İslamcılık Geriliyor, Yerini Muhafazakârlık mı Al
1764 Okunma, 20 Yorum
Emre Kongar - Cumhuriyet
Süleyman Karagülle

ekongar@cumhuriyet.com.tr

 

18 Eylül 2012 - Cumhuriyet

 

İslamcılık Geriliyor, Yerini Muhafazakârlık mı Alıyor?

Geçen gün, kişiliğine de, fikirlerine de saygı duyduğum, yorumlarını yararlanarak okuduğum bir yazar şöyle bir ifade kullandı:

“İslamcılığın Türkiye’de gerilemesi, yerini muhafazakârlığın alması...”

Sıradan dogmatik veya iktidar dalkavuğu bir yazar yazsa, “AKP iktidarının din eksenli politikalarını meşrulaştırmak istiyor” diyerek üzerinde pek durmayacağım bu ifade, değer verdiğim birinden gelince, konuyu biraz irdelemeye çalıştım.

 

- İslamcılık yerine muhafazakarlık konusunu ele aldım.

- İslam'da ne İslamcılık var, ne de muhafazakarlık.

 

***

16 Eylül 2012 Pazar günü Ahmet Hakan Müslümanlara yönelik o pespaye kışkırtma filmine Türkiye’de gösterilen tepkilerin neden kitlesel şiddete dönüşmediğini yorumlarken şöyle yazmıştı:

“TÜRKİYE’DE DURUM NE?

Mısır’da, Libya’da, Yemen’de, Sudan’da ortaya çıkan tepkilerin Türkiye’de neden ortaya çıkmadığı sorusu sıkça soruluyor.

Benim bu soruya verebildiğim cevaplar şunlar:

_ilme Başbakan düzeyinde gösterilen tepki. Bakınız: Başbakan Erdoğan’ın‘Hazreti Peygamber’e hakaret fikir özgürlüğüne girmez’ açıklaması...

_ Bakanların filme yönelik en sert ifadelerle gösterdiği tepki... Bunlar tabanın gazını almaya yarıyor.

_ ABD elçisinin öldürülmesine Türkiye’yi yönetenlerin sert tepki göstermeleri... Muhafazakâr taban etkileniyor bu tür tepkilerden...

_ İslam dünyasında ortaya çıkan ölçüsüz tepkilerin ülkede sert eleştirilere uğraması...

_ Ve hepsinden önemlisi: İslamcılığın Türkiye’de gerilemesi, yerini muhafazakârlığın alması...”

_ Ahmet Hakan, Türkiye’de İslamcılık bırakılıyor, Muhafazakarlık alıyor.

- Filme tepki gösterilmesi, Libya’da öldürülen ABD elçisinin lanetlenmesi, buna delildir.

***

Düşüncelerini her zamanki tevazuu ile “Benim bu soruya verebildiğim cevaplar şunlar” diyerek son derece alçakgönüllü bir biçimde sıralamış Ahmet Hakan.

Ben olsam, aklımın erdiği kadar, bunlara bir de “AKP iktidarının dinci, dindar, muhafazakâr, dinci-dindar-muhafazakâr, muhafazakâr-demokrat kesimler üzerindeki denetimini” de eklerdim; bu denetim bazı konularda sınırlı da kalsa, böyle bir uluslararası sorunda oldukça etkili herhalde.

Ama benim bu yazıda üzerinde durmak istediğim asıl konu bu değil.

Asıl irdelemek istediğim konu, başta da söylediğim gibi, “Acaba Türkiye’de gerçekten İslamcılık geriliyor ve yerini muhafazakârlık mı alıyor?”

 

- Ak partinin din kesimine hakim olması da etkilidir.

-Olaylar sermayenin tertibidir. Şimdilik sermaye Türkiye’yi şirin gösteriyor.

 

***

Eski deyimle “muhafazakârlık” yeni Türkçe karşılığı ile “tutuculuk”, eskiye, geleneklere, göreneklere, alışkanlıklara bağlı olmak demek.

Siyasal anlamda, din ve milliyetçilik çizgisindeki “sağ yelpazenin” büyük bir kısmını kapsar.

Toplumsal ve kültürel anlamda da kökleri, önce dini değerlere, sonra da milli değerlere bağlılığı ifade eder.

Zaten toplumsal örf ve âdetlerimizin, gelenek ve göreneklerimizin kökeni din değil midir!

 

- Muhafazakarlık, dinde tutuculuk, siyasette halkın dine ve milliyetçiliğe bağlılığıdır.

-Muhafazakarlık, Ataların izlerini eleştirmeden izlemektir. İslam’da merduttur.

 

***

Son yapılan araştırmalar, toplumdaki muhafazakârlık eğilimlerinin, özellikle AKP’nin on yıllık iktidarı döneminde arttığını gösteriyor.

Bu araştırmalardaki muhafazakârlık sorularına bakıldığında ise dini inanç ve âdetlere, yani İslam dinine dayalı ölçüm kriterleri öne çıkıyor.

Bu durum hiç de şaşırtıcı değil:

Muhafazakârlığı bir toplumda nasıl ölçeceksiniz ki?

Her toplumda ama özellikle Türkiye gibi bir din-tarım imparatorluğundan demokratik ve laik bir hukuk devletine devrimle geçmiş bir ülkede, elbette dini değerler üzerinden.

Gerek birey, gerekse toplum olarak insan davranışlarının“muhafazakârlaşması” neyi gösterir?

Dini değerlerin yükselişini değil mi?

Bu açıdan dincilik, yani İslamcılık ile muhafazakârlık açısından, bunların birbirini dışlayan, birbirinden çok farklı, birbirinin yerine geçebilecek kavramlar gibi kullanılmalarının biraz yanıltıcı olabileceğini sanıyorum.

Olsa olsa siyasal jargon, yani siyasetin özel dili açısından, din temelinde gelişmekte olan süreçlere, mevcut toplumsal ve siyasal olaylara farklı bir isim vermekten ibaret kalacağından kuşku duyarım.

Belki de Ahmet Hakan “İslamcılık” derken “dinciliği”, “muhafazakârlık” derken de “dindarlığı” kastediyor.

Aslında Türkiye’de kendini “muhafazakâr” olarak tanımlayan, ama dini kendilerine göre algıladıkları ve İslam’ı kendi bildikleri gibi yaşadıkları için, İslamcılar tarafından “iyi Müslüman” kabul edilmeyen bir kesimin olduğu muhakkak.

 

- İslamcılıkla muhafazakârlık aynıdır. Ahmet Hakan dinci İslamcı, dindarlık muhafazakar anlamında kullanıyor olmalı.

- İslamcı, son ilahi dini silahla doğaya kabul ettirme çabasıdır. İslam ise inanç ve ırk ayrımı yapılmadan tüm insanların, barış içinde birbirini etkileyerek yaşamalarıdır.  İnsanların, başkalarını inançlarına davet etme hakkı vardır ama zorlamaya yetkisi yoktur. Sadece barış düzenini savunma görevi mevcuttur.

 

Ama bu ayrım bile, toplumsal açıdan önemli olsa da, dinin siyasette kullanılması ve sonuçları açısından, çok büyük bir fark yaratmaz galiba.

 

- Dincilik ve dindarlık siyasi sonuçlar için fazla fark etmez.

-Dinciler, dinsizlere yaşama hakkı tanımazlar, Kongar da dindarlara yaşama hakkı tanımıyor.

 

 

NOT: Yazıda yer alan italik ifadeler Süleyman Karagülle'ye aittir.

 

Yorum:

İslam

      İlahi dinler, halk yönetimini ve halk ekonomisini önerirler. Kapitalistler tekel ekonomiye, sosyalistler tekel yönetimi hakim kılmak istedikleri için dine ve dindarlara düşmandırlar. Dinin ve dindarların topluluktan uzak tutulması gerektiğine kanidirler.

      Kuran’a göre iki çeşit din vardır, düzen vardır. Bunlar Batıl düzen ve Hak düzendir. Adil Düzen çalışanlarının bu iki düzeni iyi kavraması gerekir.

       Doğru haktır, yanlış batıldır. İyi haktır, kötü batıldır. Varlık yokluktan iyidir. Birlik ayrılıktan iyidir. Denge iyidir, dengesizlik kötüdür. Evrim iyidir, durağanlık kötüdür. Yararlı iyidir, zararlı kötüdür.  Adalet iyidir, zulüm kötüdür. O halde hak dinler vardır, batıl dinler vardır. Hak dinlerle batıl dinleri eşit din kabul edip onları bir kefeye koymak hatalıdır. Yahudilik, Hıristiyanlık, Budizm, Hinduizm ve İslam hak dinlerdir. Bunun dışında akıl yoluyla doğruyu, iyiyi, yararlıyı ve adaleti benimseyen kimse de hak dindedir. İslam bu dinin adıdır. Adem’den kıyamete kadar ehli hak olan herkes Müslim’dir.

         Ehli Hak olmak için dört yol vardır. Her yol insanı hakka götürür.

          1- Ehli ilim. Müspet ilme dayanarak, hakkı bulanlar. Kuran’ın Fatiha’dan sonra ilk suresinin ilk ayetinde önce bunları anlatmaktadır. Bu iman başta yer alır.

          2-Ehli resul- Ondan sonraki ayette ise vahye dayanan peygamberlerin öğretmesi ile hakkı bulanlar vardır. Bunlar Kuran’dan önce peygamberlere uyanlardır. Bunlar, onların gösterdiği yoldan yürüyenler binlerce yıldır yeryüzüne hakimdirler. Bugün de dört büyük din olarak varlıklarını korumaktadırlar.

        3- Ehli Kuran- Bunlar resule değil de Allah’ın sözü olduğu ilmen sabit olan Kuran’ın öğretisi ile hakkı bulanlardır. Bugünkü Kuran ehli henüz Kuran ehli değildir. Çünkü birinci Kuran uygarlığı resule dayanmaktadır.

        4- Ehli içtihat- Bunlar, Kuran’ı, müspet ilimle ve usulü fıkıh kuralları ile anlayan içtihat ve icmalarını yeniden yapanlardır. Bunlar üçüncü bin yılın Kuran ehli olanlardır. Hıristiyanlar, Budistler, Hindular da buna katılacaklardır. Çünkü Tevrat’ın dışında Kuran’dan başka herhangi şeriat Kitabı yoktur. Tevrat İsraillilere mahsustur, aslı mevcut değildir. Yorum kuralları gelişmemiştir. Tarihidir.

         

       Demek ki hak din ile batıl din eşit değildir. Eşit kabul edenler kâfirdir. Hakkı benimseyen Müslim’dir. Bununla beraber, Allah insanları kendi iradeleri ile hareket etsinler, ona göre cennete girsinler diye yaratmıştır. Bu sebeple batıl dinde olanların da hak dinlerde olanlar kadar yaşama hakları vardır. Yönetimde, ekonomide, asla farklılık gözetilemez. Herkese eşit imkân sağlanır. İlim ve dinde yarışırlar. Batıl dinde olanlar karşı takımı oluştururlar. Yarışın olması için karşı takıma ihtiyaç vardır.  İslam’da zorlama yoktur.

      O halde zorlayan ister dindar olsun ister laik olsun kötüdür. Barış içinde ilimde ve dinde yarışan, iyidir. İşte Emre Kongar’ın anlayamadığı kavrayamadığı burasıdır.

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
23.09.2012
08:51

Hilmi Özkök: Emir verenle alan bir değil ‘Ben hukukçu değilim. Verilen cezalar çoktu, azdı gibi bir yorum yapmam anlamlı değil. Ben rütbelere göre daha kademeli, daha yaygın bir dağılım olabilir diye düşünüyordum, hepsinin aynı aralığa, 15-20 yıl ceza aralığına sokulduğu anlaşılıyor’ 23.09.2012 07:21 » Hilmi Özkök: Emir verenle alan bir değil » Yargıtay’ın ardından dava bize gelebilir » Balyoz hakiminden ilk demeç » Balyozculara bir ilk yapılacak! » İşte o darbeleri engelleyen Hilmi Özkök'ten ilk yorum Fikret Bila'nın yazısı Balyoz davasında verilen cezaları dönemin komutanları nasıl karşıladılar? Dava devam ederken de ismi en sık gündeme gelenlerin başında dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök geliyordu. Hilmi Özkök Paşa’yla dün konuştum. Özkök Paşa, konuşmaya istekli değildi, çok üzüldüğünü vurguladı, sorularım karşısında duygu ve düşüncelerini şöyle paylaştı. “Daha kademeli olabilirdi” Balyoz sanıklarına verilen cezaları ağır bulanlar çok oldu. Karar için de, “balyoz gibi” tanımlamaları yapıldı. Siz nasıl buldunuz? Keşke böyle bir durum yaşanmamış olsaydı. Ama yaşandı. Çok büyük üzüntü içindeyim. Hepsi birlikte yıllarca görev yaptığım silah arkadaşlarım. Tabii ben hukukçu değilim. Verilen cezalar çoktu, azdı gibi bir yorum yapmam anlamlı değil. Yargıtay aşaması da var. Hâkimler kanunun lafzıyla bağlılar. Ben rütbelere göre daha kademeli, daha yaygın bir dağılım olabilir diye düşünüyordum, hepsinin aynı aralığa, 15-20 yıl ceza aralığına sokulduğu anlaşılıyor. Tabii burada çok önemli bir husus, hâkimlerin vicdani kanaatlerine göre karar vermeleri, kanun böyle diyor. Bu vicdani kanaat çok önemli. “Alt rütbelilerin sorumluluğu” Hâkimlerin, tüm sanıklar hakkında aynı kanaate vardıkları anlamında mı söylüyorsunuz? Şöyle, askerlik mesleğinin diğer mesleklerde olmayan özellikleri vardır. Esas itibarıyla emir-komuta ile çalışan bir mantığı vardır. Askeri mantığa göre, siz ölmeye ve öldürmeye götürüyorsunuz, bunu öğretiyorsunuz, buna alıştırıyorsunuz. Bu askerlik mesleğinin ayırt edici bir özelliğidir. Bu nedenle de askerlik mesleği emre itaat etmeye dayanır. Emir aldığı zaman itaat etmeye alıştırıyoruz. Başka türlü nasıl ölmeye, öldürmeye götürebilirsiniz? Dolayısıyla emri aldığında onun kanuna uygun olup olmadığını sorgulamaz, sorgulamaya vakti de olmaz, emri yerine getirir. Böyle yetiştirilmiştir. Şimdi bu olayda da yüzbaşı var, binbaşı var, yarbay var, albay var, şimdi tuğgeneral olsa bile o tarihte bu alt rütbelerde subaylar var. Bunların sorumluluğu ile emir verenlerinki aynı düşünülmemeli. Alt rütbedekiler, emir altındakiler. Bu bakımdan ben daha kademeli bir değerlendirme olabilir diye düşünmüştüm. “Askeri yargı olsaydı” Mahkemenin, emir verenle alanı aynı suça ve cezaya sokmuş olması sorunlu mu görünüyor? Dediğim gibi ben hukukçu değilim. Hukuki bir değerlendirme yapamam. Benim söylediğim, askerlik mesleği ve mantığıyla ilgili. Bu nedenle zaten askeri yargıya ihtiyaç duyulmuş. Şimdi ifade ettiğim gibi aldığı emri yerine getiren alt rütbeli birinin bu tür bir yanlışı askeri suça girer. Askeri mahkeme bunun için öngörülmüş. Yargılayan askeri yargıç olsa bunu bilir. Bilir ki alt rütbede bir subay aldığı emri yerine getiriyor. İtaatle çalışıyor. Bunu yorumlayabilir. Bilir ki, sorumluluğu farklıdır. Aynı sorumluluğa sokarsa mesleğinden olur, sivil hayatta yeniden başlaması çok zordur, yeni meslek bulması çok zordur, kendisinin, çocuklarının yaşamını askerlik mesleği içinde planlamıştır. Çocuklarını ona göre okullara göndermiştir. Belki kurmay olmuştur. Belli bir hizmet süresi ve yaştan sonra sivil hayatta yeniden meslek sahibi olmak, düzen kurmak zordur. Çok ciddi sosyal sorunlar ortaya çıkar. Benim asıl büyük üzüntüm, alt rütbedekilerin kayıplarıdır. Bu durumdakilerin kayıpları ağırdır. Bu nedenle askeri yargıç, telafisi imkansız sonuçları bilir ona göre vicdani kanaat oluşturur. Tabii sivil yargıçlar da vicdani kanaatle sonuca varıyorlar, yasanın lafzıyla da bağlılar ama askeri yargı bu tür özellikleri daha iyi bilir. Deniliyor ki, fark yoktur, TSK da bir, meteoroloji de. Elbette her mesleğe saygımız sonsuz, her meslek kutsaldır, ancak aynı değildir. Askerlik mesleğinin diğerlerinde olmayan özellikleri vardır. Bu nedenle bir askeri yargı ihtiyacı doğmuştur. “Hukuk öç almaz” Sanık avukatları, sık sık davanın hukuki değil, siyasi olduğunu, bir rövanş niteliği taşıdığını öne sürdüler. Bu tür yaklaşımları nasıl karşılıyorsunuz? Benim hayat tecrübemle gördüğüm şudur ki, hukukta öç alma yoktur. İntikam yoktur. Hukuk böyle çalışmaz. Ancak ortaya çıkan hukuki sonuçların bir caydırıcılık özelliği olur, herkesin bu sonuçlardan alacağı dersler vardır. Türkiye’de de herkes bu davalardan bir ders çıkaracaktır. Gerek Türkiye’deki gerek dünyadaki değişimi anlamak açısından dersler çıkaracaklardır. Keza adil yargılama açısından dersler çıkarılacaktır. “Yargıtay bozabilir” Yargıtay aşamasıyla ilgili beklentiniz nedir? Tabii daha Yargıtay aşaması var. Keza şimdi bireysel başvuru yolu olarak Anayasa Mahkemesi de sisteme girdi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi aşaması var. Hangi aşamadan sonra karar kesinleşmiş oluyor, doğrusu şu anda bilmiyorum. Tabii Yargıtay aşaması çok önemli. Bu aşamada karar bozulabilir. Savunma hakkı tam kullanılamadı, bazı önemli tanıklar dinlenmedi, iddianamede maddi hatalar var gibi itirazlar söz konusu oldu. Belki bunlar Yargıtay aşamasında dikkate alınır ve bu gerekçeyle bozulabilir de. Tabii nasıl seyreder, şimdiden bir şey söylemek mümkün ve doğru değil. AYTAÇ YALMAN: Can borcum olan var ‘Bu dava süresince iftira ve suçlamalara muhatap oldum. Hatta gazete ve televizyonlarda utanmadan, sıkılmadan gizli tanık olabileceğim söylendi. Ben, bu davada tanıklık yapmak istedim. Ancak mahkemeden bu yönde bir davet almadım’ Balyoz davasına konu olan 1. Ordu’daki seminerin yapıldığı dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman’dı... Dava boyunca, Aytaç Yalman Paşa’nın da adı dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa’yla birlikte çok sık geçti. Aytaç Paşa da bazı eleştirilerle hatta suçlamalarla karşılaştı. Zaman zaman açıklamalar yaptı. Balyoz davasında tanık olmak istedi. Ancak tanık olarak çağrılmadı. Keza sanıklar da ortak dilekçelerle Aytaç Yalman’ın ve Hilmi Özkök’ün tanıklık yapmasını talep ettiler, ancak mahkeme bu talepleri de yerinde bulmadı. Aytaç Yalman Paşa, Balyoz cezalarını nasıl karşıladı? Dünkü konuşmamızda duygularını sordum: “Can borcum var” Balyoz davası sonuçlandı. Sanıklar, 16-20 yıl arasında ceza aldılar. Neler hissettiniz? Çok müteessir olduğumu söylemeliyim. Hepsi silah arkadaşlarım. 2 bin yıllık şanlı tarihe sahip kahraman ordumuzun eski bir mensubu olmanın ötesinde bir dönem sorumluluğunu da taşıdığım silah arkadaşlarımın ceza almış olmalarından ayrıca büyük üzüntü duyuyorum. Aralarında can borcum olan silah arkadaşlarım var. Bunu öyle sözün gelişi söylemiyorum, gerçekten can borcum olan silah arkadaşım var içlerinde. Bunu üzüntümün derinliğini, büyüklüğünü ifade etmek için söylüyorum. Silah arkadaşlarımın üzüntülerini en derin şekilde hissettiğimi, paylaştığımı belirtmek için söylüyorum. “Akla ziyan suçlamalara muhatap oldum” Balyoz davasıyla ilgili olarak size yöneltilen suçlamalar da oldu. Tanıklık talebiniz kabul edilmedi. Neler söyleyeceksiniz? Evet, bu dava süresince haksız ve hiçbir doğru bilgiye dayanmayan iftira ve suçlamalara muhatap oldum. Hatta gazete ve televizyonlarda utanmadan, sıkılmadan gizli tanık olabileceğim söylendi. Daha da ileri giderek söylentilerden haberler üreten bazı sorumsuzlar, bu davayla ilgili bavulla da ilişkim olduğunu dahi ifade edebildiler. Bu tür sorumsuz beyanlarda bulunanlar karşısında yasal haklarımı kullanacağımdan kimsenin kuşkusu olmasın. Ben, bu davada tanıklık yapmak istedim. Ancak mahkemeden bu yönde bir davet almadım. Bildiğiniz gibi CMK’nın 178. maddesine göre, bu konu mahkemenin takdirindedir. Mahkemede açık tanıklık yapmak istediğini beyan eden biri gizli tanık olur mu? Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapmış biri silah arkadaşlarının yargılandığı bir davada gizli tanık olmayı kabul edebilir mi, bunu aklından geçirebilir mi? Elbette hayır. Benim gizli tanık olabileceğimi söylemek akla ziyan bir iddiadır. Kaynak: MİLLİYET

Reşat Nuri Erol
23.09.2012
08:52

Dursun Çiçek: Yargıtay bizi salacak Balyoz darbe planı davasının 365 asker sanığının 328'ine mahkumiyet verilmesi Türkiye'nin bir numaralı gündemi oldu. 23.09.2012 08:43 Göksel GENÇ'in haberi Balyoz davasının sonuçlanmasının ardından bazı sanıkların mahkemenin verdiği mahkûmiyet kararını Yargıtay tarafından bozulacağını söylediği iddia edildi. Dava bitiminde otobüslerle cezaevine götürülen sanıklardan 18 yıl ceza alan Dursun Çiçek'in "Burada zaten bizi beraat ettirselerdi olmazdı. Yargıtay bizi salacak. Böylelikle ne şiş yanmış olacak ne kebap." dediği iddia edildi. Cuma akşamı kararın açıklanmasından sonra sanıklar konvoy halinde otobüslerle cezaevlerine nakledildi. Çiçek'in yukarıdaki sözleri nakil esnasında söylediği ileri sürüldü. Dursun Çiçek'in söylediği iddia edildiği bu sözler akıllara Ergenekon davasının Erzincan ayağı sanığı eski başsavcı İlhan Cihaner'in tutuklanıp serbest kalması ile ilgili süreci getirdi. İlhan Cihaner, tutuklu yargılandığı sırada internette Yargıtay üyesi Hamdi Yaver Aktan'a ait olduğu ileri sürülen bir ses kaydı düşmüştü.19 Mayıslı ses kaydında Cihaner'in dosyasının Özel Yetkili Mahkemelerden alınıp Yargıtay'a getirilmesi burada kendisine tahliye verilip davanın gündemden düşürülmesi hedefleniyordu. Ses kaydı internete düştükten kısa süre sonra kasetin içerisindeki plan Yargıtay tarafından aynen gerçekleştirildi. Yargıtay 11. Dairesi, Cihaner'in yargılandığı terör örgütü davası iddianamesini fotokopi üzerinden eski başsavcının usulsüz çardak inşaatı davası ile birleştirdi. Daha sonra davadaki 10'u tutuklu sanığın tamamını serbest bıraktı. Kaynak: ZAMAN

Reşat Nuri Erol
23.09.2012
09:02

Hamdullah Öztürk SENAİ

SENAİ, Arapçada 'medih' manasına gelen "sena" kelimesine benzese de aslında Portekizce bazı kelimelerin baş harflerinden oluşan bir kısaltma. Ancak ismiyle müsemma derler ya, işte o manada sena edilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Geçmişi 70 sene öncesine dayanıyor SENAİ'nin. İkinci Dünya Savaşı'nın sıcak günlerinde atılmış temelleri. Alman savaş gemileri Brezilya sahillerini kapatıp, ithalat yollarını engelleyince kendi sanayilerini geliştirmekten başka yol kalmamış Brezilyalılara. Bu arada düşünmüşler. Sanayi gelişecek ama yetişmiş işçi ihtiyacı nasıl karşılanacak? Joao Batista isimli bir mühendis, işçi yetiştirmek üzere okullar açma fikrini atmış ortaya ve SENAİ okulları dünyaya örnek olacak bir düşünce ve pratikle gelişmeye başlamış. Bugün Brezilya genelinde 726 okul, 420 kamyon okul ve iki tane de gemi okul olmak üzere toplam 1128 adet okuldan oluşan bir zincir çıkmış ortaya. Sao Paulo'nun merkezindeki okulun standardı ne ise Brezilya'nın en ücra yerindeki okulun standardı da aynı. Okul açılamayan yerlere de kamyon ve gemi okullar vasıtasıyla gidilerek kurs veriliyor. SENAİ'lerden kurs alanların bir işe yerleşme oranı yüzde 72. Kamyon okul denilince küçümsememek lazım. Sao Paulo'daki bir okulun bahçesinde hazırlıkları tamamlanmış bir kamyon okul gezdik. 18 metreye 2,60 ebatlarındaki kamyonun içi fevkalade hazırlanmış bir nano-teknoloji laboratuvarıydı. Akıllı tahtasından, projeksiyonundan, bir cismi 30 bin defa büyüten bir bilgisayar ile 150 bin defa büyüten bir bilgisayar var. Duvarlarda nano-teknoloji ile üretilen malzemeler sergilenmiş. Nano-teknoloji ürünleri üretiminden kullanımına kadar bütün safhalarıyla sergilenerek kursiyerlere hazırlanmış. Bu okulların masrafları işadamlarından zorunlu olarak kesilen yüzde birlik bir gelirden karşılanıyor. Kurulduğundan bu yana 15 bin farklı alanda kurs verilmiş SENAİ okullarında. Şu anda da 2500 farklı alanda kurs mevcut. Brezilyalılar bir işi yapmadan önce onu yapacak elemanları yetiştirme ve planlama konusunda titizlikle çalışıyorlar. Mesela bugün bulunmuş zengin petrol yatakları var Brezilya kıyılarında. Fakat bu petrol denizin altında ve denizden sonra yaklaşık 4 bin metre daha aşağıda. Sanayi ve ticaret odaları ile üniversiteler bu petrolü çıkartmak üzere teknoloji geliştirme meselesinde ortak çalışmalar yürütürken SENAİ yani sanayici ve işadamları tarafından desteklenen bir nevi çıraklık okulları da bu teknolojiyi kullanacak elemanları kurslar vasıtasıyla hazırlıyor. Yeni bir teknoloji transfer edilse, yahut Brezilya'da yeni bir makine yapılsa hemen bir tane SENAİ okulları tarafından alınıyor ve o teknolojiyi kullanacak elemanlar yetiştirilerek sektöre hazırlanıyor. SENAİ okulları fabrikaların kendi elemanlarını getirerek okulda eğitim almalarına imkân verdiği gibi bazen de fabrikalara giderek yeni teknolojiler konusunda fabrika çalışanlarını yerinde eğitebiliyor. Okulun bir bölümüne girdiğimizde hayrete düştük. Zira en pahalı otomobil markalarının henüz piyasada görülmeyen modelleri orada sıralanmıştı. Müdür Bey'e bakınca anlatmaya başladı: "Bütün markalar bize böyle araba yollar. Biz de doğrudan o otomobil üzerinde çalışarak servis hizmeti verecek elemanlar yetiştiririz. Sonra da otomobil servisleri çalıştıracakları elemanları bizim kursiyerlerimizden seçerler." SENAİ okulları gerçekten görülmeye değer bir örnek. Bu okullardan NASA'ya parça yapıp göndermişler. Başlangıçta sektörlere işi bilen işçiler yetiştirmek üzere yola çıkan okullar bugün itibarıyla ciddi bir seviyeye ulaşmış. Kursiyerlerini sınavla alıyor. On beş tane de fakülteleri var. Teknik kurslardan üniversite ve üniversite sonrası uzmanlık eğitimine kadar çıtayı yükseltmişler. Bu da "ben geliyorum" demenin Portekizcesi galiba.. h.ozturk@zaman.com.tr 23 Eylül 2012, Pazar

Reşat Nuri Erol
23.09.2012
09:15

yaşar süngü

yeni şafak gazetesi

'Onlar ağlamasaydı Türkiye ağlayacaktı' Borsa kapatılacak, faizsiz bankacılık yapan katılım bankalarına el konulacak ve malları Hazine'ye devredilecek. İç ve dış borçların faizleri silinecek. Özel teşebbüsün imkânlarına bedeli sonra ödenmek üzere yüzde 40'a varan oranda el konulacak. Özelleştirilen KİT'ler yeniden kamulaştırılacak. Emeklilik yaşı erkeklerde 70, kadınlarda 65'e çıkarılacak. Darbe sonrası tutuklanacak üst düzey memurların listesi yapılmış, hariciye ve ekonomi bürokratları fişlenmiş. Bunlar ekonomik tedbirler içeren 'Balyoz' darbe planı. Gözaltına alınan kişiler topluca bulundurulacakları stadyum (Burhan Felek Spor Salonu, Fenerbahçe stadyumu, Ümraniye NETAŞ Misafirhanesi vb.) büyük yapılara getirilecek ve sorgulanıp hapishanelere sevk edilecek. Mevcut ceza ve tutukevlerinin de kapasiteleri ile gözaltına alınacak ve tutuklanacakların sayıları da dikkate alınarak, Sıkıyönetim Komutanlıklarınca kışlalar içerisinde ceza ve tutuk evleri açılacak. Harekât ortamının şekillendirilmesi safhasında kullanılmak üzere idhar noktalarında depolanan mühimmat çıkartılarak planlandığı şekilde dağıtılacak. Bunlar da darbeye karşı halktan gelecek tepkiyi önlemek için alınan tedbirler. Abdullah Gül'ün başbakanlığındaki birinci AK Parti hükümetinin devrilmesini öngören Balyoz Harekât Güvenlik Planı, İstanbul'dan yönetilecekti ama Ankara'yı da 'sil baştan' yeniden yapılandıracaktı. Dönemin Sayıştay Başkanı Mehmet Damar dahil toplam 79 Sayıştay yöneticisi. (tek tek 'ideolojisi/ grubu' başlığı alanda fişlenmiş) Gümrük Müsteşarlığı'nda görevli yedi üst düzey bürokrat; ilk aşamada 150 yüksek bürokratı tutuklanacak. 81 validen 23'ü görevden alınacak. 8 savcı emekli edilecek. Bunlar bürokrasi operasyonu için yapılacak olanlar; rüşvetçi, kullanılabilir, CHP'li birlikte çalışılıyor, güvenilir. İmam Hatipli, seçimde AKP'ye oy verdi, güvenilmez. Alevi, rüşvetçi, CHP'li, güvenilir. Ulusalcı MİT ve JİTEM'le de bağlantılı. Gümüş yüzük takıyor, Dev-Solcu, dik duruşlu ve adil, güvenilmez, para ve kadına zaafı var, kullanılmaya devam edilebilir. Çerkez, kadın düşkünü, iş yapar, çalışmaya istekli. Bunlar da 1885 birinci dereceli memur hakkında hazırlanan ayrıntılı özel fişler. Yumruk: Hedef 'darbe karşıtı yazarlar. Döküm: Hedef dini grup lideri. İsmail ağa liderleri. Tırpan: Hedef 'darbe karşıtı akademisyen kadro' Kürek: Hedef 'darbe karşıtı aşırı sol kesim'. Sakal: Hedef, gayrimüslim cemaat önderi ve işadamları. Orak: Hedef, darbe karşıtı Ermeni basını. Testere: Hedef, liberal yazarlar. Urgan: Hedef 'Arı Grubu' ve darbe karşıtı STÖ ve oluşumlar. Bunlar da 8 farklı suikast planı. Mehmet Baransu'nun, 'Onlar ağlamasaydı Türkiye ağlayacaktı' sözü her şeyi özetliyor. Elinde 'Balyoz'la topluma çeki düzen vermeye çalışanları hatırlayalım ki, bugün kendilerine mağdur rolü biçenlerin gözyaşlarına bakarak aldanmayalım. Hatırlatayım, dedim. Haftanın sözü 'TÜSİAD, 28 Şubat döneminde 5'li çete ile fotoğraf vermedi ama arkasındaki güçtü, ruhunun içindeydi. Hükümetin yanlış yolda olduğu, irticanın güçlendiği gibi politik demeçler veriyorlardı. Mitingleri, yürüyüşleri kim finanse etti?' MÜSİAD eski Başkanı Dr Ömer Bolat. Haftanın neşesi Adamın biri iş başvurusunda bulunmuş. Görüşmeye çağırmışlar. Mülakatın sonunda işveren yöneticisi sormuş: İş için ücret ve başka beklentiniz var mı? Adam saymaya başlamış: -Bir araba istiyorum. Maaş olarak da 3000 dolardan aşağı çalışmam. Şirket yöneticisi; -Biz size son model bir araba ve bir villa vereceğiz. Ayrıca bizim bu iş için planladığımız maaş 6000 dolar. İş müracaatı yapan: -Şaka yapıyorsunuz. Şirket yöneticisi: -Önce siz başlattınız.

Reşat Nuri Erol
23.09.2012
09:33

Fehmi KORU Tartışma sağlık alametidir fkoru@stargazete.com

Aslında şaşılacak bir şey yok: 300’ün üzerine sanığın uzun hapis cezalarına çarpıldığı siyasi yönleri de bulunan bir dava sonrasında kopan tartışma fırtınası doğaldır. Tersi de olsaydı, yani mahkeme heyeti yargılananları beraat ettirseydi de buna yakın bir gürültü yine kopacaktı. Ceza alanların büyük bir bölümü, öyle anlaşılıyor ki, beraat bekliyormuş... Gelişmenin hukuki boyutuyla ilgili tartışmadan fazla bir sonuç çıkacağını sanmıyorum. Aynı kanıtlar, benzer belgeler, birbirini andıran ifadeler ile farklı kararlar çıkması da her zaman mümkündür. Zaten bunun için mahkeme kararlarının kesinleşmesi için temyiz süreci var. Kararlara yönelik her değerlendirme ‘henüz kesinleşmemiş’ paranteziyle dinlenmelidir. Bu tip davaların zorluğu gizli-kapalı bir alanda yürütülen bir faaliyet alanı olmasındandır. ‘Balyoz’ davasında yargılananlar örgüt oluşturarak seçimle gelmiş bir iktidarı alaşağı etmekle suçlanıyorlardı; örgüt gizli olduğu gibi faaliyetleri de herkesin gözü önünde yürütebilecek cinsten değildi. Yargılama boyunca ‘sanıklar’ cephesinden ‘ikrar’ da söz konusu olmadığından, kanaat oluşturmak için yargıçların elinde yalnızca belgeler ve tanıklıklar bulunuyordu. Türkiye’yi hiç bilmeyen yabancıların karar vermesi söz konusu olsaydı, sonuç ne olurdu acaba? Türkiye tam dört fiili darbenin yaşandığı bir ülke. Silahlı Kuvvetler içinde İç Hizmet Yasası’nın bir-iki maddesini şartlar oluştuğunda yönetime el koymaya cevaz verir biçimde algılamaya hazır bir anlayış bulunduğunu bizler biliyoruz. 3 Kasım 2002 seçiminden sandıktan tek başına çıkan Ak Parti’nin iktidarda bulunmasını ‘tehdit’ olarak algılamaya müsait bir anlayış... Eldeki verilerin önceki dört askeri müdahalenin nasıl gerçekleştiğini bilenler açısından taşıdığı değerle darbelere maruz kalmamış ülkeler vatandaşı yabancıların bakışı arasında hiç kuşkusuz ciddi farklar olacaktır. Konuyu bu kadar vurgulamamın sebebi, gazete ve TV yorumlarının bazılarında hemen kendini belli eden bir ‘yabancı’ efektidir. Sanki geçmişte yaşananlar bir başka ülkede olmuş bitmiş gibi konuya yaklaşıyorlar; önümüzdeki tabloya bizzat tanık olunan eski dört darbeden hareketle bakmak istenmiyor. Yargılananların, onların aile fertleri ve yakınlarının tepkilerini, ne kadar aşırı ifade edilmiş olursa olsunlar, yine de anlayışla karşılamak gerekiyor. Darbelere maruz kalmış ancak darbecilerin yargı önüne çıkartıldığı pek görülmemiş bir ülke Türkiye; görülen birkaç davada da darbeciler yakayı sıyırabilmişti. Birkaç yıl öncesine kadar siviller askerleri yargılayamazken askerler sivilleri yargılayabiliyordu. Şimdiki gibi yüzlerce üniformalının sivil yargıçlardan oluşan bir mahkemenin önüne çıkartıldığı bir geleneğimiz hiç olmadı bizim... Silivri’de yargılananlar, aileleri ve yakınları, bu sebeple, mahkemenin farklı sonuçlanacağını düşünmüşlerse yadırgamamak gerekiyor. Acaba yargılananlar farklı davransalardı sonuç yine aynı olur muydu? Belgelerin sağlam olmadığı üzerine oturan bir savunmayı hep birlikte yapmak yerine, herbiri kendisiyle ilgili suçlamalar üzerinde yoğunlaşsaydı sözgelimi? Hiç değilse diğer 18 davadan yargılananlar bu soruyu ciddiye alsalar iyi olur. Tartışmadan korkmayalım.

Reşat Nuri Erol
23.09.2012
09:46

Yiğit BULUT ‘Finans Başkenti’ bina ile olmaz! yigitbulut@stargazete.com

İstanbul Londra’nın yerini alacak” diyen bir arkadaşım altını şöyle dolduruyor; Ataşehir’e finansın başkenti kuruluyor, düzen değişecek... Sevgili arkadaşım ve dostlar, bina yapmakla “iş olsaydı”, beton-çelik yığınları dikenler çoktan dünyanın merkezi haline gelirlerdi. Önemli olan bina-bahçe-köprü yapmak değil, içinde “özü-ruhu-çekirdeği” kurabilmek... Türkiye’nin “yeni merkez” olacağını düşünüp, bunu “betona gömenler” yeni sistemin yaşam dinamiğinin Türkiye’de kurulduğunu ıskalıyorlar... Bu noktada son yazımda başladığım “düzen değişiyor” ve “yeni finansal sistem kuruluyor” tezlerime devam etmek istiyorum. Konu hakkında çok soru geldi ve olaya sadece “eleştirel” anlamda bakanlar “katılım bankacılığı” konusunda eleştiriyi “internet saldırısına” dönüştürdüler. Sonucu ne olursa olsun, kimler “varolan yerlerini” korumak için bu saldırıyı kışkırtırsa kışkırtsın, doğru bildiğimi yazacağım; Türkiye’nin şımarık çocukları bankalara alternatif bir yapı yaratacağız, yaratmalıyız... Sevgili dostlar, dünya üzerinde 1945 sonrasında kurulan sistem “ana parçaları” ile birlikte değişiyor ve en önemlisi “ana merkezler” yer değiştirirken birçok uzmanın farklı sebeplerle de olsa gördüğü gibi Londra düşerken yerini İstanbul alıyor. Bu noktada bu teze inanıyorsa, Türk Devleti ve kurumlarına çok önemli bir görev düşüyor. Doğru ve gerekli adımlar atılabilirse “yeni sistem içinde” New York-İstanbul-Şangay-Hong-Kong-Tokyo çizgisi çiziliyor. Bu yapı içinde “en güçlü” olmaya aday merkez İstanbul. Nedeni de oldukça net; 2001 sonrasında “oluşan tehdit algılaması” ile “New York-Londra” hattından kaçmaya başlayan paranın adresi artık İstanbul... Neden derseniz; Türkiye’nin konumu ve en önemlisi “tarihten getirdiğimiz” gerçeklerimiz, ÖZÜMÜZ... Sonuç 1: Binlerce yıl boyunca dünya sistemi içinde “siyasi-askeri-ekonomik” güç defalarca radikal olarak yer değiştirdi. Bu dönem yine böyle bir “değişim” var ve Türkiye değişim-yeni oluşum içinde “merkez” olmaya aday en güçlü ülke... Bu noktada şunu soralım; Türkiye gerekli adımları atarsa, nasıl bir değişim olacak? Madde madde sorgulayalım; - Gerekli hukuki düzenlemeleri yaparsak-yapabilirsek, birilerinin “alternatif bankacılık” diyerek küçültmeye çalıştığı “katılım bankacılığının” merkezi Türkiye olacak. Daha açık yazayım; “İslami Bankacılık-Katılım Bankacılığı” olarak nitelendirilen yapının “ana merkezi” İstanbul olacak ve “katılım bankalarının” büyüklükleri ve piyasa değerleri diğer bankalar ile yarışır hale gelecek. - Türkiye bu gerçeği şimdiden görerek, “katılım bankacılığı” modeline dayanan BDDK tipi bir yapılanmaya” gitmeli. Bu düzenlemeye “ülkeye ne oluyor” gibi anlamsız çıkışlar ile engel olmak isteyecek olanların “varolan bankacılık tekellerinin” adamı olduklarını ve olacaklarını söylemem sanırım gerek bile yok. Bir not: Bu ülkede Türk Halkının yılda 9 milyar TL’sini “komisyon-hava parası” adı altında cebe indiren bankalar var ve halk çaresiz. - Türkiye, çevresini doğru tanımlayarak özellikle Orta Doğu-Orta Asya ülkeleri başta olmak üzere para transferlerinde LONDRA’nın devre dışı bırakıldığı “yeni bir sistemi” geliştirmek zorunda. İngiliz’e komisyon vermeden işimizi yapar, TL üzerinden “periferimizle” iş yapabilir hale gelip özellikle Londra Metal Borsası’na “katılım bankacılığı için” verdiğimiz haracı mutlaka durdurmalıyız. - Altın Borsası, Londra Metal Borsası alternatifi haline süratle getirilmeli ve gerekli düzenlemeler “fetva kurulu” dahil yapılmalı. - Avrasya Menkul Değerler Borsası kurulmalı ve elektronik sistem kurularak, “periferimizdeki” bütün ülke şirketlerinin Türkiye’de “kote olması-işlem görmesi” sağlanmalı. - “Faizsiz Enstrümanların” geliştirilmesi ve vergilendirilmesi ile ilgili yeni düzenlemeler yapılacak ve “var olan finansal yapıya haraç vermeden” yeni bir DÜZEN kurulacak Sonuç 2:İran’ı dışarıda tutarsak; “Katılım Bankacılığında” 155 milyar dolarla Suudi Arabistan, 133 milyar dolarlık büyüklük ile Malezya bugün için “en güçlü” rakibimiz. Aslında “rakip” değiller, ne sistemleri, ne dokuları ne de konumları müsait değil! Sonuç 3: Türkiye’nin “şımarık çocuğu bankalarımız” sanıyorlar ki; BU DÜZEN böyle gider ve “havadan sudan komisyon, dosya parası, bakım ücreti, faiz ve daha birçok kalem altında” her sene 9 milyar TL’mizi alabilirler. Bu yapı değişecek ve bölge ülkelerine de servis verebilen ve “yeni bir finansal düzen” oluşacak... Birileri bağırsa, çağırsa, kendini de parçalasa Türkiye, YENİ DÜNYA DÜZENİ ile ortaya çıkan potansiyeli kullanacak ve “YENİ BİR FİNANSAL DÜZEN” oluşacak... Sevgili dostlarım, Türk Halkının bu haftasonu itibariyle “nakit ve nakite acil çevrilebilecek kayıtlı, görünen varlıkları” 1 trilyon TL sınırına biraz daha yaklaştı... Buna bir de akışı hızlanan özellikle Rusya-Orta Asya-OrtaDoğu üçgenindeki varlıkları ekleyin; Türkiye tarihi bir “finansal sıçramanın” eşiğinde olduğunu daha net görebilir ve ortaya çıkacak “yeni sistemi” daha net sorgulayabilirsiniz... Son söz: Bir önceki yazımdan “varolan sistemden semirenler” çok rahatsız olduğu için bir daha yazdım, yine yazacağım... Türkiye 150 yılın firsatının eğişinde, bu ülkede ekonomide öyle “değerler” ortaya çıkabilir ki; inanın bizler bile bugün hayal edemiyoruz! Adım atalım ve “en noktasına” giden yola çıkalım! Ve sülüklerimizden kurtulalım...

Reşat Nuri Erol
23.09.2012
09:54

Ekrem PAKDEMİRLİ On yıl evvel epakdemirli@staragazete.com

EVET, on bir yıl evvel Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde partilerin ortak anlayışı çerçevesinde YÖK araştırma komisyonu kurulmuştu. Komisyonda öğretim üyesi milletvekilleri vardı. Ben de ANAP’ın iki üyesinden biriydim. YÖK, o güne kadar ciddi bir denetim geçirmediği için, yönetime gelen başkan ve genel sekreterin tabiatına uygun bir işlev görüyordu. Komisyon uzun bir müddet çalıştı. Şikayette bulunan öğrenci, öğretim üyelerini dinledi, bir rapor hazırladı. Raporda maddi ve manevi anlamda yolsuzluklar vardı. Raporun bir kopyası ilgili bakanlık olarak Milli Eğitim Bakanlığı’na, bir nüshası da TBMM’ye gönderildi. Raporda YÖK başkanına yönelik suçlamalar vardı. Milli Eğitim Bakanlığı suçlamaların yeterli delillere dayanmadığı gerekçesiyle yapılacak bir işlem olmadığına hükmetti. YÖK genel kurulu da başkanı için muhakemeye gerek yok kararı vererek onu akladı. YÖK başkanına göre tehlikeli bir durum vardı. O da raporun Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmesiydi. YÖK üyesi general vasıtasıyla partilere haber gönderilerek, rapor meclisin tozlu raflarına kaldırıldı. YÖK’te suistimal vardı, YÖK’te keyfi idare vardı, YÖK’te dogmaların hakimiyeti vardı. Mütedeyyin öğretim üyelerine kadro vermemek, soruşturma açmak, doçentlik, profesörlük kadroları vermemek, verilen kadrolara tayin yapmamak vardı. Raporumuzda bu yanlışlara yer verilmişti. YÖK başkanı rapor ortaya çıktıktan sonra beni aradı, rapordan imzamı çekmemi istedi. Ben kendisine rapor içeriği ile hemfikir olduğumu, rapordaki tavsiyelere uyulursa orta ve uzun vadede YÖK’ün daha verimli bir yapıya ulaşacağını ifade ettim. YÖK başkanı beni iyi tanırdı ve onun lafıyla imzamı çekmeyeceğimi bildiği için karşı hamlesini hazırlamıştı. Büyük oğluma profesör kadrosu vermedi. Bu kimsenin, bilimsel eserleri bütün YÖK üyelerinin toplam eserlerinden fazlaydı. Ruh sağlığı sağlam olmayan mason rektör arkadaşını kullanarak bunu gerçekleştirdi, zaman geçti o eski rektör, rektör seçilen oğluma yalakalık ediyordu. İkinci oğlum doçentliğe müracaat etmişti. Rahmetli İhsan Doğramacı bir radyoloji kongresinde merakından jüri üyelerine eserlerini nasıl bulduklarını sorduğunda cevaplar müsbetti. Ancak YÖK başkanı kendisine iş edinerek, jüri üyelerini aramış ve oğlumun başarısız sayılmasına karar çıkartmıştı. Ancak bu karar yargıdan dönmüş ve başarılı olmuştu. Doçentlik de mülakat aşaması vardı. YÖK başkanı üyeleri ikaz etti ve oğlum mülakatta başarısız ilan edildi. İki deneme daha yaptı ikisi de başarısız oldu. Kendisi İngiltere’ye giderek orada doktorluk yapmaya başladı. O günkü mevzuatta mülakat sayısı sınırsızdı. Bizden sonra ne olur ne olmaz düşüncesiyle doçentlik sınav şartları ‘müktesep hakları’ düşünmeksizin değiştirildi. Komisyon tarafından hazırlanan o rapor yüce mecliste görüşülüp uygulama imkanı bulunsaydı bugün YÖK başkanı suçlanamayacak, içerde olmayacaktı. Bu yazı içeriğinde benim ailemin taraf olması benim için üzüntü kaynağı ama, YÖK’ün müktesep hakları yok saymasını içime sindiremiyor, öğretim camiasında hukukun üstünlüğünün hakim olmamasını bir nakise olarak gördüğüm için de bu üzüntümü taşımayı yeğliyorum.

Reşat Nuri Erol
23.09.2012
10:10

Yağmur ATSIZ Muhâbirin (MEDYANIN) ölümü yagmuratsiz@stargazete.com

Hıncal Uluç’un dünki “Sabah”da “Dördüncü Güç mü?.. Güldürmeyin Beni!” başlıklı ve fevkalâde önemli bir yazısı var. Türk Medyası’ndaki yozlaşmayı, kokuşmayı gözler önüne seren bir metin. Bu arada diğer unsurlar gibi “muhâbir”in de nasıl bitirildiğini anlatıyor. Bir ibret vesîkası... Benim de “Meçhûl Genç Gazeteciye Mektublar” isimli bir kitabım vardı. İkinci basımı 2005’de yapılmış, Türk Edebiyâtı Vakfı yayınlarından bir denemeler kitabı... Hıncal’ın yazısını okuyunca kalkıp oraya bakdım. “Muhâbirin Ölümü” diye bir bölüm de orada var. Yedinci Mektub... 9 Eylül 2001 târihinde kaleme alınmış. Belki bir işe yarar diye o bahsi kısaltarak bu sütûnuma da almak istiyorum. *** Tanımadığım Genç Dostum, Bâbıâlî Sistemi muhâbiri öldürmedi de daha doğrusu “zombi”leştirdi. Yâni ölüyle diri arası bir tür “hortlak” hâline getirdi. Bugün basılı ve elektronik kitle haberleşme araçlarında muhâbirin sürüsüne bereket. Zâten hakıykaten de sürüler hâlinde hareket ediyor bîçâreler! Ama ne yapıyorlar? Bakanlık önlerinde, parti merkez binâlarında, otel lobilerinde vs. en az bölük mevcûduyla rutin bile denilemeyecek birtakım ipe sapa gelmez sözümona “olay”ları izliyor ve “demeç” diye, genel olarak bozuk bir Türkçeyle önlerine fırlatılan “atık sözler”i yâhut “fikir cürûfu”nu harıl harıl notediyorlar. Gün-be-gün biriken bu tonlarca laf molozu ise ertesi günler gazetelerden devâsâ çöp bidonları gibi okuyucuların tepesine boca ediliyor. Bu şekilde iğdiş edilen muhâbir aynı zamanda iktisâden de perîşan duruma sokulmuşdur. Çoğu handiyse boğaz tokluğuna ve üstelik köleler gibi günde bâzen 16/17 saat çalıştırılmak sûretiyle sömürülmektedir. Yâni bir yanda Türkiye için kısmen efsânevî denilebilecek maaşlar alan, zırhlı arabalı, korumanlı hikmet-gû “köşe yazarları” öbür yandaysa aldığı para ne yaşamaya ne de ölmeye yeterli bedbin ve bitkin gençler. Oysa muhâbir, gazeteciliğin, daha doğrusu genel anlamıyla “jurnalizm” denilen müessesenin temel direğidir. Eğer muhâbir gidip haberi aramaz, bulup yakalayıp “mutfak”a getirmezse gazetecilik/radyoculuk/televizyonculuk zâten olamaz! Kısacası o varsa bu meslek var, o yoksa yokdur! Doğru dürüst ülkelerin kitle haberleşme araçlarında muhâbirlerin adamakıllı dolgun ücretler almasına sebeb de budur. Ama bizim işlerimiz maalesef nedense hep ters işlediğinden bizde muhâbiri (utanarak söyliyorum!) adam yerine koymayan bile vardır. Bâbıâlî en az 55/60 senedir “teknik innovasyon”u halka “strüktürel progresyon” diye yutturma gayretindedir ve işin acıklı tarafı buna kısmen kendi de inanmaktadır. Yâni teknik yenileşmeyi yapısal ilerleme olarak takdîm etme yanılgısından bahsediyorum. Oysa bir yamyam eline geçirdiği turisti odun ateşi yerine elektrik fırınında pişirmekle yamyamlıkdan kurtulmaz! Sâdece elektrik fırını kullanan bir yamyam olur. Neyse... İşte böyle daha sayfalarca yazmış ve o bahisde hızımı alamayıp kendim gibi köşe yazarı makûlelerine filan da epeyi giydirmişim... Gençlik işte... DELİkanlılık... Halbuki bugün olsa böyle şeyler yazmaya ödüm kopardı... Efendim, sizlere doyum olmaz ama tadında bırakarak burada keselim, çünki yazı daha baskıya girecek. İki şekerli bir sâde... Hanımlar, Beyler bana müsaade...

Reşat Nuri Erol
23.09.2012
10:17

Joost Lagendijk Yapım aşamasında:

Kosova milli futbol takımı

Kosova, Sırbistan ya da ülkenin kuzeyinde pratikte özerk yaşayan Kosovalı Sırplarla arasında sorun çıktığında haber olur genelde. Belgrad, bağımsızlığını tanımaya niyetli olmadığı Kosova'yı, hâlâ resmen Sırbistan'ın ayrılmaz parçası addediyor. Ibar Nehri'nin kuzeyinde nüfusun çoğunluğunu oluşturan etnik Sırplar, Priştine'deki yetkililerin, Kosova'nın bu bölümünde de tam egemenlik sağlama çabalarına direnmekten vazgeçme emaresi göstermiyor. Hiçbir ilerleme kaydedilemezken, sadece iflah olmaz Balkan gözlemcileri statükoda bazı küçük potansiyel değişiklikler saptayabiliyor. Geçen hafta Kosovalılar, bağımsızlıklarını ikinci kez kutlama fırsatı buldu. Kosova, Şubat 2008'de Sırbistan'dan bağımsızlığını ilan etmişti. O zamandan beri aralarında 22 AB üyesi ülke, Türkiye ve ABD'nin de bulunduğu 89 devlet Kosova'yı tanıdı. AB ve ABD'nin tanıma koşullarından biri, genç cumhuriyetin özellikle demokrasi ve insan hakları alanında performansını gözlemleyecek Uluslararası Yönlendirme Grubu'nun (UYG) kurulmasıydı. Bu, Kosova'nın bağımsız, ama uluslararası gözetim-denetim altında olacağı anlamına geliyordu. Bu denetim, UYG'yi oluşturan 25 devletin, Kosova'nın ilgili tüm koşulları yerine getirdiğini duyurmasının ardından, geçen pazartesi sona erdi. Kararı coşkuyla karşılayan Haşim Taci'nin başbakanlığındaki hükümet, iki gün kutlama etkinlikleri düzenledi. Belgrad'ın tepkisini tahmin edersiniz. Sırplar açısından değişen bir şey yok. Kosova'nın ne denetlenen ne de denetlenmeyen bağımsızlığını kabul ediyorlar. Gelgelelim AB üyeliğine başvurduğundan beri, Sırbistan'a Nuh deyip peygamber demeyen tavrını değiştirmesi için baskılar artıyor. Açıksözlü Alman hükümeti tarafından desteklenen üst düzey Alman yetkililer, Kosova'nın bağımsızlığını tanımanın, Sırbistan'ın üyeliğinin önşartı yapılmasını önerdi. Avrupa Komisyonu, ekimde Sırbistan ile ilgili ilerleme raporunu açıklayacak. Komisyon'un Sırbistan'ın entegrasyon çabalarından tatmin olmadığına dair spekülasyonlar, şimdiden Sırp basınında çıkıyor. Dolayısıyla Brüksel, Belgrad'ın umutlarını boşa çıkaracak ve AB üyelerine yıl sonunda Sırbistan ile üyelik müzakerelerine başlanması yönünde bir tavsiyede bulunmayacak büyük ihtimalle. İlk göz kırpan kim olacak, göreceğiz, ama AB müzakerelerinin çabucak başlaması pek olası gözükmüyor. Bu, Sırbistan-Kosova ilişkilerinde düzelme umudunun daha geri plana atılması anlamına geliyor aynı zamanda. Başladığımız yere geri mi döndük? Tam değil. Birkaç gün önce New York Times'ta yayımlanan güzel makalesinde, James Montague, Kosova Futbol Federasyonu kurma ve Kosova milli takımının resmen tanınmasına destek toplama girişimlerinin hikâyesini anlatarak bir nebze umut ışığı sundu. Muhabir, 11 Eylül'de Dünya Kupası elemelerinde Arnavutluk'u ağırlayan İsviçre'ye giden iki Kosovalı yetkiliye eşlik etmiş. Maç günü sahaya çıkan 22 futbolcudan 9'u ya Kosova doğumlu ya da Kosova kökenli. Bunlardan Arnavutluk için oynayan 6'sının, fırsat doğarsa, Arnavutluk formasını çıkarıp Kosova'nınkini giymeleri büyük bir sürpriz olmaz. En ilgi çeken ise Kosova asıllı üç İsviçreli futbolcu arasında en meşhuru olan Xherdan Shaqiri. 20 yaşındaki yetenekli orta saha oyuncusu Shaqiri, Bayern Münih'te top koşturuyor. Kosovalı yetkililer, Shaqiri ile iki mili takım arkadaşını, Avrupa futbolunu yöneten UEFA'ya verilecek dilekçeyi imzalamaya ikna etmeye çalıştı. Dilekçede, UEFA'dan, daha esnek davranması ve ülkenin henüz BM üyesi olmamasına rağmen, Kosova milli takımının diğer milli takımlarla maç yapmasına izin vermesi talep ediliyor. Bir federasyonun UEFA üyesi olmasının resmi şartlarından biri, ülkenin BM üyesi olması. Kosova'nın bağımsızlığını tanımayan İspanya ve Rusya, bu sava başvurarak, Kosova'nın futbol rüyasını engelleyebilir. Yine de futbol tecridinin kalıcılaşmaması mümkün. Mayısta Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği FIFA'nın İsviçreli Başkanı Sepp Blatter, Kosova'nın başka ülkelere karşı dostluk maçları oynamasına izin verilebileceğini duyurdu. Bu, pek çoklarınca, tam üyeliğe ilk adım olarak yorumlandı. Kosovalı futbol yetkilileri, bu ivmeyi kullanarak, UEFA'ya, FIFA'nın izinden gitmesi için baskı yapıyor. Bu zaman alabilir, ama tünelin ucunda ışığın gözüktüğüne şüphe yok. Kosova düğümünün çözüleceği ilk yer futbol sahası olabilir. Shaqiri ve Kosova asıllı İsviçreli iki takım arkadaşı da, bu mesajı almış olmalı ki, dilekçeyi imzaladı. j.lagendijk@zaman.com.tr 23 Eylül 2012, Pazar

Reşat Nuri Erol
24.09.2012
08:30

Erol Manisalı erolmanisa@yahoo.com İslam Dünyasının Kapitalizmle Bütünleşmesi ABD’nin ya da Batı’nın “Ilımlı İslamla dansı” yanına, “İslamın kapitalizmle bütünleşmesini” de beraberinde koymak gerekir diye düşünüyorum. - ABD ve AB’nin büyükleri İslamla hep oynamışlardır. Ancak şeyhler, krallar, cemaat önderleri, sivil ve askeri diktatörler ile işbirliği yapmışlardır ve politikalarını onlar üzerinden yürütmüşlerdir. - Yeni küresel düzende 1990’lı yıllardan itibaren durum değişmeye başladı. Şahlar, şeyhler kaybediyorlardı. İçerde halk desteği olmadığı için boşlukta kalıyorlardı. Yeni küresel düzene uydurulabilmeleri için “İslami toplumsal düzende işlevsel olarak egemen konumda bulunan İslami örgütlerin” küresel sisteme doğrudan doğruya katılmaları sağlanmalıydı. - İslami boyutuyla halk desteği gerekiyordu. İstenen yeni demokrasinin adı buydu. - Ancak bu katılım, “kapitalizmin İslam ülkelerindeki tek yanlı kurduğu düzeni bozmamalıydı.” - Demokrasi bu konuda çok tehlikeliydi. Kurulu ve kurulmak istenen düzeni tersyüz ederdi. İslam ülkelerinde de Batı’da olduğu gibi, “ulusal çıkarları koruyan siyasi ve iktisadi bir düzen kurulursa” kapitalizm küresel egemenliğini İslam dünyasında kaybederdi. - Bu nedenle “demokrasi dışı halk desteği gerekiyordu.” Bulunan yol da ılımlı İslami yapıda, Batı’nın istediği düzene (işbirliğine) açık yönetimler oldu. - 2000’li yıllarda fiilen başlatılan BOP, İslami unsurları (ve mezhepleri) bu coğrafyada keskin bir biçimde öne çıkardı. Bölgede din ve mezhep ayrımcılığı “ırkçı milliyetçilikle desteklenerek” daha da keskinleştirildi; Sudan ve Irak bölündü, Suriye bölünmenin eşiğine getirildi. “Arap Baharı”nda İslami öğeleri demokrasinin yerine ikame etmeye çalışan en önemli örgütün Müslüman Kardeşler olduğunu görüyoruz. Ortadoğu’nun “en Batılı” ülkesi olan Suriye’nin Batı tarafından nasıl hırpalandığını halen yaşıyoruz. Batı adeta Suriye’ye “sakın bana benzemeye çalışma, senin Müslüman Kardeşler’in yönetiminde bir İslam Cumhuriyeti olmanı istiyorum” diyor. Ilımlı İslam üzerinden entegrasyon Arap Baharı Arap ülkelerinin İslami yapısını derinleştirerek Batı kapitalizmine entegrasyonu için uygulamaya kondu. Graham Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabı bunu açık bir biçimde anlatır. Arap Baharı Arap ülkelerinin, kapitalizme din odaklı entegrasyonlarının bir laboratuvar çalışmasıdır. Batı İslam ülkeleri için, “Batı demokrasisi yerine İslami odaklı yapılanmayı” tercih etti. İhaleyi şimdilik alan Müslüman Kardeşler örgütüdür. Ve bir tarihi not İki dini lider, Makaryos ve Erbakan; Makaryos Ortodoks dünyasının dini lideriydi. En büyük hatası “üçüncü dünyacı” olmasıydı! 1960’lı ve 70’li yıllarda Hıristiyan kimliğine rağmen Batı’ya kafa tutan siyasi bir liderdi. - 1974 Barış Harekâtı ile TSK’ye tasfiye ettirildi; yalnız Kıbrıs Türkleri’ne değil Amerika’ya da bir rahatlama getirdi. - Ve Erbakan da bir bakıma İslam liderliği ile “üçüncü dünyacı” olduğu için Makaryos’un akıbetine uğradı ve 28 Şubat 1997’de tasfiye edildi. Ne gariptir ki her iki operasyonu da fiilen TSK yaptı. İki dini figür; biri Müslüman, diğeri Hıristiyan. Her ikisi de Batı kapitalizmine (ve sisteme) karşı çıktıkları için tasfiye edildiler. Bugün Üçüncü Dünya’nın yerini Asya büyükleri aldı. Ancak bir farkla; Asya büyükleri de bir anlamda yeni küresel düzenle bütünleşme yolundalar… Bu da işin ironik yanı. Bugün geldiğimiz noktada İslam ülkeleri kapitalizme, “Ilımlı İslam” üzerinden entegre ettiriliyorlar. Yeni küresel sistemin (düzenin) içinde daha örgütlü bir biçimde yer alacaklar. Ya demokrasi? Gelecek bahara mı kaldı? Yani Arap Baharı’ndan sonraya mı? Attilâ İlhan olsaydı, “Hangi demokrasi” diye sorgulardı… 24 Eylül 2012 - Cumhuriyet

Reşat Nuri Erol
24.09.2012
08:49

"Adaletsizliğin en büyüğü,

adil olmayıp adil gibi görülmektir."

Eflatun

Reşat Nuri Erol
24.09.2012
08:49

Adını söylemeyeyim, Başbakan’a en yakın gazeteyi biliyorsunuz.. Pazar günü Finans sayfasını açtım.. Akaryakıta, otomobile, konuta, içkiye yapılan zamları duyuran habere atılan başlık şu.. Yanlış yönet halka ödet.. Dokuz sütuna..Üç de fotoğraf koymuşlar.. Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ve Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın.. Memleketi yanlış yönetmişler, halka ödetiyorlarmış.. Vay anasına dedim.. Gazetenin adına bir daha baktım.. Evet o.. Başbakan’a en yakın olan gazete.. AKP’ye demiyorum.. Hükümet’e demiyorum.. Başbakan’a en yakın olan gazete diyorum.. * Yanlış yönet, halka ödet altında şu cümleleri yazmışlar.. Haber şöyle.. “Ali Babacan, Erdem Başçı, ve Mehmet Şimşek’in yanlış politikaları sonucu ortaya çıkan zam gereği Türkiye’yi yeni bir sarmala daha sokuyor. Özellikle akaryakıta yapılan zamların etkisiyle artan maliyetler enflasyona yansıyacak. Bu durum önümüzdeki günlerde Hazine ihalelerinden tüketici kredilerine kadar birçok alanda beklenen faiz düşüşüne engel olacak. Merkez Bankası da enflasyon gerekçesiyle politika faizini indirmekte zorlanacak.” Bu satırların üstüne de şu ara başlığı atmışlar.. Lobi bağıracak: Enflasyon arttı faizi artır.. * Zamma iktidar açığını kapıyor, orasını burasını yamıyor diye bakmayın.. Kavga büyükmüş!.. Faizcilerle faize karşı çıkanların savaşıymış,, Yaptıkları da şuymuş.. Aşırı sıkı para politikası uygulanmış, bu sebeple büyüme hedefinin altında kalınmış, dolayısıyla bütçe açık vermiş.. Bunu yapan kim? İsmi zikredilen üçlü.. Başbakan’a en yakın duran gazeteye göre memleketi yanlış yönetmişler acısını bizden çıkarıyorlarmış.. * Peki, Başbakan bu işin neresinde? Yanlış yönetimin bedeline halka ödetenler içinde Başbakan da var mı? Yokmuş! Nereden anlıyoruz.. Tam yan sayfasında verilen haberden.. Başbakan büyümede freni kaldıracağız demiş.. Yani Babacan ile Başçı’nın uyguladığı politikaya karşı çıkmış.. * Şu da varmış.. Başbakan’a en yakın gazetenin yazdığına göre; ekonomi yönetiminin vergi artışıyla vatandaşın cebinden aldığı 8.5 milyarın neredeyse yarısından fazlası Merkez Bankası’nın faizi yüksek tutması nedeniyle artan faiz ödemelerine gidiyormuş.. Yok artık mı diyeyim.. Yuh artık mı? İktidarın ekonomi kanadı resmen bizi soyup soğana çeviriyormuş.. Daha bitmedi.. Şu notu da düşmüşler.. Toplumun yüzde 1’lik kesimi ve bir bölüm yabancı yatırımcının kazandığı fazla faizin faturası dolaylı vergilerin arttırılmasıyla tüm vatandaşlara çıkacak.. * Başka söze gerek var mı? Bunları yazan Başbakan’a en yakın gazete..

MEHMET TEZKAN

Reşat Nuri Erol
24.09.2012
08:54

Levent Gültekin TSK’yı yargı 'temizliyor', yargıyı kim ‘temizleyecek’?

Levent Gültekinacikcenk@gmail.com

Biliyorum, generallerin Türkiye’ye verdikleri zararlar, darbe hevesleri, topluma yıllarca tepeden bakan tutumları ciddi bir öfke oluşturdu. Balyoz kararları ile öfkesini söndürmeye çalışanlar bir hayli kalabalık. Birçok kişi generallerin geçmişte yaptıklarından dolayı verilen cezaların güttüğü hesabı ve Türkiye’nin birliğine vereceği tahribatı görmezden geliyor. Fakat kendi adıma söyleyeyim, öfkemi başkalarının hesaplarına sermaye yapma niyetinde değilim. Türkiye’de bazı odaklar toplumun öfkesini ve sevincini kendi hesaplarına sermaye yapmaktan imtina etmediler. Şimdi de aynı yöntemi yargının kullandığını düşünüyorum. Türkiye’de yargı eliyle ‘bir şey’ yapılıyor. Bunu Balyoz Davası’ndaki onlarca ihmale, delillerdeki tarih uyuşmazlığına, dikkate alınmayan raporlara bakarak söylemiyorum. Yargının son 3 yıldır yapmaya çalıştıklarını bir araya getirince çıkan resme bakarak söylüyorum. İşte bu nedenle bugün Balyoz sanıklarına olan öfkemi bir tarafa bırakıp, onlara verilen cezalar üzerinden ‘Demokrasi şöleni’ gösterisine katılanları yalnız bırakacağım. Lafı dolandırmadan sorayım: Balyozcu generallerin yaptıkları ‘darbeye eksik teşebbüs’ ise, yargının 7 Şubat’ta MİT müsteşarı üzerinden hükumete yapmaya çalıştığı ne? Başbakan Erdoğan’a göre “yargı bu hamlesi ile yasaları bir tarafa bırakıp devletin tekerine çomak sokmaya kalkıştı.” Peki niçin? Yargının son dönemdeki reflekslerine, verdiği kararlardaki pervasızlığa, hak-hukuk gözetmeyişine bakınca, geçmişte generallerin yaptıklarının benzerini görüyoruz. Eskiden generaller hak hukuk tanımaz, bildiğini okurdu, şimdi ise yargı bunu yapıyor. Hesap vermez, kural tanımaz pozisyonda olan artık TSK değil, ne yazık ki yargı. Yargı öyle işler yapıyor ki herkesin nutku tutuluyor. Onlarca insan yıllardır içeride yatıyor. Üstelik niçin yattıklarını kimse bilmiyor. Mesela siz Türkiye’de -eğer gerçekse- ‘kadın pazarladığı’ veyahut ‘hovardalık’ yaptığı için aylardır hapis yatan Cübbeli Ahmet’ten başka kimse biliyor musunuz. Bir ülkenin yargısının eski genelkurmay başkanına ‘terör örgütü lideri’ demesindeki rahatlığı, hesapsızlığı neye yoracağız? Bunun ülkeye verdiği tahribatı görmemeleri mümkün mü? Yargının bu tür adımlarda hiçbir hassasiyet gözetmeyişi neyle açıklanabilir? ‘Temizlik yapıyoruz’ diyerek açtığı yeni yaralar, toplumsal barışa vurduğu ağır darbeler, suçluları düşürdüğü mağdur pozisyonlar.. Hepsi yargının bir "çaba" içerisinde olduğunu göstergeleri değilse nedir ki? Hal böyleyken, yargıyı “7 Şubat’ta MİT üzerinden hükumete karşı darbe yapmaya kalkıştı” diyerek tefe koyanların Balyoz kararlarından ‘demokrasi şöleni’ çıkarmaları anlaşılır bir şey degil. Dikkat edin, Balyoz davasında görev üstlenen gazeteciler ile MİT davasında pozisyon alan gazeteciler aynı. Bu bir tesadüf mü? Balyoz kararlarına en çok sevinenlerle, MİT soruşturmasında yargıya açık destek veren gazetecilerin aynı olması sizi de rahatsız etmiyor mu? Bu ittifakın MİT’te yapmak istediği niçin kötü de, TSK’da yaptığı niçin iyi? MİT davasında bu ittifaka dikkat çekenler, mesele TSK olunca bu hassasiyeti niçin yitiriyor? Hürriyet yazarı Şükrü Küçükşahin’in 13 Ağustos tarihli yazısında Ankara kulislerinde konuşulanlarla ilgili şunları yazıyordu: “Özellikle Hakan Fidan sonrası MİT ilk kez yürütme üzerinde çok ciddi etkide bulunan, yönlendiren, bilgi veren kurum oldu. Cumhurbaşkanı ile başbakanın güven ve desteğini kazanma nedeni bu.”(…) Çünkü o MİT, ABD, İsrail, Suriye, İran ve Irak istihbaratları ile öyle ilişki kurmuştu ki PKK’ya bu sayede önemli darbeler indirdi.(…) Herşey çok iyi giderken araya bir güç girdi ve MİT hem kaynakları deşifre edilen hem de yöneticileri yargı sorgusuna alınan bir örgüte dönüştürüldü. (…) Şimdi bunu kimlerin yaptığı araştırılıyor.” Peki yargı bu töhmetten nasıl kurtulacak? Böyle bir suçlamanın muhatabı iken verdigi kararların ülke menfine olduğuna nasıl hükmedeceğiz? Bütün bu sorular cevap bulmadan, emekli generallerin yanında yüzlerce muvazzaf rütbeliye de ceza verilerek yapılmak istenenin ne olduğunu nasıl anlayacağız? Balyoz kararları dahil, yargının son dönem aldığı kararlardan hükümet mutsuz. Ama MİT operasyonuna destek veren gazeteciler ‘çak’ gösterileri içinde. Bunun altında bir bit yeniği aramayacak mıyız? Diyeceğim o dur ki yargı kararlarının üzerinde Türkiye'nin lehine olmayan problemli bir hava var. TSK’nın yıllardır hukuk tanımaz, tepeden bakan, kibirli tutumunu ne yazı ki şimdilerde yargıda yerleşti. Daha önce TSK toplumun bir kesimini ötekileştiriyordu, şimdi yargı toplumumun bir kesimini ötekileştiriyor. ‘Eski’ ile ‘yeni' derin ‘yapı’nın çok ortak yönü var. En çok dikkat çeken ortak yön de varlıklarını İran aleyhtarlığı üzerinden sürdürme cabalarının aynı olması. Gerekçeleri farklı olsa da motivasyon kaynakları aynı. Bugün yargılanan generallerin de, bu generalleri yargılayanların da İran aleyhtarı olmasi sizin de dikkatinizi çekmiyor mu? Bu kadar tesadüf Uganda'da bile olmuyor. twitter.com/acikcenk

Reşat Nuri Erol
24.09.2012
09:16

Eski AK Partililer için formül bulundu AKP’nin Teşkilatlardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem, kongre öncesi kesinleşen nadas formülünü anlattı

24.09.2012 09:23 Ekrem Erdem, AKP’nin Teşkilatlardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı sıfatı nedeniyle “sahibi benim” dediği partinin, 30 eylülde yapacağı 4. Olağan Büyük Kongresi’ni, tarihî ve anlamlı kılan nedenlerden biri olarak, “karizmatik bir lider” diye tanımladığı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, genel başkanlık için son kez aday olmasını gösteriyor. Erdem, partinin sosyal demokrat isimlere artık kapısını kapatacağı yorumlarına karşı, “Bu kesimi dışlamamız söz konusu değil, biz kapımızı kimseye kapatmıyoruz” diyor. Erdem, 50 kişiden oluşan AKP Merkez Karar Yürütme Kurulu’na, Demokrat Parti eski Genel Başkanı Süleyman Soylu ve partisini feshedip AKP’ye dahil olan HAS Parti’nin Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ve diğer bazı isimlerin katılmalarının beklendiğini söyledi. 2002’den bu yana üçüncü iktidar dönemini yaşayan AKP’nin, 7 milyon 623 bin kayıtlı üyesi bulunuyor. Erdem, bu rakamın önemini daha doğru anlamak açısından kıyaslama yapıyor ve ana muhalefetteki CHP’nin, basına yansıyan rakamlara göre 1 milyon (Doğrusu 1.8 milyon) kayıtlı üyesi bulunduğuna işaret ediyor. AKP’nin, Ankara Spor Salonu’nda, eski adıyla Arena’da düzenleyeceği kongreye, yaklaşık 30 bin kişinin katılması bekleniyor. Karizmatik lider son kez aday Kongre hazırlıklarına yakın isimlerden Ekrem Erdem’in sorularımıza verdiği diğer yanıtların satırbaşları şöyle: » Bu kongreyi anlamlı hale getiren genel başkanımızın (Erdoğan), genel başkan adayı sıfatı ile katılacağı son kongre olması, » Kongreye yoğun ilginin bir diğer önemli nedeni, 10 yıl içerisinde Türkiye’de ekonomiden sosyal politikalara ve diğer alanlara kadar partinin sağladığı kazanımlar. Türkiye’yi, ister istemez dünyanın gündemine taşıyor. Yeni kadro seçimleri yönetecek » Kongreyi belki en az bunlar kadar önemli kılan da önümüzde çok zor bir dönem olması, 3 tane seçim var. (6 ila 5 ay öne çekilerek 2013 ekimine planlanan yerel seçimler, 2014 Cumhurbaşkanlığı ile 2015 genel seçimleri). Zira, Kongre’de seçilecek kadro, önümüzdeki seçimleri yönetecek. Biz muhafazakârız zaten » Kültür ve Turizm gibi çok önemli bir bakanlığın başında soldan gelen Ertuğrul Günay bulunuyor. Hem turizm hem kültür. Yani kültür çok önemli. Özellikle de muhafazakâr bir parti için çok önemli bir saha olmasına rağmen, geçmişte sosyal demokrat siyasetin içerisinde bulunmuş birisi bugün bu bakanlığın başında. Yani ben şunu anlamıyorum; Biz zaten muhafazakâr bir partiyiz ama AK Parti, hangi durumdan dolayı liberalleri ya da solları dışlıyor ya da dışlayacak? Biz diğer partilerden farklı olarak; içerdekileri kovmak bir tarafa biz hep yeni isimlerle yolumuza devam ediyoruz, takviye ediyoruz. Bu katılımlar olmamış olsaydı yüzde 50 oy oranına ulaşmazdık. Belki MKYK üyeleri açıklandığında, talepler olursa orda göreceksiniz. Solda sol partilerde görev yapmış bir takım insanlara biz rahatlıkla yer veririz. Türkiye’de, bugüne kadar yaptığımız sosyal politikalara bakın, biz sol partilerden çok daha sosyal demokratız. Sol bir parti olan CHP’ye rağmen. Tüzük’te yeniden seçilme netleşecek » Kongre’de parti tüzüğü netleştirilecek. Buna göre, üst üste 3 kez milletvekili, belediye başkanı, il ve ilçe başkanlığı yapanlar, bir dönem ara verecek. Bir kere kesintisiz, üç dönem seçilen bir dönem ara verdikten sonra tekrar aynı makam için aday olabilecek. Genel başkan için de 4 dönem. 3 dönemlik milletvekillerini karşılayacak bir karşılıktır o 4 dönem. İmtihan sivil anayasa » Reformlar anlamında yaptıklarımızı yeterli bulmayabilirsiniz ama gerçekten özellikle 12 Eylül halk oylamasından sonra, Türkiye’de çok büyük şeyler değişti. Bakın buyurun işte, şu an sabırsızlıkla (Erdem ile görüşmemiz sırasında mahkemenin Balyoz davası kararını açıklaması bekleniyordu) Balyoz Davası’nın neticesini bekliyoruz. Yani bunu on yıl önce hayal edebilir miydik? Her sahada yetersiz bulabilirsiniz, bunlar akşamdan sabaha olacak şeyler değil ki. » Bütün partilerin imtihan sahası önümüzdeki sivil anayasadır. 12 Haziran seçimlerinde millet, karne verdi. Öyle de güzel bir tablo koydu ki. Düşünebiliyor musunuz, yüzde 10 barajına rağmen, parlamentoda şu anda seçmenin yüzde 96 temsili var. Bu millet, AK Parti’ye yüzde 50 oy veriyor ama bu partiye tek başına anayasa değişikliği yapma imkânını vermiyor. “Bunu tek yapma. Anayasa AK Parti’nin anayasası olmasın, herkesin anayasası olsun” diyor. Türkiye’nin, bir numarası benim için anayasa diğeri de terör olmak üzere iki hayati konu var. Çünkü terör de anayasayla doğru bağlantılı bir şeydir. 10 yılın muhasebesi yapılacak » Başbakan Erdoğan’ın, kongre konuşmasında ağırlıklı mesaj 2013 vizyonu olur. Ama şu anda en önemli konumuz maalesef terör. Burada ciddi vurgular beklenebilir başbakandan. Geçmiş 10 yılın da ciddi muhasebesini yapar, hesap verir. Eğer AK Parti Güneydoğu’da çökertilirse, devlet de çöker Terör örgütünün bir numaralı hedefi AK Parti. AK Parti’nin, Güneydoğu’da çökertilmesi demek devletin bir bakıma çökertilmesi manasına bile gelebilir. Çünkü şu anda vatandaş, hiçbir dönemde görmediği hizmetleri görüyor. Devlet adına hizmeti götüren iktidar ve dolayısıyla yer yer AK Parti avına çıkıyorlar. Terörün hedef seçtiği yerlerden bir tanesi olan Şırnak’ta, bugün her 100 kayıtlı seçmenden %15’i AK Parti üyesi. 100 seçmenden 28’i AK Parti’ye üye Bitlis’te. Bu bölgede terör baskısı olmasa, normal bir seçim olsa BDP bugün aldığı oyun yarısını alamaz. Kaynak: Taraf

Reşat Nuri Erol
26.09.2012
06:22

Osman CAN Yeni mimari proje ve siyasal inşa ocan@stargazete.com

Ülkenin gelip dayandığı noktada artık hayati bir karar ile karşı karşıyayız. Ülkede siyasal dengeler ve ihtiyaçlar köklü bir değişime uğradığı gibi, yapısal değişim de zorunlu. Süreç Türkiye için bir milada ve yeni bir mimari projeyle yeni bir siyasal inşaya işaret ediyor. 30 Eylül'deki AK Parti Kongresi öncesiyle ilgili bu son yazım uyarı ile sonlanıyor. Gerçi yapısal değişim sorunu tüm partileri ilgilendiriyor. Yine de birincil muhatabın AK Parti olmasından hareketle söze başlayalım. Özellikle 2010 referandumu ile birlikte siyasal merkeze dönüşen parti, geleneksel sağ, milliyetçi ve muhafazakâr eğilimleri kendi bünyesine taşımaya devam ediyor. Öte yandan vesayet kurumlarının güçlü lider-güçlü parti karşısında gerilemesine paralel olarak merkez sermaye ve medya aktörleri de bu akıma kapılıyor. Bunun sonucu olarak bir yandan kültürel ve entelektüel yönden özerk alanlar zayıflıyor. Diğer yandan bir siyasal partinin toplumsal ve siyasal denge ihtiyacını karşılayacak, onu rasyonel çizgide tutacak muhalefet partileri, taban ve etki zafiyetine uğruyor. Yani siyasal muhalefetin zayıflığı, iktidarı bir çekim merkezi haline getirirken diğer yandan enerjisini tüketiyor, onu kendi başlangıç tezlerinden ve iddiasından uzaklaştırıyor. Normalleşme adına... Partiye yönelen eğilimlerin, eski düzenin taşıyıcısı olması bir tehlikeye işaret ediyor: En geniş toplumsal meşruiyete kavuşan siyasi parti, beklentilerin aksine normalleşme adına eski sisteme yaklaşmaya başlıyor; onun taşıyıcısına dönüşüyor. Bu "norm"al, zira "norm"u üreten eski düzen! Muhalefetin yokluğu, genel bir muhalefetsizlik algısı yaratıyor. Buna bağlı olarak geleneksel devlet aygıtının iktidarı içten içe dönüştürmesi bütünüyle gözden kaçabiliyor. Cari sistemde asıl muhalefetin parlamento dışında derinlerde bir yerlerde, gerçek iktidar mekânında, yani devlet mekânında aranması gerektiği gözardı edilebiliyor. Öte yandan bu devletin görünür semptomlarına ve aktörlerine karşı mücadeleyle kendini var etmiş partiler, bunlara karşı zafer kazandığı andan itibaren hızla amaç ve oryantasyon krizine düşebiliyor. Tam da bu noktada devlet tarihsel süreçte uzun erimli deneyimlerle kendini kolektif bir aklın (devlet aklı) gereği olarak frensiz bir şekilde siyasi aktörlerin hizmetine sunuyor; ve tabii ki amacı da, "amaç krizi"ne giren siyasi aktörlerce yeni amaç olarak keşfediliyor. 'Sistemler' ve 'ilişkiler' tarihi Sistemi dönüştürme iddiasındaki tüm partilerin karşısında duran bu devlete Hegelyan devlet diyebiliriz. Yani halk tarafından inşa edilmeyen, aksine bir toplumda ortaya çıkmış en yüce varlık olma iddiasında, yasama yürütme ve yargı erklerini de toplumu korumak ve onun iyiliğini gerçekleştirmek için elinde bulunduran, derin bir akla sahip bir devlet... Kendi içinde akıldışılığa tevessül eden unsurları tek başına, güç kazanması durumunda da "demokratik" aktörlerin yardımıyla tasfiye eden, bununla yeniden siyasi aktörlerin nazarında "güven tazeleyen" devlet de diyebiliriz buna... Demokratik temsil zarar görüyor Ama bu derin aklın, siyaseti, sosyal politikaları, uluslararası ilişkileri, ekonomi yönetimini, siyasal kültürü, dili ve öncelikleri biçimlendirdiği ortada. Güven tazeledikçe de ontolojik olarak kendine tehdit oluşturacak tüm unsurları, tezleri, akılları rafine operasyonlarla siyasal-yargısal-kurumsal karar mekanizmalarından uzaklaştırabiliyor. Siyasi aktörlerin olası "aday"ları tanıma (!) ihtiyacını, istihbarat ağıyla karşılarken, esas elemeyi kendisi yapabiliyor, ama bunu siyasetçilere yaptırabiliyor. Sonuç itibariyle demokratik temsil ile toplum arasındaki bağlantılara esaslı bir şekilde zarar verebiliyor. Devlet aygıtının şu ya da bu kurumuna, mekanizmasına veya heyetine yerleştireceği "iyi bürokratları" veya "aynı mahallenin" akademisyenleriyle "yeni" bir şey yaratılmış olmuyor. Aksine çöküşün faturasının demokrasiye kesilmesi riskini arttırıyor, 1919 sonrası Almanya'sında olduğu gibi. Unutulmasın ki siyasi tarih "kişiler", "karizmalar" veya "iyi çocuklar" tarihi değil, her şeyden önce "sistemler" ve "ilişkiler" tarihidir. Bu yüzden merkeziyetçiliği esas alması, katılımcılığı yalnızca parlamento ile sınırlı tutması, özgürlüğü vatandaşa tanıma hakkını ve onu denetleme gücünü kendinde görmesi gerekiyor. Ama unutulmamalıdır ki denetim gücüne sahip olanlar, denetlediklerini kendilerine benzetme iktidarının da sahibi olurlar. Anti liberal olması ve katılımcılığı reddetmesi bu nedenle şaşırtıcı olmamalı. 'Dikkat gecikiyorsunuz' Bu yüzden Kongre'ye doğru giderken kaleme aldığım bu son yazı bir zamanlamaya da işaret ediyor. Dönülmesi imkânsız noktanın aşılmasına yaklaşıldığı bir döneme ilişkin olarak "dikkat gecikiyorsunuz!" diyor. Okunur ya da okunmaz. Dinlenir ya da dinlenmez. Ancak istediği kadar kendini rasyonelleştirsin; 21. Yüzyılda bu devlet anlayışının kapasitesi sınırlıdır. Kabul edelim ki, ekonomi yönetiminden başlayarak, adaletin, siyasal ve toplumsal barışın sağlanması talepleri karşısında bu devlet aygıtı doğal limitlerine dayanmış durumda. Siyasal aktörlerin bu konudaki "rahatlığı" sadece topluma ya da siyasi aktörlerin kendisine değil, her şeyden önce devletin bir bütün olarak varlığına zarar veriyor. Zira o devlet aklı çeşitli operasyonlarla kendi iç tutarlılığını her defasında yakalayabilse de, artık bir bütün olarak arkaik ve çağdışı kalmış durumda. 27 Mayıs sonrası İnönü'nün müdahalesiyle, 12 Mart ve 12 Eylül ile rasyonelleşerek ayakta duran yapıyı yeni bir hamle veya restorasyon ayakta tutamıyor. Yapısal değişim zorunlu Şimdi Kongreye giderken AK Parti pek çok şey anlatabilir, ekonomiden, özgürlüklerden, Kürtçe seçmeli dersten, 10 yılda gelinen seviyeden söz edebilir. Ancak AK Parti’nin övgüye ihtiyacı yok ama ülkenin gelip dayandığı noktada artık hayati bir karar ile karşı karşıyayız. Geleneksel devleti hiçbir güç dengede tutamıyor. 2010 Referandumuyla başlayan ve Balyoz ile devam eden gelişmeler başka bir şey anlatmıyor. Toplumsal dönüşüme paralel olarak ülkede siyasal dengeler ve ihtiyaçlar köklü bir değişime uğradığı gibi, gerek bölgesel, gerekse küresel gelişmeler de yapısal bir değişimi zorunlu kılıyor. Statükoyu zorla ayakta tutmak, kurumuş damara kan vermek de anlamsızlaşıyor. Yaşadığımız süreç Türkiye için bir milada ve yeni bir mimari projeyle yeni bir siyasal inşaya işaret etmekte. Bu işaret algılanabiliyorsa Türkiye'nin önü açık demektir.

Reşat Nuri Erol
27.09.2012
06:30

Mümtaz'er Türköne AK Parti'nin gelecek 11 yılı

Cumhuriyet'in yüzüncü yılı, yani 2023 yılı hedef belirlemede standart ölçü olarak benimsendi. Bu hedefe tam 11 yıl kaldı. AK Parti bu hedefle, siyasî hayata gözlerini açtığı tarihin tam ortasında duruyor. 11 yıl önce kurulmuş ve on yılını iktidarda geçirmiş parti, Türkiye'yi 2023'e hazırlıyor. Hafta sonu yapılacak AK Parti kongresi, geçmişin muhasebesini ve geleceğin hesaplarını yapmak için uygun bir vesile olacak. Türkiye yıllardır kaçmaktan kovalamaya vakit bulamıyordu. Günü kurtarma telaşındaki Türkiye'nin gelecek 11 yıla kafa yorması bile önemli bir eşiği aştığımızı gösteriyor. Türkiye son on yılda istikrarlı bir siyasî iklimde yol aldı. Siyasî istikrar, ekonomiye aradığı güveni sağladı. Belirsizlikleri ortadan kaldırdı. İstikrarın nimetleri ile toplum kendine geldi, özgüveni arttı. İşte bu özgüven ortamında hiç kurtulamayacakmışız gibi kanıksadığımız askerî vesayet düzeni tasfiye edildi. Belirsizlikten, kargaşadan, istikrarsızlıktan beslenen bataklık kurutuldu. Bu bataklığın yaydığı hastalıklar da. En küçük siyasî sorunu hemen bir sistem veya rejim tartışmasına dönüştürmekten vazgeçtik. Kimsenin kimseyi ortadan kaldırıp yok etmeye niyet etmediğini, bir şeylerin elden gitmediğini tecrübe ederek öğrendik. Siyasî sistem çözüm üretmeyi itiyat haline getirdi, uzlaşmayı kurumlaştırmayı başardı. En sağlam göstergelerden biri: Anayasa Uzlaşma Komisyonu beklenenin çok üzerinde bir performans sergileyerek en zorlu eşikleri aştı. Bugüne kadar üzerinde uzlaşılan prensipler ve maddeler bile artık Türkiye'nin yeni bir anayasaya sahip olduğunu göstermeye yeterli. Dipten gelen dalganın yararlı bir enerjiye dönüşmesine şahit olduk. Türkiye 28 Şubat'ta tükenmişti, 2000 ve 2001 krizlerinde dibe vurmuştu. AK Parti, reel politiği dikkate alan, zorlamayan, gerektiğinde esneyen ve bazı çözümlerin olgunlaşmasını sabırla bekleyen politikalarla Türkiye'yi değiştirmeyi ve dönüştürmeyi başardı. Son on yılda çok büyük badireleri geride bıraktığımızı unutmayalım. AK Parti bugüne kadar doğru hamlelerle rakibini alt eden bir satranç oyuncusu gibi davrandı. Gelecek 11 yılda üstleneceği ve enerjisini vereceği asıl rol, daha çok bir buldozer gibi Türkiye'nin üzerinden geçeceği yolu düzeltmek olacak. AK Parti'nin rakibi yok. Yakın vadede olacak gibi de görünmüyor. Türkiye gelecek 11 yılını "hakim tek parti modeli" ile geçirebilir. En çarpıcı örneğini Japonya'da Liberal Demokrat Parti'nin geçmişte otuz yılı aşan iktidarında verdiği bu model, eşit ve özgür siyasî rekabet şartlarına rağmen aynı partinin her seçimi kazanması anlamına geliyor. Türkiye son on yılında, geçen 50 yıl ile mukayese edildiğinde bir "altın çağ" yaşadı. Gelecek on yılını ise bu dönemi sürdürmeye çalışarak veya altın çağı arayarak geçirebilir. Muhalefet yokluğu, iktidar mücadelesini AK Parti'nin kendi iç dengelerinde arayan kulisleri çoğaltıyor. Bir hizip çekişmesi veya liderlik rekabeti bekleyenler yanılıyor. Yanlışın delili, Türkiye'nin geçen 11 yılı. AK Parti lideri, Cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş en güçlü lideri. Bu kadar büyük bir gücü elinde bulundurmasından rahatsız olmak doğal bir tepki. Ama siyasetin çağlar boyu değişmeyen kuralı. Siyaset gücü ele geçirmek için yapılır. Hiçbir siyasetçi önünde bu imkân dururken, "elimdeki bana yeter" diyerek gücünü artıracağı fırsatlara sırtını dönmez. Dönüyorsa, başarısızlığa hızla yaklaşıyor demektir. Erdoğan'ın elindeki gücü frenleyecek ve dengeleyecek yegane sınır: O gücü ona verenler, yani halk. Bu pazar günü Türkiye önümüzdeki 11 yılın nasıl planlandığına dair önemli mesajlar duyacak. Böyle bir kongrede ne iç hesaplaşma, ne rakiplere laf yetiştirme, ne de lafı gürültüye boğma ihtimali mevcut değil. Başbakan'ın somut sorunların çözümüne odaklanmasını engelleyecek bir bahanesi mevcut değil. En başta da Kürt sorunu. Kürt sorunu, belki de ancak bu kadar güçlü ve istikrarlı bir hükümet tarafından çözülebilirdi. Başbakan'ın ağzından bu konuda çok ileri sözlerin edilmesini bekleyebiliriz. "Öyleyse 11 yıl sonra Kürt sorunu ne durumda olacak?" sorusuna arayacağımız cevap, AK Parti kongresinin en önemli gündem maddesini oluşturacak. m.turkone@zaman.com.tr http://twitter.com/Mumtazer 27 Eylül 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
27.09.2012
06:31

İbrahim Öztürk Krizler gerçek, tepkiler sanal

AK Parti kongresi Türkiye'nin geleceği açısından önemli. Başbakan kendi devrini kapatırken, Türkiye'nin önüne yeni bir hedef koyacak. Ben de bu kongreye yönelik olarak birkaç yazı yazacağım. Bu yazılarımın ilk mesajı 'iyi yönetişim' konusunda. Türkiye'yi bekleyen acil gündem bir iyi yönetişim devrimine geçmektir. Bunu açacağım. Ancak başka bir yerden giriş yapacağım. Yazılarıma gelen nitelikli (iyi niyetli, bilgi içeren, önyargısız) eleştirilere kulak veriyorum. Bu standartları haiz olmayan ancak birçok kişinin kafasının da arkasında olduğuna inandığım bir eleştiri de şu: Sana da hiçbir şeyi beğendirmek mümkün olmuyor, ne yapsalar eleştiriyorsun. Bu söylemin hiçbir tutulur yanı yok. Ben somut olgular üzerinden konuşuyorum. Evet, anlıyorum. İstikrarsızlıktan ve karmaşadan canı çok yanan halkımız işler yolunda giderken çomak sokulmasından rahatsız. Burada bir mahzur yok. Ancak bir bilim adamının görevi de halkın gördüğü ve görebildiği kadarıyla idare edip, etliye sütlüye karışmamak değil. Tersine, olayları eğip bükmek, her tarafından bakmak, beyin jimnastiği yapmak, çeşitli muhtemel ve hatta bazen muhal senaryoları da gündeme getirmek gerekiyor. Hazırlık yapılmalı, pozisyon alınmalı ve aslında hiçbir şey bizi şaşırtmamalıdır. Türkiye'de bazı işlerin yolunda gitmediği ancak ateş bacayı sarınca anlaşılıyor. Hastalık ancak organ kangren olunca fark edilebiliyor ve kesip atmaktan başka çare kalmıyor. Erken fark edilse az acı ve maliyetle tedavi edilebilecek birçok hastalık, geç kalındığı için içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bu yaklaşımı hayatın her alanında görmek mümkün. 'Bakarız bir çaresine' inancı yakıp yıkıyor. İnsanımız adeta sedyelik oluncaya kadar koruyucu hekimlik hizmeti almıyor. Şirketlerimiz bir kriz gelip kapıya dayanmadan danışmanlık almıyor. Düşünsenize bir ekonomik kriz ülkem için çok kötü ancak benim için çok iyi bir gelir kapısı olacak. Aynı şey Kürt sorununda geçerli. Masum talepler peşinde olanlar itilip kakıldı. Sonra konu bir insani onur ve haysiyet meselesine döndü. Şimdi çok daha derin, çetrefil işlerle uğraşıyoruz. Keza, üniversitede okuyan kızların başını örtme meselesi akla ziyan bir şekilde sonunda rejim meselesi oldu. 'Millet mi yoksa ceberut devlet mi' tartışması bizi 28 Şubat'lara götürdü. İş millet karakolunda bitti, yani birçoklarının kodesi boylamasına neden olan gelişmelere mahal verildi. Diyeceğim odur ki, krizler gerçek, verdiğimiz tepkiler ise hayatın hemen her alanında sanal, gerçeklerden uzak ve sürdürülebilir değil. Toplumun bilgiden ve evrensel tecrübeden kopuk oluşu nedeniyle her şey adeta ilk defa bizim başımıza geliyormuş gibi oluyoruz. Sürekli şaşırmakla meşgul oluyoruz. 'Kriz yönetimi' denen bilimsel alanı öğrenmiyor, sürekli duygusal ve anlık tepkiler veriyoruz. Şu sıralar kötü giden işler içinde iyi giden bir alan olarak ekonomi gösteriliyor. En iyi giden bu alana yönelik eleştirilerime birçokları acayip küp oluyor. Oysa ufkun ötesine bakıyorum ve olacakları görüyorum. Ayrıca illa da kriz olması gerekmez. Mevcut imkânlar içinden ülkem için yapılabileceklerin en azamisini istemek, bunun için yapıcı eleştiride bulunmak ve yol göstermek hakkımız. Yerelinden genel seçimlerine kadar bütün reylerimi AK Parti'ye verdim. Üstelik rey verip mahalle baskısını görüp inkâr edenlerden değilim. Referandumda da dağ bayır gezip milli bir seferberlik havası içerisinde yüzde 57 destek çıkardık. Balyoz kararları ile iyot gibi açığa çıkan darbe ve cunta sever bu muhalefet varken de benim galiba AK Parti'den başkasına reyim nasip olmaz gibi. Bütün bunlar eleştiri görevimi gölgelememeli. Türkiye'de acil bir 'yönetişim devrimi' gerekiyor. Bunun iki ana ekseni, dört alt başlığı var. Ayrımsız ve çifte standartsız bir yönetişim; eşit katılım ve eşit muameleyi gerektirir. Hesap verebilirlik ilkesi ise şeffaflık ve liyakate dayalı adil rekabeti içerir. i.ozturk@zaman.com.tr i.ozturk@zaman.com.tr http://twitter.com/iozturk69 http://www.facebook.com/iozturk69 27 Eylül 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
28.09.2012
06:25

Aslına bakarsanız AK Parti bir kitle partisi. Bünyesinde çok farklı kimlikleri, grupları, görüşleri barındırıyor. Ama aynı zamanda da bir lider partisi artık. Şu anda partide Erdoğan'dan başka toplumda kayda değer bir 'politik karşılığı' olan kişi yok. Aslında kurulduğu yıllarda böyle değildi. Parti içinde Erdoğan'dan başka 'ikinci', 'üçüncü', hatta 'dördüncü adam'dan söz edilirdi. Refah Partisi çizgisinden koparken de Erbakan'ın 'tek adamlığı ve liderlik' anlayışına karşı 'kolektif bir liderlik' sergileneceği ifade edilmişti.

İhsan Dağı Erdoğan'sız AK Parti olur mu?

Hafta sonu AK Parti kongresi var. Ülkeyi yöneten partinin gelecek vizyonunu görmek için önemli bir fırsat. Başbakan Erdoğan son kez genel başkanlığa aday olacak. Dolayısıyla partinin gelecek vizyonunda parti başkanı olarak Erdoğan yok. Başbakan'ın 2014 seçimlerinde cumhurbaşkanı adayı olacağı konusunda kimse kuşku duymuyor. Karşısında henüz onu zorlayabilecek bir aday görünmüyor. Anayasa Mahkemesi'nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yeniden adaylığının önünü açması elbette 'yeni bir durum' yarattı. Ancak, daha önce de yazdım; bu iki ismin yarışacağı bir cumhurbaşkanlığı seçimi yaşanmayacak. Cumhurbaşkanı Gül böyle bir işe kalkışmaz, ama aday olmama kararının kendi dışında verilmesine de razı gelmez. Her durumda Anayasa Mahkemesi kararının geleceğin siyaset planlamasında cumhurbaşkanını dışlanamaz bir aktör haline getirdiği ortada. Ancak partinin geleceğini, gelecekteki yapısını ve söylemini belirleyecek olan Başbakan Erdoğan. Kongre bu anlamda bir 'veda' olmayacak. 2014'te cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda bile Erdoğan'ın parti üzerindeki belirleyici konumu değişmeyecek. 'Partili bir cumhurbaşkanı' göreceğiz seçilmesi halinde. Hükümet işlerine de parti işlerine de müdahale eden 'güçlü bir cumhurbaşkanı'. Dolayısıyla bu kongrenin 'Erdoğan sonrası AK Parti'nin inşa kongresi olduğunu iddia etmek doğru değil. AK Parti'de 'Erdoğan sonrası yok, hiç olmayacak'. Ne Erdoğan bırakacak partiyi ne de partililer Erdoğan'ı... Sıfırdan alıp yüzde elliye getirdiği bir partiyi kimse kaderiyle baş başa bırakmaz. Cumhurbaşkanı da olsa gölgesi değil varlığı, ağırlığı, tercihleri hissedilir partide. Aslına bakarsanız AK Parti bir kitle partisi. Bünyesinde çok farklı kimlikleri, grupları, görüşleri barındırıyor. Ama aynı zamanda da bir lider partisi artık. Şu anda partide Erdoğan'dan başka toplumda kayda değer bir 'politik karşılığı' olan kişi yok. Aslında kurulduğu yıllarda böyle değildi. Parti içinde Erdoğan'dan başka 'ikinci', 'üçüncü', hatta 'dördüncü adam'dan söz edilirdi. Refah Partisi çizgisinden koparken de Erbakan'ın 'tek adamlığı ve liderlik' anlayışına karşı 'kolektif bir liderlik' sergileneceği ifade edilmişti. Hem Türkiye'nin siyasal parti kültürü ve mevzuatı hem de zaman içinde Erdoğan'ın karizması ve yönetim anlayışı parti içindeki diğer figürleri siyaseten önemsizleştirdi, 'politik aktör' olmaktan çıkardı. Sonuçta AK Parti, içindeki bütün nitelikli isimlere rağmen bugün 'lider' demek. Dolayısıyla bu liderin olmayacağı bir senaryo parti için yıkıcı olabilir. Hem toplumsal desteğin devamı hem de parti içindeki farklılıkların bir arada tutulabilmesi açısından Erdoğan'sız bir AK Parti'yi düşünmek zor. Başbakan Erdoğan'ın cumhurbaşkanı bile olsa partiyi bırakmayacağını söylememin nedeni bu. Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasına sıcak bakmayan bazı AK Partililerin de temel kaygısı bu; Erdoğan olmazsa partiye ne olur? Kaygılar haksız değil. Eminim parti yönetimi de bunun farkında. 'AK Parti aklı' bunu nasıl çözecek, göreceğiz. Belki 'istikrar' adına Abdullah Gül'ün partiye dönüş yapması istenecek. Gül dışında partinin ve tabanın üzerinde anlaşabileceği bir başka isim zor. İsimler çıkar elbette, ama bunların partiyi bir arada tutabilme yeteneği tartışma götürür. Ancak bu senaryonun gerçekleşmesi iki engelin aşılmasına bağlı. Birincisi Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığının ardından 'partizan' bir pozisyonda olmasını gerektiren, günlük ve sert polemiklere girmesini kaçınılmaz kılan bir parti başkanlığı görevini kabul etmesi. Türkiye tarihinde aslında olmadık bir dönüş değil bu. İsmet İnönü bunu yaptı. Turgut Özal'ın da cumhurbaşkanıyken parti kurma hazırlığında olduğunu biliyoruz. Diğer mesele cumhurbaşkanı seçilen bir Erdoğan'ın partinin başında ve başbakanlıkta nasıl bir 'figür' görmek isteyeceği. Aslında bütün bunlar bize 'yeni' bir şeyler anlatıyor. Türkiye siyaseti uzun süren bir aradan sonra yeniden 'öngörülemez' özellikler göstermeye başlıyor. Türkiye'yi yüzde elli oyla yöneten siyasi partinin 2015 seçimlerine kimin liderliği altında gideceğini bilmiyoruz. i.dagi@zaman.com.tr http://twitter.com/ihsandagi 28 Eylül 2012, Cuma

Reşat Nuri Erol
28.09.2012
06:36

Yiğit BULUT Bu kongre ‘BAŞKAN’ çıkarmalı yigitbulut@stargazete.com

Bazı yorumlarda şu cümleye çok sık rastlıyorum; Pazar günü yapılacak kongre Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı yolunda siyasi son adımı olacak... Sevgili dostlar, bu yoruma katılmadığım gibi bir noktanın da altını net olarak çizmek istiyorum; Erdoğan gibi, son 100 yılda ikinci kez gördüğümüz güçlü liderlik özelliği olan bir ismin “Cumhurbaşkanı” olması ülke adına yeterli değil. Erdoğan, bu toprakların ve tarihin verdiği görevin hakkını verecek şekilde “BAŞKAN” olmalı! “Bu toprakların hakkını vermek” detayı çok önemli. Fatih, Roma’nın duvarlarını vura vura yıktığında Roma 1100 yıl burada Dünya düzenine hükmetmişti. Osmanlı 700 seneye yakın Dünya Denklemini buradan şekillendirdi... Geriye doğru gidersek, Osmanlı’dan önce de bu bölgeye hakim olan bu topraklar “merkez” olmak üzere “periferisini” yönetti ve Dünya Düzeni ile Denklemine “sözünü” geçirdi. Kısacası; burada her zaman BAŞKAN vardı! Bu topraklar üzerinde yaşayanlar yani “bizlerin” ataları güçlü liderlerin peşinde hayatlarını verdiler ve tarihe geçen büyük başarılar elde edildi. Ne zaman liderler güçlerini kaybetmeye başladılar, bu topraklarda her zaman “yerleşik düzen” ortaya çıktı, güçlendi ve halkın aleyhine gelişmeye başladı... Sevgili dostlar, kongreye giderken ve özellikle TÜSİAD başta olmak üzere “yerleşik düzen ve unsurlarının” Erdoğan “başkan olmamalı” savaşını başlatmalarını izlerken, bir vatandaş olarak bu süreç Cumhurbaşkanlığı ile bitecek diye ciddi şekilde kaygılanıyorum. Yerleşik Düzen’in isteği olan “var olan yapı devam etsin” söylemine karşı “gerçeği gören” her vatandaşın sahip çıkması gereken “Başkan olmalı” tezini açmak ve detaylandırmak istiyorum. İşte daha önce de bazılarını paylaştığım gerekçelerim; 1- Faiz bataklığı kurutuldu. Üç ayda yüzde 50 net faiz verdiğimiz günlerden bugünlere gelmek baslı başına bir inceleme konusu. Bu sadece ekonomik bir başarı değil, “finansal Ergenekon’un yok edilme yolunda” olduğunun göstergesi 2- Bu topraklarda “devlet var” algılaması yeniden tesis edildi ve Türk vatandaşları devletin istediği anda “herkesten, her kurumdan, her şirketten, her zümreden” güçlü olabildiğini örnekleriyle yaşayarak gördü. 3- “Dokunulamaz” denen herkese, her kendini “adam” sanana dokunuldu ve herkes şunu gördü; EN GÜÇLÜ İRADE DEVLET! 4- Türkiye’de belli bir dönem “hâkim olan medya grubu”, devlet bizim kontrolümüzde algılaması yaratmış ve manipüle ettiği koalisyon hükümetleri ile sapla-samanı birbirine karıştırmıştı. Özellikle 2007 sonrası Türkiye, IMF boyunduruğundan kurtulunca her şey yerine oturdu! Medya işini yapmaya, hükümetler kendi alanlarında yoluna devam etmeye başladı. 5- TÜSİAD’ın oyuncağı olan Devlet modeli çöktü, yerine herkese “yerini bildiren” güçlü yapı geldi. 6- Yerli savunma endüstrisi ayağa kaldırıldı ve “yangın söndürme planı” dahi dışa bağımlı olan silahlı güçlerimizin ihtiyaçları, yerli üretimle karşılanmaya başladı. 2007’ye kadar “bizim görünen F-16’larımızın uçuş kartları” dahi İsrail kontrolündeydi. Türkiye kendi silahını ürettiği gibi dünya pazarına en çok ihracat yapan 8. üretici oldu! 7- İsrail ve yurtiçi uzantılarına “one minute” dendi! Türkiye, Ortadoğu ve Orta Asya’da liderliğini ilan ederken, yeni dünya düzeni eşliğinde “emperyal-genleşen Türkiye” modeli hayata geçirildi. Bugün ağır saldırı altında olmamız bu modelin “kurulamadığı” anlamına gelmez! Bir kurt peşinde 100 köpek dolanmadıkça KURT olamaz! 8- Türk sermaye ve finans piyasalarında oynanan oyunlara “dur” denirken, yerleşik düzenin çarkları kırıldı. 2007 öncesi özellikle 2001-2003 arasında Türkiye’de hükümetler finansal manipülasyonlar ile düşürülebilir durumdayken, bu yapı tamamen ortadan kaldırıldı. İçeride “yerleşik düzen”in kullandığı mafya, terör örgütü, hücre yapılanması gibi unsurlara emniyet ve asker tarafından büyük darbe vuruldu. Bu darbenin vurulmasının arkasında yatan tek gerçek Başbakan Erdoğan’ın dimdik sonuna kadar arkalarında durmasıydı. 9- Türkiye’nin petrol şirketlerinin tekelinde olan karayolları politikası, tamamen değiştirildi ve duble yollarla adeta bir mucize yaratılırken, demiryollarında Cumhuriyet’imizin ilk yıllarındaki ivme yakalandı. “Yabancı petrol şirketleri 50 sene Türkiye’ye demiryolu yaptırmadılar” gerçeği kırıldı ve yeni bir GERÇEK tesis edildi. 10- 2007 sonrasında “Rumların önünde eğilmezsen, bu iş olmaz” diyen Avrupa Birliği’ne yol verildi ve istedikleri hiçbir taviz verilmezken, adeta “varmış gibi yapılarak” ipe un serildi. Çok doğru bir adımdı. Menderes asıldıktan sonra ilk defa bir Başbakan Menderes’in asılmasıyla elinden düşen bayrağı aldı ve “Şangay” diyebildi! 11- EN ÖNEMLİSİ KANIMIZI EMEN “YERLEŞİK DÜZEN” yıkılma yoluna girdi ve 1923’ten bugüne en ağır darbeyi aldı! Sevgili dostlar, Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin “içerideki-dışarıdaki yerleşiklerinden, sülüklerinden, pisliklerinden” tam arınması” adına BAŞKAN olmalı... Bu kongre Cumhurbaşkanlığı gibi “sembolik bir makamın” değil Türkiye’nin önünü açan BAŞKAN’ın yolunu açmalı...

Reşat Nuri Erol
28.09.2012
06:40

Cemil ERTEM AK Parti Kongresi’nin yeni dinamikleri certem@stargazete.com

Dün Merkez Bankası’nın düzenlediği G20 Finansal Sistemik Risk Konferansı’nda konuşan Babacan, yalnız bugünü değil, gelecek nesilleri de düşünmek gerektiğinin örneklerle altını çizdi. Gelecek nesilleri düşünmek ve ekonomi politikasını uzun vadeli bir stratejiye bağlı olarak inşa etmek gerektiğine katılıyorum. Batı ve Uzak Doğu (özellikle Çin) asırlık planlar yaparlar. Bu ayrıca bir kültürün ve tarihsel birikiminin sonucudur. Bence henüz burada değiliz. Bakın, bugün beklenen -daha doğrusu Başbakan’ın açıklamasıyla kesinleşen- doğalgaz ve elektrik zamlarını da eklersek, vergi artışları kaynaklı zam silsilesi odaklı bir tartışma var. Ve bu tartışma hepimizin refahını, geleceğini ilgilendiren bir tartışma. Yani bu, biraz ‘kırk katır mı, kırk satır mı’ tartışması gibi. Vergi artışları gelecekte daha kötü olmamamız ve ‘istikrar’ için alınan bir önlem ve uzun vadeli düşünmenin bir sonucu diyen yaklaşım bir tarafta; hayır, büyümeden taviz vermeyelim, talebi zamlarla kısmanın gereği yok, durgunluk enflasyondan daha büyük sorun diyen yaklaşım bir tarafta... Şunu bir kere itiraf edelim; Türkiye, 2001 krizi sonrası, Derviş ve ekibi tarafından temelleri atılan ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nı tümüyle aşan bütünlüklü yeni bir kalkınma programı ve paradigması ortaya koyamamıştır. ( Neden, acaba, uzun vadeli düşünmediğimiz için olabilir mi?) Tabii ki, Babacan’ın dünkü konuşmasında belirttiği gibi, çok önemli reformlar yapılmıştır; başta finans, eğitim, sağlık alanlarında... Sanayileşmede yeni bir Anadolu dinamiği ve ihracat atağı ve bunun satır başları hem Sanayi Bakanlığı’nın hem de Ekonomi Bakanlığı’nın katkılarıyla ortaya çıkmıştır. Ancak tüm bunlar, para ve maliye politikalarıyla örtüşen, yeni bir vergi sistemini de kapsayan, uzun vadeli yeni bir büyüme stratejisiyle taçlandırılmamıştır. Merkez Bankası, fiili olarak çok önemli adımlar atmakta ve yine fiili olarak (de facto) kendine yeni bir yol çizmeye çalışmaktadır. Ancak TCMB’nin önündeki, resmi yol (de jure) finansal istikrarı, enflasyon hedeflemesi ile sağlamaya dönük, arkaik, hiçbir bilimsel yanı kalmamış, uyduruk yoldur. Banka, tam burada sıkışmaktadır. Türkiye’nin siyaseti de böyle değil mi? AK Parti, büyük kongresini yapacak, çok önemli işler yapıldı, ancak hâlâ 12 Eylül darbe Anayasası’nın cenderesindeyiz. Ekonomide, iflas etmiş neoliberal uydurmaların cenderesinde olduğumuz gibi... Babacan ve Şimşek, kendi kurguları açısından haklıdırlar. Onların kafasında bir model var ve bu modelin aksadığı yerleri dolduruyorlar. Bir matris bu. Türkiye, yeni bir siyasi ve ekonomik modele geçmedikçe, siz Babacan ve Şimşek’e hiçbir şey diyemezsiniz, onlar önündeki modele göre davranıyorlar ve bununla ilgili de gruplarına ve Meclis’e hesap veriyorlar. Bu teknik bir konu... Ancak, bu model geride kalmıştır. Tıpkı, Türkiye’nin askeri vesayetten izler taşıyan siyasi yapısı gibi. Son Statüko dengesi bitti! Bugün Anadolu’nun bütün kentleri, küresel rekabete uygun üretim yapacak, dünya fiyatlarına uyum sağlayacak girişimci yeni bir sermayeyle tanışıyor. Bu sermayenin ortaya çıkardığı yeni orta sınıf ve başta sağlık, ulaşım ve askeri vesayeti geriletme adımları AK Parti’yi üç dönem iktidara getirmiştir. Hem bu sermaye hem onun Anadolu’da ortaya çıkardığı yeni orta sınıf bu dönemin temel taşıyıcı dinamikleridir. Bu yapı ve sınıfsal katmanlar, hem eğitim-teknolojiye ulaşma hem de Osmanlı’dan bu yana gelen dayanışma ve bir arada yaşama kültürünü yeniden ayağa kaldıran dinamiklere sahiptir. Ancak bu dinamik, AK Parti’nin, iktidara geldiği yıllarda, şimdiki gibi belirleyici değildi. Böyle olunca, bir krizden çıkış stratejisi olarak gündeme gelen, ağırlıklı olarak TÜSİAD’da örgütlenmiş geleneksel sermayenin de yeniden toparlanmasını sağladığı için, AK Parti, ilk iki dönem, hem eski sermaye ve onun bürokrasisini gözetmiş hem de onu iktidara taşıyan ve politikalarına destek veren yeni dinamiklere, ağırlıklı olarak dayanmıştır. Bu da bir denge oluşturmuştur. Çünkü hem TÜSİAD çevresi hem de yeni ihracatçı sermaye dinamikleri, krize bulaşmadan geminin yüzdürülmesi konusunda uzlaşmak zorundaydı. Bu uzlaşı da, Babacan-Şimşek’te somutlanan geleneksel politikalarla devam ettirilmiştir. Ancak bu denge artık bitti. Örneğin Balyoz gibi dava sonuçları geleneksel sermayenin askeri bürokrasi ayağının tasfiyesinin sonucudur. Dikkat edin, AK Parti’ye yeni gelenler, bu uzlaşının bittiğini gösteren, Anadolu’daki dışa açık, demokrasi yanlısı dinamikleri temsil eden isimlerdir. Numan Kurtulmuş ve ekibi, Osman Can ve Süleyman Soylu tam böyledir. Bu dinamik, Kürt sorununun çözümünde ve yeni Anayasa’da benim umudumu, her şeye rağmen, yukarıda tutuyor.





Sayı: 171 | Tarih: 23.09.2012
Emre Kongar
İslamcılık Geriliyor, Yerini Muhafazakârlık mı Al
İslam
1764 Okunma
20 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
Zirve
Yağlanmak
1144 Okunma
Lütfi Hocaoğlu
Yusuf Kaplan
Hegemonyanın dayanağı:Terörize etmek
Suçsuzlar niye güçsüz?
1143 Okunma
Ali Bülent Dilek
Mehmet Şevket Eygi
Feminist Reformcular
Cemaatte Eşitlik
1140 Okunma
1 Yorum
Emine Hocaoğlu
Mehmet Barlas
Televizyonu en iyi kim kullanıyor?
Medyamız
1131 Okunma
Tayibet Erzen