Bu yorum, Fikret Bila'nın 16 Ekim 2010'da Milliyet Gazeyesi'nde yayımlanan "Kılıçdaroğlu: Henüz karar vermedim" yazısı üzerine yapılmıştır.
Y O R U M :
DEĞİŞİM ÇAĞINDA MÜSLÜMAN OLMAK
Osmanlı Devleti’ni kurtarma çabasındaki düşünürlerin toplum analizleri ne kadar gerçekçiydi, bugünlerde bu görüşler üzerinde düşünenler var mı, bilmiyorum. Boş vakti olanlara öneririm, bu konuları merak ederlerse, hoş vakitler geçireceklerinden emin olabilirler.
Batı’da büyüyen uluslar arası ticaret ve arkasından doğan sanayi, şaşırtıcı gelişmelere sahne olurken Osmanlı Devleti, neleri ihmal ettiğini ve aradaki farkın büyüklüğünü, ancak ağır bir yenilgiden sonra anlayabildi.
Düşünüldü, bir şeyler yapılmalı dendi, işe devletin yenilenmesinden başlandı. Tabiî ki, o günlerde devlet demek, ordu demekti, o zaman işe ordudan başlanacaktı. Öyle de yapıldı, işe ordudan başlandı.
Fakat çok geçmedi, ordunun devlet aygıtının sadece önemli bir parçası olduğu ama tamamı olmadığı anlaşıldı ve bürokrasinin de değiştirilmesine karar verildi. Beklenen sonuçların alınamayacağı erken görüldü. Çünkü bir şeyler hep eksikti. Eksiği görenler oldu, ordu ve bürokrasi ile beraber devleti ve toplumu yöneten kanunların da değişmesi istendi. O da yapıldı. Beklenen sonuç bir türlü alınamadı. Her şeyden kuşku duyuldu; batılılaşmaktan ise asla!
Cesur çıkışlar ve öneriler devam etti. Bu arada “neden toplumu ihmal ederek devleti değiştirmeye çalışıyoruz ki, insan değişmeden devlet değişir mi” diyenler de oldu. Evet, bunu diyenler bile oldu ama nasıl olacağına kendileri bile inanamadı. Değişime baş koyanların başları gitti ama değişim durmadı. Ne yazık ki, “olmayanları” “olduracak” çare bir türlü bulunamadı.
Batılılaşmak için her ihtimali deneyen bir devletin, aynı zamanda, batıyla sürekli savaş halinde olmasının ne anlama geldiğini ise, pek soran olmadı. Hiç soran değil; pek soran olmadı..
Az gidilmiş, uz gidilmiş, eh, bir miktar da yol gidilmişti. Bir de bakılmıştı ki, insan değişmedikçe bir şey değişmiyordu. Değişenler de, insanın değiştiği kadar değişiyordu. İnsan direndiğinde ise hiçbir şey değişmiyordu…
Devleti ve toplumu yöneten tüm yasalar değişmişti. Özellikle zihniyetin yenilenmesi için yerli veya yabancı fark etmezdi batı tipi yeteri kadar okul da açılmıştı. Söz konusu değişimler birkaç kez yeni baştan tekrarlanmıştı.
***
Bürokrasinin halkı değişime sürüklediği günler çok gerilerde kaldı. Devir değişmiş bürokrasi değişime dur demiş, bu iş buraya kadar demiş ve statükonun muhafızı olmuş. Halk ise tüm tahminleri aşan bir istekle yenileşmeyi hiçbir stratejik öngörüde bulunmadan, sadece değişimi sevdiği için değişime devam demiş.
Engellenmesi oldukça zor bir taleple, her yeniliği saat farkıyla yaşamak isteyen halkın, asıl şaşırtıcı olan yönü ise değişim kadar, dinine de sahip çıkması olmuş. Zaten sermayenin ve sermaye destekli bürokrasinin bir türlü anlam veremediği değişim de bu olmuş. Yüzyılı aşkın bir süredir dindara yakışan “gericilik” iken, gün gelmiş bunu doğrulayacak veri bulmakta zorluk çekilmiş.
“Okumuyor, okutmuyor, değişmiyor, direniyor; çünkü dindar, çünkü gerici; dinden kurtulmadıkça çok zor…” denilen günler, ne kadar da güzelmiş! İstemediğin kadar örnek, hem de en yakınında. Fakat bugünler öyle mi? Ismarlama olmadan, özel sipariş verilmeden gericilik mümkün mü?
***
Ne düşündüğünüzü bilemem, sizce hangisi daha güzeldi, bürokrasinin halkı sürüyerek değişime zorladığı o günler mi, yoksa halkın bürokrasi barikatını aşarak değişimi sürdürdüğü bu günler mi? İşin buraya varacağı, halkın değişimi bu kadar ciddiye alacağı baştan düşünülmüş müydü?
Hem Müslüman kalmak, hem de değişimi istemek.. Okumak ve okutmak istemek.. Yazmak, üretmek, satmak, kazanmak ve harcamayı istemek.. Hatta ve hatta seçmeyi ve yönetmeyi istemek… Her şeyi istemek… Hep istemek.. Değişmek ve değiştirmeyi istemek... İstenen bir şey miydi, ne dersiniz?