir.
“Kedh” ise çalışırken karşılaşılan zorlukları yenmek demektir. Bir işe girişirsiniz, birçok zorluklar çekersiniz ama sonunda başarırsınız. Başarı için yapılan didinme kedhdir.
İnsan gerek kişi olarak çalışıp çabalayarak ve didinerek bir yere doğru gitmektedir, gerekse insanlık da birlikte mücadele ile evrimleşmektedir. Yani insanın bir gayesi var, çaba içindedir. Gündüz gece durmadan giderken bir yere doğru koşmaktadır.
İnsan niçin yaşamak ister? İnsan neden çocuklarının başarısını ister? İnsan neden topluluğu için canını verir? İnsan ne için cihat eder?
Bütün bunlar insanın kadih olduğunu gösterir. İnsanın her attığı adım bir amaç için atılmaktadır. Şunu kabul etmek gerekir ki insan bu çabayı gösterirken ne için çaba gösterdiğini çoğu zaman bilmez ama devamlı çaba içindedir. Acılar içinde olsa da insan yaşamak istemektedir.
Bu çaba nedir yani nereye doğru gidiyoruz?
Bilerek veya bilmeyerek ne için çaba gösteriyoruz?
Ne için çabalıyoruz? Ne için savaşıyoruz? Ne için varız? Ne yapmak için var edildik?
إِلَى رَبِّكَ
(EiLAv RabBİKa)
“Rabbine”
Evet, senin çalışman Rabbinedir.
Senin çaban ve didinmen Rabbine gitmek, O’na ulaşmak içindir.
Tıp fakültesine gideriz, tıp tahsilini görürüz, gayemiz nedir?
Bir an evvel doktor olayım da hastalara kavuşayım ve onları tedavi edeyim dersiniz. Bunun için çaba gösterirsiniz. Topluluk seni tabip olarak yetiştirmek istemektedir, onun için eğitmektedir. İşte, topluluğun istediği bir kimse olabilmek için okumaktasın.
Aynen bunun gibi; Allah insanı yaratmıştır, onu eğitmektedir. Âhirette ona diploma verecek ve ona görevler verecektir. İnsan bu dünyada o görevleri yapabilmek üzere eğitim almak için yaratılmıştır. İnsanlık ve her insan bu eğitimi almakta ve bunun için gece gündüz çalışmaktadır. Gayesi diploma alıp toplulukta görev alma gibi Rabbinin görevlerinde görev alma çabasıdır. Allah bu kâinatı bizi yetiştirmek için var etmiştir. Biz de okuyoruz, deniyoruz, çaba gösteriyoruz, o daha yüksek hayatta görev alabilmek için çabalıyoruz.
“Rabbine” demek insanın eğitilmekte olduğunun ve bu eğitilmenin gayesinin de terbiye edene mülaki olması demektir. İnsan bugünkü hâliyle Rabbine mülaki olamamaktadır. Şimdi uzaktan gaybî olarak O’nunla ilişkilidir. Mektupla, posta ile haberleşiyor. Oysa o doğrudan Rabbi ile görüşmesinin sağlanması için bu dünyada eğitilmektedir, bunun için çalıştırılmaktadır.
Allah hiç bu kadar zahmet çektirmeden bizi eğitilmiş olarak yaratamaz mıydı?
Şüphe yok ki yaratırdı ama o zaman insanların kendilerinin yapacağı hiçbir şey olmazdı. İnsan da bir eşya gibi olurdu. Şimdi insan akleden varlıktır. Sonra bizim ona neden böyle yaptın diye sorma hakkımız yoktur. Bize hesap verecek değildir. Biz olanı ve ne olacağını tesbit eder görevimizi biliriz. Bizi vali yapmışlarsa valilik yaparız. ‘Valiliğe ne gerek vardır’ gibisinden felsefe yürütsek bile vali olarak görevde kaldığımızda valilik görevlerini yerine getirmek durumundayız.
Burada ism-i fail getirilmiştir. Çabasının kendi iradesi ile olduğuna da işaret etmektedir. Diğer canlılarda da kedh vardır ama o kedh kendi iradelerinin mahsulü değildir. DNA’larındaki kodlarına göre hareket ederler. Biz ise kendimiz kadihiz. Bizim yapımız gereği kedh edecek şekilde yaratılmışız. Tembel de olabiliriz.
كَدْحًا
(KaDXan)
“Kadih olarak.”
“Kadih”in mastarıdır. Arapçada fiil kökleri üç harflidir. Sınırlı sigalar vardır. Mastar meful alarak getirilerek konuşulur. Türkçede “konuşma konuştum” denmez. Arapçada “kellemtü kelâmen” denir. Türkçede “akıcı konuştum” denir. Arapçada “akıcı konuşma konuştum” denir. Arapçada birden fazla mastar vardır, her masdarın manâsı ayrıdır. Mesela davet de mastardır dua da mastardır. İkisinin manâsı farklıdır. Davet, kişiyi bir işe çağırmakdır. Dua ise kişiden bir şey istemedir. Fiil aynıdır. “Daavtu da’veten” veya” duaen” diyerek hangi mastarı kastettiğini ifade edersin. Bazen tek mastarlı olduğu halde yine mastarlı veya mastarsız söylenebilir.
Bir öğrenci çarpmayı öğrenmek için 35 ile 45’i kâğıda yazar ve çarpar. 1575 bulur. Sonra sağlamasını yapar ve doğru çarpmışım der. Bir bakkala gider, 35 torba un alır, torbası 45 liradır; o da çarpar ve o da 1575 sonucunu bulur. O da sağlama yapar. İkisi arasındaki fark; birincisi sırf çarpmak için çarpmıştır, kendisini yetiştirmek için çarpmıştır. İkincisi ise o çarpmanın sonucunda o kadar para ödemiştir.
Demek ki yapılan iş ya sadece öğrenmek ve denemek için yapılır yahut işten ürün elde edilir. Türkçede bu iki işleyişi ayırt edecek bir kural yoktur. Kur’an ise bunu masdar ile ifade eder. Eğer işte gaye işin kendisi ise o zaman masdarla söylenir. Yok, başka maksatla yapılmışsa o zaman masdar ya söylenmez veya söylense o maksatla söylenir. “Darabtu darbeten litedibi” dersiniz. “Darabtu” da diyebilirsiniz. “Darabtu darbeten” derseniz sırf dövmek için dövdüm, başka gayem yoktu demiş olursunuz.
Burada “Kedhan” masdarı şunun için getirilmiştir. İnsan çaba göstermektedir ama bu çaba öğrencinin derslere çalışması benzeri bir şeydir. O çabanın hiçbir faydası yoktur. Âhirete vardığınızda bu dünyada yaptığınız köşk işe yaramayacaktır. Oradaki köşkler orada yapılacaktır. Burada yaptıklarınız bir talebenin çalışmasına benzer bir çalışmadır. Sadece kendisini yetiştirmek için çalışmaktadır insan. O sebeple kedhan mastarı mefulü mutlak olarak getirilmiştir.
فَمُلَاقِيهِ
(Fa MuLAQIyHi)
“Ona mülakisin.”
“Lakva” yanakta oluşan bir hastalıktır, yüz felcidir. Arapça bir kelimenin ilk çıkışı üzerinde durduğumuz zaman kendisinde bir kelime bulmamız gerekir. Bulamazsak söyleyişte yakın sözlerle etimolojisini arayacağız. Orada zorluk içinde olursak başka dillerde o kelimeye bir kök arayacağız. “Lakva” kelimsi yüzdeki felci anlatmakta ise biz buna dayanarak “Lika” kelimesine yanak yanağa gelmek, kucaklaşmak anlamını veriyoruz. Kafkas dillerinde “Loka” yanak demektir. Akadçada da buna benzer manâ olup olmadığı aranabilir.
“Mülaki” müfail kalıbındadır. Müfaale babının ism-i failidir. “Lakiye” ona ulaştı anlamındadır. “İlka etmek” ulaştırmak manâsında olduğu gibi atmak anlamına da gelir. Buluşansın demektir. İnsan Rabbiyle buluşacaktır. İsm-i failler Arapçada gelecek sigası için kullanılır.
“Fa” harfi tertip içindir. “Kadih” ism-i faildir. “Mülaki” de ism-i faildir. Birbirine atfedilmiştir. Buradaki zamir Rabbe racidir. İnsan Rabbine mülakidir. Yani her insan sonunda Rabbi ile buluşacaktır.
Bugün insan kendi Rabbi ile doğrudan görüşememektedir, O’nunla karşılıklı konuşamamaktadır, O’na bir şey verememektedir, O’ndan bir şey alamamaktadır; hâsılı O’nunla aynı mekânda yaşayamamaktadır.
İnsanlar Allah’ı görmek istemişler, Allah göründüğü zaman bayılmışlardır. Bugünkü beyin yapımız Rabbimizle buluşma gücüne sahip değildir. Gözü olmayan nasıl göremezse, kulağı olmayan nasıl işitemezse, Rabbi görecek ve O’nunla buluşacak gücü olmadığı zaman insan O’na mülaki olamaz. Bu dünyada o buluşmanın olması için çabalamaktayız. Âhirete vardığımızda Rabbimizle görüşeceğiz, buluşacağız.
Burada insan cinsinin O’na mülaki olacağı bildirilmiştir. Vedalarda ve tasavvufta insanın Allah’tan koptuğu, O’ndan uzaklaştığı, Allah ile kendisi arasına perde girdiği, âhirette bu perdenin kalkacağı, bunun için insan ruhunun bedenden bedene giderek olgunlaşacağını söylemektedirler. Kur’an ise öldükten sonra bir defa dirilme olduğunu beyan etmektedir ama buradaki “Kadihun” kelimesi ölme olmasa bile bedenden bedene geçme anlamına gelir. Onların anlayışına göre dolaşır dolaşır ve sonunda Rabbine kavuşur. Kur’an’a göre insan sonunda Rabbine kavuşacak, hesabı görüldükten sonra cennette veya cehennemde yer alacaktır. Bu husus tevil kabul etmez kesinliktedir.
Rab mekândan ve zamandan münezzehtir. O halde bizim O’nunla mülaki olmamız mümkün değildir denebilir. Allah zaman ve mekândan kendisi münezzehtir ama kendi kullandığı zaman ve mekân içinde tezahür eder, hattâ bir insan şeklinde tezahür eder ve bir insan gibi insanla mülaki olmuş olur. Ateş gibi göründüğü, nur olarak göründüğüne göre Allah her şey olarak görünebilir. Yani biz Allah’ı o şekilde görebiliriz.
İşte insanların şirk içine düşmeleri de bu sebeple olmuştur. Bu dünyada da insanlar Allah ile çeşitli şekillerde görüşebilir olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa bu âyet bunu reddetmektedir. Şimdi insanlar O’na ulaşmak için çaba içindedirler ama O’na mülaki olma bu dünyada mümkün olmayacaktır. “Fa” harfi sonra anlamındadır. Çaba biter bitmez mülaki olunacaktır. İnsanın çabası biter bitmez mülaki olunacaktır. İnsan ölünce çabası biter. Işık hızına çıkar. Onun için zaman durur. İnsanlık çabaya devam eder ve sonunda son nesil de ortaya çıkıp arza başka şekilde dönüldüğü zaman insanlar Rablerine birlikte mülaki olacaklardır.
فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ (7)
(FaEamMAv MaN EutTiYa KiTAvBaHUv Bi YaMIyNıHıy)
“Kimin kitabı yemininden verilmişse.”
Bizim bütün yaptıklarımız filme alınmış bulunmaktadır. Hem de dört boyutlu uzay içinde üç boyutlu uzay olarak filmlerimiz mevcuttur. Ne var ki bunlar zahiri görüntülerdir.
Bakkala gidip de beş kilo soğan görüldüğünde onun kaç lira ettiği görülmez. O miktar bakkalın ve sizin anlaşmalarınızla tesbit edilir ve defterinize yazılır. İşte bu şekilde insanın tüm borç ve alacakları, sevap ve günah değerleri ile ayrıca yazılmaktadır. Bunun için üç melek görevlendirilmiştir. Biri insanın yaptığı iyilikleri yazar. Diğeri ise insanın yaptığı kötülükleri yazar. Üçüncüsü ise çıkan ihtilaflarda hakemlik yapar. Sevabı fazla yazmışsa günah meleği itiraz eder, günahı fazla yazmışsa sevap meleği itiraz eder. Baş meleğin kararı ile karara gelinir.
Âhirette kurulan mahkeme bu kitaba dayanarak karar vermektedir. Cennete gidecek olanların kitabı sağ tarafta durur, onun sağ eline verilir ve sağ kapıdan cennete gider.
Burada “Fa” harfi ile mülakiden sonra kendisine kitap verileceği bildirilmektedir. “Fa” harfi peşinden anlamındadır. Demek ki muhakeme dönemi mülakat dönemidir. Mahkemede veya kayıtlarda hata olsa Rab müdahale edip onu düzeltmektedir. Rab her safhada insanlarla ve meleklerle beraberdir. Sonunda karara bağlanır, cennete gideceklerin sağ ellerine kitapları verilir ve cennete giderler.
يَوْمَ نَدْعُو كُلَّ أُنَاسٍ بِإِمَامِهِمْ فَمَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَأُولَئِكَ يَقْرَءُونَ كِتَابَهُمْ وَلَا يُظْلَمُونَ فَتِيلًا (71)
وَمَنْ كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الْآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلًا (72)
“O gün nâsı imamları ile davet ederiz. Kime kitabı yemininden verilmişse onlar kitaplarını okurlar ve onlara bir fetil kadar bile zulüm olunmaz. Kim burada âmâ ise o âhirette âmâdır ve sebilini idlal etmiştir.”
Bu âyette cennete gideceklere kitapları verilecektir deniyor. Diğerleri ise bu dünyada kör olanlardır. Buradaki kör mecazi manâdadır. Onlar ise âhirette cennet yolunu bulamayacaklardır. Onlara kitap verilmeyecektir. Çünkü kolektif sorumluluk yoktur. O topluluk âhirette dağılacak, birlikte değil de ayrı ayrı hesap vereceklerdir. Oysa iyi toplulukların içinde olanlar topluluk hâlinde cennete gideceklerdir. Ortak mesuliyet yoktur ama ortak mükâfat vardır.
Bu husus bu dünya suçlarında da böyledir. AK Parti’ye katılanlar ortak iyiliklerden birlikte yararlanırlar. Oysa ortak suçlardan sadece suç işleyenler cezalandırılırlar.
60/19 âyetinde ise cennete gideceklere sağından cehenneme gideceklere solundan kitap verileceğinden bahsetmektedir. Orada topluluktan değil de fertlerden söz etmektedir. Mü’minler cennetin kapısına vardıklarında görevliler ‘dur’ diyecekler. Onlar da kitaplarını verecekler, işte kitabımı okuyun diyeceklerdir. Yani bu kitap aynı zamanda cennete gitmek için pasaport olacaktır. Yemin karşılığı şimal getirilmektedir.
Burada ise kitabı sağından verilenlerden bahsetmektedir. Buna karşılık kitabı arkadan verilenler denmektedir. Cennete gidemeyeceklere kitabın veriliş şeklini şimalden ve zahrın veraından diye ikiye ayırmakta, mü’minler için ise sağından verilenler denmektedir.
Demek ki daha muhakemesi yapılmadan dünyada tutulan muhasebe defterleri alacaklı durumda ise hemen verilmekte, muhasebeleri sadece göz atılarak kapatılmakta ve ‘haydi geçin’ denmektedir. Dünyada defterleri borçlu olanlara merhameten defterler sonradan gönderilmekte ve cehenneme geç gitmeleri sağlanmaktadır. Muhakeme bittikten sonra bu sefer sol eline soldan verilmekte ve sol kapıdan cehenneme gönderilmektedir.
فَأَمَّا
(FaEamMAv)
“Gelince”
Bu dünya eğitim yeridir. Bitirme imtihanları yoktur. Her öğrenme bir imtihandır ve her imtihanda başarı notu yüklenir. Sonunda doğrular ve yanlışlar toplanarak insana derece verilir. Diyelim ki matematik dersi veren hoca çarpmayı öğrettikten sonra sınıfa diyor ki; herkes deftere kendi numarasını yazsın, yaşını da yazsın ve çarpsın. Herkes yazıyor ve çarpıyor. Doğru sonuç bulanlara 10 yanlış sonuç bulanlara 1 yazılıyor. İmtihan dersler esnasında yapılıyor.
Bir şey anlatırsınız, gayeniz bir sonuca varmaktır. Böyle olduğu için şöyle yapılmalıdır veya şöyle olacaktır dersiniz. Konuşmanın giriş ve amaç bölümü vardır.
İşte, girişten amaca geçtiğinizde Arapçada “Fa” harfi kullanırsınız. Başka sure olarak Duha süresidir. Duha’ya yeminle başlar. Sonra amaca gelir, öyleyse yetimi kahretme.
İşte burada kâinatın sonuna işaret ettikten ve insan buraya uzun çabadan sonra ulaştıktan sonra orada ne olacaktır? Nedir bu kâinatın uzun macerası, ne için bunlar olmuştur?
Kitabı sağdan verilenler…
“Emmâ” tasnif için kullanılan harftir. Böyle olanlar şöyle, şöyle olanlar böyledir. Benzeri tasnif yapılır. Kur’an’da “İmmâ” ve “Emmâ” kelimeleri sınıflandırmak için getirilmektedir. “Emmâ”yı “EvMâ” olarak takdir edemeyiz, o zaman “ve” harfi ile beraber gelince iki atıf harfi üst üste gelmiş olur. “En” mastar ması olamaz. O zaman da “Mâ” masdar harfi olmaz. Çünkü iki masdar yan yana gelmiş olur. “Enne” kelimesinin kısaltılmışı şeklinde düşünebiliriz. O zaman “İmmâ”yı da “İnne” kelimesinin kısaltılmışı şeklinde düşünebiliriz. “Emmâ ennemâ” sadece anlamındadır. Tasnif bütün sınıfları içine alır anlamındadır. Yani âhirette yalnız iki türlü insan olacaktır. Ya kitabı sağından verilecek ya da arkasından gelecektir. Bir üçüncü grup olmayacaktır. Bizim yaptığımız tasnifte kitabı sağından verilenler cennete gideceklerdir, solundan verilenler cehenneme gideceklerdir. Tasnif olarak dışarıda bırakılmıyorsa kitabı arkasından verilenlerin kitapları solundan verilecektir demek olur.
Kur’an’ın bir yerinde cehenneme herkes bir defa uğrayacaktır denmektedir. O zaman kitabı sağından verilenler de cehennemden geçeceklerdir demektir. Kitabı sağından verilenler cehennemi uzaktan göreceklerdir. Yahut bedenleri birden atom yapısına dönüşecek, sonra tekrar molekül yapısına geçeceklerdir. Arkasından verilenlere kitapları sonradan solundan verilecek, cehenneme uğrayacak, az da olsa cezalarını çekecek, sonra cennete gideceklerdir demek olur.
Bununla beraber “Emmâ”da hasr olup olmadığı hususunu Kur’an’daki bütün “Emmâ ve “İmmâ”ları tarayarak tesbit etmemiz, sonra bu hususlar üzerinde düşünmemiz gerekmektedir.
مَنْ أُوتِيَ
(MaN EuTiYa)
“Kime îtâ edilmişse”
Herkese kitap îtâ edilecektir.
Peki, kitabı kim îtâ edecektir?
Görevli melekler îtâ edeceklerdir. Dünyada onun denetleyicisi olan melekler hazırladıkları kitabı ona vereceklerdir. Bu îtâ olacağına göre yani kendisinin eline verileceğine göre sandıklar dolusu olmayacak, sadece bir elle tutulur bir kitap olacaktır. Kalem ve kâğıt üzerinde yazılan kitaplar olmayacak, bilgisayar kitabı olacaktır. Hattâ verilen kitabın bile o bilgisayarda yazılı olması gerekmez. Bilgisayar sadece merkezi bilgisayara bağlanabilecek ve orada tüm hayatını okuyabilecektir.
Kur’an indiği zaman kemikler ve deri parçaları üzerine yazılıyordu. Kur’an bile bir odayı dolduruyordu. O zamanki insan sormaz mı idi; Ey Muhammed, benim 70 sene 80 sene yaptıklarım orada yazılı olacak! Bir insanın hayatını bile bu deri parçaları doldurur, bu ne biçim bir iddia? Evet, insanlar o gün ‘Allah her şeye kadirdir’ diyerek ses çıkarmadılar. Bugün ise bu işin çok kolay olduğunu öğreniyoruz. Bugün de aklımızın ermediği şeyler olabilir ama gelecekteki keşifler onları makul hâle getirir.
كِتَابَهُ
(KiTAvBaHUv)
“Kitabı”
Evet, herkesin bir muhasebe defteri olacaktır, muhasebe kayıtları olacaktır, yaptıkları filme alınmış olacaktır. Ayrıca zerre kadar hayır kaydedilmiş olacak, yine zerre kadar şer de kaydedilmiş olacaktır. Kendisinin eline verilen kitap bir bilgisayar ekranından ibarettir. İstediği zaman bilgisayara bağlanıp tüm kendi hayatını seyredebilir ve yaptığı iyiliklerle kötülükleri derece derece hesaplanmış olarak orada bulacaktır. Bu kitap hep onda kalacaktır. Cennette amellerini yaparken istediği zaman muhasebe defterini açacak ve dünyadaki hayatını seyredecektir. Evet, dünya hayatı geçicidir, kısadır ama âhiret hayatı onunla kazanılmıştır. Onun için âhiret çok kıymetlidir. Bu hayatımız dünyamız için ne kadar değersiz ve manâsız ise âhiret için de o kadar değerli ve manâlıdır.
بِيَمِينِهِ
(Bi YaMIyNıHıy)
“Yeminine”
Buradaki “Bi” “Fî” manâsınadır. Sağ elin tamamına değil de parmaklar arasına verildiği için “Fî” yerine “Bi” getirilmiştir.
“Yemin” sağ el demektir. “Eman” kelimesi ile de akrabalığı vardır.
Güneş tarafına döndüğümüzde sağımız güneyi solumuz kuzeyi gösterir. Biz kuzey yarımküredeyiz. Karaların çoğu kuzey yarımkürededir. Elektrikte sağ el kaidesi vardır. Akım geçen bir teli sağ elinize aldığınızda parmağın uçları güney kutbundan çıkıp kuzey kutbuna giden manyetik alanın gidişini gösterir. Buna sağ hareket denir. Kromozomlar merdiven basamakları gibi dönerek eklenirler. Bu dönüş de sağ el kaidesine uygundur. Bir fasulye sırığa sarılırken sağ el kaidesine göre hareket eder. Yeryüzü batıdan doğuya doğru döner. Sağ el kaidesini uyguladığımızda kuzey kutbu parmağımızın ucunu gösterir. Demek ki biz kürenin solundayız. Kürenin soğuk tarafı kuzeydedir. Güneyde de kara vardır ama orası tam meskûn değildir.
فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا (8)
(Fa SaVFa YuXAvSiBu XıSABan YaSIyRan)
“İlerde yesir bir hesap ile muhasebe edilirler.”
Defter verildikten sonra muhasebesi yapılır. Bilgisayarda kayıtlar yapıldıktan sonra raporlar alınır, o raporlardaki sonuçlara göre borçlar ödenir, alacaklar tahsil edilir. Kitap verildikten sonra hesaba geçilir.
“Fa” takip “Fa”sı olursa çelişki olur. Hem hemen hesap görülecek hem de ileride olacaktır. Uzun hesap anlamında da değildir. “Fa” “Men” şartının cevabıdır. O halde cevap Fa’sı takibi gerektirmez yani cevabın hemen yapılması gerekmez. “Bana gelirsen sana ikram edeceğim” dediğim zaman hemen ikram etmeniz gerekmez. Uygun zamanda veya talep ettiğiniz zaman ikram ederim demektir. Demek ki şartta fevr yoktur. Kolay hesap görülecektir. Senin şu ve şu alacağın vardır denecektir.
Önemli olan başka husus, bu dünyada insanlar farklı olduğu gibi orada da farklı olacaklardır. Burada çok iyilik yapanların dereceleri daha çok olacaktır. Şimdi nasıl bu dünyada kimi zengin kimi fakirse, kimi er kimi subaysa, âhirette de bu durum devam edecektir.
İnsanlar birbirlerinin hâkimi olmayacaklardır. Ama dünyada hayırda ileri gidenler orada da hayırda ileri olacaklardır. Âhirette de sa’y ederek derecelerini yükselteceklerdir. Bire on verilecektir. Dolayısıyla herkes memnun olacaktır. İnsanlarda haset olmayacaktır. Çünkü birinin nimetinden diğerleri de yararlanacaktır.
فَسَوْفَ
(Fa SaVFa)
“İleride”
“Fa”dan sonra “Sevfe” gelmiştir. Âhiretteki hayat anlatılırken “Sevfe” getirilir. Dünyadaki hayat anlatılırken “Se” getirilir. Buradaki “Sevfe” âhirette anlamındadır, o zaman anlamındadır. Orada onlar kolay hesap vereceklerdir demektir. Bununla beraber cennet kapıları birden açılacaksa, o zaman defteri sağdan alanların bir endişeleri yoktur, alacaklıdırlar. Tüm hesaplar bitinceye kadar dolaşırlar. Hesap görmek demek alacağını almak anlamında ise onların alacakları ilerde zorluk çıkarmadan hemen ödenecektir.
Kur’an’dan şunu öğreniyoruz ki; kıyamdan sonra cennet veya cehenneme gitmeden önce bir ara hayat yaşayacağız ama kitabı sağdan verilenler dinlenme dönemindedirler ve olayları dolaşarak seyrediyorlar, yakınlarını arıyorlar, kimlerin nerede olduklarını öğreniyorlar, cennetteki hayatları için hazırlıklar yapıyorlar, oradaki eşlerini seçiyorlar.
Bu dünyada iyi geçinen cennetlikler isterlerse tekrar birbirlerinin eşi olurlar, isterlerse başka eş bulabilirler. Cennette de elbette eş değiştirme mümkün olacaktır.
Bu dünya hayatının benzeri orada da cereyan edecektir. Orada da çok eşlilik olacak mıdır yani erkekler çok kadınla evlenmiş olabilecek midir? Bunu yasaklayan herhangi bir âyet yoktur. Ancak kadınlar isterlerse her zaman bu dünyada da boşanıp başka kocaya gidebilmektedirler. Âhirette de bu hem serbesttir hem de bu aynı zamanlar için değil değişik zamanlarda yaşayan insanlar için mümkün olacaktır. Yalnız baliğ olanlar için değil, orada herkes eşit yaşta olacağı için kadınların kendilerine eş seçmeleri kolayca mümkün olacaktır. Kadın kocasız kalmayacaktır. Herkes kendisine tek koca bulacaktır. Çünkü erkeklerin sayısı kadınlardan biraz fazladır. Hayatta olanların az ise doğanların sayısı daha çoktur. Karısız kalan erkekler için de huriler söz konusudur.
Kimler karısız kalacaktır?
Dereceleri az olan erkekler kadınlar tarafından tercih edilmeyeceklerdir.
Şimdi başka bir soru ile karşılaşırız: Cennete giden kadınlar mı fazla olacak erkekler mi? Bu sorunun cevabı bundan sonraki âyette bulunacaktır.
يُحَاسَبُ
(YuXAvSiBu)
“Hesaplaşır”
“Yuhasebu” mufaale bâbından getirilmiştir. Yani kendisine verilen hesap defterine her zaman itiraz hakkı vardır. Kendisini savunacaktır. Hakemler seçecektir.
Dünyadaki melekler atanmış meleklerdir, şahitler durumundadırlar, soruşturmacılar durumundadırlar. Âhirette ise insan kendi hakemini kendisi seçecektir. Başhakemi de hakemler seçecektir. Orada kendisi defterini satır satır savunacak, yanlışlıklar varsa düzeltilecektir.
Son temyiz yeri de Allah olacak, en son O denetleyip onaylayacaktır. Kimseye zulmedilmeyecektir. Yanlışlıkla fazla yazmışlarsa onu da Allah silmeyecektir.
Mufaale bâbı bize dayatma değil de uzlaşma yargılaması olacağını gösterir.
حِسَابًا يَسِيرً
(XıSABan YaSIyRan)
“Yesir Hesab.”
“Yusr” aslında sol el demektir. Sol elin de yapabileceği işlere “yusr” denmektedir. “Y” “ayn”a dönüşünce “Usr” olmaktadır. Sol elle yapılamayacak zor iş anlamındadır.
“Hesab” matematikteki toplama, çıkarma, çarpma, bölme, üs alma ve kök alma işlemleridir. Miktarların tespitidir.
“Hesabın kolay olması” kötülüklerin az olmasından ileri gelmektedir. İyiliğe fazla fazla verirseniz hesap kolay olur. Oysa kötülüklerde bire mislinden fazla ceza vermezsiniz. Onun için cezalandırma zor iştir. İslâm’da ceza muhakemesi tamamen farklıdır. Şüpheler ukubatı ortadan kaldırır kuralları vardır. Batılılar da bu sistemi benimsemişlerdir.
Burada belirtilen yesir muhasebe hukuk usulü muhasebesidir. Allah’ın fazlından bol bol verirseniz muhasebe çabucak biter.
وَيَنْقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا (9)
(Va YanQaLiBu EiLAy EaHLiHIy MaSRUvRan)
“Ve ehline mesrur olarak inkılab eder.”
Hesap verdikten sonra ehline mesrur olarak inkılab edecektir.
Burada “yerciu” değil de “yenkalibu” kelimesinin kullanılması çok önemlidir.
Bizim bu dünyadaki DNA’larımız bu dünya hayatı ile ilgilidir. Kromozomlarda yapılan değiştirme sonunda Hazreti Âdem insan olarak ortaya çıktı, ikiz yumurtasından da Havva ortaya çıktı. İnsanlık bu DNA değişimiyle bugün vardır. Bunun küçük örneği de Hazreti İsa’da olmuştur. Hazreti Meryem’in rahminde yapılan bir muamele sonunda Hazreti İsa çocukken konuşmuş ve kendisine vahiy gelmiştir. Bu durumuyla Hazreti İsa insanlar içinde tektir.
İşte, âhirette de kromozomlardaki DNA’larda yapılacak bir operasyonla insan değişik özellik kazanacaktır. Acı çekmeyecektir ve ölümlü olmayacaktır. İşte bunun için “dönecektir” demiyor da “değişecektir” diyor yani yeni kalıp alacaktır diyor.
Başka bir önemli husus da şudur; “ehline dönecektir” denmektedir. Yani âhirette de aile olacaktır, aşiret olacaktır, kabile olacaktır, şa’b olacaktır ve kavm olacaktır. Yani âhiret kişisel insanı değil de sosyal insanı yaşatacaktır. İnsan bu dünyada olduğu gibi kişiliğini koruyarak topluluğun ferdi olmaktadır. Bu özelliğini âhirette de koruyacaktır.
وَيَنْقَلِبُ
(Va YanQaLiBu)
“Ve inkılab edecektir.”
Buradaki “Ve” harfi yesir muhasebe edilecekler cümlesine bağlanmıştır. “Fa” harfi getirilmemiş “Ve” harfi getirilmiştir. Çünkü muhasebesi bittikten sonra da bekleyecek, cennetlik ve cehennemlik olanlar belli olacak, ondan sonra cennete gidilecektir. Ehli sonra belirlenmiş olacaktır. Cennetlik hâli belli olduktan sonra kimler varsa onlarla ehli oluşturulacaktır.
Çamura ayak bastığımızda çıkan çukur bir kalıptır. DNA’larda böyle bir kalıplaşma vardır. Dört çeşit baz vardır; Adenin, Timin, Guanin ve Sitozin. Bunların da birer eşleri vardır. Adenin’in eşi Timin’dir. Guanin’in eşi Sitozin’dir. Bunlar birbirlerinin kalıplarıdır. Boşta iken diğeri gelip ona eklenir.
“İnkılab etmek” demek yeni kalıba uymak demektir, eski kalıptan yeni kalıba geçmek demektir. Kromozomdaki bu dört grup asidin dizisi bir kalıptır. Yeni dizi inkılabdır. İşte, âhirette bizim bedenimizdeki çekirdek asitleri yeniden düzenlenecek, bu yeni programla yeni hayata uymuş olacağız. “İnkılab” kelimesi bunu açıkça ifade etmektedir.
إِلَى أَهْلِهِ
(EiLAv EaHLiHIy)
“Ehline”
Cehenneme gidenler artık onun ehlinden olmayacaklardır.
Hazreti Nuh peygambere “O senin ehlinden değildir” denmiştir.
Cennette kalanlar onun ehlinden olacaktır. Başlıca ehli eşidir. Çünkü çocuklar büyümüş ve onların kendi aileleri olacaktır. Kadın erkek kendisine eş bulmuş olacaktır.
Birbirini çok seven karı koca âhirette de beraber olacaklardır. Allah cennete gidenin yanına eşini de gönderecektir. Zoraki karı-kocalık yapanlar ise âhirette beraber kalmak zorunda bırakılmayacaklardır. Yeni aşiretler oluşturulacaktır. Böylece mesrur olacaklardır.
مَسْرُورًا (9)
(MaSRUvRan)
“Mesrur döneceklerdir.”
“Serir” sedir demektir. Altına konulmuş şeyleri kapattığı için ona sedir denmiştir. “Sır” kapalı demektir. İnsanın içi de sırdır. İçte duyulan kıymetli şeyler sırdır. Sedirin altına saklanan da kıymetli şeylerdir.
“Mesrur olmak” demek içte sevinç duymak demektir. Sevinç anlamındadır. Erkekler çalışıp çabalarlar ve evlerine nafaka getirirler. Kazandıkları gün evlerine müjdeli olarak gelirler. Kadınlar da yemek pişirir ve eşinin gelip yemesini beklerler. Birlikte oturdukları zaman aile mesrur olur. Erkek getirdiği, kadın da pişirdiği için mesrurdur. Erkek karısını ve çocuklarını sevindirdiği için mesrurdur. Kadın da kocasını ve çocuklarını sevindirdiği için mesrurdur. İşte mutlu aile budur.
Bunlar hayatlarını iyilik etme duygusu içinde geçirenlerdir. Âhirette de böyle mutlu aile olacaklardır. Eşlerin duyguları böyle oluşacaktır. Eşler böyle kodlanacaklardır. İşte bunun için “yenkalibu” denmektedir. Âhirette karı koca kavgası olmayacaktır.
Bir yönetimde tebaa sıkıntıya girdi mi yöneticilere saldırır, her kötülüğü ondan bilir. Onlar bilir ki bu kötülüğü bu iktidar yapmadı ama kötülüğü def etmek iktidarın işi olduğu için ona saldırır. Onu sever ama onu hırpalar.
Kadınların durumu da böyledir. Sıkıntıya girince kocalarına saldırırlar. Çünkü kötülüğün defini onlardan beklerler. Bu da meserreti kaldırır. Âhirette ise böyle durum olmayacak, artık aile mesaret ilkesine intikal etmiştir.