Reşat Nuri Erol
09.09.2012
08:45
| Ergün Yıldırım
ergun.yildirim@yenisafak.com.tr 09 Eylül 2012 Pazar
AK Parti, yeni AK Parti olacak mı?
Ak Parti, Türkiye'nin oldukça büyük bir dönüşüm ve kutuplaşma içinden geçtiği bir dönemde tek büyük siyasi irade olarak gözüküyor. On yıl önce iktidara geldiği zaman, 28 Şubat'ın yolsuzlukları, politik baskıları ve inanca yönelen dışlamaları nedeniyle halk kitlelerinin bilincinde 'kurtarıcı' olarak karşılanmıştı.
Ak Parti, iki iktidar döneminde iki siyasal vizyon gerçekleştirdi. Birincisinde kalkınma, ikincisinde adalet. Nitekim TOKİ, sağlık reformu, duble yollar, ihracatın artışı gibi faaliyetlerle bunlar somutlaştı. İkinci iktidar döneminde adalet boyutu öne çıktı. Demokratik Açılım, Ergenekon soruşturması, ordu-siyaset ilişkilerinin demokratikleştirilmesi, yeni anayasa yapma arayışları. Kalkınma ve adalet iktidarlarında Türkiye zenginleşti ve özgürleşti.
Bu başarıların politik temelinde 'Demokratlar Koalisyonu' diyebileceğimiz ittifakın etkisi büyüktü. Bu siyasal ve entelektüel ittifak, Türkiye'nin büyük dönüşümünün entelektüel, moral ve uluslar arası motivasyonlarını oluşturmaktaydı. Sosyal demokratlar, liberaller, aleviler, yetmez ama evetçiler, genç siviller vs. 'Demokratlar Koalisyonu'nu meydana getiriyorlardı. Türkiye'nin özgürleşmesini, hukuk devleti olmasını, faali meçhullerin kalkmasını, askerlerin siyasetten çekilmesini, insanların onurlu bir biçimde yaşamasını vs. isteyen bütün düşünen insanlar ve topluluklar umudunu temsil eden entelektüel öncülerdi bu ittifaktakiler.
Bugün 'Demokratik Koalisyon'un çözülmeye başladığını görüyoruz. Ak Parti de iki dönemlik kalkınma ve adalet atılımlarından sonra üçüncü iktidar döneminde bir durulma ile karşı karşıya kaldı. Uludere de katledilen 34 insanın adalete kavuşamaması, işkenceci bir polis şefinin üst yönetici yapmadaki ısrarı, gibi olgular durulma döneminin örnekleri. Üçüncü dönemi neden durulma olarak tanımlıyoruz? Ak Parti, Türköne'nin söylediği gibi AK Parti Devleti mi oldu? Türkiye'nin dönüşümünü talep eden kesimler ve entelektüeller bu taleplerinden mi vazgeçtiler? Yoksa Ak Parti, yeni Türkiye muhayyilesine olan inancını geride mi bıraktı?
Ak Parti'nin beşinci olağanüstü kongresine hazırlandığı bir dönemde bu konular üzerinde durulması ve hem kendini hem Türkiye'yi hem de bölgeyi düşünerek yeniden yola koyulması gerekiyor. Çünkü Ak Parti sadece Ak Parti sorumluluğunu taşıma hakkına sahip değil. Türkiye'yi ve bütün bölgesel varlığı düşünerek 'durulma dönemini' aşmak zorundadır. Kürt sorununu, demokratikleşmeyi, devlet içi çetelerle mücadeleyi, üretilen zenginliğin daha adil bölüşümünü vs. düşünerek yenilenen yeni bir Ak Parti olarak bu kongreye hazırlanmalıdır.
Yeniden demokratik koalisyonun tahkim edilmesi gerekir. Liberalleri, demokratları ve cemaati tekrar Türkiye'nin büyük kalkınma ve adalet dönüşümü etrafında ortak bir heyecan ve inanç etrafında mobilize etmenin yolları bulunmalıdır. Parti içi demokrasinin yolları açılarak 'parti oligarşisi' oluşumuna yol verilmemelidir. 2007 seçim döneminde yapıldığı gibi yeni aktörlere, yeni fikirlere ve yeni arayışlara açılarak siyasetin yenilenmesine imkan tanınmalıdır. Anti-Ak Parti cephesinin çoğalması sadece Ak Parti'nin değil, Türkiye'nin de hayrına değil.
Madem ki yeni Türkiye'yi inşa rolüne bürünen bir irade bulunmakta, bu irade bunu besleyen, destekleyen ve pekiştiren bütün söylemler ve aktörlere açık olmalıdır. Öte yandan artık eski Türkiye'nin arkaik ilişkilerinden beslenerek yetişen aktörlerden arınmalıdır.
Bütün hakkaniyet beklentileri içinde olan Alevilere, Kürtlere, dindarlara, Ortadoğu halklarına, Balkan topluluklarına vs. seslenen bir liderlik ortaya konmalıdır. Dersimde katledilenlere sahip çıkan, demokratik açılımı gerçekleştirmek için cesur adımlar atan, balkon konuşmalarıyla tarihsel hinterlandımızın bütün mazlumlarına seslenen bir liderlik yaklaşımı yeniden sergilenmelidir.
Ak Parti'nin iktidara geldiği dönemdeki konjonktür oldukça farklılaşmıştır. Halkın beklentileri yükseldiği gibi, iç politik sorunlar da daha fazla derinleşmektedir. Türkiye, Ortadoğu sorununa daha fazla bulaşır hale gelmektedir. Bu nedenle derinleşen, yaygınlaşan ve bölgeselleşen sorunlarımızı aşmak için büyük dönüşüm için gerekli büyük koalisyona bugün çok daha fazla muhtacız.
İnşallah yeni kongrenin çalışmaları, büyük dönüşüm etrafında toparlanan büyük siyasal uzlaşma iradesinin ihyasına hizmet eder.
|
Reşat Nuri Erol
09.09.2012
09:15
|
Mümtaz'er Türköne
Merkez Sağ'ın son noktası
Süleyman Soylu'nun AK Parti'ye geçmesi, çok önemli bir gelişme. Demokrasi tarihimiz adına geçiştirilemeyecek kadar önemli.
Bir kere sembolik değeri mutlaka kayda geçmeli. Soylu, Demokrat Parti-Adalet Partisi-DYP ve tekrar DP çizgisinin son temsilcisi idi. Bu gelenekten umutların henüz sönmediği son çağlarında DP'nin genel başkanlığını yaptı. AK Parti'ye geçişi, bu geleneğe artık son noktanın konulması anlamına geliyor. Merkez Sağ, bir siyasî gelenek olarak ve bütün tarihî mevcudiyeti ile artık sona ermiş oldu. Bundan sonra, yelpazenin sağ kanadını ifade etmek için kimse "merkez sağ" tabirini kullanmayacak. Muhafazakârlık ismi, AK Parti iktidarını temsil ettiği ölçüde, "merkez sağ"ın yerine geçmiş durumda. Süleyman Soylu'nun şahsında merkez sağ, muhafazakârlığın içinde başka bir kalıba döküldü.
Süleyman Soylu'nun Yeni Şafak'ta Burcu Bulut'a verdiği röportaj, bu son noktayı çarpıcı biçimde özetliyor. Merkez sağ, ömrünü tamamladı. Soylu, son noktayı koyarken siyasî yelpazenin geçmişi hakkında esaslı bir muhasebe yapıyor ve geleceği hakkında dikkate değer pencereler açıyor.
Süleyman Soylu portresini hatırlatalım. Merkez Sağ siyasetin son parlak temsilcisiydi. Çekirdekten yetişme, hızlı ve atak bir sağ politikacı. İlçe teşkilatından parti genel başkanlığına uzanan yolu oldukça genç yaşlarda almıştı. Merkez sağ geleneğin içinde herkes kendine bir yer edinebilirdi. Mason locasının üstadı ile tarikat şeyhi veya cemaat önderi aynı amblemin altında buluşabilirdi. Adalet Partisi ile DYP'nin yolsuzluk skandallarını hatırlayanlar, merkez sağ çizginin devletin ekonomik iktidarı ile menfaat grupları arasında bir köprü vazifesi gördüğünü bilirler. Süleyman Soylu, sapla samanın birbirine karıştığı bu gelenek içinde lekesiz ve kırıksız bir siyasî kariyer yaptı. Daha çok zor zamanlarda demokrat değerleri savunurken ve askerî vesayet düzenine karşı çıkarken gördük onu. Yassıada ile Silivri arasında benzerlik kuran Hüsamettin Cindoruk kampına karşı, 12 Eylül 2010 referandumunda durumdan vazife çıkartıp tek kişilik bir parti gibi Anadolu'yu dolaştı, kampanya yürüttü.
Merkez Sağ siyasete son noktayı bu geleneğin son temsilcisi sıfatıyla Süleyman Soylu kendisi koyuyor. "1950-60 arası milletin gücünü görenler "artık bu gücü millete vermeyelim, kontrol bizde olsun" dediler... Ona musallat oldular ve kendi adamlarını yerleştirdiler." Bu sözler bugün Süleyman Demirel figürünün zihnimizdeki sevimsizliğini açıklıyor. "Merkez sağ" kavramı tam da Soylu'nun ifade ettiği bu "musallat olma" durumunun kurumlaşması ve Türkiye'nin son 50 senesine damgasını vurmasını anlatıyor. 1960 darbesinden sonra kurulan vesayet düzeni, Demokrat Parti'nin mirasına sahip çıkarak iktidarı devralan Adalet Partisi ve tabii onun birdenbire ortaya çıkıp liderlik koltuğuna oturan genel başkanı ile bir uzlaşmaya vardı. Sandıktan çıkan hükümetler sadece ekonomiyi yönetecekler, halkı demokrasi yalanına inandıracaklar ve devleti devletin aslî sahiplerine emanet edeceklerdi. Merkez Sağ siyasî çizgisinin neden bu kadar yoz ve iki yüzlü bir gelenek olduğunu bu fiili uzlaşma açıklamaktadır.
Soylu, 28 Şubat döneminde merkez sağı yerlerde süründüren tabloyu hatırlatıyor. 60 darbesini yapanlarla 12 Mart muhtırasını verenlerin Merkez Sağ politikacılarla kol kola girmelerinin nasıl bir kırılma noktası oluşturduğunu aktarıyor. Bahsettiği kırılmanın sembolü, Merkez Sağ'ın 40 yıllık lideri Demirel'in, 28 Şubat darbesinin bir numaralı ismi olmasıydı. Böylece, 27 Mayıs'tan sonraki gizli-kapaklı uzlaşma açık edilmiş, maskeler düşmüş oldu. Merkez Sağ'ın enkazı arasından muhafazakâr bir parti yükseldi.
Artık "Merkez Sağ" tabiri yerine yelpazenin sağ kanattaki yarısını "muhafazakâr" deyimi karşılıyor. Siyasetin yöneldiği istikameti öngörmek için bile çok önemli bir gösterge. Kendisini muhayyel ve oynak bir "merkez"e göre tanımlamaktan ve "sağ" gibi yine karşı kutba göre mevzi belirlemekten çok farklı değil mi?
Merkez Sağ siyaset dönemi sona erdi. Süleyman Soylu'nun AK Parti'ye katılması bu sona erişin sembolik olarak önemli bir işareti. Tarih bir ilerleme ise Türkiye'nin Adalet Partisi'nin, Doğru Yol Partisi'nin siyaset yaptığı devirlere dönme ihtimali var mı?
m.turkone@zaman.com.tr
http://twitter.com/Mumtazer
09 Eylül 2012, Pazar
|
Reşat Nuri Erol
09.09.2012
10:07
|
09 Eylül 2012 Pazar
Yusuf Ziya CÖMERT
İslam, nasıl çözecek Kürt sorununu?
yzcomert@stargazete.com
Kürt sorunu, İslam’la çözülebilir mi?
‘Zamansız’ desem, eksik anlaşılır. ‘Anakronik’ desem, kimisi anlar, kimisi anlamaz. Zaten kelime yeteri kadar ‘ecnebi’.
Hani derler ya, ‘biz yanlış zamanda dünyaya gelmişiz’ diye.
Bu soru da, şu günde, şu saatte, yanlış zamanda sorulmuş gibi görünüyor.
Deneyin isterseniz, bakın insanlar nasıl surat asıyor, böyle bir soru karşısında.
Eskiden sorulurdu.
Cevabı da verilirdi.
‘İslam’la çözülür’, ya da ‘çözülmez’ demek yerine, ‘konuyu bu şekilde ele almak doğru değil’ demeyi tercih ederdi bir çok Türk ve ‘Kürt arkadaş’ımız.
Doğrusu, bana da, kolaycılık gibi gelirdi, ayet ve hadislerle insanların elini kolunu bağlayıp, sorunu ‘çoban matı’ yapar gibi iki üç hamlede çözüp ense yapmak!
(‘Kürt arkadaş’ terkibini, daha önce çok esaslı bir şekilde, bir makalenin tamamını tahsis ederek anlattığım için tırnak içine aldım. Merak edenler o yazıya müracaat edilebilir.)
‘Kürt sorunu İslam’la çözülebilir mi acaba?’
Gerçekten, ben de cümleyi yazıp karşıdan baktığımda, zamansız ve yersiz buluyorum bu soruyu.
Düpedüz anakronik!
Ama inadına soruyorum.
Soru çok kolay aslında. ‘Tak’ diye, tek kelimeyle verirsin cevabını. ‘Çözülür.’
Biz öyle yetiştik. Benim taşıdığım ilk pankart, 1976’daki Fetih Mitingi’nde, ‘Tek Yol İslam’ pankartıydı. Çözülüyordu her şey İslam’la.
Yine çözülür.
Çözülür idi.
Türkler ve Kürtler, hayatlarının içine, -sorunlarını çözecek kadar içine- İslam’ın dahil olmasına izin verselerdi.
Hani bir slogan daha atardık. Heceleye heceleye bağırırdık.
‘Müs-lü-man-lar Kar-deş-tir!’
Bu sloganları ata ata sesimiz kısılırdı. Mitinglerden sonra üç-dört gün boğazına leblebi kaçmış tavuk gibi konuşurduk.
Ayettir bu slogan. “Mü’minler kardeştir” diye başlar, “Kardeşlerinizin arasını ıslah edin, kardeşlerinizi barıştırın” diye devam eder.
Bu ayeti, Kürtler veya Türkler, doğru dürüst okusaydı, tabii ki çözerdi İslam, Kürt sorununu.
Ama Türkler ve Kürtler, doğru dürüst okuyor mu Kur’an-ı Kerim’i?
Size bir Kur’an okuma şekli söyleyeyim.
Hani rüşvetçiler, rüşveti verirken veya alırken, İslam’ı çıkamayacağı, olaya müdahale edemeyeceği bir yere, sağlam kilitlerle kilitlerler ya...
Haramiler, İslam’ı bir nevi karantina altına alıp, haram yeme işlemi tamamlandıktan sonra serbest bırakırlar ya.
Yedikten sonra yallaaah Harem-i Şerif’e giderler ya.
Ruhlarına ırkçılık virüsü musallat olmuş Türkler ve Kürtler de, böyle yapıyor, Kürt sorununu konuşurken.
Ve düşünürken.
İslam’ı kilitliyor, kelepçeliyor. Ağzını burnunu bantlıyor. Bir kelam ettirmiyor.
Bir sürü, ırkçı, faşist edebiyat ürettikten sonra, mevzu kapandıktan sonra, gökyüzüne bakarken, Allah’ı hatırlıyor.
O zaman, secdeye varıyor.
Kürt sorununa, Allahu Teala’yı hiç karıştırtmıyor.
Hadi bir de güncel örnek verelim.
Hakim ve savcı sınavlarına hile karıştırıldığı söyleniyor ya.
Eğer doğruysa, o hileyi karıştıranlar.
Yani, başkasının hak ettiği ekmeği, Allah’ın razı olmadığı bir şekilde, adamın önünden alıp, kemal-i afiyetle midelerine indirmeyi göze alanlar.
Onlar da, bir nevi ‘tecrit odası’na alıyorlar İslam’ı.
Böylece, yargıçlıktaki veya savcılıktaki ilk ‘tevkif’tecrübesini de idrak etmiş oluyorlar.
İlk olarak, İslam’ı tevkif etmiş oluyorlar.
İslam’ın ‘sakıncası’ ortadan kalktıktan sonra, Müslümanlığa devam.
Bu ‘anakronik’ tartışmanın sonucu şu:
Biz bu kafadayken, İslam, bizim sorunlarımızı çözmez.
Tabii ki Kürt sorununu da çözmez.
Bu cansıkıcı soru, isterim ki daima çevremizde dursun. Bize tepemizden baksın. Bizi rahatsız etsin.
***
Konunun ‘anakronik’ kısmını daha fazla uzatmamıza lüzum yok.
İlk fırsatta, güncel konulara geçelim.
Artık buradayım.
Star’da.
Evim kadar sıcak ve evim kadar doğru bir yerdeyim.
Allah mahcup etmesin.
|
Reşat Nuri Erol
09.09.2012
10:22
|
Millî Gazete yazarı Mevlüt Özcan
İnsanlık Gülmeye Hazırlanıyor Âdil Düzenle dünya sağlığına kavuşacaktır.
08 EYLÜL 2012
Her bin yıl insanlık için bir yaştır. Bin yılda bir insanlık âlemi evrimler yapar.
• 21'inci yüzyılın başındayız. Üçüncü milenyumun başında bulunuyoruz.
Bu vesile ile insanlık tarihini satır başları hâlinde hatırlayalım/hatırlatalım.
• M.Ö. 3000 yıllarında Nuh Medeniyeti
• M.Ö. 2000 yıllarında İbrahim Medeniyeti
• M.Ö. 1000 yıllarında İbrani Medeniyeti başlamıştır.
• Miladi yılların başında Hristiyanlık Medeniyeti doğmuştur.
• M.S. 1000 yıllarında Kur'an Medeniyeti doğmuştur.
Şimdi, çağımızda 21'inci yüzyılın başında (üçüncü milenyumun başında) yeni Kur'an medeniyeti doğmaktadır.
Hakka dayalı medeniyetler zamanla bozulmuş, bundan dolayı da "kuvvet uygarlıkları" doğmuştur. Mısır, Yunan ve Bizans uygarlıkları olarak biner yıl sürmüştür.
"Kuvvet uygarlıkları" 500 yıllık gecikmelerle "Hak medeniyetleri"ni takip etmişlerdir. Çağımızdaki "Batı kuvvet uygarlığı" yaşlandığı için artık çökmeye başlamıştır.
• Hak medeniyetler özellikle "hukuk" ve "yönetim"de inkılâp yaparlar.
• Kuvvet uygarlıkları ise genellikle "teknik" ve "ekonomi"de evrimler yaparlar. 500 yıl içinde Avrupa uygarlığı "sanayi devrimi"ni yapmıştır. Bundan sonra oluşacak Hakka dayalı medeniyete malzeme hazırlamışlardır. Böylece "Üçüncü bin yılın hak ve adalet medeniyeti"ni kuracaktır; zaten kurmaya başlamıştır da.
Günümüzdeki sosyal tufanlar Sünnetullah gereği olmaktadır. Yeni medeniyet hareketini ateşleyen etkenleri şöyle özetleyebiliriz:
• Çevre kirliliği birinci afettir. Böylece:
a) Hava kirlenmekte.
b) Su kirlenmekte.
c) Toprak kirlenmekte.
d) Canlılar kirlenmektedir.
• İkinci olarak, insanlık silahlanmaktadır.
a) Kimyasal silahlar.
b) Biyolojik silahlar.
c) Tahribat silahları.
d) Atom bombası.
• Üçüncü afet:
a) Doğum kontrolü.
b) Tedavi tebabeti.
c) Sosyal güvenlik kurumu.
d) İmha savaşları.
•Dördüncü olarak anarşi afetleri:
a) Rüşvet mafyası.
b) Senet mafyası.
c) İş mafyası.
d- Silahlı mafya.
Bunlar insanlığı saran kanser hâlindedir.
Âdil düzenle dünya sağlığına kavuşacaktır.
Komünizm çöktü, kapitalizm çöküyor. Hak düzen yeniden doğuyor. Yakında dünyanın yüzü gülecek, inşallah...
|
Reşat Nuri Erol
09.09.2012
17:03
| Türkiye’nin çok büyük sosyal ve siyasi sorunları var.
GAZETECİLER.COM - "Korkarım Erdoğan artık bütün hayatı ve bütün dünyayı sadece "dostlar" ve "düşmanlar" olarak değerlendiriyor." diyen Taraf genel yayın yönetmeni Ahmet Altan çok çarpıcı bir Türkiye ve Erdoğan analizi kaleme aldı.
Altan yazısını "Dostları", yakınları, sevenleri bence Başbakan'ı uyarmalı, bu gerginlik bütün toplumu, "Erdoğan mı, Türkiye mi" sorusuna doğru götürüyor. Böyle giderse, "Erdoğan mı Türkiye mi" ikileminde birisinin kazancı öbürünün kaybı olacak. diye bitirdi.
İşte o çarpıcı yazıdan bölümler:
Bir şekilde Başbakan Erdoğan’ı anlayabildiğimi sanıyorum.
Onun “hizmet” konusunda çok büyük bir yeteneği var, gerçekten de harika işler yapıyor, yollar, köprüler, hastaneler inşa ediyor, metrolar, tüneller açıyor ve bu konularda müthiş bir güven ve sevinçle konuşuyor.
İstiyor ki yaptığı işler takdir edilsin, alkışlansın.
Eğer Erdoğan sadece ekonomiden ve hizmetten sorumlu olsaydı onu takdir etmemek, hakkını vermemek gerçekten nankörlük olurdu.
Sıkışıklık siyasi konularda çıkıyor.
Türkiye’nin çok büyük sosyal ve siyasi sorunları var.
Çözülmesi de çok kolay değil, çözebilmek için bambaşka yetenekler, birikimler, kadrolar gerektiriyor.
Başbakan ve hükümeti o konuları çözemiyor.
Ve Erdoğan, anladığım kadarıyla, hizmetteki büyük başarısının hatırına siyasetteki başarısızlıkların görülmemesini istiyor.
Sanırım insani bir zaafla hep başarılarını görüyor, bunların yeterince önemsenmediğini düşünüyor ve başarılarının önemsenmemesi, onu “başarısızlıklarıyla” ilgili eleştirileri de “düşmanlık” olarak değerlendirmesine yol açıyor.
Son zamanlarda çok yoğunlaşan felaketler, onlara bağlı eleştiriler Erdoğan’ın “düşman” algısını da fazlasıyla güçlendiriyor.
Korkarım artık bütün hayatı ve bütün dünyayı sadece “dostlar” ve “düşmanlar” olarak değerlendiriyor.
Bu, çok keskin, savaşa giden askerlere mahsus bir ayırım.
Böyle bir “savaş” psikolojisine girdiğinizde artık dostlardan sadece “destek ve övgü” bekliyorsunuz, her türlü eleştiri de “düşmanlık” sınıfına giriyor.
Ve, bir asker gibi “düşmanlarını” yok etmek istiyor.
Geçen hafta CNN ’den Amanpour’a verdiği röportajda “Ben eleştirilere bir şey demiyorum, hakarete tahammül edemiyorum” demişti.
Ama “Yazıklar olsun size, böyle insanlara yazı yazdırıyorsunuz” diye bağırarak işten atılmasını istediği Cüneyt Özdemir sadece “Dışişleri Bakanı niye Myanmar’a gitti” diye sormuştu.
Bu kadardı sorusu.
Bu kadarcık bir soru bile Erdoğan’ın zihninde “bir hakaret”, büyük bir “düşmanlık” gibi çınlamıştı.
Özdemir’in hemen işine son verilmesini istemişti.
Bu “düşman” algısının her gün biraz daha kuvvetlendiğini görüyoruz.
Dün bir konuşma yaptı Başbakan.
Köprülerin bakımıyla ilgili eleştirilere değindi ve aynen şöyle dedi:
“Köprülerin tamir bakımıyla alakalı bir adım atıldı. Yazılı ve görsel medyanın kopardığı kıyameti biliyorsunuz. Toplumu moralize etmeleri gerekirken karşıt güçlerle beraber demoralize etmenin gayreti içerisine giriyor. Bu köprüler tamir bakım olmayacak mı? Allah göstermesin bu bakımlar yapılmadı diye bir felaketle yarın karşı karşıya kalacak olursak, o zaman ne diyeceksiniz? O zaman da teneke takıp çalacaksınız.”
Burada en dikkat çekici söz, “karşıt güçler” sözü.
Düşünün ki “köprü bakımıyla ilgili eleştirilerden” bahsediyoruz, aylarca trafik kilitlenmiş, gerekli önlemler alınmamış, dünyanın her yanında eleştirilir bu.
Başbakan, köprü eleştirilerini bile “karşıt güçlerle beraber demoralize etme gayreti içerisine giriyorlar” diye değerlendiriyor.
Sıradan bir köprü eleştirisinde bile karşımıza çıkan “karşıt güçler” kim peki?
PKK mı?
Suriye mi?
İsrail mi?
Başbakan Erdoğan’ın kafasındaki “karşıt güç” kim?
Köprü eleştirisi yapanların kiminle birlikte davrandığını düşünüyor?
Tabii, köprü eleştirisinde bile “karşıt güç” kavramıyla düşünen bir başbakan Kürt meselesindeki, Suriye politikasındaki eleştirileri Allah bilir nasıl değerlendiriyor.
Bu, kabul edin ki tehlikeli bir durum.
Türkiye gibi henüz devletleşememiş bir ülkede Başbakan “dostlarını” ödüllere boğup, düşmanlarını yok etmek için harekete geçtiğinde çok ciddi durumlarla karşılaşmak kaçınılmaz.
En küçük bir eleştiriye bile tahammül kalmadığında “sansür” de yoğunlaşır, eleştiri eksikliği ise denetimin ve hataların çoğalması anlamına gelir.
Hatalar da çoğalıyor zaten.
Siyaset tam anlamıyla kilitlendi.
Ülke bir savaş ve ümitsizlik ortamına sokuldu.
Erdoğan, her eleştiriyi “düşmanlık” gibi gördüğü için muhalefeti de “düşman” gibi görüyor, medyayı tümüyle baskı altına almak istiyor.
Kendisi gibi düşünmeyen, kendisine benzemeyen, farklı görüşleri ve inançları olan herkes artık“düşman” Erdoğan için.
Bu, çatışmayı ve gerginliği gün be gün arttırıyor.
Sadece Erdoğan’ın muhalifleri değil, taraftarları da huzursuz, bu kadar düşmanlık herkesin hayatını zorlaştırıyor.
Erdoğan bu psikolojiden kurtulabilir mi?
Doğrusu ya konuşmaları ümit vermiyor.
“Dostları”, yakınları, sevenleri bence Başbakan’ı uyarmalı, bu gerginlik bütün toplumu, “Erdoğan mı, Türkiye mi” sorusuna doğru götürüyor.
Böyle giderse, “Erdoğan mı Türkiye mi” ikileminde birisinin kazancı öbürünün kaybı olacak.
|
Reşat Nuri Erol
10.09.2012
10:50
| Ve Türk olmak…
Çetin AGAŞE
Rotahaber
Sıra kimdeydi? Tıpkı Irak’a uygulanan taktik Suriye’ye uygulanmış, Saddam’a uygulanan muamele bu kez Esad’a yapılmıştı. Yani İran’a girmek için Suriye yem olarak kullanılmıştı. Geçmiş yazılarımda da altını kalın kalın çizdiğim ana hedef Müslüman Türk gerçeğini yok etmeye hızla ulaşmaktı… 09.09.2012 23:09
Hulagu Han.
Cengiz Han’ın komutanlarındandır. En büyük hedefi Bağdat’ı işgal etmekti. Koymuştu kafasına bir kere, ölecekse de Bağdat’ı aldıktan sonra ölmeliydi, buydu en büyük dileği…
Çok geçmeden kuşattı Bağdat’ı. Aylar süren kuşatmanın sonunda Bağdat’ın teslim şartları konuşulmaya başlamıştı. Hulagu Han kan dökmeyeceğine söz verdi. Daha fazla direnemeyen Bağdat hükümeti direnmeyi bırakarak hükümeti teslim etti.
En azından kan akıtmama yönünde verdiği sözü tutarak kan akıtmaz ama neredeyse tüm halkı canlı canlı toprağa gömer…
Aslında yazıma bu anekdotla başlama gerekçem oldukça basit bir o kadar da net!..
Kısa süre önce Bağdat’ta yaşananlar daha önce yaşanmışların bir tekrarıydı.
ABD, RUSYA, İSRAİL, ÇİN, İNGİLTERE, ALMANYA, FRANSA elbirliğiyle Saddam Hüseyin’e her türlü destek ve gaz verip, yaptığı silah yardımıyla Şia’nın güçlenmesi için İran’ın üzerine saldı. Bu sayede bol bol silah satıldı…
Saddam’ın gücü tükendiğinde ve zayıflatma başarıyla sonuçlandığında ise nükleer bahane edilerek yukarıda saydığım devletlerce işgal edildi. Kimi fiili olarak, kimisi ekonomik, kimisi kültürel olarak girdi Irak’a.
Ve girerken Bağdat halkına verilen söz ‘Kan dökmeyeceğiz’ olmuştu!..
Evet bir kez daha kan dökülmedi ama yetiştirdikleri canlı bombalarla her gün yüzlerce Müslüman kanı döküldü, katledildi. Binlerce kadın bu ülke askerlerinden olma binlerce çocuk getirdi, yani o ülkelerin tohumlarıydı bu çocuklar…
Ve şimdi…
Sıra kimdeydi?
Tıpkı Irak’a uygulanan taktik Suriye’ye uygulanmış, Saddam’a uygulanan muamele bu kez Esad’a yapılmıştı. Yani İran’a girmek için Suriye yem olarak kullanılmıştı.
Geçmiş yazılarımda da altını kalın kalın çizdiğim ana hedef Müslüman Türk gerçeğini yok etmeye hızla ulaşmaktı…
Gelelim son günlerdeki hareketliliğe;
Hillary Clinton ansızın Çin seyahati yapıyor. CIA Başkanı Patroit Türkiye’ye geliyor, Mısır Cumhurbaşkanı Bağlantısızlar zirvesinde İran’a tavrını net bir şekilde ortaya koyuyor!..
Daha birkaç yıl önce elimizi öpen Filistinli HAMAS Türkiye’yi tehdit edecek kadar nankörleşiyor!..
İsrail ise mutlu olduğu bir filmi izliyor koltuğunda!..
Dahası;
İran, Suriye, İsrail, Rusya, Hıristiyan Birliği cumhur cemaat PKK diye alkış tutuyorlar!..
İçmeden sarhoş olan PKK vekilleri de her türlü hainliğe her zamanki gibi kucak açıyorlardı. En tuhafı da gösterile gösterile oynanan bu oyun karşısında bizim son birkaç yıl öncesine kadar horul horul uyumamız!!
Tüm bunların ışığında bakıldığında ilerleyen süreçte olması muhtemel tehlikeleri görmek için kahin olmaya gerek yok. Türkiye’yi Suriye’ye gir diye zorlayan batılılar, bir taraftan da PKK’ya destek vererek Türkiye’yi zayıflatmaya uğraşıyorlar.
PKK’ya verilen destek öyle yenir yutulur cinsten de değil. Mesela Anadolu’nun göbeğinde katliam yapmak gibi,
Hiç beklenmedik bir anda tahmin etmediğimiz bazı siyasilerimize suikast düzenlemek gibi,
Kendi vatanımızda kendi bahçelerindeymiş gibi rahat gezen küçük marjinal gruplar göbekten ya CIA, ya KKGB, ya EL MUHAREBAT'a, ya MOSSAD, ya DDİ, ya da MI5’e çalışıyorlardı… Ama gözden kaçırdıkları büyük bir gerçek vardı. Bu günler bir felaket’in başlangıcı olmayacaktı, saldırganlığın miladı da olmayacaktı!
Tabii ki şunu çok iyi fark ettiğimizde;
Müslümanların fırkalarla ayrıldığı değil, sevgi ile birbirine bağlandığı, farklılıkların başarıya ulaşmada en büyük gerekçe olduğunu fark edip görmeliyiz.
Bunu tetikleyecek tek ülke TÜRKİYE, tek millet ise TÜRK MİLLETİDİR…
Cehalete kapılmadan oynanan oyunu tüm akılcılığımızla görüp oyuna gelmeyeceğiz ve batının kendi işine geleni değil kendi işimize geleni yapacağız. Acılarımızı kalbimize gömerek birbirimize güvenip her türlü garipliği yetkililere ileteceğiz.
ASLA VE ASLA OYUNA GELMEYECEĞİZ.
Böylesi süreçler birbirimizle yapılan gereksiz kavgalarla değil, bağlılık ve el ele gerçekleştirilir…
Ve ortak paydamız vatanın birlik ve bütünlüğüyse en büyük düşman kardeşle kardeşin arasındaki küslük ve gereksiz dalaşmadır…
Çetin AGAŞE / Rotahaber
agasecetin@hotmail.com
Yazarın Önceki Yazıları
Savaşa savaşla karşılık verilmeli… ( 31.08.2012 )
Kaç PKK'lının cesedi İsrail'e iade edildi? ( 26.08.2012 )
Kara Kutunun Gerçekleri-5 ( 19.08.2012 )
Almanya-İsrail-Türkiye üçgeninde olacaklar ( 15.08.2012 )
Ağrı kesici ile nereye kadar!.. ( 09.08.2012 )
Kara Kutunun gerçekleri -2- ( 02.08.2012 )
Kara kutunun gerçekleri -1- ( 28.07.2012 )
Okuyucuya mektup ( 17.07.2012 )
Şehit pilotların cesetlerinde akla takılan soru ( 13.07.2012 )
|
Reşat Nuri Erol
11.09.2012
08:30
| 11 Eylül 2012 Salı
Yalçın AKDOĞAN
Kongre ve Türkiye’nin geleceği...
yalcinakdogan@stargazete.com
İktidar partisi kongreleri her zaman için ‘önemli hadise’ olarak görülür, gündemi meşgul edecek şekilde yakından mercek altına alınır. AK Parti’nin 30 Eylül’de yapacağı Büyük Kongre de bu meyanda önemli bir siyasi gelişmedir. Başbakan Erdoğan’ın tüzük sınırlaması gereği son kez aday olması bile başlı başına bu kongreyi önemli hale getirmektedir.
Kongreyi ‘vedalaşma’ yaşanacak bir ‘son’ gibi görmek ise çok yanlış olur. AK Parti için bu kongre bir ‘son’ değil, yeni bir ‘başlangıç’tır... Geleceğin Türkiyesi’ni şekillendirecek siyasi hareket yine AK Parti’dir. Bu yüzden AK Parti Türkiye’nin geleceğine yönelik bir siyasi vizyon ve tasavvurla yeni bir süreç başlatacaktır.
2001’de hazırlanan parti programı, krizlerle ve darboğazlarla anılan Türkiye’yi güven ve istikrara kavuşturma, sıkıntılarından kurtararak büyüme trendine sokma amacı taşıyordu. Nitekim AK Parti iktidarıyla sağlanan güven ve istikrar neticesinde Türkiye büyüme rekorları kırarak, her alanda adından söz ettiren bir performans ortaya koymuştur. Vesayetçi anlayış kırılmış, karanlık odaklar tasfiye edilmiş, Avrupa Birliği ile katılım müzakereleri başlatılmış, siyasi ve ekonomik krizler nihayete erdirilmiştir.
2012’nin Türkiyesi’nden geleceğe bakıldığında ise yepyeni bir Türkiye vizyonu ortaya koymak gerekmektedir. Değişen ve dönüşen Türkiye’nin yeni hedeflere yelken açması, kendisine yeni misyonlar tanımlaması gerekiyor. Bölgesel güç haline gelen Türkiye’nin daha ileri hedeflere gidebilmesi yapısal dönüşümünü tamamlanmasından, reformcu anlayışla kendisini dönüştürmeye devam etmesinden geçiyor. 12 Haziran seçimlerinde ortaya konan 2023 vizyonu, proje ve icraat ağırlıklıyken, 30 Eylül’deki kongrede Türkiye’yi bu hedefe ulaştıracak siyasi vizyon ve tasavvur ele alınacaktır. AK Parti, yerel yönetimlerden AB’ye, Kürt meselesinden terörle mücadeleye, dış politikadan ekonomiye, seçim sisteminden azınlık meselelerine kadar temel konu başlıklarında siyasi tasavvurunu güncelleyecek, Türk siyasetinin geleceğinde yine ‘ben varım’ diyecektir.
2000’li yıllarda kendi içine kapanan ve kendi krizleriyle uğraşan bir Türkiye varken, bugün bölgesel aktörlüğe soyunmuş ve ürettiği ‘başarı hikayesi’ ile adından söz ettiren bir Türkiye var. Taleplerin, beklentilerin, önceliklerin değiştiği bir dönemde siyaset kurumu da önceliklerini, hassasiyetlerini, hedeflerini gözden geçirerek yoluna devam etmek durumundadır. AK Parti’nin Türkiye’yi değiştirebilmesi, kendisini de değiştirebilmesinden, yenileyebilmesinden geçmektedir. Türkiye’ye ilkleri yaşatan Erdoğan, büyük Türkiye’yi kuracak yapı taşlarını da döşeyecek, daha ileri hedefleri tanımlayacaktır.
Partiye katılımların olması, üç dönem şartı sebebiyle yaşanan bir kadro sorunundan kaynaklanmamaktadır. AK Parti 10 yılda büyük bir deneyim kazanan birikim sahibi siyasetçiler yetiştirmiştir. Bu katılımları dinamizmi artıracak bir ‘taze kan’ ve demokratikleşme mücadelesinde farklı kesimlerin enerjisini sürece katmak olarak görmek gerekir. AK Parti, Türkiye’nin demokratikleşme ve kalkınma sürecinde farklı kesimleri mobilize eden bir lokomotif harekettir.
Kongre, restorasyonu ve revizyonu bir arada yaparak geleceği şekillendirecek şekilde AK Parti’yi yapılandıracaktır.
Özellikle son dönemde kasıtlı olarak estirilen karamsarlık, yılgınlık, tıkanıklık rüzgarları, Başbakan Erdoğan’ın yapacağı tarihi konuşmayla yerini ümide, heyecan ve motivasyona bırakacaktır.
Siyaset mühendisliğine kapalıyız
Dün Taraf Gazetesi’nde “Erdoğan’ın Başbakan adayı Yalçın Akdoğan” şeklinde bir yorum yazısı yer aldı. Doğrusu kendini bilen bir kişi olarak bu tür yorumların ciddiye alınmaması gerektiğini ve ne gibi maksatlar taşıdığını bilecebilecek durumdayım. Unutulmamalı ki, AK Parti bu tür konularda her türlü siyaset mühendisliğine ve medya manipülasyonuna kapalıdır. Bugüne kadar bildiğim ve bilmediğim şeylerden Allah’a sığınmayı en büyük güç olarak gördüm. Gerisi laf ü güzaftır.
|
Reşat Nuri Erol
11.09.2012
08:38
| 11 Eylül 2012 Salı
Mustafa KARTOĞLU
AK Parti’nin yeni vizyonunda önemli sürprizler var
mkartoglu@stargazete.com
On yıllık iktidar dönemini geride bırakan AK Parti, ikinci on yılın vizyonunu hazırlıyor. Yeni vizyon, 2002’de kamuoyuna açıklanan parti programının, 2011 seçimlerinde ortaya konan 2023 vizyonunun esas alınarak güncellenmesi şeklinde tanımlanabilir.
Çalışma, konularına göre ayrılmış alt komisyonlarda sürüyor. Bu komisyonların ön çalışmalarını hafta sonuna kadar tamamlayarak asıl komisyona ulaştırması bekleniyor. İlk değerlendirmelerin yapılmasının ardından gerekli düzeltmeler, değişiklikler yapılacak ve çalışmanın son hali 25 Eylül’den önce Başbakan Erdoğan’a sunulacak. Son inceleme ve değerlendirmelerin 30 Eylül’deki büyük kongreden önce yapılması ve kongre günü Başbakan Erdoğan’ın konuşmasına esas teşkil etmesi planlanıyor.
2023 vizyonunda demokratikleşme ve özgürlükler alanında atılacak adımlar ağırlıklı olacak. Bir başka deyişle, bugüne kadar ekonomik kalkınma ağırlıklı olan programda bu kez ‘siyaset’ ağırlığını koyacak. Bu da ‘reform’ anlamına geliyor.
AK Parti’nin yeni siyaset vizyonu çalışmalarını Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik başkanlığında, Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik ve Başbakan Erdoğan’ın başdanışmanı Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan’ın da bulunduğu bir ekip koordine ediyor. Bu koordinasyon altında, aralarında parti yöneticileri, hukukçular ve ekonomistlerin bulunduğu alt komisyonlar, çeşitli konulara göre çalışmalarını yürütüyorlar.
Temel eksen, demokratikleşme, özgürlükler ve sosyal barış, kardeşlik.
Konu başlıkları arasında demokratikleşme, özgürlükler, demokratik sistem (başkanlık), seçim ve siyasi partiler yasası, Yüksek Seçim Kurulu, terörle mücadele, ekonomik istikrar, bölgeler arası kalkınmışlık farkının giderilmesi, AB süreci ilk sıraları alıyor.
Üzerinde çalışılan konularla ilgili olarak şimdilik ‘herşey masada’ denilebilir. Seçim barajının düşürülmesi, belki kaldırılması, YSK’nın tek ve son karar mercii olmaktan çıkarılması da dahil. Masadaki konulara başkanlık sistemine uygun bir anayasa, Kürt sorunu konusunda atılacak yeni adımlar, ceza yasalarında halen tartışılan hükümlerin değiştirilmesi de eklenebilir. Zaten 4. ve 5. yargı paketleri ile bunların büyük bir kısmının bu dönem TBMM gündemine alınacağı biliniyor.
Başbakan Erdoğan’ın yeni vizyonda “Türkiye’nin yapısal değişimi” üzerinde durulmasını istediği biliniyor. Bu kapsamda Türkiye’nin ekonomi, demokratikleşme ve özgürlükler bakımından aldığı mesafenin analizi yapılıyor. Terörle mücadele süreci, Kürt sorununun çözümü için atılan adımlar, AB sürecinde yapılanlar değerlendirilerek gelinen noktanın fotoğrafı çekiliyor ve ‘yapısal değişim’e gidecek yol haritası çıkarılıyor.
Çalışmanın ana hatları STAR’da Yakup Bulut’un haberlerinde yer aldı. Ancak şimdilik ‘herşey masada’... Üzerinde çalışılan konularda hazırlanacak alternatifler için ‘bunlar olacak’ demek şimdilik mümkün değil. Ancak demokratikleşme ve özgürlükler bakımından ‘sürpriz açılımlara’ hazır olmak gerekiyor.
AK Parti’nin 30 Eylül’deki Büyük Kongresi sadece gelecek üç yıldaki üç seçimle değil, Türkiye’nin gelecek 10 yılıyla ilgili de önemli işaretler verecek.
Daha yakın tartışma konusu olarak, BDP’lilerin dokunulmazlığının kaldırılıp kaldırılmayacağından önce tartışılacak sürpriz açılım ve öneriler de gelebilir.
|
Reşat Nuri Erol
11.09.2012
08:51
|
Memduh BAYRAKTAROĞLU
memduhbayraktaroglu@olaygazetesi.com.tr
Abdullah Gül istifa ediyor...
Yerel seçimlerin erkene alınacağını bekleyenlere şöyle diyorum: “Yerel seçimler değil ama cumhurbaşkanlığı seçimi erkene alınabilir”…
Şaşırıyorlar çünkü böyle bir ihtimal akıllarının ucundan bile geçmiyor...
Siz de mi şaşırdınız?..
İyi ama Abdullah Gül istifa ederse ne olur?..
Hemen seçime gidilmez mi?..
Gül neden mi istifa etsin?..
O halde senaryo olarak anlatayım.
* * *
Terör olayları giderek artıyor...
Muhalif medya halkı bir yandan hükümet aleyhine kışkırtırken diğer yandan da terör eylemlerini abartarak vermeye devam ederek toplumu sindiriyor. Büyük kentlerde Türk – Kürt çatışmaları hız kazanıyor. Batı’daki taşra şehirlerinde yaşayan Kürt’lerin evlerine, iş yerlerine saldırılar başlıyor. Saldıranlar ortamı daha da germek, Türk - Kürt ayrımını keskinleştirmek için göstere göstere “Bozkurt” işareti yapıyorlar.
Diğer yanda ise Diyarbakır başta olmak üzere BDP’li belediyelerin yönetimindeki şehirlerde “Özerk Kürt Bölgesi Öz Güvenlik” armalı elbiseler giydirilmiş eli silâhlı adamlar, emniyeti ve güvenliği sağlıyorlarmış gibi dolaşıyorlar. Merkezi Emniyet Güçleri bu polislere müdahale etmeye kalkışıyor. Önce bu iki gurup arasında başlayan silahlı çatışmalar daha sonra sokak aralarına taşıyor. BDP ve PKK’ya destek olmadıkları bilinen ailelerin iş yerleri ve evleri tahrip ediliyor…
Bu arada Amerika, iyice tıkanan Küresel Liberal Kapitalist ekonominin önünü açabilmek, piyasaya daha çok “tüketici” dâhil edebilmek için, Ortadoğu’daki Müslüman ülkeler üzerindeki operasyonlarına hız veriyor ve fakat bir kez daha görülüyor ki bu operasyonların Türkiye olmadan başarıya ulaşması mümkün değil...
Türk Hükümeti, ABD’ye yardımcı olabilmesinin şartını bildiriyor:
“Dağdaki terör önderlerinin paketlenip teslim edilmesi…”
CIA - MOSSAD işbirliğinde terör örgütünün bütün dağ kadrosu ve en üst düzey yöneticileri tütün yaprağı kırılırmış gibi kırılıp istifleniyor ve Türkiye Emniyetine teslim ediliyor.
Büyük bir genel af ilân ediliyor.
Öcalan, dağdaki silahlı gençlere televizyondan ve telsizlerden “teslim olun” çağrısı yapıyor. Dağdaki gençler silâh bırakıp Emniyet güçlerine teslim oluyor.
Dağ boşalırken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül istifa ediyor. Meclis en kısa zamanda Cumhurbaşkanlığı seçimine gidilmesi için karar alıyor...
Erdoğan başbakanlık ve Ak Parti genel başkanlığı görevini bırakıyor. Cumhurbaşkanlığına vekâlet eden Cemil Çiçek Ali Babacan’ı yeni hükümeti kurmakla görevlendiriyor.
Erdoğan "Terörü bitiren, terör örgütünün en tepe yöneticilerini ve teröristleri teslim alan Lider" olarak girdiği Cumhurbaşkanlığı seçiminde halktan aldığı % 70’in üzerinde oyla Devlet Başkanı seçiliyor…
Abdullah Gül tek aday olarak katıldığı Ak Parti kongresinde genel başkanlığa getiriliyor. Ak Parti Gurubu mecliste “erken genel seçim kararı” alıyor. Genel seçimler yerel seçimlerle birleştiriliyor.
Gül’ün genel başkanlığındaki Ak Parti % 67 oyla 415 milletvekili çıkararak tek başına iktidar oluyor.
MHP barajın altında kalıyor...
CHP aldığı % 17 oyla Mecliste 85 milletvekili ile temsil edilirken; toplam % 8 oy alan bağımsızlar da mecliste Ahmet Türk’ün genel başkanlığında 50 kişilik bir gurup kuruyorlar…
Ak Parti – CHP ve BDP sıfırdan bir anayasa yapıyorlar. Başkanlık ve eyalet sistemi kabul ediliyor.
Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Kuzey Irak’taki Kürt federasyonu (Diyarbakır ve çevre kentler dâhil) T.C.nin eyaleti oluyorlar.
Evet efendim;
Benden bu kadar...
“Bu senaryodan film olmaz” diyenlere tavsiyem, acele etmesinler…
Belki birkaç yıl gecikebilir ama önünde sonunda bu film gösterime girecektir...
|
Reşat Nuri Erol
11.09.2012
09:00
|
İkinci Cumhuriyet
11 Eylül 2012 Salı
husnu mahalli
Tıpkı Türkiye'de olduğu gibi Mısır'da da İkinci Cumhuriyete doğru hızlı adımlar atılıyor. Her ne kadar Türkiye, AKP iktidarı ile birlikte bu yola erken koyulduysa da Mısır Müslüman Kardeşleri, AKP'nin deneyimlerinden yararlanarak açılan arayı kapatmaya çalışıyor. Ama daha sonra Mısırlılar 'Gerçek İslamcılar biziz çünkü Hasan Benne Müslüman Kardeşler örgütünü Mısır'da kurdu ve İslam alemindeki herkes ondan etkilendi' diyebilir.
Belki de bu nedenle 1952 devrimini gerçekleştiren Cemal Abdülnasır, Atatürk'ten etkilenmiş ve esinlenmişti. Tıpkı Tunus Cumhurbaşkanı Burgiba, Libya Lideri Kaddafi Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad ve Cezayirli Ulusal Kurtuluşçular gibi. Hepsi de Atatürk düşünce ve eylemlerini yakından izlemiş ve olumlu-olumsuz tüm davranışlarından etkilenmişlerdir. Belki de bu nedenle 'Arap Baharı' denilen rüzgar yukarda saydığım 'Birinci Cumhuriyetler'de esmiş ve İkinci Cumhuriyetlerin kurulması yolunda sonuç almıştır. Tıpkı Türkiye'de olduğu gibi.
Dönelim Mısır'a.
Ayaklanma olduğunda Washington'da bulunan Savunma Bakanı Tantavi, Obama'nın talimatı ile Başkan Mübarek'i dinlememiş ve orduyu sokağa göndermemişti. Bunu yapsaydı bugün Mübarek yine iktidarda olacaktı. Tıpkı Tunus'ta Bin Ali olayında olduğu gibi. Libya'da ise Kaddafi'nin en yakın adamları CIA ve İngiliz Mİ6 tarafından önceden satın alınmıştı. Generallerin müdahale etmediği 3 haftalık ayaklanma sürecinde Cumhurbaşkanı olan Müslüman Kardeş Mursi ise Washington'dan aldığı destekle kendisini iktidara taşıyan Tantavi, Anan ve 70 kadar yüksek rütbeli komutanı emekliye sevkettti. Çoğu oruç tutan ya da Cuma namazına giden Mısırlı generallerin laiklik konusunda Mursi iktidarı ile sorunlarının olacağını hiç kimse beklemiyor. Çünkü 1979 yılında imzalanan Camp David Anlaşması'ndan bu yana en az 40 bin Mısır subayı ABD'de eğitilmişti.
Bu rahatlığı yaşayan Mursi şimdi de Tantavi ve Anan'ı yargılayabileceğinin sinyalini veriyor. Siyasal ve sosyal alanda ise Mursi önce medyaya el attı ve devlete bağlı gazete, televizyon, radyo ve ajans yöneticilerini değiştirdi. Peşinden televizyonlarda türbanlı spikerleri ekrana çıkarttı ve türbanlıların uçaklarda hostes olarak çalışabileceklerini ilan ettirdi. Sırada liberal kimlikli yüksek yargı elemanlarından kurtulmak var. Yani HSYK'yı ele geçirmek. Mursi'nin tüm bunları kolayca yapabileceği ortada. Çünkü normalde bir kadınla tokalaşmayan Mursi kendisini kutlamak için özel olarak Kahire'ye gelen Hillary Clinton'le teke tek görüşmüş ve beklediği desteği almıştı. Şu anda Amerika'nın en büyük 50 şirketinin yöneticisi ile devlete bağlı 50 farklı kurumun temsilcileri Mısır'da önemli görüşmeler yapıyor. Katar Şeyhi Hamed ABD talimatı ile Mısır'da 18 milyar dolarlık yatırım yapacaklarını söyledi. Libya'daki ayaklanma sürecine 2 milyar dolar harcayan aynı Hamed geçen ay Mısır Merkez Bankası'na 2 milyar dolarlık nakit desteğinde bulunma sözü vermişti. Amaç Müslüman Kardeş Muhammed Mursi'nin başarılı olmasını sağlamak ve halkın günlük sorunlarını çözme konusunda ona destek vermektir. Bu sağlandığında Mursi'nin liberal-laik muhaliflerini susturması çok kolay olacaktır. Böyle olmasaydı Mursi'nin seçimlerdeki rakibi Ahmet Şefik hakkında geçen hafta dava açılmazdı.
Oyların % 45 kadarını alan ve Mübarek'in başbakanı olan Şefik şu anda Abu Dabi'de yaşıyor ve yeni bir siyasi parti kuracağını söyleyerek gerekirse bu partiyi bulunduğu yerden yöneteceğini ilave ediyor.
Şefik'e oy veren farklı siyasal, sosyal ve dinsel gruplar ise kendi aralarında anlaşamadıkları için Mursi'nin işini kolaylaştırıyor. Geriye nüfusun yaklaşık % 12'sini oluşturan Hıristiyan Kıptiler kalıyor. Çünkü onlar İslamcı bir iktidarın kendilerine dokunacağına inanıyor. Tıpkı ‘demokrasiye sahip çıkmak' gerekçesiyle son seçimde Mursi'ye oy veren ve şimdi de kara kara düşünmeye başlayan liberal çevreler gibi.
Ne kadar da benziyor Mısır, Türkiye'ye!
|
Reşat Nuri Erol
11.09.2012
09:27
|
Bir “devlet projesi” olarak Türkiye’de İslamcılık
rcakir@gazetevatan.com
Ruşen Çakır
Medyada bir süredir “İslamcılık” üzerine bir tartışma sürüyor. Bu tartışmaya geçmeden önce İslamcılık nedir sorusuna hızlı bir cevap verelim. 1990 yılında “Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar” adlı kitabımı kaleme alırken imdadıma İsmail Kara’nın İslamcılık tanımı yetişmişti. 22 yıl sonra yine Kara’nın (kendisi artık profesör), “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi” adlı müthiş başvuru kitabından istifade etmekte bir sakınca yok. Ona göre İslamcılık “XIX-XX. yüzyılda, İslâm’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlâk, felsefe, siyaset, eğitim) yeniden hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metodla Müslümanları, İslâm dünyasını batı sömürüsünden, zâlim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak, medenÓleştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist ve eklektik yönleri baskın siyasî, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket”tir.
İslamcılığın evrimi
Prof. Kara’nın İslamcılığın kapsama alanını alabildiğine geniş tutmasına şaşmamak lazım çünkü 19. yüzyıl sonlarından günümüze kadar İslam coğrafyasının her bir köşesinde kendilerini İslam’la tarif eden ama birbirine hiç benzemeyen, hatta kimi durumunda birbirleriyle kavgalı nice hareket ortaya çıktı. Başlangıçta marjinal görülen bu hareketlerin zaman içinde bulundukları toplumların en önde gelen akımları haline geldiklerini gördük. Bunlardan kimisi devrimle (İran), kimisi seçimle (Türkiye), kimisi halk hareketlerinin ardından gelen seçimlerle (Tunus, Mısır...) iktidara da geldi.
Sonuçta İslamcılık düşüncesi ve İslami hareket dendiğinde çok zengin ve dinamik bir tarihten söz ediyoruz.
Lakin yazının başında sözünü ettiğimiz ülkemizdeki son İslamcılık tartışması için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil; hayli yavan ve ufuk açıcı olmayan bir polemikler toplamıyla karşı karşıya olduğumuz bile söylenebilir. Halbuki tartışmaya birbirlerinden farklı isimler katılıyor: Kimisi kendisini hâlâ İslamcı görüyor, kimisi İslamcılıkla bağını (yumuşak ya da sert, önemli değil) bir şekilde koparmış, kimilerininse İslamcılıkla hiç ilgisi olmamış ama bu hareketi anlamaya çalışıyor, hatta içlerinde Müslüman olmayan da var.
Prof. Hanioğlu’nun katkısı
Son İslamcılık tartışmasının, başından beri kısır olduğunu düşünüyor ama neden böyle düşündüğümü açıklamakta zorlanıyordum. Ta ki Pazar günü Sabah Gazetesi’nde Prof. Şükrü Hanioğlu’nun bu tartışma üzerine kaleme aldığı ikinci yazıyı okuyana kadar. Ülkemizin önde gelen siyaset tarihçilerinden olan Princeton Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hanioğlu, İslamcılığın Osmanlı Devleti’nde geç organize olmasını esas olarak onun bir “devlet projesi” haline getirilmesi olduğunu söyleyip şöyle devam ediyor: “İslâmcılığın ‘din ü devlet’ temelinde bir ‘devlet projesi’ haline getirilmesi, hem ideolojinin çoğulcu bir ortamda ve açık tartışmayla oluşturulmasını önlüyor, hem de ‘devletin çıkarları’nın onun ufuk ve sınırlarını belirlemesi sonucunu doğuruyordu. Örneğin ‘İttihad-ı İslâm,’ Batı’da ‘Sarı Tehlike’nin yerini alan ‘Panislâmizm Tehdidi’ nedeniyle, bir ‘İslâmcılık’ projesinden ziyade, devletin Avrupa devletleriyle dış siyaset pazarlıkları yaparken kullandığı bir araç haline gelebiliyordu.”
Prof. Hanioğlu bana katılır mı, emin değilim ama yaklaşık 140 yıl sonra İslamcılığın yeniden bir “devlet projesi” haline geldiğini, getirildiğini; yani tıpkı II. Abdülhamit gibi Recep Tayyip Erdoğan’ın da Türkiye İslamcılığının ufuk ve sınırlarını “devletin çıkarları”na göre belirlediğini; bunun sonucunda İslamcı ideolojinin çoğulcu bir ortamda ve açık tartışmayla oluşmasının önlendiğini düşünüyorum.
Bu iddiamı hangi örneklere dayandırdığımıysa bir aksilik olmazsa bir sonraki yazıma bırakıyorum.
|
Reşat Nuri Erol
12.09.2012
07:57
| 12 Eylül 2012 Çarşamba
Osman CAN
Ekonomik mucizeden yapısal değişime AK Parti
ocan@stargazete.com
AK Parti’nin ilk dört yılı büyük reformlar yılı olarak geçti. AK Parti’nin imza attığı yasama faaliyetlerinin çok büyük bir kısmı Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirken, hükümet olarak icraatlarının büyük bir kısmı da Danıştay engeline takıldı. Yaşanan krizler yapısal değişimi zorladı.
Kabul edelim. Türkiye son 10 yılda ekonomik alanda bir mucize gerçekleştirdi. Mucize mükemmel bir aşamadan çok, 10 öncesiyle yapılan bir kıyaslamaya işaret ediyor. 2001’de kamu personelinin maaşının dahi verilemeyebileceği bir durumdan Türkiye’yi bugüne getiren bir ekonomi yönetiminin mucize gerçekleştirdiğini söylemek zor değil. Ekonomideki yapısal sorunlar nedeniyle yapının kırılgan olabileceği itirazını şimdilik bir şerh olarak kaydedelim.
Yatırımlar, özelleştirme programları, tüneller, havalimanları ve ardından İMF’ye borç verebilir hale gelen ülke hazinesi... Tüm bunlar partinin ülkedeki desteğini yüzde 50’lerin üzerine çıkardı. Bu inkar edilemez.
AK Parti bir yandan Cumhuriyet tarihinde hiç bir siyasi partiye nasip olmayan bir pozitif bilançoyla kongreye doğru gidiyor. Yani heybesinin bir tarafı değerli taşlarla dolu. İşin ekonomik boyutu böyle.
Hakedilmiş tebrikler çok
İşin politik boyutuna gelince. Bu kısma da “kabul edelim ki” diye başlayalım.
AK Parti 2002 Kasım’ında iktidara beklemediği bir çoğunlukla geldiğinde hem kendini meşrulaştırması, hem de muarızı bulunduğu derin yapı karşısında kendini koruyabilmesi için dikkatli davranması gerekiyordu. Sisteme ilişkin hiç bir yapısal reforma imza atmaksızın, daha çok kamuoyunun ve Avrupa Birliği sürecinin öne çıkardığı “ilkeler” ve “maddi normlar” konusunda düzenlemeler ve iyileştirmelerle yetindi. Bu bağlamda özgürlüklerin önünde yasa metinlerinden kaynaklanan engellere odaklandı. İş Kanunu, Sosyal Sigortalar Kanunu, Ceza ve Ceza Muhakemesi Kanunu bu anlayışla yenilendi. Temel haklara ilişkin pek çok uluslararası sözleşme iç hukuka dahil edildi. İşkence ve kötü muameleyi engelleyici düzenlemeler yapıldı. AİHM’nin ihlal kararlarını yargılamanın yenilenmesi nedeni haline getirildi; gibi...
Yani ilk dört yılda pek çok adım atıldığını söyleyebiliriz. Bütünüyle Parti Programı çerçevesinde yürütülen bu faaliyetleri de yukarıdaki tabloya ekleyip, her iki tablonun AK Parti’nin seçimlerde aldığı oyun gerekçesi olarak kabul edebiliriz.
İşin bu tarafında hakkedilmiş tebrikler çok. Ancak Kongreye giden Parti için analiz de aynı ölçüde önemli.
İşin diğer tarafında farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Bu ise sistemle çatışmalardan doğan bir tablo.
Yaşanan ilk çatışma
İlk esaslı çatışma, parti programında pek değinilmese de Kamu Yönetimi Reformu’nda yaşandı. Bilindiği gibi, bu çaba A.N. Sezer engeline takıldı. Yerel yönetimlere ilişkin çok küçük iyileştirmelerin bir kısmı da Anayasa Mahkemesi engeline takılınca, 2005 yılında Türkiye’de sistemin ana direnç noktalarından biri ortaya çıkmış oldu: Merkeziyetçi sistem, bu niteliğine halel getirecek değişikliklere izin vermiyordu. AK Parti’nin attığı yasama faaliyetlerinin çok büyük bir kısmı Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirken, hükümet olarak icraatlarının büyük bir kısmı da Danıştay ve sair yargı engeline takılıyordu. Gerek AK Parti sorumluları, gerekse akademi dünyasının bu girişimlere karşı tepkisi, “özgürlüklere saygı gösterilmeli”, “demokrasilerde yargı siyasal alana karışmamalı” veya “asker kışlanın dışına karışmamalı” biçiminde yapısal değişim ile ilgisi olmayan niyetler ve temennilerin ötesine geçmedi. Çözüm önerileri de “niyet beyanı” boyutunu aşmayan yasa değişiklikleri (bkz. Uyum Yasaları) oldu.
Büyük reformlar dönemi
Evet AK Parti sistemle karşılaşmaya başladı, ancak ona ilişkin tasavvur, yapısal değişim boyutunu kapsamıyordu. Ne parti programında, ne de 2007 seçim beyannamesinde buna bir ağırlık verilmişti. En doğrusunu söylemek gerekirse, 2000’lerin sonuna kadar akademide de bu yönde bir uyarı ve analizden söz etmek mümkün değil. AK Parti “demokrasi” ve “özgürlük” tasavvurunun hem sol, liberal hem de muhafazakar yorumunda “yapısal değişim” yabancı bir talep idi. Bu yüzden de AK Partinin ilk dört yılı büyük reformlar yılı olarak olumlandı.
Bu tecrübeden sonra Parti sisteme dokunan herhangi bir adım atmaktan çekindi. Ancak bu defa sistem AK Parti’yi yok etmek üzere harekete geçti ve meşhur Cumhurbaşkanlığı krizi çıktı. Bu krizin aşılması da AK Parti’nin yine kendi programında olmadığı halde sisteme dokunmak zorunda kalmasıyla mümkün oldu. Geleneksel olarak bürokratik vesayetin aracı olan Cumhurbaşkanlığı, toplumsal meşruiyete dayanan ve vesayeti tasfiye edebilecek bir kuruma dönüştü. Ve dikkat edelim. AK Parti kriz sonrası 22 Temmuz 2007 tarihli genel seçimde yüzde 47 oy alırken, yapısal değişikliği esas alan 21 Ekim 2007 tarihli Anayasa referandumunda dayandığı toplumsal destek yüzde 69 oldu.
Yapısal değişimi zorlayan kriz
Üçüncü kriz, üçüncü yapısal değişimi zorladı. AB ilerleme sürecinde ev ödevini yapmanın bir ifadesi olarak hazırlanan, ancak herhangi bir yapısal vizyondan beslenmeyen “Yargı Reformu Strateji Taslağı” dışında yargıya ilişkin yapısal bir stratejisi olmayan AK Parti, 2009 sonu itibariyle başlayan yargı krizlerinin ardından yapısal değişim adımlarını attı. Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yapısı değişti. Toplum bu değişime desteği de aldığı oy oranını aştı ve yüzde 58’lere ulaştı. Oysa dokuz ay sonraki seçimde aldığı destek yüzde 49,6 oldu.
Ekonomik ve sair alanlarda partinin desteği istikrarlı bir şekilde yükselirken, yapısal değişim konusunda attığı adımların toplumsal karşılığı daima seçimlerde aldığı oylardan fazla oldu. Buna rağmen AK Parti’nin on yıllık icraatında yapısal değişim talebi, kendi parti programının merkezinde gereken ağırlığa bir türlü sahip olmadı. 2011 Seçim Beyannamesi’nde dahi bu yeteri kadar ele alınamadı.
Son yıllarda “yapısal değişim” kavramı politik ve akademik söyleme egemen olsa da, buna ilişkin mimari projenin yokluğu, bugün yaşadığımız temel tıkanıklığın da nedenleri arasında yer alıyor. Bu yönde bir siyasal vizyon ve mimari proje üretilip üretilmeyecek olmasının AK Parti ve Türkiye için yol ayrımına işaret ettiğini birinci saptama olarak kaydedelim.
Sonraki yazılarda, buna yol açan etkenler ile olası sonuçları değerlendireceğim.
|
Reşat Nuri Erol
12.09.2012
09:34
| AKP’den bağımsız İslamcılık kaldı mı?
rcakir@gazetevatan.com
Ruşen Çakır
Bundan yaklaşık 10 yıl önce ülkemiz İslamcılarının hatırı sayılır bir bölümü Türkiye’nin Irak’ın işgaline dahil olmasına, yani AKP’nin politikalarına karşı çıkmış, bu uğurda sokaklara dökülmüştü. 1 Mart 2003 tezkeresinin geçmemesinde, diğer bir deyişle çok sayıda AKP milletvekilinin hayır oyu kullanmasında bu İslamcı kampanyanın etkisi küçümsenemez. Günümüzdeyse İslami hareket içinde yer alıp da AKP’nin Suriye politikalarını eleştirenler ciddi anlamda marjinal bir konumdalar.
“Neden?” sorusunu, kestirmeden “Çünkü Saddam Sünniydi, Esad ise Alevi” diyerek mezhepler üzerinden cevaplayanlar var. Bazılarıysa dün Irak’ta bugün Suriye’de gözlendiği gibi bir halk hareketi olmamasıyla açıklamaya çalışıyor aradaki farkı. Bana göreyse esas neden son 10 yıl içerisinde İslami hareketin nerdeyse tümüyle bir “devlet projesi” haline gelmiş olması.
AKP devlet olunca
Dünkü yazımda da belirttiğim gibi Türkiye İslamcılığının ufuk ve sınırlarını belli bir aşamadan sonra büyük ölçüde AKP iktidarının (daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan’ın) “devletin çıkarları”na göre belirlediğini düşünüyorum. Bu birdenbire gerçekleşmedi, bir süreç sonunda oluştu. Bu sürecin startı da 2002 genel seçimlerinin değil 1994 yerel seçimlerinin ardından verildi. İslami hareketin en dinamik unsuru olan entelektüeller önce Refah Partili belediyeler, ardından kısa süreli Refahyol hükümetleri tarafından istihdam edilerek sistemin merkezine taşındı. Kuşkusuz AKP’nin tek başına iktidarıyla birlikte sisteme entegre olma süreci alabildiğine hızlandı; Ergenekon, Balyoz vb. soruşturmaların yardımıyla askeri vesayetin sonlandırılmasına paralel olarak AKP sadece “hükümet” değil aynı zamanda “iktidar”, yani “devlet” olunca İslami hareketin sistemin merkezine taşınması büyük ölçüde tamamlanmış oldu.
İtiraz değil sabır
AKP iktidarının öncesini hatırlayalım: İslamcılık denince akla ilk olarak başörtüsü sorunu ve eylemler geliyordu. AKP iktidarının ilk yıllarında bu sorun sürdü ancak İslamcılar protesto etmek yerine sabretmeyi tercih ettiler. Bir diğer şikayet konusu olan İmam Hatip Liseleri için de aynı tutumu benimsediler ve aşamalı olarak her ikisinde de talepleri büyük ölçüde yerine geldi. Buna karşılık başörtülülerin milletvekili seçilebilmesi ve kamuda çalışmaları gibi talepler hâlâ ortada duruyor ama bu konularda çok cılız şikayetlerden başka bir şey duymuyoruz.
Dün İslamcılığın kendini gösterdiği diğer bir alan dış politika, özellikle İslam dünyasında yaşanan gelişmeler, buna bağlı olarak Batı ve İsrail karşıtlığıydı. AKP iktidarının başlangıçta hem ABD, hem AB, hem de İsrail’le iyi ilişkiler yürütmeye çalışması İslamcılar tarafından biraz kuşkuyla, biraz da “zaruret” gerekçesiyle anlayışla karşılandı. Davos’ta yaşanan “one minute” olayı ve arkasından İsrail’le ilişkilerin kopma noktasına gelmesiyle birlikte kaygılar büyük ölçüde giderildi. Tam da bu noktada Mavi Marmara olayının, İslamcılığın devletle iç içe geçip bir “devlet projesi” haline gelmesinin en çarpıcı örneklerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. İlerde bu konuyu ayrıca ele alma sözü verip İsrail aleyhtarlığının aşırı bir şekilde öne çıkması, çıkartılması sayesinde örneğin ABD’nin İran’a karşı Türkiye topraklarında “füze kalkanı” inşa etmesine ciddi İslamcı bir itiraz gelmediğini de hatırlatalım.
Silahlara veda
AKP iktidarı döneminde 15-20 Kasım 2003’teki dört intihar eylemi başta olmak üzere bazı El Kaide saldırıları dışında radikal İslamcı grupların da büyük ölçüde sessiz kaldığını gördük. Örneğin 24 Ocak 2001 günü Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve korumalarına suikast düzenledikten sonra geri çekilen Hizbullah bir daha silah kullanmadı. Bir zamanlar adları çok duyulan İbda-C de 28 Şubat sürecinde uğradı operasyonların ardından kendini unutturdu. İran’la irtibatlandırılan bazı radikal grupların da buharlaştığını, hatta bunların içinde yer alan bazı kişilerin günümüzde Suriye gerekçesiyle İran karşıtı pozisyonlara sürüklendiğini de gördük.
AKP iktidarı döneminde, kendi ülkelerinin rejimine karşı cihad ilan etmeyen, edemeyen İslamcı gençlerin Afganistan, Irak ve bugün Suriye gibi çatışma bölgelerine geçtiklerini, arada sırada medyaya yansıyan haberlerden öğreniyoruz.
Peki Türkiye’de İslamcılık denince geriye ne kalıyor? AKP iktidarından bağımsız pek fazla bir şey kalmıyor. Yakın zamana kadar belki HAS Parti’den söz edebilirdik ama o da herhalde tarihe karışacak. Dolayısıyla Erdoğan’ın Numan Kurtulmuş’u transferini bu projenin son halkası olarak görmek de mümkün.
|
Reşat Nuri Erol
13.09.2012
07:52
|
Ali Bulaç
AK Parti, yeniden
Önümüzde şöyle bir siyasî tablo var: Mevcut durumda CHP henüz merkezî iktidara yakın görünmüyor.
MHP'nin iktidar için "gelişme dinamiği" yok, ancak seçimlerde umulmadık bir sürpriz yapabilir, biraz sonra buna döneceğiz. BDP'nin ise iktidar gündeminde değil.
Sevelim sevmeyelim R. Tayyip Erdoğan'ın başında olduğu AK Parti, ülkenin geneline şemsiye açma potansiyeline sahip tek seçenektir. İç ve dış birtakım çevrelerin AK Parti'yi iktidardan etmek için çeşitli taktikler izledikleri sır değil. Kürt ve Suriye konusu bunlar arasındadır. Diğeri yakın tarihimizde ilk defa cemaatlerin destek verdiği bir siyasî hareketin toplumsal desteğini kesme taktiği oldu. Cemaatlerle AK Parti arasında sürecek bir kutuplaşma siyaseti bundan önceki gibi "bürokratik merkez"in dar dolaşımına hapseder. AP ve DYP'den ANAP ve CHP'den biliyoruz ki, böylesi bir dolaşımda bir veya birkaç dönem iktidar olan partiler merkezdeki çekirdeğin oyuncağı haline gelir, sonra da sahneden silinip giderler. Eğer önümüzdeki tek seçenek hâlâ AK Parti ise ortada sorunlar olduğunu da görmezlikten gelemeyiz. 2002'den 2011'e girdiği her yerel ve merkezî seçimi oyunu artırarak kazanan AK Parti'de şu sorunlar öne çıkmaktadır:
1) İktidarda olmanın rehaveti yorgunluğa, bir tür bezginliğe dönüşmüştür. Merkezi elinde tutan küçük bir zümre, partinin toplumsal ve politik aklı ile toplum ve kendi sahici seçmeni arasında duvarlar örmekte, bu da partiyi bir tür nevrotik tutumlara sevk etmektedir. Erdoğan'ın tüzük değişikliği yapmayacağını söylemesi yerinde bir karardır, çünkü oluşmuş 'siyasi derebeylikleri' sona erdirip gençlerin ve yeni simaların başka şekilde önü açılamaz.
2) Her gün su akar, ışığımız yanar. Bu suyun hep akacağı, ışığın yanacağı yanılgısına yol açar. Bu Aristocu-Meşşai -ve aynı zamanda modern- yanılgıdan kurtulmanın yolu, Eş'ari bakış açısına dönüp günün birinde su idaresinde ve elektrik santrallerinde arıza olursa, su akmayacağını, ışığın yanmayacağını unutmamaktır. Her seçimi kazanan AK Partililer bunun 50 sene böyle süreceğini zannedip belli bir istiğna ve kibre kapılıyor, siyasî davranışları refleksif alışkanlıklara dönüşüyor. Bilmeliler ki alışkanlık olan davranışta bilinç yoktur. Bilinç kaybolunca akıl da kaybolur, nefis saldırganlaşır, otoriter eğilimler öne çıkar. AK Parti'nin medya ve çeşitli kesimlerle giriştiği mücadele bunun göstergesidir.
3) Kürt sorunu can yakmaya devam ediyor. 14 ayda 700 PKK'lı öldürüldü, sonsuza kadar PKK'lı öldürüp sorun çözülemez. 30 bin PKK'lı öldürülmüşse PKK 6 kez imha edilmiş demektir, arkası gelmeye devam ediyor. Çünkü sorunun kaynaklarına inip çözülmüyor.
4) Ortadoğu ve Suriye konusunda temel bir yanlış yapıldığı kabul edilip bir an önce yeni stratejiler izlenmeli. Mısır'ın teklifi gayet gerçekçi ve makul.
5) Kürt meselesinde ve cumhurbaşkanlığına hazırlık babında AK Parti'nin daha çok "milliyetçi ve devletçi" dil benimsemesinin iki sonucu olabilir: a) Kürtlerin büyük bir bölümü dindar Türklerden, muhafazakâr ve İslami camialardan ümitlerini kesip "Kürtlük" üzerine kapanmaları, duygusal olarak sistemden kopmaları; yani sahiden Türklerin ve Kürtlerin 'kavim' temelinde bölünmeleri; b) Bu milliyetçi ve devletçi dil ve retoriğin seçimlerde bir anda MHP'ye oy seli olarak akma ihtimalinin yüksek oluşu. Çünkü milliyetçi ve devletçi politikaların doğru adresi AK Parti değil, MHP'dir.
Zaruri açıklama: AK Parti'nin taze kana, iç reforma ihtiyacı var. Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu'nun katılımları son derece doğru isimler olmuştur. Sözcü Gazetesi (10 Eylül) beni ve Harun Tokak Hoca'yı referans göstererek güya Numan Kurtulmuş'a AK Parti'ye girmemesi için telkinde bulunduğumuzu yazdı, üstelik bunu 'cemaat'in bir taktiği olarak gösterdi. Ramazan boyunca siyasilerle iftarlarda görüştük, Sayın Kılıçdaroğlu ile de Sayın Kurtulmuş ile de. Ancak öyle bir şey vaki olmadı. Aksine iki sene önce böyle bir bütünleşmenin olacağını bu köşede yazmıştım, geçen hafta da Habertürk Televizyonu'nda Kurtulmuş ve Soylu'nun AK Parti'ye katılımlarının son derece hayırlı olduğunu belirtmiştim. Haberi yapan gazete, basın ilkeleri gereği bize de sorsaydı işin doğrusunu söylerdik.
a.bulac@zaman.com.tr
13 Eylül 2012, Perşembe
|
Reşat Nuri Erol
13.09.2012
08:12
|
13 Eylül 2012 Perşembe
Yusuf Ziya CÖMERT
Neo-neokonların rönesansı olmasın
yzcomert@stargazete.com
Kötü bir başlık. Cümlenin sonunu Türkçe’yle tutuyorum. Geri kalanı biraz sıkıcı.
Ama boşuna değil. Yazı ilerledikçe anlaşılacağını tahmin ediyorum.
Ortadoğu’dayız.
Zeminimiz berbat. Hani maç anlatıcıları (veya spor spikerleri) der ya, ‘zemin, futbol oynamaya elverişli değil.’
Kötü bir futbol sahasından daha kötü.
Tunus’ta Gannuşi, etrafını yeni yeni görmeye başladı.
(Gannuşi, Arap dünyasında ‘demokrasi’ lafını ilk telaffuz eden liderlerdendi. Partisi Nadha, 20 küsur yıl önce seçimleri ezici çoğunlukla kazanmış, Gannuşi, aynı günlerde idama mahkum edilmiş, canını zor kurtarıp Londra’ya gitmişti.)
Libya’da Kadafi diktatoryası -çirkin bir finalle- yeni bitti. Taşların yerine oturmasına daha çok var.
Mısır’da Mursi, attığı adımların bilincinde görünüyor. Devlet Başkanı’nın haklarına sahip çıkmayı başardı. Uluslararası alanda da ‘atak’ davranıyor. İran’da Esed rejimini eleştirmesi önemli bir göstergeydi.
Ama o kadar ağır, o kadar devasa bir enkaz ki Mısır, bugünden yarına düzene girmesi imkansız.
Suriye zaten bitişiğimiz. Olan biteni çıplak gözle görebiliyoruz.
Baas rejiminin ‘kök’ü yerinden oynadı. Ama hala yapılacak dünya kadar iş var.
(Birlikte, aynı sofrada yemek yediğimiz o sakin, munis görünümlü adam, nasıl acımasızca kan döküyor! O yemekte sormuştum Hama katliamını. Korkunç bir cevap vermişti: “O dönemin şartlarında olmuştu. Belki aynı şartlar oluşsa ben de aynısını yaparım.” Yapıyor şimdi. )
Yemen, Bahreyn, Fas gibi ülkeler de rahat değil.
Yani, zemin, ‘patates tarlası’na bile benzemiyor. Dev çukurlar var, Kaddafi’den, Zeynel Abidin Bin Ali’den, Mubarek’ten, Saddam’dan kalma.
Diplomasi, ekonomi, böyle zeminlerde iki adımda bir yere kapaklanır.
Sadece zemin kötü olsa iyiydi.
Hava da bozuk.
ABD, merhum Başvekil Adnan Menderes’ten yadigar tabirle, ‘seçim sath-ı mailine girdi.’ Obama’nın büyük bir iş için koları sıvayası yok.
Cumhuriyetçiler, eski Neokon’lardan daha ‘heyecanlı’ ‘Mormon’ bir adayla Obama’nın karşısına dikildiler. Atbaşı gidiyorlar. Kimin kazanacağını kimse bilemez.
Amerika’daki seçim, Suud’daki, Ürdün’deki mahalle bakalını bile etkiliyor, yani kritik.
Obama, Bush’tan devraldığı savaşların hızını bir miktar kestiyse de bitiremedi.
Böyle bir havada öldürüldü ABD’nin Libya büyükelçisi.
İnsanın aklına her şey geliyor.
İsraili provokatör, Müslümanları ayağa kaldıran o pis film için “Bile bile yaptım” diyor, “Maksadım İslam’a hakaret etmekti.”
Provokatör kötü de, ABD büyükelçisi’ni katledenler iyi mi?
Arap Baharı’nı alt üst edebilecek bir ‘koalisyon.’ İsrailli tahrikçinin ve ona bize hakaret etmesi için 5 milyon dolar veren hastalıklı ruhların terörle koalisyonu.
Kimbilir hangi kirli ‘siyaset’ sürdü onları sahneye. Kimbilir hangi hesapların içinde toplanıp çıkarıldılar.
Bu berbat zeminde ve bu bozuk havada, dünyanın başına her şey gelebilir.
Cumhuriyetçiler , Libya’daki ABD Büyükelçisi’nin öldürülmesinden, Obama’yı yıpratacak hikayeler benzer bir etki üretmeyi deneyebilir.
Başka bir şey de olabilir. Saldırı, Arap Baharı’na yönelik ‘Batılı kuşkular’ı kötü bir biçimde tahrik edebilir.
Cumhuriyetçiler, 11 Eylül’de olduğu gibi, yeniden macera arayabilir.
Zamanlama da çok uygun. 11 Eylül saldırılarınn yıldönümü.
Neokonların rönesansıydı 11 Eylül.
Bu da ‘neo-neokonlar’ın rönesansı olmasın.
|
Reşat Nuri Erol
13.09.2012
09:03
|
Levent Gültekin
Muhafazakar medyadaki arkadaşlara bir 'öğüdüm' var
Levent Gültekinacikcenk@gmail.com
AK Parti’ye politik destek veren gazetecilerin tutumları gazeteciliğe pek yakışmıyor.
Memleketin sorunlarını yazıp hükümete yol gösterici, istikamet verici bir tutum takınacaklarına AK Parti’yi eleştiren gazetecilerle kavga etmeyi tercih ediyorlar.
Kendi gazetelerinin tirajları, TV’lerinin izlenme oranları yerlerde sürünüyorken, rakip gazetelere gazetecilik dersi veriyorlar.
Çok gerginler, çok kibirliler, çok tahammülsüzler. Kof kabadayılığı bir tarz haline getirdiler.
Nezaketlerini de, efendiliklerini de tamamen bir tarafa bırakmışlar.
Başbakan Erdoğan’a veyahut AK Parti’nin politikalarına yapılan her eleştiride eleştiri yapan karşısında bu arkadaşları buluyor.
Bazen AK Parti’yi ve Başbakan Erdoğan’ı ‘koruma’, ‘kollama’ işini o kadar abartıyorlar ki işi eleştiri yapanı linçe kadar vardırıyorlar.
Başbakan Erdoğan’ın kendisinin neredeyse her Allah’ın günü medyayı dövmesi yetmiyormuş gibi kalan zamanlarda da AK Parti’yi eleştirenleri sigaya çekmeyi bu arkadaşlar üstleniyor.
Ülkede onlarca sorun var. İşler can sıkıcı boyuttu. Terör her gün onlarca gencin canını alıyor. Eğitim sistemi tam bir felaket. İstanbul’un göbeğinde 80 kişilik sınıflarla okullar yeni döneme başlıyor.
Dış politika büyük bir hayal kırıklığı. Öyle ki Türkiye’nin iç politikasını da mahvetti.
PKK sorunu almış başını gidiyor.
Yargıda haksızlık, adaletsizlik temel felsefe haline gelmiş.
Şehirlerimiz de insanlarımız da dökülüyor.
Bu ülke ÖSYM ve onun beceriksiz başkanı gibi bir felaketle yaşamaya bile alışmak zorunda kaldı.
Yani diyeceğim o ki iktidarın yaptığı iyi işlerin yanında, iyi gitmeyen, toplumun huzurunu bozan, Türkiye’nin geleceğini heba eden onlarca da sorun var.
Bu sorunları yazmak, sorumluları uyarmak, iktidara istikamet vermek, çözüme dönük teşvik edici fikirler önermek varken onlar Başbakan Erdoğan’ı eleştiren gazetecilerle kavgayı tercih ediyorlar.
Destek verdikleri AK Parti iktidarının ‘yeni bir Türkiye’ hedefine dönük entelektüel bir çaba içerisine girmeleri gerekiyor. Onlarsa entelektüel bir sefalet içeren ağız dalaşını tercih ediyorlar.
Hadi diyelim iktidara eleştiri getirecek cesareti bulamıyorlar.
‘Eski medya’ya laf yetiştirip, onların defoları ile uğraşacaklarına, bari kendi gazete ve TV’lerine itibar katacak, etkisini, değerini, okunurluğunu artıracak işlere ağırlık versinler. Öyle olması gerekmez mi?
Vermeliler ki Milli Eğitim bakanı eğitimdeki sorunları konuşmak üzere yalnızca ‘eski medya’nın yayın yönetmenlerini değil, AK Parti’ye destek veren medyayı da davet edebilsin.
İşte bu arkadaşların bu fotoğraflarına bakınca bir öğüdü hatırlatma ihtiyacı duydum.
Normalde birazdan aşağıya alacağım bu öğüdü bir yazı ile Başbakan Erdoğan’a hatırlatma niyetindeydim.
Fakat gördüm ki bu arkadaşlar iktidar hevesine kendilerini o kadar kaptırmışlar ki sanki ülkeyi onlar yönetiyor. Her biri birer Tayyip Erdoğan olma çabasında.
Mademki bu arkadaşlar gazetecilik yapmak yerine ülkeyi yönetmeyi tercih ediyorlar ben de bu öğüdü Başbakan yerine bu arkadaşlara hatırlatmayı uygun görüyorum.
Umarım yürüdükleri bu meşakkatli iktidar yolculuğunda bu öğüdü bir azık olarak kabul ederler.
İşte Şeyh Edebali’nin yetkiyi alıp yola koyulanlara verdiği öğüt:
"Ey Oğul! Beysin, bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül alma sana... Suçlamak bize; katlanmak sana... Acizlik yanılgı bize; hoş görmek sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana... Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana…"
"Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana…"
"Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı.. Allah (c.c.) yardımcın olsun…"
|
Reşat Nuri Erol
13.09.2012
09:15
|
Ali Sirmen
asirmen@cumhuriyet.com.tr
ABD’den Bağımsız İslamcılık Kaldı mı?
Bazı yazılar vardır, bakar bakmaz tümünü kavrarsınız.
Aslında bunlardaki hüner içeriklerinden çok başlıklarındadır.
Basınımızda, İslami hareketin ve AKP’nin uzmanları arasında olan Ruşen Çakır’ın dünkü yazısı işte bunlardan biriydi.
“AKP’den Bağımsız İslamcılık Kaldı mı?” başlıklı yazısında Çakır, 2003’te Tayyip Erdoğan’ın Irak politikasını eleştiren İslamcıların çokluğuna karşılık, kimi marjinaller dışında bugün Ankara’nın Suriye politikasını eleştiren kimse kalmamasının nedenlerini irdelerken, sonucu daha başlıkta ilan ediyordu:
- AKP’den bağımsız İslamcılık mı kaldı?
Yazının bana çok ilginç gelmesinin nedeni, onu biraz değiştirerek şöyle okumam oldu -ABD’den bağımsız İslamcılık mı kaldı?
Bilmiyorum Ruşen Çakır yazısına böyle başlık atar mıydı, ama ben öyle okudum.
Gerçekten de AKP’nin büyük başarısı, tutucu bir toplumda, dinsel tutuculukla küresel kapitalizmin ihtiyaçlarını politikalarında somutlaştıran ABD’nin çıkarlarını birbirleriyle fevkalade güzel bir uyuma ulaştırmasıdır.
***
“Ilımlı olun” derken aslında açıkça “uyumlu olun” çağrısı yapan ABD’nin dinci akımlara yaklaşımı her zaman dostça olmuştur.
AKP bu gerçeği iyi görüp, kendi açısından doğru değerlendirdiği için, eskiden, merkez sağ etiketi altında ortaya çıkanların yanına yamanıp o sıralarda siyaset sahnesinde yaşam savaşı veren siyasal İslam, artık bütün tutucuları, hatta liberal etiketlilerini kendi çekim alanı içine, şemsiyesi altına topladı ve aynı zamanda Tayyip Bey dış politikasındaki bütün skandallara karşın evrensel bir rol modeli olmak olanağına kavuştu.
AKP bir yandan bunu becerirken, öte yandan İslami hareketin standardizasyonunu da sağladı ve sonunda AKP’den, yani ABD’den bağımsız İslamcılık kalmadı ortada.
Bu gerçeği anlamayanlar, anlayışsızlıklarının bedelini silinmeyle ödediler.
Karpuz gibi dışı yeşil, içi kırmızı benzetmesine muhatap olan Abdüllatif Şener, inadı yüzünden silinme akıbetinden kurtulamazken, eski söylemlerinin hepsini yalayıp yutarak Tayyip Bey’in cazibe alanına giren Has Parti’nin has gülü Numan Bey de bu yolla “Kurtulmuş” oldu.
Şimdi şu soru gelebilir akla:
- Peki, bunun dışında bir İslamcılık kaldı mı?
***
Sorunun yanıtı açıktır:
- Evet kaldı ama onlar ılımlı, yani meşru olmayan İslamcılık faslında mütalaa edilirler ve terörist damgasını yerler.
Burada terörist sıfatını hak etmiş olmak için, illa silaha sarılmak, güce başvurmak zorunluluğu yoktur. Yalnızca uyumluluk şartını yerine getirmemiş olmak yeterlidir.
Olaya bu açıdan yaklaştığınız zaman, her şey büyük açıklıkla gözler önüne seriliyor.
Göreceksiniz AKP yani ABD’nin dışında kalma gafletine düşecek olan İslami hareketler, yarın herhangi bir şiddet yöntemine başvurmasalar bile, bir zamanlar içindeki aykırı unsurlar çeşitli suçlamalarla tasfiye edilerek, ehlileştirilmiş kurum aracılığıyla uysallaştırılıp, doğru yola getirileceklerdir. Böylelikle bir zamanlar laiklik güvencesi olarak görülmüş olanlar uyumluluğun güvencesi işlevini yükleneceklerdir.
Sistemin özü budur ve buradaki, İsrail’e kafa tutma gösterileri gibi kimi aldatıcı çıkışlara da aldanmamak gerekir.
Davos’ta “One minute” diye efelenen ile uyumlu olmayan İslama karşı İsrail’i koruyacak füze kalkanını bir dakika bile tereddüt etmeden kabul eden zat aynı kişi değil mi?
Evet, gerçekten de ABD’den bağımsız İslamcılık kalmadı. Kalanlarla hesaplaşma işlevi de ABD’ye bağımlı İslamcıların sırtına yükleniyor.
13 Eylül 2012 - Cumhuriyet
|
Reşat Nuri Erol
13.09.2012
09:19
|
Ve soruyorum Ak Parti iktidarına...
Hasan Cemal
h.cemal@milliyet.com.tr
Genelkurmay, 28 Şubat’ta Cumhurbaşkanı Demirel’e gizli bir yazıyla bildirmiş... Askeri darbelere dayanak olan maddeler bir değil altı taneymiş... Şimdi bu altı maddeye dokunulmadan Türkiye’de ‘askeri vesayet’ sona ermiş olabilir mi? “28 Şubat’ın mağdurları”, 28 Şubat’ın da dayanağı olan bazı yasalara neden hâlâ dokunmuyorlar?
Cumhurbaşkanı Demirel, 28 Şubat sürecinde Genelkurmay Başkanlığı’na sorar:
Cumhuriyet’i koruma-kollama yetkinizin sınırı nedir?
Genelkurmay yanıt verir:
İç Hizmetler Kanunu 35. madde dahil altı madde...
Tarih, 20 Mayıs 1997.
28 Şubat sürecinin en curcunalı günleri. Askerle Refahyol koalisyonu arasındaki ilişkiler gergin. Başbakan Erbakan’ın istifasının beklendiği o günler darbe söylentilerinin ayyuka çıktığı bir dönem.
Cumhurbaşkanı Demirel, bu tarihte Genelkurmay Başkanlığı’na gönderdiği yazıda özetle, “Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevinizin sınırı nedir?” diye sorar.
Bütün askeri darbelerin Cumhuriyet’i koruma-kollama yetkisine dayanılarak yapıldığı malum.
Genelkurmay, devletin zirvesinin bu sorusuna gizli ibareli üç sayfalık yazıyla cevap verir. Genelkurmay’ın yazısında yer alan ve askeri darbelere gerekçe gösterilen altı madde şöyle:
TSK İç Hizmetler Kanunu-35:
Silahlı Kuvvetler’in vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.
TSK İç Hizmetler Kanunu-2:
Askerlik: Türk vatanını, istiklal ve cumhuriyetini korumak için harp sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiyetidir. Bu mükellefiyet özel kanunlarla vaz’olunur.
TSK İç Hizmetler Kanunu-37:
Silahlı Kuvvetler’e katılan her asker andiçer. And sureti aşağıdadır: “Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle, hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu Türk sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine andiçerim.”
TSK İç Hizmetler Yönetmeliği-1:
Yurt ve milletin saadet ve selâmetini ve istiklâlini temin etmek ve cumhuriyeti korumak, ancak disiplini mükemmel olan Silâhlı Kuvvetlerle kabildir. Silâhlı Kuvvetlerde disiplinin yerleşmesi için, Silâhlı Kuvvetlerin bütün mensuplarını mutlak bir itaate ve vicdan mesuliyeti duyarak doğrulukla vazife görmeğe, her hizmeti en küçük teferruatına kadar, büyük bir dikkatle ve istekle yapmağa alıştırmak; kalplerine yurt, cumhuriyet, milliyet meslek ve vazife sevgisini sokmak lâzımdır. Bunlar her âmirin baş vazifelerindendir.
TSK İç Hizmetler Yönetmeliği-85:
Vazifesi, Türk yurdu ve cumhuriyetini içe ve dışa karşı lüzumunda silâhla korumak olan, Silâhlı Kuvvetlerde her asker kendine düşeni öğrenmeğe ve öğrendiğini öğretmeğe ve icabında son kuvvetini sarf ederek yapmağa mecburdur.
TSK İç Hizmetler Yönetmeliği-86:
Asker, kendisinden beklenen vazifeleri hakkıyle yapabilmek için yüksek ahlâk ve kuvvetli maneviyata sahip olmalıdır.
86/a:
Cumhuriyet, Yurt, Millet; askerin mukaddesatındandır. Bunlara içerden ve dışardan vaki olacak her türlü tecavüzü karşılamak, def etmek ve lüzumunda bu uğurda hayatını fedadan çekinmemek her askerin borcudur.
Cumhurbaşkanı Demirel’le Genelkurmay arasındaki gizli yazışmanın, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun dosyasına girmesiyle birlikte ilk kez askeri darbelerin gerekçesi olan altı madde resmi yazıya dökülmüş oluyor.
H H H
Yukarıdaki bölümü dünkü Radikal’in kapak haberinden özetledim.
Ve soruyorum Ak Parti iktidarına:
Bu altı maddeye dokunulmadan Türkiye’de askeri vesayet sona ermiş olabilir mi?
‘Askeri vesayet’in son bulması, dayanağını anayasa ve yasalardan alan demokratik kurumsallaşmalardan geçmiyor mu?
“28 Şubat’ın mağdurları”, 28 Şubat’ın dayanağı olan bazı yasalara neden hâlâ dokunmuyorlar?
|
Reşat Nuri Erol
14.09.2012
03:16
| Faruk Beşer
faruk.beser@yenisafak.com.tr 14 Eylül 2012 Cuma
İdam mı gayri insani müebbet mi?
Gayri insani, insanca olmayan, insanlığa yakışmayan demek. İdam ise yok etmek, yani öldürmek...
Önce bu konuda İslam'ın hükmünü söyleyelim:
"Haksız yere bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir".
"Bilerek ve tasarlayarak/taammüden bir mümini öldürenin cezası ebedi cehennemdir".
Bunlar öbür âleme bakan cezalar. Dünyada ise bilerek ve tasarlayarak insan öldürmenin cezası, bilindiği gibi kısastır. Kısas, öldürmeye karşılık öldürmedir. Ancak kısas öldürmek için değil, yaşatmak için vardır.
"Kısasta sizin için hayat vardır" anlamındaki ayet bunu anlatır.
Bunun hesabı çok basittir. Birisi çıkıp Türkiye genelinde bir yılda meydana gelen kasten/taammüden adam öldürme olaylarının listesini çıkartır. Eğer varsa, kasten öldürmeye kısas uygulayan bir ülkedeki öldürmelerin miktarına da bakar. Nüfusu da hesaba katarak aradaki fark bulunur. Eğer bu ülkedeki kasten öldürmeler mesela % 90 daha az ise, demek ki kısas, zulmen öldürülecek olan her 100 insanın 90'ının hayatını kurtarmıştır. Bu durumda kısasta hayat vardır sözü anlamlı olur. Ben en az % 98'ini kurtaracağına inanıyorum.
Efendim, farklı ülkelerin farklı şartları vardır diyorsanız, aynı cezayı Türkiye'de de uygulayarak deneme yapabilirsiniz. Kısaca daha çok insanı yaşatmak için öldüren öldürülür. Öldüren, ya da meşru düzeni yıkmak için terör estiren... Eğer Türkiye'de her yıl meydana gelen 1000 taammüden öldürmeyi, 10 katili etkisiz hale getirerek engelleyip 990 insanı kurtaracaksanız daha insani olan budur. Üstelik giden 10 tanesi katildir, aksi halde ölen bin kişi ise nahak yere öldürülmüş olacaktır.
Ve öldürülmüş olan bir insanın kısas hakkı onun yakınlarınındır, bu haklarını alırlar ya da bağışlarlar. Devlet katili asla affedemez. İslam'ın bu konudaki suç ve ceza anlayışı kısaca budur.
Ancak bu İslam'ın kendi insanını eğitip yetiştirdiği, ona insanın değerini öğrettiği bir toplumda uygulanabilir. Siz önce seri katiller yetiştirir, sonra bu cezayı uygulamaya kalkarsanız haksızlık etmiş olursunuz. Sakın kimse Türkiye'de şeriatın uygulanmasını teklif etmesin.
Mesele şeriatı uygulamak değil, mesele insanları nahak yere öldürülmekten kurtarmak, daha çok insanın ve de insanca yaşamasını sağlamaksa akıllı insanlar bunun yollarını ararlar.
Kriminoloji denen bir bilim dalı var, suçbilim demek. Suç nedir, insanlar neden suç işliyorlar, suça verilecek cezalar nasıl tespit edilmeli, neler olmalı, ceza nasıl olursa caydırıcı olur, cezanın gayesi nedir, suç işlemenin önüne nasıl geçilir, gibi konuların felsefesini yapar.
İdeolojik saplantıya, laiklik histerisine ve ön yargıya kapılmadan düşünen herkes, hakkı büyük ölçüde bulur ve uygular. Derler ki laikliğe vurgu yapan iki ülke vardır: Fransa ve Türkiye. Fransa'nın laiklik anlayışı şöyledir: Biz yasamada ve yönetmede dini din olduğu için referans almayız. Ama dindeki bir uygulama aklın ve bilimin onayladığı bir şeyse onu almaktan çekinmeyiz. Türkiye'nin laiklik anlayışı ise şöyledir: Bir şey dinde varsa biz onu asla almayız.
Öldürmekle beraber bir de korku toplumu oluşturan on katilin öldürülmesine gayri insani diyenler, nahak yere öldürülen bin insanın öldürülmesine insani demek durumunda kalmış olurlar.
İşin bir başka yönü daha var: Katile ömür boyu hapis cezası vermek, öldürmekten daha hafif, ya da daha insani midir? Birkaç yıl önce arşivlediğim bir haberde şu satırlar yer alıyor:
"İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra idam cezasını kaldıran İtalya'da uygulanan müebbet hapis cezası mahkûmları isyan ettirdi. Toplam 310 mahkûm, 17 yıldır hapis yatan 52 yaşındaki mafya üyesi Carmelo Musumeci önderliğinde, İtalya Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano'ya 27 Mart 2007'de bir mektup gönderdi. Mektupta mahkûmlar, ömür boyu hapis cezalarının idama dönüştürülmesini istediler ve: "Sayın Cumhurbaşkanı, her gün biraz ölmekten yorgun düştük. Bir kez ölmek isteyen bizler, müebbet hapis cezamızın idama çevrilmesini istiyoruz" ifadesini kullandılar. (http://www.ntvmsnbc.com/news/409643.asp)
"Artık ibret alın ey akıl sahipleri".
|
Reşat Nuri Erol
14.09.2012
03:50
| 14 Eylül 2012 Cuma
Yiğit BULUT
(AŞS) Afrika Şekillendirme Süreci başladı...
yigitbulut@stargazete.com
Bir yorumcu Türk haber televizyonlarından birinde şöyle diyor; “Uzun zamandır var olan görüntüler şimdi neden bu olaylara sebep oldu, anlayamıyorum”! Zamanı gelmemişti, şimdi geldi sevgili dostum, ondan olaylar başladı !
Sevgili dostlar, yapılan film kılıklı şerefsizliğin tartışmasına ve detayına burada girmeyeceğim. Tek kelimeyle “aşağılık, soysuz, seviyesiz” ve her türlü cezayı hak eden bir girişim...
Burada ele alacağım detay; “sebep-sonuç” ilişkisi ve bundan sonra “görünen sebeplerin” nasıl sonuçlara yol açacağı... Daha açık yazayım; gördükleriniz “2001 Eylül-Medeniyetler Çatışması-Amerika Süper güç karşısında Orta Doğu kaynaklı İslami Terör diyalektiği” gibi kavramların yeni bir boyutu ! Bu yazıyı yazdığım dakikalarda bir Türk gazetesi tv reklamı dönüyor; “Obama gizli bir Müslüman mı, yarın X gazetesinde” ! Sistem Türkiye dahil mükemmel çalışıyor... Uçlaştırma, yeni denge konumuna zorlama, yeni diyalektik oluşumu ve kaos sonrası şekillenme...
Sevgili dostlar, bizler Suriye odaklı Orta Doğu “şekillenme sürecine” odaklanmışken, Afrika’nın şekillenme süreci başladı ve hızlı bir biçimde ilerleyecek gibi görünüyor. Etki-Tepki görünen sebep-sonuç... Bütün bunlar “görünenler” peki ya görünmeyenler ? Yeraltı kaynaklarına dokunulmamış, “Pazar” haline getirilememiş ve krizde zor ayakta duran Avrupa’nın “sömürge artığı” Afrika... Daha açık yazayım; Afrika kökenli Başkan Obama seçime giderken başlayan Afrika’nın şekillenme süreci...
Sonuç : Yıllardır özellikle Amerika’da fikir beyan eden dürüst strateji uzmanları Afrika şekillendirme sürecinin başlayacağını söyleyip durdular ! Kimse inanmadı, inanmak istemedi, itibar görmediler. Bana göre başladı ve özellikle Avrupa uzantısı yapının en zayıf döneminde Afrika kıtasından nasıl kazındığını hep birlikte göreceğiz. Libya’da otel bahçesinde hava basıp, gaz-petrol almaya gelen Sarkozy bugün yok ama bölgeyi şekillendirecek hatta belki işgal etmeye kadar gidecek güçler limandan demir aldılar bile... Suriye’ye takılıp “ne oluyor” diyenler, resmi biraz daha büyütün ve farklı bir mercekten bakarak sorun lütfen; şimdi neler olacak ?
Son söz : Dünya sistemi yıllarca ABD-Rusya diyalektiği üzerinde şekillendi, altın-petrol ve diğer fiyatlamalar bu yapıdan etkilenerek yol buldular. Sonrasında aynı mantık ABD-Orta Doğu kaynaklı İslami terör üzerine kurulmaya çalışıldı ve diyalektik bu karşıtlık üzerinde zorlanarak fiyatlamalar başta altın ve petrol olmak üzere “mantık dışı” noktalara geldi...Bu karşıtlığın boş olduğu anlaşılınca yeni bir evreye girilmesi doğal olmakla birlikte bu 3. Dalganın nasıl bir “diyalektik karşıtlık” yaratacağı da açık; Amerika büyük güç, Avrupa tasfiye oluyor, Türkiye-Rusya çizgisinde yeni bir oluşum ve Amerika’nın tam karşısında İran-Çin-Hindistan oluşumu...Bu noktada Rusya’nın tercihi ve Amerika’nın İsrail konusundaki yeni politikası çok önemli. Uzun süredir “Türkiye-Rusya” çizgisine yaklaşarak “İsrailsiz Orta Doğu modeline” yaklaşan Amerikan dış politikası, son yaşanan olaylarla birlikte “İsrail’i feda edebileceği” yeni bir yola rahatlıkla girebilir...
Son soru: Bu “kaotik” görünen yapı Türkiye’yi “yeni bir üst noktaya” taşıyabileceği gibi iki ana soruyu öne çıkaracak; 3. Dalga sonrası Avrupa Birliği ve İsrail oldukları gibi yollarına devam edebilecek mi ?
Önemli not : Bu gelişmeler dünya piyasalarında “yeni fiyatlama” dalgaları yaratacak. Kısa vadede büyük değişimler olmasa bile, başta sermaye piyasaları olmak üzere ani büyük dalgalar oluşabilir, dikkatli olmakta yarar var. Buna rağmen orta ve uzun vadede Türkiye’ye “akış” artacak ve Türkiye’nin YENİ DÜNYA DÜZENİ içindeki yeri daha da sağlamlaşacaktır...
|