Reşat Nuri Erol
30.07.2012
20:54
| Mümtaz'er Türköne diyor ki: "İslâmcılık bugün devlet tarafından hazmedilmiş, meşruiyet enerjisine dönüştürülerek tüketilmiş bir ideoloji. İktidarı teslim aldı ve ona can vererek görevini tamamladı. Bugünün dindarane gündemleri -Çamlıca'ya cami, imam- hatipler, dindar nesiller, kürtaj- bu yokoluşun bir özrü veya telafisi değil mi? İslâmcılık öldü. Hâlâ yaşadığını düşünenler, varlığına dair bir işaret bulabilirler mi?"
İslâmcıların hazin nağmesi
Ali Bulaç'ın İslâmcılıkla Müslümanlık arasında gri tonlara bulayıp belirsizleştirdiği alanda yaptığı arınma çağrılarının siyasî bir karşılığı yok.
İslamcılığın siyasî karşılığı yoksa kendisi de yoktur. Şunlar, 90'ların başlarında çok duyduğumuz, neredeyse artık unuttuğumuz sözler: "Zaman, tarih ve soyut toplumsal kurallar kaderimizi belirleyemez". Ali Bulaç, "bir hüküm kitapta yer almışsa uygulanır" demiş oluyor. Peki bu hükümlerin muhatapları neredeler? Bulmak için gözünüzü devletin tepelerine veya akşam haberlerine dikmeniz yeterli.
Elimde "İslâm ve Batı medeniyetlerinde meşruiyet ve çoğulculuk meselelerinin değer boyutu" başlıklı kısa bir makale var. Makale 1991 yılına ait ve Dergâh dergisinde yayımlanmış. Tezi kuvvetli. İslâm medeniyeti "değer bağımlı"dır; Batı medeniyeti ise "mekanizma bağımlı"dır. İslâmî şûra/icma prensipleri ile Batı medeniyetinin parlamenter geleneği bu yüzden birbiriyle çatışır. İslâm medeniyet tarihi içinde ortaya çıkan sosyal mekanizmalar meşruiyetini bu değerler sisteminden almaktadır. "Bu değerler sistemi ise son derece etkili ve geniş kapsamlı bir tutarlılık içinde bir bilgi disiplinine bağlanmış, bilgi disiplini de özel bir varlık telakkisine istinad ettirilmiştir. Dolayısıyla sosyal mekanizmaların gerçek meşruiyet zemini varlık-bilgi-değer sistemleri arasındaki bağımlılık ve tutarlılık ilişkisi içinde oluşmuştur." Bu türden derin felsefî-entelektüel metinlere nüfûz edemeyenler için yazarın sözlerini basitleştirelim. Yazar Batı'nın gayrî şahsî ve demokratik süreçlere dayandırdığı siyasî düzeninin tam karşısına, doğru ve yanlışı va'zeden bir değerler sistemini, yani vahiy düzenini yerleştiriyor. İslâmcılık tam olarak böyle bir şeydi. Batılı kavramlar, teoriler ve kurumlarla karşılaştırarak ve bu dünyaya ait birikimi kullanarak İslâmiyet'i en geniş cephede savunmak. Sadece savunmak değil siyasî-sosyal hatta ekonomik bir düzen olarak önermek ve bu önermelerden bir medeniyet projesi geliştirmek.
Bu makalede kendini gösteren vukuf ve derinlik, 90'lı yılların başında İslâmcı kanatta zirveye çıkmıştı. O yılları ve arkasındaki nesilden nesile aktarılan zengin birikimi hatırlayalım. Yılların emeği ve çilesi. Horlanan, aşağılanan, küçümsenen toplum kesimleri dinine diyanetine sahip nesiller yetiştirmek için büyük fedakârlıklara katlandılar. O nesiller de kendilerine harcanan emeğin, donanımları nispetinde İslâmcı siyaset projeleri geliştirerek karşılığını ödediler. Başarılı oldular. Yukarıda iktibas ettiğim makalenin yazarı bugün kabinede çok önemli bir bakanlığın başında bulunuyor ve devlet politikasını tayin ediyor; ama bugünkü devlet politikasında bu makaledeki tezlerin en küçük izi bile yok.
İslâmcılar nereye gittiler? O kadar tez, o kadar teori, o kadar birikim nereye kayboldu? Şairane bir benzetme yapalım. Gül ile bülbülün meşhur hikâyesi: Bülbül gül ağacının dalına konar, kalbini dikenine yaslayıp hazin hazin sabaha kadar öter. Sabaha karşı diken bülbülün kalbini deler, zavallı can verip yere düşer. Ama yukarıda kan kırmızı bir gül bütün ihtişamı ile açmıştır.
Fizik kuralı: Var olan hiçbir şey yok olmaz. İslâmcılığın büyük enerjisi ve birikimi yok olmadı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bugün kullandığı meşruiyet kaynağına dönüştü. Devlet derin bir meşruiyet krizi içindeydi. İslâmcılar, devraldıkları iktidar hakkı karşılığında bu devasa meşruiyet açığını kapattılar. Ekonomi için bütçe açığını kapatmak ne ise, siyasî sorunlar karşısında meşruiyet açığını kapatmak aynıdır. İkisi de bünyeye güç ve etrafa güven verir. Kürt sorununu hâlâ çözemedik; ama AK Parti iktidarı yerine Türkiye askerî vesayet curcunası ile bugünlere gelmiş olsaydı, hâlâ umutlu olabilir miydik? Dış politika eleştiriliyor; peki bugün bölgede sahip olduğumuz araçları kısır Kemalist politikalarla elde edebilir miydik?
İslâmcılık bugün devletin meşruiyetine bütün varlığını adayarak bambaşka bir kalıba, iktidar gücüne dönüştü. Dünün İslâmcı bugünün iktidardaki politikacı kadrolarını var eden toplumsal dinamiğe dönüp bakalım. Dünün ateşli İslâmcı gençlerine burs veren, yurtlarının, çıkarttıkları dergilerin masraflarını karşılayan hayır-hasenat sahipleri, bugün iktidardaki hallerine bakıp ne düşünüyorlardır? İslamcıların derin sessizliğini açıklayacak olan asıl bu sorunun cevabı. Durumdan son derece memnun olmalılar. Yükselen zümrelerin, yeni sermaye sınıflarının durumdan şikayetçi olmaları mümkün mü?
İslâmcılık bugün devlet tarafından hazmedilmiş, meşruiyet enerjisine dönüştürülerek tüketilmiş bir ideoloji. İktidarı teslim aldı ve ona can vererek görevini tamamladı. Bugünün dindarane gündemleri -Çamlıca'ya cami, imam- hatipler, dindar nesiller, kürtaj- bu yokoluşun bir özrü veya telafisi değil mi? İslâmcılık öldü. Hâlâ yaşadığını düşünenler, varlığına dair bir işaret bulabilirler mi?
m.turkone@zaman.com.tr
http://twitter.com/Mumtazer
29 Temmuz 2012, Pazar
***
Ali Bulaç cevap veriyor: "Mümtaz'er Türköne'ye ilk sorum: Bu hem AK Parti'ye hem İslamcılığa büyük haksızlık, İslam'a karşı işlenmiş 'büyük günah'tır. Eğer AK Parti, Kürt sorununu çözemiyorsa; Alevilerin cemevini kabul etmiyorsa; gayrimüslimlerin hâlâ vakıf mallarına el koyup okullarını açmıyorsa; vesayet rejimini tasfiye edecek reformları kesintiye uğratıyorsa; Ortadoğu ve Suriye konularında Türkiye'yi trajik noktaya getirdiyse; takip ettiği iktisat politikalarıyla zengin sınıfları semirtip orta sınıfı zayıflatıyor, yoksul kesimleri dağıttığı ianelerle doyuruyorsa; toplumu ve aileyi çözüyorsa; kibre kapıldıysa; bir telefonla televizyon programlarını iptal ediyorsa bu "dini referans aldığı" veya "İslamcı olduğu" için değil, tam aksine öyle olmadığı, "muhafazakâr ve milliyetçi-devletçi" olduğu içindir. Dini sembollere vurgu yaparak diyanete sığınma çabası, sağcı-muhafazakâr-milliyetçiliğe özgü siyaset yapma yöntemidir. Bunun dinle, İslamcılıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur."
İslamcıların 'din'i, muhafazakârların 'diyanet'i
Burada ele alacağımız "diyanet" devletin resmi kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı değildir. İnsanın manevi duygularını, heyecanlarını, coşkularını, ama ağırlıklı olarak işlediği suç ve günah fiillerinin doğurduğu pişmanlıkları gidermeye yöneldiği ikame ve telafi etme mekanizması; somut hükümlerden tecrit edilmiş sonu gelmez ritüeller, seremoniler gösterisidir.
Müslümanlar arasında eğer "diyanet" aşırılaştırılmış söylem, retorik ve ritüeller şeklinde tezahür ediyorsa, orada "din" zayıflamış demektir. Dini hüküm ve kuralların işlememesi dolayısıyla ortaya çıkan manevi boşluğu insanlar diyanet'le telafi etmek isterler. Tabii ki din ile diyaneti birbirinden ayırmak o kadar kolay değildir. Ama diyanet, temelde aksayan, koruyucu fonksiyon görmeyen maddi-somut hayat pratiklerinin açtığı boşlukta çıkar.
Diyanetin kitlesel gösteriye ve tüketime konu olmasının başka bir sebebi de var: Medya ve kitle çağında yaşıyoruz, küreselleşme ile her şeyi gösteriye dönüştüren, içini boşaltan tüketim kültürü ve liberal piyasa da sahte kutsallıklar yanında dini hayatı diyanete çevirmektedir. Bu apayrı bir fasıldır.
Bu başlıkta "din"den kastettiğim İslamiyet'in muamelat ve ukubata ilişkin hükümler mecmuası; adalet, özgürlük ve yüksek ahlaki hayattır. Mesela hüküm olarak sömürü, emeksiz kazanç; güvencesiz çalışma hayatı; rüşvet, yolsuzluk haramdır. Bunların kazanç elde etme ve yükselme yolunun seçildiği; herkesin "hak" olarak kendi "şahsi, ailevi, zümresel veya ulusal çıkarı"nı merkeze aldığı, sermaye ve statü bölüşümünde hakkaniyetin gözetilmediği bir ülkede, başaranlar vicdanlarını rahatlatmak üzere bol bol iane dağıtır, her sene umreye gider. Dinde aslı astarı olmayan kutsal geceler, kandiller, kutlu doğum haftaları icad edilir; Kur'an'da ve Sünnet'te karşılığı olmayan ritüeller ibadetmiş gibi abartılmış gösteriler eşliğinde televizyon ekranlarına, futbol stadyumlarına taşınır. Kısaca ritüeller dini hükümlerin yerini alır. Müslüman kitlelerin diyanete yönelmesi hem "din" yerine "diyanet"i ikame eder, hem günah duygusunu telafi eder, bu sayede liberal piyasanın çarkları işler. Böyle bir düzende vicdanlar, hükümetler ve küresel kapitalizm durumdan memnundur; çünkü diyanet, dinin üstünü örtmüştür.
Bu arada bir noktanın altını çizmeliyiz: Dinini ciddiye alıp dünyaya İslam bakış açısından bakanların (İslamcıların) AK Parti kurucularına ve teorisyenlerine şükran borcu var. Kuruluşta yetkililer "Biz gömlek değiştirdik, İslamcı değiliz, dini referans alarak siyaset yapmayacağız; paranın, ekonominin dinle ilgisi yok; AB ve IMF yol haritasını takip edeceğiz" deyip bunu içeride askerî-sivil bürokratlara, büyük sermayeye ve dışarıda küresel güçlere taahhüt ettiler. Teorisyenleri, yeni seçtikleri "muhafazakâr demokrasi"nin referans çerçevesini Anglo Sakson ve Amerikalı teorisyenlerine dayandırdıklarını; Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal Beyatlı, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Ali Fuad Başgil gibi milliyetçi-muhafazakâr yazarlara yaslandıklarını beyan ettiler (Bkz. Yalçın Akdoğan, Muhafazakâr Demokrasi, 2003-Ankara, s. 25 vd.) Bu deklarasyon, dört büyük imamdan Gazali'ye, Muhammed İkbal'den Mehmet Akif'e, Mevdudi'den Seyyid Kutup'a uzanan tarihi ve çağdaş İslami/İslamcı referans çerçevesinin değiştirilmesi demekti.
Bunu beyan etmeleri iyi de oldu. Ama "muhafazakâr AK Parti"yi eleştirenler, partinin her nedense reddettiği İslamcılıklarını, referans almadığı dini temel alıp eleştiriyorlar. Mümtaz'er Türköne'ye ilk sorum: Bu hem AK Parti'ye hem İslamcılığa büyük haksızlık, İslam'a karşı işlenmiş 'büyük günah'tır. Eğer AK Parti, Kürt sorununu çözemiyorsa; Alevilerin cemevini kabul etmiyorsa; gayrimüslimlerin hâlâ vakıf mallarına el koyup okullarını açmıyorsa; vesayet rejimini tasfiye edecek reformları kesintiye uğratıyorsa; Ortadoğu ve Suriye konularında Türkiye'yi trajik noktaya getirdiyse; takip ettiği iktisat politikalarıyla zengin sınıfları semirtip orta sınıfı zayıflatıyor, yoksul kesimleri dağıttığı ianelerle doyuruyorsa; toplumu ve aileyi çözüyorsa; kibre kapıldıysa; bir telefonla televizyon programlarını iptal ediyorsa bu "dini referans aldığı" veya "İslamcı olduğu" için değil, tam aksine öyle olmadığı, "muhafazakâr ve milliyetçi-devletçi" olduğu içindir. Dini sembollere vurgu yaparak diyanete sığınma çabası, sağcı-muhafazakâr-milliyetçiliğe özgü siyaset yapma yöntemidir. Bunun dinle, İslamcılıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur.
a.bulac@zaman.com.tr
30 Temmuz 2012, Pazartesi
|
Reşat Nuri Erol
30.07.2012
21:17
|
Ali Ünal
Batması ve kurtulması mukadder gemiler
Türkiye, yalnız Türkiye değil, bölgemiz de, çok önemli bir süreçten geçiyor. Büyük doğumlara gebe bu süreçte sanki düne kadar Türkiye gemisinin yelkenlerini şişiren rüzgârlar artık ters esiyor ve bir-bir buçuk sene öncesine kadar şişirilmiş yelkenleriyle dalgasız bir denizde gidiyor gibi görünen bu gemi, bir yandan kendi içinde, bir yandan da denizin dalgalarla gittikçe kabarması neticesinde yalpalıyor.
Son olarak, nihayet Suriye'nin kuzeyinde büyük "Kürdistan"ın ikinci ayağı, yani "Batı Kürdistan", Emre Uslu'ya göre bir PKK Cumhuriyeti olarak, hem de Türkiye'nin çok önemli katkılarıyla teşekkül safhasına girmiş, hattâ kurulmuş bulunuyor. Kader'in kendisine altın tepside sunduğu ve hiçbir sivil iktidara nasip olmayan imkânları hayret verici şekilde aleyhinde kullanan iktidarın yanlışlarını alkışlamayı marifet bilen yazarlar içinde de artık "Kürt" ve "PKK-terör sorunu"nun altında ve hedefinde önce dört parçalı, nihayet bütün büyük Kürdistan, ikinci İsrail olduğunu, ABD'nin de açık açık buna çalıştığını itiraf etmeye başlayanlar var, ama "ba'de harâb-i Basra" mı? Kuzey Suriye PKK Cumhuriyeti veya "Batı Kürdistan" karşısında Türkiye mevcut haliyle ne yapabilir? Mavi Marmara, Uludere ve en son uçağımızın düş(ürül)mesi karşısında ne yaptıysa onu.
Bunlar gibi ve içerideki daha bazı gelişmeleri, bir de tarih üzerinden okumaya çalışalım:
Osmanlı Devleti, uzun bir duraklama döneminin ardından Köprülüler'in sathî ve pansuman ıslahatlarıyla yeni bir yükselişe geçti. Girit'in ve Yanya'nın fethi bu dönemde oldu ve Lehistan'ın himayeye alınmasıyla sınırlar, Baltık'a uzandı. Bir bahar gibi görünen bu dönemde merhum Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, cihan padişahı büyük Kanunî'nin önünden döndüğü Viyana'yı fethetme ümidiyle ve Osmanlı tarihinin en kalabalık, zahiren en güçlü ordusuyla yola çıktı. Muhakkak görünen zafer, zahirî sebep olarak Kırım ve Budin beylerbeylerinin ihanetleri neticesinde, hem de himayeye aldığımız Lehistan'dan gelen orduya mağlûbiyetle, fethe bir saat kala tam bir bozguna dönüştü. Kader, Kanunî dönemi Osmanlısı'na vermediği "kızıl elma"yı, çoktan içten çürümüş bulunan Merzifonlu dönemi Osmanlısı'na hiç vermezdi. Dıştan parlak görünen, içten çürümüş meyvelerin bir rüzgârda dökülüvermesi gibi, artık Osmanlı'nın dökülme vaktiydi. Bir kişinin, müessesenin, gücün, devletin en zayıf ânı, içte çürürken dışta zahirî büyümelerle kendini en güçlü, en büyük gördüğü ândır. İnsan, tam hedefe ulaştım dediği anda ayağının altındaki yapıların nasıl birden yıkılıverdiğini görür.
Aynanın diğer yüzüne gelince: Müslüman-lar'ın Uhud'da aldıkları yara, Mekke müşriklerinin ümitlerini arttırmıştı. İki yıl sonra, Arabistan'daki diğer müşrik kabileleri de yanlarına alarak ve Medine içindeki Kureyza Oğulları yahudileriyle de ittifak ederek en büyük güçleriyle Medine üzerine yürüdüler. Bundan dolayı bu savaş, Ahzâb Savaşı (hiziplerin açtığı savaş) olarak anılmıştır. Müslümanlar, Medine etrafında hendekler kazarak savunma muharebesine giriştiler. Kuşatma, çok çetin şartlarda 27 gün sürdü. İmanları zayıf olanlar, İslâm'dan, Peygamber Efendimiz'den ve İslâm'ın va'dettiklerinden şüpheye düşer oldular. Kur'ân'ın ifadesiyle, "Allah hakkında kötü kötü zanlar besliyorlardı." Buna karşılık, gerçek mü'minler, yolun bu olduğunu, çetinliğini, zorluğun son noktasının nihaî muvaffakiyetin ilk noktası olduğunu bildiklerinden, "Bu, Allah ve Rasûlü'nün bize olacağını söylediği şeydir." diyerek direndiler. Nihayet bu direniş Cenab-ı Allah'ın rızasını çekti ve Allah (c.c.), insanların görmedikleri (melekler) ve gördükleri (fırtınalar) ordularını göndererek, müşrikleri bir daha Müslümanlar üzerine gelemeyecekleri şekilde mağlûp etti.
Türkiye'nin yakın geleceğinde öyle görünüyor ki, çok büyük fırtınalar ve tufanlar var. Batması mukadder olanlar, batması mukadder gemi veya gemilerde toplanacak; kurtulması mukadder olanlar da, dev dalgalar arasında selâmet sahiline götürebilecek gemi veya gemilerde.
ali.unal@zaman.com.tr
30 Temmuz 2012, Pazartesi
|
Reşat Nuri Erol
30.07.2012
21:30
|
Ekrem Dumanlı
Deja Vu *
Ortadoğu'da taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Uzun süre de oturmayacak. "Arap Baharı" üzerine yapılan güzellemelerin reel politikte büyük bir anlam ifade etmediği anlaşılıyor. Romantik yaklaşımların demokrasi beklentisi, planlı ve kontrollü vitrin değişikliği karşısında bazen hayal kırıklığına dönüşüyor.
Anlaşılan o ki hem ülkelerin iç yönetimi yeniden kurgulanıyor; hem de ülkeler arasındaki çizgiler yeniden belirleniyor. Osmanlı'nın yıkılışı sırasında çizilen yapay haritaya zaten zaman ayarlı bombalar konulmuştu. Dinleri, dilleri, etnik kökenleri farklı kitlelerin zorunlu ikamete mahkûm edildiği bu topraklarda yıllar boyunca siyaset mühendisliği yapıldı ve dünya dengeleri oluşturuldu. Kimi zaman yalçın kayalıklarda hürriyet şarkıları yankılansa da; o mahur besteler, güdümlü 'önderlik' ve planlı 'değişim'in karanlık bağrında sessiz bir çığlığa dönüştü.
Mesela ilk başta zannedildi ki "Arap Baharı" bütün diktatörleri silip süpürüp bir kenara atacak ve boşalan alana halkın iradesi yansıyacak. Diktatoryanın yerle bir olması güzel de; yeni gelenlerin aynı güç odaklarına hizmet etmeyeceğini kim garanti edebilirdi? Tabandan gelen özgürlük talepleri tavanda nasıl şekillenecekti?
"Arap Baharı" bazı sistemleri kısa sürede altüst edince Esed rejimi de hemen gider sanılıyordu. Oysa Suriye, ne Libya'ydı, ne de Mısır. İsrail, Lübnan, İran gibi ülkeleri yakından ilgilendirdiği gibi Rusya ve Çin'in de ilgi alanına giriyordu.
Üç gün içinde çekip gideceği düşünülmesine rağmen Esed, uzun zamandır direniyor. Ne kadar direneceği (ve ne kadar insan öldüreceği) de şimdiden kestirilemiyor. Orada oynayacak bir taş, Esed'e destek veren güçleri de etkileyecek. Mesela İran'ın onca riski göze alarak Suriye'ye tam destek vermesi sadece gönül bağından ya da mezhep taassubundan kaynaklanmıyor. Suriye rejimindeki depremin şiddeti bölgedeki İran güdümlü devletleri de, İran'ın kendi baskıcı rejimini de sarsacak. O artçı sarsıntıların Lübnan başta olmak üzere Şii fay hattında kırılmalara yol açacağı aşikâr.
Son bir haftadır ortaya çıkan manzara daha da vahim senaryoları çağrıştırıyor. Esed'in boşalttığı alana PKK'nın Suriye'deki ikizi yerleşiyor. PKK'dan da oraya adam sevk edildiği gelen haberler arasında. O bölgenin Irak'taki Kürt yönetimi tarafından ele geçirildiği, silahlı birliklerin, sınır boyunca yerleştirildiğine dair somut bilgi ve bulgular çıkıyor ortaya.
Şu ana kadar hesapta olmayan, en azından açıkça tartışılmayan bu gelişme, "Büyük Kürdistan" senaryolarını teyit ediyor. Öteden beri Suriye'deki Kürtler ve PKK konuşuluyordu, ancak mesele hep "Suriye'nin kimlik vermediği Kürtler" üzerinden beyhude tartışıldı. PKK'nın Esed'e verdiği destek gündeme geldiğinde PKK uzantısı örgütün "muhalifler"den yana değil rejimden yana tavır aldığı konuşuldu. Oysa birileri daha derin ve karmaşık bir hesap yapmış çoktan.
Görünen o ki Suriye diktatoryası sanıldığından daha sinsi planlar yapma yeteneğine sahip. Muhtemel bir yenilgi üzerine Esed, dar bir bölgeye çekilerek küçük bir Nusayri devletine razı olacak. Bu durumda Esed, boşalttığı topraklara silahlı Kürt milislerini yerleştirerek yeni bir kart açıyor. Buna Türkiye hazır mı? Böyle bir hamleyi bekliyor muydu? Bekliyor idiyse karşı hamlesi var mıydı?
Silahlı Kürt birliklerinin Suriye taraflarına konuşlandırılması sadece Esed'in işi değil; Barzani yönetimi daha kısa bir süre önce Erbil'de bütün Kürtlerin hamiliğine soyunan bir toplantı düzenlemişti. Türkiye ile sıcak ilişkiler sürdüren Barzani yönetiminin Suriye'den boşalan alanları doldurması Türkiye cephesinde infiale neden oldu.
Bu denklemde esas bilinmesi gereken bir başka unsur var ki o henüz elini açık etmiyor: Süper güçler. Kaotik bir dönemden geçen Suriye ile ilgili o güçlerin bir planı var mı? Bu konuda hiç kimse net bir bilgiye sahip değil. En azından plansız olmadıklarını söyleyebiliriz. Türkiye'nin planı ne? Kaçmaktan kovalamaya vakit bulamayınca geleceği planlamak çok da kolay gözükmüyor.
"Suriye'deki Kürdistan" senaryosuna verilen bazı tepkiler vaktiyle Kuzey Irak'ta kurulan Kürt devletine verilen tepkinin bire bir kopyası. Irak'ta "Kürdistan" adımları atılırken söylenen sözleri derleyip toplarsanız bugün Suriye'deki gelişmeler için sarf edilen laflarla aynı olduğunu görürsünüz. Dejavu yaşıyoruz resmen.
Yanı başımızda haritalar yeniden çiziliyor ve biz yine hazırlıksız yakalanmanın getirdiği telaşla tepkiyi hep söylem düzeyinde tutuyoruz. Sadece retorik seviyede ifade edilen düşüncelerin somut gelişmelere bir tesir icra etmediğini acı tecrübelerle biliyoruz. Zaten mesele sadece beyana dayandırılınca bizim dışımızdaki gelişmeler hamlini vazediyor ve oldu bittiye getirilen bizler, kontrol dışı gelişmenin ilk entegre unsuru haline geliyoruz. Her defasında fiilî duruma mahkum hale gelmek istenmiyorsa stratejik planlamaya daha çok aklın katılmasını sağlamak gerekiyor. Yoksa sadece tarihi fırsatlar kaçmış olmuyor, altından kalkamayacağımız bir vebal omuzlarımıza biniyor.
*Daha önce yaşanan bir anı, tekrar yaşama hissi.
'Alevî iftarı'
Haftanın en güzel manzarası Alevi Bektaşî Federasyonu'nun verdiği iftarda ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül katıldı programa. Akılda kalıcı, zihin açıcı bir konuşma yaptı. İbrahim Polat ve Zeynel Abidin Erdem gibi tanınan simaların öncülüğünde verilen Federasyon iftarı Alevî-Sünnî kardeşliğini pekiştiren bir gayretti. Ramazan iftarına Alevi derneklerinin ev sahipliği yapması Muharrem ayında da Sünnilerin Alevilere iftar vermesi bir empati alanı açıyor.
Alevi ve Sünni kesimin birbirini iftar sofrasına davet etmesi söz konusu olduğunda bazı kişilerin bu gayretleri baltalamak için canhıraş bir çaba sarf etmesini anlamak çok zor. İftara mahsus bir durum da değil bu. Sanki birileri bu iki kitleyi hep kavga içinde görmek istiyor. Yüz yüze gelmekten, aynı sofrayı paylaşmaktan niçin korkulur ki? İdeolojik söylemlerle düşmanlık üretmenin kime ne faydası olacak ki? 'Sünnileştiriliyoruz' diye propaganda yapanlar ya Aleviliğin tarihi ve kültürel zenginliğini bilmiyor ya da dostluk köprülerinin kurulmasından rahatsızlık duyuyor.
Meclis'e cemevi açılması tartışılıyor, cemevlerinin dini ve hukuki boyutu gündemde. Maalesef Alevilere karşı takınılan bazı tavırlar rencide edici boyuta da ulaşabiliyor. Bu aşamada diyalogun artırılması, empati kültürünün zenginleştirilmesi gerekiyor. Buna rağmen her iki uçtan sert söylemler duyuluyor bazen. Aleviliğin ayrı bir din olduğunu söylüyor birileri. Bu genelleyici yargıdan bizzat Alevilerin fevkalade rahatsız olduğunu da dikkate almıyor. Üstelik tarihi gerçek de, dini hakikat de bu tezi yalanlıyor; ama onların umurunda değil. Geçenlerde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, "Alevilik ayrı bir din değildir." şeklinde bir açıklama yaptı. Belli ki bir ihtiyaca binaen söylenmişti o sözler. Alevilerin meşru taleplerini dikkate almak yetmez; Sünnilerin o talepleri kendi gündemleri gibi sıkı takip etmesi gerekir. Çünkü bu ülkede yüzyıllardır beraber yaşıyoruz. Kimi zaman fitne kazanının kaynadığına da şahit olduk. Onca acı tecrübeye rağmen dostluktan, kardeşlikten, sevgiden, saygıdan yana olmamak için hiçbir makul gerekçe ortaya konulamaz.
Alevilik üzerine onca tartışma sürerken Alevi Bektaşî Federasyonu'nun iftar vermesi; o iftara toplumca saygın kişilerin hâmilik yapması ve bu ülkenin Cumhurbaşkanı'nın o toplantıya katılması tarihi bir hamledir. Emeği geçenleri tebrik etmek lazım...
|
Reşat Nuri Erol
30.07.2012
21:38
|
İbrahim Öztürk
Milletlerin çöküşü
Bu başlık, Amerika'daki önemli iktisatçımız Prof. Daron Acemoğlu'nun son kitabına ait (Why Nations Fail?). İbn-i Haldun'un (1332-1406) Mukaddime'sinden, Adam Smith'in Milletlerin Zenginliği (1777) ve Mancur Olson'un Milletlerin Yükseliş ve Çöküşü (1980) adlı eserlerine kadar bu konularda çokça kalem oynatıldı.
Şimdi Acemoğlu, krizle boğuşan dünyada sorunsala yeni cevaplar arıyor. Bu konuda yazılan eserlerin dönüp dolaşıp konuyu geçen asrın büyük fikir önderi Said Nursi Hazretleri'nin üç kavramına dayandırması, Üstad'ın geri kalmışlığın felsefesi konusundaki aşılmaz entelektüel çıtasına işaret ediyor. Geri kalmışlık; cehalet, fukaralık ve istibdat (baskı) kavramlarıyla özetleniyor. Acemoğlu ve diğerleri bunlara ilave alt başlıklar açıyor. Yeni ve eski okumalarımı şahsi gözlemlerimle birleştirdiğimde Türkiye'nin on temel alanda hayati önemde 'açıklarının' bulunduğunu görüyorum. Bunlar; iş ahlakı, iş modeli, kalite (anlayışı), bilgi, sermaye, teknoloji, kurumsal kalite, hukuk-demokrasi, gençlerde idealizm (mefkûre) ve nihayet ülke çapındaki büyük bir mutabakat açığı şeklinde sıralanabilir. Bunlardan hukuka saygı ve kurumsal kalite, bu yazının konusunu teşkil ediyor.
Türkiye, dünya rekabet ve inovasyon liginde en çok kurumsal kalite alanında zayıf ve geri kalmış durumda. Hızla da geri gidiyor. 2009'dan beri 3 senede 23 basamak gerileyerek inovasyon liginde 51. sıradan 75. sıraya düştük. Tabii bütün bu rakamlardan bahseden yok. Bu gerileme şaşırtıcı değil. Bir ülkede hukuk susar, kurumların yerini 'bizim çocuklar' ve 'adamına göre muamele' alırsa kalkınmayı da toplumsal barışı da unutmak lazım. Geçenki 'Herkes seyrediyor' başlıklı yazımı 'Ankara'da muhafazakâr soslu yeni bir Frenkeştayn geliyor!' şeklinde bitirmiştim. Bu ifade bazı kifayetsiz muhterislerin ve sözde muhafazakâr Yuppie'lerin zoruna gitmiş. Frenkeştayn ne demek? Sizin omuz vermenizle bir güce kavuşanın, dönüp sahibini de yemeğe başlaması. Evladın büyüyüp annesini parçalaması gibi bir şey! Peki, bugün olup biten nedir?
Avrupa'da trafikten sorumlu bakanlara trafik cezası kesilirken, Türkiye'de 'nasıl olsa ödemiyorlar' diye, vekiller cezadan muaf hale getirildi. Artık trafikte vekiller ve oğulları ile onların ataerkil çevreleri polisin karşısına çıkacak 'Sen benim kim olduğumu biliyor musun?' deyip yasaları ve maşeri vicdanı ezip geçecek. Keza, belediyelerin yolsuzlukları mercek altına alınır diye CMK değiştirilmedi mi? Ülkesine sahip çıkan vatan evlatlarının önünü kesmek için görüntü yayınlamak yasaklanıp, basına sansür getirilmedi mi? Tabir yerinde ise bir yerlere gelince milleti unutup 'eline-diline-beline' sahip çıkamayanlar ile Ergenekon ihanet şebekesinin aynı karede buluşması ibretlik: Biz yaptık da siz niye yakaladınız! Hatay'da haksız yere karıştığı bir tartışmaya polisin müdahil olmasını içine sindiremeyen iktidar partisinden bir vekilin oğlu hukuku unutup, aşiret düzenindeki rutinlere uygun olarak, olayla ilgisi olmayan onlarca insan evladı polis memurunu elleri böğründe kurbanlık koyun gibi dizdirip içlerinden kendine göre suçlu seçiyor. Rapor almak için hastaneye gidiyor ancak ortada bir darp filan yok, alamıyor. Buna rağmen, yargısız ve keyfi infaz yapılıyor ve polis memuru derhal sürülüyor. Rapor vermeyen hekimi de sürerler. Ülkenin polisi bundan sonra nasıl başını taşın altına koyacak, söyler misiniz?
AK Parti'nin bir başka 'yerinde infazcı' belediye başkanı da, zabıtanın kestiği ceza ile mutabık olmadığından makbuzunu başkana postalayan vatandaşı insanların önünde sille tokat dövüyor. Bu örnekleri özel bir devrana işaret ettikleri için verdim. Tekil olaylar değil. Virüs gibi yayılan bir psikoloji. Yazının başına dönelim. Kurumlar devre dışı kalırsa, kurallar kişilere göre tayin edilirse, oyunun kuralları işin ortasında değiştirilirse insanlar artık alternatif güç oluşumlarına yanaşmaya başlar. Kısaca kurumlara ve adalete değil, kim olduğu belli olmayan yeni türeme güç odaklarının merhametine sığınmak zorunda kalırız. Bu hikâyeden kalkınma, toplumsal barış ve istikrar çıkmaz.
Bütün bunlar zoruna gitmeyenlerin, inanın aklından ve vicdanından zoru var demektir.
i.ozturk@zaman.com.tr
http://twitter.com/iozturk69
http://www.facebook.com/iozturk69
30 Temmuz 2012, Pazartesi
|
Reşat Nuri Erol
30.07.2012
21:39
|
Osman Topbaş Hocam, Numan Bey ile AK Parti H-AKlaşıyor mu?
Önder AYTAÇ
ROTAHABER
Size yazı yazmaya başladığımda nazım aklıma gelmemişti. Lakin acayip bir hal var. Bazen ciddi ciddi düşünüyorum, acaba Ali Ünal’ın tabiri ile "ceket cübbeye değdi" mi ve de acaba Titanik'e mi biniyor birileri diye?
30.07.2012
Öncelikle bu makalemi okumaya başlamadan önce, olası ise, aşağıda maddeler halinde yazdığımız, aynı konu ile ilgili diğer makalelerin linklerini burada veriyor ve eğer vaktiniz varsa onları da okuyun diyoruz…
1. http://haber.rotahaber.com/Numan-Kurtulmus-ve-AKP-Harun-gibi-gelip-karun-gibi-olmak-ya-da-olmamak-ve-the-ce/291111
2. http://www.medyafaresi.com/yazi/927/onder-aytac-prof-numan-kurtulmus-akp-de-sut-beyaz-bir-yaprak-mi-vethe-cemaat.html
3. http://haber.rotahaber.com/Numan_Erdogan_mi_HASAK_Parti_olur_mu/289701
Yazdığımız son makaleye (yukarıdaki 1 numarada olan çalışma) gelen binlerce geri dönüt, ‘twitter’daki binlerce kişinin makaleyi ‘rt’ lemesi, makalenin altındaki yüzlerce yorum ve 100 binleri bulan okuyucu sayısından sonra, bazı at gözlüklülerin damarlarına bastığımızı kolaylıkla gözlemliyorum. Gözlemliyorum; çünkü az sayıdaki bazı insanlar, kırmızı görmüş boğa gibi çemkiriyorlardı ki bunlar hiç de umurumda değiller. Daha net bir anlatımla da; ‘vız gelip, tırıs giderler.’
Ben aşağıda alıntı yaptığım Oğuz Kurt gibi okuyucuların değerlendirmelerini çok önemsediğim için, o ve onun gibilerinin yaptığı pozitif eleştirilere atıfta bulunarak bu makaleyi yazmış olacağım. Oğuz Kurt gönderdiği e-mail de –benzer şekilde gelen yüzlerce e-maile örnek bir anlatım sergileyerek; ‘…Evvelen, selamlar ve de Ramazanınız mübarek olsun. Malum geceler kısa, sahura kadar oturayım dedim. Hem de sizin son yazınıza bir göz atayım dedim (malum, Hatay'da polisi yücelten ve de yeren olaylar oluyor ve siz de polisi ilgilendiren olayları bilirsiniz diye merak ettim). Lakin bulduğum yazınız
http://haber.rotahaber.com/Numan-Kurtulmus-ve-AKP-Harun-gibi-gelip-karun-gibi-olmak-ya-da-olmamak-ve-the-ce/291111
yürekler acısı.
Sanırım bir kesimin en büyük sıkıntısı, / Camianın cin gibi şişede durmayan yapısı. / Kimisinin oyu takım tutarcasına otomatik, / bu The Camia mensupları galiba çok pragmatik. / Birileri CMK değiştiriyor dertleri hükümet ve kasa, / Onlarsa tutturmuşlar bir demokratik toplum ve sivil anayasa. / Kürt meselesini çözüyor KCK ve PKK cumhuriyeti, / Camianın uykusu kaçıyor izlerken bu melaneti. / Ustam: biz çok sineklere Heraklit muamelesi yaptık biliyor Allah, / Çaresiz ve aciz elimiz açılınca diyor: "Ve makaru ve makarallah..."
Size yazı yazmaya başladığımda nazım aklıma gelmemişti. Lakin acayip bir hal var. Bazen ciddi ciddi düşünüyorum, acaba Ali Ünal’ın tabiri ile "ceket cübbeye değdi" mi ve de acaba Titanik'e mi biniyor birileri diye? Rabbim bizleri şu felaket ve helaket asrında doğru insanların arkasında saf tutanlardan eylesin. İbrahim’in (AS) ateşine su taşıyan karınca olmak sanırım tek çare…’ demektedir ki, Erdal Alkış da; bu makalenizi tam 2000 kişiye gönderdim ve okumalarını önerdim demektedir.
(http://haber.rotahaber.com/Numan-Kurtulmus-ve-AKP-Harun-gibi-gelip-karun-gibi-olmak-ya-da-olmamak-ve-the-ce/291111 )
Şimdi isterseniz gelin maddeler halinde yazarak ve sorurlar sorarak yola devam edelim. Şöyle ki;
1. Numan Hocam; AK Partiye geçişi ile partinin ‘aklaşması’ konusunda önemli bir açılım sağlayacaktır ama yerleşik statükonun ve başbakan olmayı bekleyen AKP’lilerin, acaba kendisini yıpratılmak için, boy hedefi haline getirmeleri de söz konusu olacak mıdır?
2. Numan Hocam; duruşu, yaşam biçimi, Milli Görüş tabanından ve çekirdek kadrosundan gelişi, ABD ve AB ile net, Anadolulu duruşu ve mesafeli olan yaklaşımı ile Cumhurbaşkanı olacak Recep Tayyip Erdoğan ile AK Parti arasında uyumlu çalışmayı sağlayabilecek midir?
3. Numan Hocam’ın AKP’ye gelişi, başbakanlık bekleyen Bülent Arınç, Cemil Çiçek, Ahmet Davutoğlu, Binali Yıldırım ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de hayal kırıklıklarına ve hatta 3. Kez seçilme arzusunun kapısının aralanmasına neden olabilir mi?
4. Numan Hocam’ın AKP’li olmasından kaynaklanan bir ‘AKP’den kopma söz konusu olabilir mi?’ sorusunun cevabını düşündüğümüzde, bu durum çok da kolay olmasa gerektir. Çünkü iktidar partisinin içinde olmak, hala yüzen bir gemiden bazı artı girdilerin sağlanılmasına vesile olmaktadır ki, bu imtiyazı hiçbir kimse bırakıp gitmeye kanımızca bu aşamada yanaşmayacak mıdır?
5. Numan Hocam’ın the cemaat ile olan ilişkileri ve the cemaate bakışı, Başbakan Erdoğan’ın ilişkileri ve son dönemlerdeki düşmancaya yakın olan bakışı gibi olabilir mi? Eğer böyle olursa, the cemaat ile ciddi bir handikap yaşanması mı söz konusu olacaktır?
6. Bir bakan gittiği pek çok ilde –ki başka başka bakanlar içinde de bu durumun aynısı söz konudur- o ilin bütün üst kademe yöneticilerinin yanında, bir tarikat grubunu kastederek, onların faaliyetlerinin o ilde olup olmadığını sorduktan sonra; ‘onlara devlet olarak her şeyimizle sahip çıkalım, koruyup kollayalım ki, ‘okyanus ötesi’ güçlenmesin’ anlatımında bulunmakta mıdır?
7. Bir başka bakan / başbakan yardımcısı da, kendi biriminde çalışacak isimler kendisine getirildiğinde, listede yaptığı ilk çalışma; ‘the cemaatten 1 kişinin bile alınmaması’ şeklinde acaba olmakta mıdır? Hatta toplu alım yaparsak, aradan sızanlar olabilir. O nedenle elemanları 2’şer-3’er alalım deme pervasızlığı içinde bulunmakta mıdır?
8. Bakanlar Kurulunun en yetkililerinden olan birisi, Aziz Yıldırım’a haber gönderip acaba; ‘seninle ben uğraşmıyorum ama the cemaat uğraşıyor’ herhalde demiyordur değil mi?
9. Bir başbakan yardımcısı, dolaştığı medya temsilcilerine; ‘KCK ve PKK ile biz uğraşmıyoruz, asıl uğraşan ve operasyonları yapan the cemaattir diye bir söylem geliştirmiyorlardır, değil mi?
10. Devlet dairelerine adam alırken ‘havuz sistemi oluşturup’ havuzun içindekilerin dışında bir kişiyi bile göreve getirmeme konusunda bir talimat / bir konsensüs yoktur, değil mi?
11. Havuzun içindeki insanlarla ilgili; ‘Milli Görüşten olsun, Akıncı olsun, tarikatçı olsun, Süleyman Efendinin talebelerinden olsun, Nakşi olsun, İskender paşadan olsun, Topbaş’dan olsun, hiç bulamadık ülkücünün öncelikle inançlılarından olsun ama asla the cemaatten olmasın’ herhalde denilmemektedir, değil mi?
12. Merkezi devlet ihalelerinden ve belediye ihalelerinden öncelikle AK Partililere, Saadet Partililere, HAS Partililere, Demokrat Partililere, tarikatlara, BBP’ye ve hatta bize yakın olan MHP’liye ve Ertuğrul Günay gibi sosyal demokratlara bile bir şeyler verelim ama the cemaati yalnızlığa ve ‘adem’e mahkum edelim ve finans anlamında da köşeye sıkıştıralım denilmemektedir, değil mi?
13. The cemaat’e bağlı bütün kurumlara –gazete, televizyon, dergi, okul, yurt, üniversite, dershane, etüt merkezi, iş adamları, işletmeler vs- devletin müfettişlerini –gömmek için- göndererek yıldıralım ve maddi kaynak bulmaz hale getirelim ve onlardan boşalan yerleri de biz dolduralım denilmemektedir, değil mi?
14. Gençler yazları the cemaatin kamplarına gitmesin diye, Gençlik ve Spor Bakanlığı bünyesinde gençlik kampları düzenleyelim ve oralara değil, bizim düzenlediğimiz kamplara gidilmesini teşvik edelim denilmemektedir değil mi?
15. Kuran Kursları neden yıllardır falan cemaatin tekelinde bulunuyor. Bir formülle bu işi bitirelim ve buralarda da biz hakim olalım denilmemektedir, değil mi?
16. Yurt dışına biz neden okul açamıyoruz? Bizim de okulumuz olamaz mı? TİKA üzerinden biz de okul açalım ve hatta onların kurumlarında çalışan Kemalettin Özdemir gibi insanlara, çok iyi maaşlar / ihaleler teklif ederek, bir kısım insanı onlardan da devşirelim ve benzer okulları biz de açalım denilmiyordur değil mi?
17. Yurt yapmak çok mu zor? Her belediyeye söyledim mi, bu işte biter. O zaman öğrenci yurtlarını da biz açalım ve imam hatipleri ve imam hatip yurtlarını da hep onların eğitim kurumlarının / pansiyonlarının olduğu yerlere öncelik vererek açalım ve bu yurtlarımıza da, oralarda çalışacak belletmenleri de yine havuz sistemi içinden seçerek tayin edelim denilmiyordur, değil mi?
18. Üniversite açmak bir iki talimatımızla gerçekleşir. O zaman onların özel üniversitelerini bunaltalım. Teftişlerle zorlayalım ve boşalan alanlara da biz kendi tanıdıklarımıza üniversite açtıralım denilmiyordur, değil mi?
19. Basın işi zaten çok kolay, birkaç kişiyi yönlendirdin mi, reklâmlarını kestin mi iş tamam. Bunlar tek tek yapıyorlar. Biz ise medyada da toptan yaparız diyerek ve canlarına od tıkarız gibi bir söylem geliştirilmiyordur, değil mi?
20. Aşağıdaki linkini verdiğim dinletiyi özellikle 21. dakikasından sonrasını izlemekte yarar var. Günümüzde yaşadığımız bazı sorunsalları anlamak açısından, sanki yararlı olacak gibi midir? Ne dersiniz?
http://www.herkul.org/index.php/bamteli/bamteli-arsiv/9611-mue-minin-tatili-ve-lueks-hayat
22. İnşallah olan / yaşanılan, İbrahim Öztürk’ün anlatımlarında ifade ettiği şekliyle; ‘Muhafazakar soslu yeni bir Frenkeştayn geliyor!..’ değildir, değil mi?..
Çok önemli bir not: Geçen hafta içinde geçen dönem AK Parti Milletvekili olan hocam Prof. Dr. İrfan Gündüz Bey telefon ile aradılar ve hasbıhalimiz sonrasında da telefonu çok değer verdiğim ve önemsediğim –ayağını bastığı toprağı, gözüme sürme diye çekmemin gerekliliğinin dersini aldığım- Hocam Osman Nuri Topbaş aldılar.
Osman Topbaş Hocamın ben elini öperek konuşmaya başlamıştık ki, ben ona çok saygı duyulmasının gerekliliğini çocukluğumdan beri öğrenmiştim / bilirim. Osman Nuri Topbaş Hocam; özetle, ‘kendisinin ‘Din Tahripçileri’ adlı bir çalışmadan haberinin olduğunu, bunu engellemek için kendisinin çok uğraştığını ama bunda başarılı olamadığını ifade etmiştir’ ki; Allah Osman Nuri Topbaş Hocam’a uzun ömürler versin ve onun dualarından bizleri eksik bırakmasın inşallah…
Tarihe not düşmek açısından, bu konuyu da burada ifade etmek istedim.
Önder AYTAÇ / Rotahaber
Twitter: @onderaytaç
E-mail: tarafim@gmail.com
|
Reşat Nuri Erol
30.07.2012
21:48
|
ÜSTADIM; BU MAKALEYİ SONA SAKLADIM, 40-50 YIL ÖNCEKİ İZMİR İLK MEDRESE YANİ KESTANEPAZARI (60'LI YILLARDA BİR MÜDDET OKUDUĞUM) MEDRESESİNİ ANLATIYOR VE BİLDİĞİMİZ BAZI MUHTEREM VE BİR KISMI MERHUM HİZMET ZEVATININ İSİMLERİNİ HATIRLATIYOR... HAFTA SONU GAZİANTEEP'TE YENİ AÇILMAKTA OLAN BİR "MEDRESE" PROGRAMINA DAVETLİYDİM, ÇOK GÜZELDİ, GÖRÜŞTÜĞÜMÜZDE ANLATIRIM İNŞAALLAH... SİZLERİ O İZMİR BİLGİLERİYLE BAŞ BAŞA BIRAKIYORUM... SELAM VE DUA İLE.. REŞAD
***
Abdullah Aymaz
Uçan medreseler
Bir önceki yazımda bahsettiğim Polonya'daki uçan üniversitelerin benzeri olaylar ülkemizde de dini eğitimin yasaklanması üzerine yaşanmıştır... Evlerde gizli gizli Kur'an öğretilmek zorunda kalınmıştır. Hatta hayvan ahırlarına sığınmak mecburiyetinde bırakılan hocaları ve talebeleri vardır.
Merhum Halim amcamız bizlere İzmir'de Kestanepazarı Kur'an Kursu'ndan önce baskıların çok şiddetli olduğu dönemde, camiler imamsız kalmasın ve cenazeler gasilhanede teneşirler üzerinde kendilerini yıkayacak hocasız kalmasın diye, herkesin evine birer talebe aldığını ve baskınlara karşı tedbir olarak da derslerin her gün başka başka evlerde verildiğini anlatmıştı.
Bu biraz Polonyalılardan farklı bir taktik olsa gerek!..
Tâ ki, başta merhum Hacı Rauf Cilasun'un CHP içine girerek "Bizim partimize halk 'Dinsiz, dini tahrip ediyor' diyor, buna bir çare bulmak lazım." deyip Kur'an kursu açma gayretleriyle, arkadan merhum Ali Rıza Güven ve merhum Hacı Salih Tanrıbuyruğu ve merhum Yaşar Tunagür ve benzerlerinin rehberliğinde tarihi Kestanepazarı Camii'nin bünyesinde Kur'an kursu ve yurdun açılmasıyla bu kördüğüm çözülmüş ve kapalı yollar açılmıştır. Pek çok vilayetlere de örnek olmuştur.
Şimdi dünya çapında isim yapmış Türk kolejlerinin temeline inecek olursak bu hayırlı ve bereketli müessesenin payını hemen görebiliriz...
Hacı Ali Tosun, Hacı Salih Tanrıbuyruğu, Celal Yıldırım, Şaban Düz, İshak Türe, Ali Şendil, Keçeci Hâfız, Habib Görün, Vehbi Çuhacı gibi seçkin hocaefendilerimizin ders verdikleri bu mübarek müesseseye 1966'da M.Fethullah Gülen Hocaefendi, müdür ve hoca olarak geldi... Kestanepazarı Camii'nde halka vaaz verip onları irşad ederken, talebelerine hem İslamî ilimleri tedris ediyor hem de tehzib-i ahlak derslerini veriyordu. Bir siyer felsefesinin olması gerektiğini, dünyada daha sonra meydana gelecek büyük problemlerin mutlaka Asr-ı Saadet'te bir benzerinin bulunup çözüldüğünü, onun için o zamandaki en cüz'î olaylara bile bu gözle bakılması gerektiğini söylüyordu. Sahabenin yaşayışı ve Asr-ı Saadet olaylarını bütün problemlerin çözümünde elmas bir anahtar gibi telkin ediyordu. Zaten tehzib-i ahlak dersleriyle fiilen bu gerçek yaşanıyordu. Gelecekle ilgili büyük ufuklar açıcı bu sohbetlerin aslında akademik mânada ele alınması gerekir.
Olimpiyatlarla bütün dünyaya adını duyuran, bir açıdan Kestanepazarı kaynaklı bu büyük eğitim faaliyetinin üzerinde yüzlerce doktora tezinin yapılacağı muhakkak gibi görünüyor. Aslında geleneksel olarak her sene Hocaefendi'nin Kestanepazarı'ndaki talebelerinin bir araya gelmesinin bir manası da, yapılacak bu akademik çalışmalara, yapılacak belgesellere, çizgi ve dizi filmlerine malzeme hazırlamak için hatıraları toplamaktır. Bu hususta bu toplantılara iştirak edenlere her sene toplantılara gelirken, hazırlıklı gelmeleri de kendilerinden istirham edilmektedir.
30 Temmuz 2012, Pazartesi
|
Reşat Nuri Erol
30.07.2012
22:43
| SURİYE... Hüsnü Mahalli Suriye Ajanı mı?..
Bugün 00:01 Pazartesi
Hükümetin, daha doğrusu Davutoğlu’nun Suriye politikasını eleştirenlerin hemen hepsi Hüsnü Mahalli’nin uyarılarının benzerlerini söylüyorlar…
ADNAN BERK OKAN
Şu Hüsnü Mahalli pek sevimli bir adam değil…
Ak Parti milletvekillerinden biri ise bırakın sevimli olmadığını “Suriye Ajanı olabilir” bile dedi Mahalli için…
Kim ne der ne demez bilemem…
Ama…
Adam aylardır çok doğru şeyler yazıp söylüyor...
Çünkü...
Yazdığı konular çok yakından bildiği, takip ettiği, taze istihbarat aldığı konular...
Ve dikkatlice okuduğunuzda, kendisine olan önyargılarınızı (eğer becerebilirseniz) kırıp attığınızda "objektif" yazdığını da göreceksiniz...
En başından beri Davutoğlu'nun Suriye ve bölgeye ilişkin politikalarını hep eleştirdi...
"Yanlış yapıyorsunuz; sonunda Türkiye'nin başını belâya sokacak, hiç beklemediğiniz ve istemediğiniz siyasi pozisyonlarla karşı karşıya kalacaksınız" dedi...
Tam da böyle söylemiş olmasa da bizim aylardır onun köşesinden okuduklarımızın "özeti" bu...
İşin ilginci;
bölgeyi en iyi tanıyanlardan biri olan ve kısa bir dönem de olsa dışişleri bakanlığı koltuğunda oturan Yaşar Yakış da tam aynısı olmasa bile Mahalli'ninkilere benzer uyarılar yapıp duruyor...
Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, Yakış'a sinir olmayanlardansa eğer o da Yaşar Bey'in görüşlerinden farklı şeyler düşünmese gerek...
Çünkü” Yakış’ın bölgeyle ilgili deneyimleri neyse, Sinirlioğlu’nunkiler de aynıdır” diye düşünüyorum…
Ama...
Nedense Sinirlioğlu, Davutoğlu'nu uyarmaya pek niyetli görünmüyor...
Ya da Bakan’a söz geçiremiyor...
O halde hemen istifa etse ya?..
Ve...
Bölgenin yaklaşık 40 yıllık gediklisi Cengiz Çandar’ın yazdıkları...
Ta başından beri Dışişleri Bakanı'nı eleştiriyor bu konuda, takip edilen stratejinin “yanlış” olduğunu yazıp söylüyor ama dönüp de Bakan(!) bile yok...
Neyse...
Yine Mahalli'ye döneyim...
Hükümetin, daha doğrusu Davutoğlu’nun Suriye politikasını eleştirenlerin hemen hepsi Hüsnü Mahalli’nin uyarılarının benzerlerini söylüyorlar…
Bugüne kadar Suriye politikalarımızı savunan bir dışişleri uzmanı görmedim...
Savunanlar medyada, Hükümet’e yakınlıklarıyla tebarüz etmiş köşe yazarları…
Onların da dış politika konusundaki deneyimleri neredeyse “sıfır”…
Ya da gazete köşelerinde okuduklarından ibaret…
Meselâ Hüsnü Mahalli diyor ki:
“ 'Arap Baharı' Suriye'de tıkandı. Suriye'de iktidara Amerikancı bir yönetim işbaşına gelmediği sürece 'Arap Baharı'nın hiçbir ideolojik, siyasal ve stratejik anlamı olmayacaktır”.
Davutoğlu’na destek verenler ise halen (Kuzey Doğu Suriye’de olan bitene rağmen); “Esed gidecek, Suriye’nin yönetimini biz belirleyeceğiz” türküsü çığıyorlar…
Yani…
Mahalli, “Türkiye bölgede asla oyun kurucu olamaz” diye haykırıyor;
Hükümete yakın yazarlar ise neredeyse “Oyun Kurucuyuz; Suriye bizim olacak” diye bayram ediyorlar…
Sayın Başbakan;
Hüsnü Mahalli sevilmediği için Hükümet’e yakın medya tarafından ciddiye alınmıyor…
Ben ise Hükümet’i pek çok konuda desteklediğim; Mahalli’yi de pek sevimli bulmadığım halde deneyimlerim ve bildiklerimle, yazdıklarını “haklı” buluyorum…
Ve Sayın Başbakan’a sesleniyorum:
Sayın Başbakan;
Hüsnü Bey’i siz de pek sevimli bulmayabilirsiniz ama;
Dışişleri Bakanı, Müsteşarı ve MİT Müsteşarı’nı çağırıp; Mahalli’yi bir de onların yanında bizzat dinlemelisiniz…
Sanırım o zaman çok daha sağlıklı kararlar vereceksiniz…
adnanberkokan@gmail.com
|
Reşat Nuri Erol
31.07.2012
08:20
| "Kanunları bile kurdukları veya kiraladıkları avukatlık büroları ile vatandaşa karşı tehdit ve korkutma amaçlı kullanıyorlarsa bu şirket düzeni hukuki-adil bir düzen midir."
İbrahim KAHVECİ
Zalimleşen büyüme!
ikahveci@stargazete.com
Büyüyen bir ekonomide geliri artan insanın mutluluğu azalır mı? İşsizlikten kurtulan insanoğlu iş bularak muradına ermiş olmuyor mu? O zaman ekonomi büyürken nasıl zalim olabilir? Gelin örneklerle konuyu inceleyelim:
Mesela büyüyen bir ülkede otomobil üretimi ve satışı artıyor: Ne âla ki otomobil sahibi oluyoruz. Oysa;
Otomobil satışları artarken kullanım alanı olan yollar artmıyorsa; artan trafik ve bu trafikte boşa geçen zaman, yollarda heba olan-kavga eden insanlar büyümeye mi dua ederler.
Otomobil satışları ile trafik kazaları her gün can almaya devam ediyorsa; otomobiller ile Azrail arasında bir bağ kurulmuşsa acaba otomobil satışları kimi mutlu eder.
Otomobil satışları ile eskiden aile bütçesinde yeri bile olmayan park fiyatları başını alıp gitmişse, emniyet-trafik vakıfları geliri araç çekmekte bulmuşsa, maliye bütçeyi otomobiller üzerine kurmuşsa bu büyüme daha çok kimin bütçesine yarar.
***
Mesela büyüyen bir ülkede konut üretimi artıyor:
Konut üretimi artarken insanların yürüyebileceği yaya yolları bile kalmıyorsa, boş yeşil alanlar rezidans oluyorsa, şehir merkezlerinde nefes alacak yeşil alan kalmıyorsa kiracılıktan kurtulup evsahibi olmanın hazzı ne ifade eder.
Konut üretimi artarken işyerleri ile konut mesafesi kilometrelerce açılıyorsa, konut için zaman feda edecek noktaya gelinip aileler birlikteliklerini azaltıyorsa mutluluk kimin olacak.
***
Büyümenin asıl zalimleşen yönü ise şirketlerdir.
Geliri artan ülkenin bu geliri şirketleri daha da besleyip-büyütüp artan zenginlikle şımartıyorsa; şirketler de halkı eziyor, aldatıyor ve eziyet ediyorsa mutlu mu oluyoruz.
Müşteriye hizmet yerine, kasasını doldurmayı amaçlayan bir şirket modeli gelişmişse, müşteriye kusursuz mal yerine kusursuz ambalajlı kusurlu mal sunuyorsa ne diyebiliyoruz.
Kanunları bile kurdukları veya kiraladıkları avukatlık büroları ile vatandaşa karşı tehdit ve korkutma amaçlı kullanıyorlarsa bu şirket düzeni hukuki-adil bir düzen midir.
İthalat ile coşan milli gelir ve ithalat vergisi ile kasası dolan ülke bütçesinde ithal malları sorumsuzluğu yaşanmaz mı? İthalatçı şirketlerin muhatapsızlığı, satış sonrası hizmetsizliği, iadesiz çalışma sistemleri, 'ben bilmem merkez bilir' diye sınırları aşan ilişki düzeni ile nasıl mutlu olur Türkiye vatandaşı.
***
Azalan işsizlik-artan istihdam ile iş kazaları ve işçi ölümleri artıyor, işçi gelirleri azalıyorsa bu büyüme ve zenginlik kısaca ölümleri besler hale gelmişse bu zenginlik para ile ifade edilebilir mi?
Bir tarafta ya iş hayatı ya da işsizlik;
diğer tarafta hayatın kendisi tercih edilebilir mi?
DÜNYADA DURUM
Küresel ekonomik sistem 70-80 yılda bir gelen kriz ötesi derin bir buhran dönemi yaşıyor.
Dünya, mevcut kapitalizmin vahşiliğini taşıyamıyor. Özellikle finansallaşma ve ahlaksız ekonomik düzen insanlık adına yaşamı çekilmez noktaya getirdi.
Liderler insanlık adına derin sorunlar barındıran buhran yerine daha basit, parasal çözümler içeren kısa dönemli krize odaklanmış görülüyorlar. Buhrana yol açan temel sorunlar adeta insanlıktan saklanıyor.
Sorunlar konuşulmuyor, tartışılmıyor; çözümler üretilmiyor.
ABD, uzun yıllar yaşamaya devam edeceği duraklama dönemine girerken, Avrupa tarafı çok daha derin sorunlarla uğraşıyor.
İşin garip tarafı ise mali kesim odaklı bu büyüme modelinin yol açtığı sorunların çözümü; yine bu modelin ezdiği geniş halk kitlelerine yükü yüklemekte aranıyor.
SERMAYE ALTINDA EZİLİRKEN
Bugün refahı ölçerken acaba sadece gelire bakmamız yeterli olabilir mi?
Yıllarca gelirin dağılımını tartıştık; oysa gelirin elde edilmesi kadar gelirin harcanma sorununu doğru dürüst ele almadık.
Ticari hayatımıza baktığımızda karşımıza çıkan bir kaç noktaya bakalım:
1-Büyüme sistemimiz faize dayalı gelişiyor. Mali kesim büyümesi milli gelirin kat be kat üzerinde. Türkiye'nin kredileşme oranı son 10 yılda yüzde 10 seviyesinden yüzde 50 sınırına dayandı.
2-Mali kesimde çalışanlar ve oranı devlet tarafından belirlenen memur, emekli, asgari ücretli dışında kalan özel sektör çalışanları, artan milli gelirden pay almayı bırakın reel ücret kaybındalar.
3-Ortaklık kültürümüz, yani borsamız bir türlü gelişemiyor. İMKB koalisyon hükümetleri dönemi olan 2000'lerde dahi milli gelirin yüzde 75'lerine ulaşan piyasa değerine sahipti. Oysa bugün İMKB GSMH'nın sadece yüzde 35'lerinde bir piyasa değerine sahip.
Bu üç temel çarpıklığı neden verdik?
Ekonomide makro başarıyı alt katlarda paylaşamıyoruz:
A-Burada borsanın başarısızlığı çok önemlidir.
B-Burada özel sektörde çalışanların kaybı çok önemlidir.
C-Burada kâr rekorları kıran bankacılık sektörünün durumu çok önemlidir.
Borsanın sadece endeks olarak ele alınmayıp yatırımcı tabanının gelişmesi olarak görülmemesi gerekir. Şirketlerin halka açılma ile aldatma ve hile artışı yerine yatırım ve istihdam artışı olarak incelenmesi de gerekiyor.
Sahi bu İMKB reel olarak koalisyon hükümetinin ulaştığı zirveye, muhteşem 10 yıllık büyümeye rağmen neden çıkamıyor.
***
Mevcut tabloda karşımıza faize dayalı bir büyüme modelinde paylaşmayan bir ekonomik sistem çıkıveriyor.
Mevcut tabloda karşımıza büyüme uğruna başta bankalar olmak üzere şirketlerin zalimlikleri çıkıyor.
Mevcut tabloda karşımıza büyüme uğruna her gün iş kazaları ile ölen işçiler ve trafik kazaları ile ölen insanlarımızın cenazeleri çıkıyor.
***
Ve artan gelir insanları şımartıp "orta gelir tuzağına" düşürürken şirketleri de maalesef zalimleştiriyor.
|
Reşat Nuri Erol
31.07.2012
08:33
| Mümtaz'er Türköne
Din (aynı zamanda "DÜZEN" midir?! RNE), Diyanet ve İslâmcılık
Mübarek Ramazan ayında bize de İslâmcılığın gaybubeti hakkında fikir yürütmek düştü.
Eyüp Sultan'a gidip tövbe-istiğfar edenler arasında, kendi geçmişleriyle hesaplaşan bir zamanların keskin İslâmcıları var mıdır acaba? Normal şartlarda hitama erdireceğim tartışmayı, biraz Ramazan'ın uhrevî havasından, biraz da Ali Bulaç'ın soramadığı soruları ortada bırakmamak adına takip etmem gerekiyor. İslâmcıların bakmaya cesaret edemedikleri aynayı yüzlerine tutmak bize düştü. Baksınlar ve yüzleşsinler: Hayâl âleminde avunmak onlara da, cürümleri nispetinde ülkeye de zarar verir.
Bir konuda Ali Bulaç ile hemfikiriz. İkimiz de İslâmcılığın sırra kadem bastığını teslim ediyoruz. Fark, bu kayboluş hakkındaki değer hükümlerimizde. Ali Bulaç, bu duruma "Son İslâmcı" sıfatıyla isyan ediyor. Köşesine çekilen veya iktidar koltuğuna çıkan ve hatıralarıyla avunan İslâmcıları "titreyip kendine dönmeye" çağırıyor. Ben ise bu durumu son derece normal bir süreç olarak görüyorum. İslâmcılık bir iktidar projesi idi, gerçekleşti ve ömrünü tamamladı. Başı göğe değdikten sonra, gökyüzüne çıkmak için yollar inşa etmenin anlamı var mı? Din özü itibarıyla siyasîleşmez; siyaset kendisine iktidar yolu ararken dini imdada çağırır. İslâmcılık, siyaseti dinîleştirmenin en rafine ve en keskin ve tabii en iddialı yollarından biriydi. Bir Müslüman'ın çevresi hep Müslüman olsa da dininin müntesibidir. Bir İslamcıya ise karşında bir rakip olmadan hiçbir yerde tesadüf edemezsiniz. Yusuf Kaplan, Yeni Şafak'ta dünkü yazısında İslâmcılığı tam da böyle tarif ediyor: "İslamcılık, (Batı Merkezciliğin) dünyaya çekidüzen vermesine karşı başlatılmış bir direniş, bir diriliş ve bir varoluş hareketidir." Neyse ki Batı, eski Batı değil; dolayısıyla İslamcılık da. İslâmcılar bugün yeniden dünyayı keşfe çıkabilseler yeni düşmanlar ve karşıtlıklar bulmaları gerekecek.
Gelelim "diyanet" meselesine. "Diyanet"in tam karşılığı "dindarlık"tır. Osmanlı döneminde pek merkezî olmayan bu tabir, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması ile güçlü biçimde tedavüle sokulmuştur. Halk, manasını bilmediği için "dinayet" diye kullanır. Halbuki "dinayet"in zorlandığında kötü bir anlamı vardır. Kelimelerin karşılıkları yerli yerine oturduğu zaman anlam değişiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı'nı, Dindarlık İşleri Başkanlığı olarak okuduğunuz zaman Ali Bulaç'a hak vermemek mümkün değil. Devlet "din işleri" ile değil, "dindarlık işleri" ile meşgul oluyor. Yani kendince bir "dindarlık" anlayışı ve sınırları var. Diyanet İşleri Başkanlığı "cemevleri ibadethane değildir" dediği zaman, demek ki devlet adına aslî görevini yerine getirmiş oluyor. Yargıtay, aynı yönde karar verdiği zaman devletin egemenlik hakkının bir parçası olan dini ve dindarlığı tanımlama yetkisini kullanmış oluyor. Bu devlet bir din devleti değil, ama dindarlık üzerinde tekel oluşturan bir devlet.
Ali Bulaç'ın bana soramadığı soruların ("ilk sorum" diye başlayıp, soru işareti ile sona eren bir cümlesine rastlayamadığım için böyle diyorum) hepsinin cevabı işte bu "dindarlık işleri"nde. İslâmcılık kestirmeden dindarlığa dönüştü. Böylece AK Parti ile devletin imtizacı tamamlandı. Devlet, cahil ve dinozorlaşmış laik elitler eliyle kaybettiği meşruiyeti AK Parti ile yeniden kazandı. Koskoca devlet iktidarı öyle kolay ele geçer mi? Muhafazakârlaşma, aynı zamanda sağcılaşma, statükoya sahip çıkmak demek. Devlet, AK Parti'nin sağladığı taze kanla halkı nezdinde meşru bir otoriteye dönüşmedi mi? Meşruiyet krizi bu şekilde çözüldükten sonra, AK Parti'nin dindarlığı en uç noktalara taşımasının devlet nezdinde ne sakıncası var?
Ali Bulaç'tan farklı olarak ben bu süreci eleştirmiyorum, sadece anlamaya ve açıklamaya çalışıyorum. Kalıcı olan fani kişiler değil, devlettir. Devlet için vazgeçilmez olan milli birlik ve bütünlüğü, uluslararası gücü ve itibarı, ekonomik refahı; zirve yapan bu meşruiyet halesi içinde AK Parti iktidarından daha etkili sağlayacak bir alternatif var mı? Şu kronik "devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü" sorununa çare olmaktan bahsediyoruz.
Peki İslamcılığı tartışmak ne anlama geliyor? Ellerini iki yana açmış, geri dönenlere "gittiğiniz yol yanlış" diyen Ali Bulaç gibi azizler olmadan, hayatın her şeyi önüne katıp sürükleyen güçlü akışını hissetmek mümkün mü?
m.turkone@zaman.com.tr
http://twitter.com/Mumtazer
31 Temmuz 2012, Salı
|
Reşat Nuri Erol
31.07.2012
08:37
|
Abdülhamit Bilici
Eski AK Parti, yeni AK Parti!
Dünya medyası, 1 yıl öncesine kadar Türkiye'nin demokratik ve ekonomik dönüşümünü övgüyle anlatan haberlerle doluydu.
Yargı reformu, Kürt ve Alevi açılımları, azınlıkların haklarıyla ilgili gelişmeler ve sivil-asker ilişkilerinde atılan adımlar sayesinde Türkiye, bölgenin ve İslam dünyasının yıldızı gibiydi. Sadece siyasi alanda değil, Batı'nın krizde boğuştuğu ortamda milli gelirin 3 kat büyümesinden sosyal güvenlik reformuna; enflasyonla mücadeleden rekor büyüme oranlarına ekonomideki başarılar da göz kamaştırıcıydı.
Son Davos toplantısında yaşanan bir sahne, dün "Avrupa'nın hasta adamı" kabul edilen bu ülkede yaşayan herkes için gurur vericiydi. ''Küresel Ekonomiye Bakış'' oturumunda; IMF Başkanı Christine Lagarde, İngiltere Maliye Bakanı George Osborne ve Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick gibi önemli isimler vardı. Ama bu isimler arasında ekonomik krizin ağırlığını hissetmeyen tek isim, ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan idi. Bu, oturumu yöneten Financial Times ekonomi yazarı Martin Wolf'un da dikkatini çekmiş ve Babacan'a söz verirken, şöyle demişti: "Burada tek siz imtiyazlı konumdasınız, bize ders verin."
Bazı olumsuz işaretlere ve orta vadede çözülmemesi halinde sıkıntı oluşturacak sorunlara rağmen ekonomide başarı sürüyor. İnşallah böyle de devam eder. Ama demokrasi karnesi için bunu söylemek zor. Kürt ve Alevi açılımlarının yerine 7 aydır aydınlatılamayan Uludere'yi; kürtajı, Yargıtay'ın cemevi kararını; Hazine'nin Mor Gabriel manastırına el koymasını; yargı reformu yerine demokratikleşme açısından kritik Ergenekon davaları dahil birçok konuda yargıya yapılan müdahaleleri, Büşra Ersanlı olayını ve medyadaki sancıları konuşuyoruz. Vaziyet böyle olunca dünya medyasına da bu olumsuz hava yansıyor. Bazen eleştiriler abartılı ve haksız olsa da genele bakıldığında olumsuz hava çok belirgin.
Nursuna Memecan, Andrew Finkel, Merve Kavakçı gibi isimlerle katıldığımız El Cezire kanalının The Cafe programı da bu gelişmeler yüzünden sıcak geçti. Medya Derneği üyeleri olarak gittiğimiz Huber Köşkü'nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de izlediğini öğrendiğim programda, kürtaj tartışmasından Uludere'ye, basın özgürlüğünden Türkiye'nin Ortadoğu'daki rolüne birçok mesele gündeme geldi. AK Parti hükümetinin performansıyla ilgili bir soru üzerine verdiğim cevaba gelen tepkiler, ne kadar çok insanın aynı düşündüğünü gösterdi. Kısaca şu cevabı vermiştim: Karşılaştırmalı olarak bakarsak Türkiye, 10 yıl öncesine göre çok mesafe aldı. Düne göre demokrasi ve ekonomi açısından daha iyiyiz. AK Parti'nin bunda katkısı büyük. Ama daha çok yol alınması gerekirken 1 yıldır büyük duraksama var. Şahsen benim tercihim eski AK Parti'den yana."
1 yıl öncesine gidip, sonra bugün gelinen noktaya bakarsak, sanırım siz de bu tespite hak verirsiniz. 12 Haziran seçimlerinden önce (16 Nisan) Başbakan Erdoğan, "12 saat sonrasını göremeyen Türkiye'nin 12 yıl sonrasını görebildiğini" hatırlatarak AK Parti'nin 'seçim beyannamesini' açıklamıştı. Seçmene verilen bir taahhüt olan beyanname şu 5 başlıktan oluşuyordu: "İleri demokrasi; büyük ekonomi; güçlü toplum; yaşanabilir çevre; marka şehirler, lider ülke."
Konumuz olan "ileri demokrasi" başlığı altında sıralananlar ise satırbaşlarıyla şunlardı: Bir numaralı projemiz, demokratik, özgürlükçü, katılımcı yeni anayasa. Milli Birlik ve Kardeşlik projemizi kararlılıkla sürdüreceğiz. Üstünlerin hukukundan hukukun üstünlüğüne geçilecek. Birilerinin arka bahçesi olan değil, milletin vicdanını temsil eden bir yargı sistemi inşa edeceğiz. Çetesiz, mafyasız, cuntasız bir Türkiye için mücadelemizi cesaretle sürdüreceğiz."
1 yıl sonra bu hedeflerde ne kadar yol alındığı maalesef ortada. Başkanlığını Prof. Yasin Aktay'ın yaptığı Stratejik Düşünce Enstitüsü'nün sivil-asker ilişkileri üzerine hazırladığı raporda yapılması istenen reformlar da olduğu gibi bekliyor; hatta Sayıştay ve Ombudsman'ın yetkilerinde olduğu gibi son dakika müdahaleleriyle geriletiliyor. İşte bu rapordaki yapılacaklar listesinden anayasa değişikliği gerektirmeyen, yasalarla yapılabilecek ama bekleyen reformlar listesi: -TSK'nın harcamalarının siyaset tarafından tam denetimi; -Sınırlı denetlenme imkânları bulunan TSK Güçlendirme Vakfı ve Savunma Sanayii Destekleme Fonu (SSDF) kanalıyla yapılan harcamaların bütçe içine alınması; -Sayıştay'ın ordu üzerindeki denetim yetkisini tam olarak kullanmasının sağlanması; -Askerî bir görünüm sergileyen Milli Savunma Bakanlığı'nın mümkün olduğunca sivilleştirilmesi; -OYAK'a kanunla tanınan ayrıcalıklara son verilmesi; -Profesyonel orduya geçişin hızlandırılması, kadro ihtiyaç planlamasının yeniden yapılarak sayının küçültülmesi; -Terfi sisteminin gözden geçirilmesi; -Darbe gerekçesi yapılan 35. maddenin iptali."
Eski AK Parti'yi geri istemekte haksız mıyım? Kaybedilen zamana yazık...
a.bilici@zaman.com.tr
http://twitter.com/ahamitbilici
31 Temmuz 2012, Salı
|
Reşat Nuri Erol
31.07.2012
08:44
|
HÜSNÜ MAHALLİ
Başka hikayeler...
100 kadar ülke bir araya gelmiş ve Esad'dan kurtulmaya karar vermiş. Durum böyle olunca 100 ülkenin tüm olanakları bu yönde kullanılıyor. Medya da bu olanakların başında geliyor. Çünkü daha fazla bağıran ya da yalan söyleyen kazanıyor ya da kazandığını sanıyor.
Tıpkı Irak'ta olduğu gibi.
ABD ve İngiltere yanlarına 40 kadar ülkeyi alarak tüm dünyaya yalan söylediler ve Irak'ı işgal ettiler. Sonra da bu ülkede farklı rakamlara rağmen bir milyondan fazla insan öldü, ölüyor.
Ama kimin umurunda? Tıpkı Myanmar'da her gün ölenler hiç kimsenin umurunda olmadığı ve olmayacağı gibi. Çünkü Myanmar şu anda coğrafyamızda oynanan Büyük Oyun'un yani BOP'un içinde değil. Çünkü şu anda ABD ve yandaşları için önemli olan Suriye ve onlara göre Suriye dışında hiç kimsenin başka şeyleri görmesi ya da konuşması yasak.
***
Örneğin ABD'nin son günlerde İsrail'e olan geleneksel ilgisinin dışına çıkması. Çünkü ABD dünyanın en gelişmiş savaş uçağı F-35'ten 19 tanesini acilen İsrail'e vermeye karar verdi. 10 yılda 70 uçak vereceğini daha önce açıklayan ABD, ki bunların maliyeti 2,2 trilyon dolar, şimdi vereceği uçaklar için de özel teknolojiler üretilmesi talimatını vermiş. Bunun için de ayrıca 450 milyon dolar ayırmış. Yani bizler 'Arap Baharı' ve Suriye ile uğraşırken ABD tüm Arap ve İslam ülkelerine nükleer başlık taşıyabilecek uçakları İsrail'e veriyor. Peki neden? Hani bu coğrafyada barış ve dostluk olacaktı? Olacak ama önce Suriye ve Suriye üzerinden tüm coğrafya darmadağın edildikten sonra. Bunun için de ABD hazırlıkları sürdürüyor. Örneğin yine geçen hafta Pentagon yeni bir silah üzerinde denemelerini başarıyla yaptığını açıkladı. Ama kimin umurunda? Haberlere bakılırsa bu silah, 13,5 ton ağırlığında yeni türden akıllı bombalar. Uçaklardan atılacak bu bombalar yerin altında 60 metrelik beton sığnakları delerek hedefine varıyor ve yerle bir ediyor. Yani bu bombalar İran'ın yeraltındaki nükleer tesislerini yok etmek için geliştirildi. Yani her şey İsrail için. Bunca bomba ve uçaklar yetmiyormuş gibi Obama amca yine geçen hafta İsrail'e 80 milyon dolar daha bağışta bulunarak (yıllık yardım 3,2 milyar dolar) Füze Kalkanı Projesi kapsamında yeni teknolojiler satma kararı aldı. Malatya'daki radarlarla ilgisi olup olmadığını henüz bilmediğimiz bu teknolojiler, önümüzdeki yılların en önemli silahı olacaktır. Tıpkı ABD'nin 'Büyük Müttefik' Türkiye'ye vermeyi kabul etmediği füze taşıyan Predatorlar gibi. ABD ve yakında İsrail bu Predatorlarla istedikleri yerde istedikleri hedefi ya da adamları vurabilecekler. Şimdilerde bir tek füze taşıyabilen Predatorları Amerikalılar 2 daha sonra da 4 füze taşıyacak şekilde geliştiriyorlar. Tabii ABD, İsrail için yaptıklarını ya da İsrail'e verdiklerini asla ve asla başka hiçbir ülkeye yapmayacak ve vermeyecektir. Çünkü ABD'ye göre İsrail'in dostu yani işbirlikçisi olmayan hiçbir ülke, Türkiye dahil, ABD'nin stratejik müttefiği olmayacaktır.
***
Bir düşünün ABD'ye 30 yıl hizmet eden Mübarek bile Obama'nın bir göz kırpmasıyla kafese konuldu. Çünkü ABD'ye göre hizmet sınırsız da olsa yetmez. ABD köle ister. Tıpkı Suudi Arabistan kralları, Katar Emiri ve Körfez'deki şeyhler gibi. Bu kral, emir ve şeyhler 250 yıldır önce İngilizlere şimdi de ABD'ye kölelik ediyorlar. Örneğin Suudi Arabistan son 50 yılda ABD ve Batı'dan bir trilyon dolarlık silah aldı ama bunları hiçbir zaman kullanmadı. Babasına darbe yaparak iktidarı ele geçiren Katar Şeyhi ise herkesi ABD planları için parayla satın alabileceğini düşünüyor. Geçen hafta bu şeyh hazretleri Suriye konusunda ABD ile hareket eden Almanya'dan iki milyar dolarlık tank alacağını açıkladı. Bu tanıkları ne yapacağı ise merak konusu. Çünkü 11 bin kilometrekarelik Katar'ın neredeyse yarısı Amerikan üsleriyle kaplı ve bu ülkenin nüfusu 200 bin civarında. Ama olsun şeyh hazretleri cüssesine ve CIA-Mossad Operasyon Merkezi gibi çalışan El-Cezire televizyonuna güveniyor. Çünkü bu savaş başından beri yalanla yürütülüyor. Gerisi nasıl olsa gelir ve gelecek. Umarım o zaman Türkiye ve tüm coğrafyamız için geç kalınmış olmaz. Belki de bu nedenle El-Cezire Türk iki yıldır bir türlü yayına başlamıyor!!! Şimdiden söylüyorum: Suriye'de iç savaş çıksın ve Kuzey Suriye'de Kürt özerk ya da federal bölgesi kurulsun bu kanal hemen yayına başlar.
|
Reşat Nuri Erol
31.07.2012
09:27
| LEVENT GÜLTEKİN
ZAMAN gazetesi sorumluluktan kurtulabilir mi?
Zaman gazetesinden Ekrem Dumanlı ve Ali Ünal’ın Pazartesi günü yayınlanan yazılarını okuyunca gazetenin Suriye meselesinde ciddi bir viraj alma çabasında olduğu izlenimini edindim.
Zaman gazetesinin de dahil olduğu ‘yapı’nın uzun zamandır özellikle İran’a dönük akıl almaz bir tutum içinde olduklarını biliyoruz. Suriye meselesinde de neredeyse Türkiye’de ‘en şahin’ tutumunu onlar benimsediler. Suriye’deki olayları batı medyası gözü ile aktarmakta da bir beis görmediler.
O kadar baskın ve belirgin rol oynadılar ki bazı çevrelerde hükumetin Suriye politikalarında ‘bu yapı’ya alan kaptırmamak için bu kadar ileri gittiği bile söylendi.
Bugüne kadar hiç girmedikleri kadar topa girdiler.
İran büyükelçisi ile medyaya yansıyacak bir tartışmaya bile göze aldılar.
Türkiye’nin Suriye konusundaki başarısızlığında en fazla sorumluluğu olanlardan biri bu ‘yapı.’ Bunu kimse inkar edemez. Bütün yazılanlar, çizilenler, söylenenler, savunmalar, kışkırtmalar, gerçek olmayan haberler... hepsi orta yerde duruyor. Hepimiz kimin nerede durduğunu biliyoruz.
Ekrem Dumanlı’nın bir yazısında dile getirdiği “Kimse Suriye ile savaşalım demiyor ama bıçak da kemiğe dayandı” şeklindeki hükumeti kışkırtan cümlesi daha eskimedi bile.
Sadece Ekrem Dumanlı değil, hem bu ‘yapı’ya ait yayın organları, hem de onlarca yazarı hükümeti “Arap Baharı” konusunda geride kalmakla suçladılar.
Hal böyleyken ne olduysa Ekrem Dumanlı Pazartesi günkü yazısında bugüne kadar izledikleri politikaların tam tersi bir pozisyon aldı ve ilginç sorular sordu.
“Ne olduysa” dediğime bakmayın, ne olduğunu Ekrem Dumanlı’nın mezkur yazısında görüyoruz zaten. Ona birazdan geleceğim.
Önce Dumanlı’nın Pazartesi günkü yazısından bir alıntı yapmak istiyorum.
Bakın Ekrem Dumanlı neler yazmış:
"Mesela ilk başta zannedildi ki 'Arap Baharı' bütün diktatörleri silip süpürüp bir kenara atacak ve boşalan alana halkın iradesi yansıyacak. Diktatörlerin yerle bir olması güzel de; yeni gelenlerin aynı güç odaklarına hizmet etmeyeceğini kim garanti edebilir?"
Böyle bir cümleyi Zaman gazetesini yöneten birinden bekler miydiniz?
Zaman gazetesi diyorum, çünkü Libya, İran, Suriye meselesinde yazıp çizdiklerini hepimiz biliyoruz.
Biz bu soruları aylardır soruyoruz. Bunun böyle olduğunu aylardır söylüyoruz.
Ekrem Dumanlı niçin bugün sormaya başladı? Ne değişti ki “Arap Baharı” denen kirli organizasyondaki ‘şaibeli el’i görmeye başladı?
Bunun böyle olduğunu, daha beter sonuçlar doğuracağını, “Arap Baharı” denen oyunun bölge için kabus senaryolarını da beraberinde taşıdığını söyleyenlere niçin kulak vermiyordu?
Yukarıda bu manevranın gerekçesi Ekrem Dumanlı’nın kendi yazısının içinde var demiştim.
İşte politika değişikliğini gösteren cümleleri ve gerekçesi:
"Son bir haftadır ortaya çıkan manzara daha da vahim senaryolar çağrıştırıyor. Esed’in boşalttığı alana PKK’nın Suriye’deki ikizi yerleşiyor (….) Şuana kadar hesapta olmayan, en azından açıktan tartışılmayan bu gelişme, 'Büyük Kürdistan' senaryolarını teyit ediyor. (… ) Buna Türkiye hazır mı? Böyle bir hamleyi bekliyor muydu? Bekliyor idiyse karşı hamlesi var mıydı? (…) Kaotik bir dönemden geçen Suriye ile ilgili süper güçlerin bir planı var mı? Bu konuda hiç kimse net bir bilgiye sahip değil. En azından plansız olmadıklarını söyleyebiliriz. Türkiye’nin planı ne? Kaçmaktan kovalamaya vakit bulamayınca gerçeği planlamaya çok ta vakit bulamıyoruz."
Ekrem Dumanlı’nın bütün bu cümleleriden anlıyoruz ki Suriye’de ortaya çıkan can sıkıcı durumun sorumluluğundan kendilerini kurtarma telaşı ve çabası var.
Bu telaş yalnızca Ekrem Dumanlı’da değil, aynı gün camianın önemli isimlerinden Ali Ünal’ın yazısında da kendini gösteriyor.
Şimdi sormanın tam zamanı: Bunun böyle olacağı en başından belli değil miydi? Siz niçin görmek istemiyordunuz? Neydi sizi gerçeği ve bu oyunları görmekten alıkoyan hesap? Suriye’deki hesabın Kürtleri ‘Kürdistan Potası’na atmayı ve Hizbullah’ın belini kırmayı amaçladığını görmek için yüksek bir bilince, zekaya, bilgiye ihtiyaç yoktu ki! Niçin görmüyordunuz?
“Zekamız yetmedi, görmedik" mi diyeceksiniz yoksa "Başka hesaplarımız vardı görmek istemedik” mi diyeceksiniz? Hangisi sizin için hafifletici neden olacak?
Peki Suriye’de ortaya çıkan ve Türkiye için daha da büyümesi muhtemel sorundan bu arkadaşların kendilerini kurtarmalarına imkan var mı?
Yazdıklarını, verdikleri ‘öğütleri’, yaptıkları kışkırtıcı haberleri unutturmayı başarabilecekler mi?
Türkiye’nin başını ağartacak bu tablonun günahı bu arkadaşların defterine yazılmayacak mı? İleride Suriye meselesi yüzünden bu ülkenin başına bir iş gelirse bu arkadaşların ne yaptığını tarih yazmayacak mı?
Neyse, tüm bu soruların cevabını zaman hepimize gösterecek. Dindar ve muhafazakar medyanın Suriye meselesinde Türkiye’nin başına ne tür bir bela açtığını çok yakında daha iyi anlayacağız. İktidardan pay kapma yarışının nelere mal olduğunu hepimiz yakında anlayacağız.
Benim anlamadığım, biz hükumeti bu arkadaşların gazına gelmemesi konusunda uyarıyorduk. Peki bu arkadaşlar kimin gazına gelip de bu kadar yanlışın içine düştüler?
|
Reşat Nuri Erol
01.08.2012
04:07
| Cemil ERTEM
İşte şimdi bitiyor 'medeniyet' dediğin
Euro projesinin babası Robert Mundell’dır. Daha önce de bu konuda çok şey söylemiş olabilir ama geçen gün söyledikleri sabrının taştığını ortaya koyuyor. Mundell, bu durumun özünde bir ‘para’ ve borç krizi olmadığını biliyor. Ancak buradan çıkış için euronun korunması gerektiğini ve bunun için de ortak tahvilin şart olduğunu, bu sefer çok kararlı bir şekilde söyledi.
Zaten başından beri Mundell, Bretton-Woods kurumlarıyla bu işin devam etmeyeceğini söylüyordu.
Mundell, 2001’de IMF’de verdiği seminerde küresel para sisteminin nereye gittiğini soruyor ve IMF denetiminde yeni bir para birimi öneriyordu. Bu para birimi, üç temel gelişmiş bölgeyi temsil eden para birimlerine tam konvertibl olacaktı. Mundell, üç temel bölgeyi ABD, Japonya ve AB’yi merkez alarak tanımlıyordu. Böylece ilk aşamada dolara, yene ve euroya tam konvertibl, IMF denetiminde yeni bir rezerv para doğacaktı. Mundell’in bu paraya verdiği isimde Dey’di. Dey; dolar, euro ve yenin baş harflerinden oluşuyordu. Ancak Dey bir geçiş parasıydı. Mundell, geçiş sürecinin sonunda gerçek anlamda bir dünya parasının kaçınılmaz olduğunu vurgulayarak; Dünya Merkez Bankası’nın yaratacağı intor isimli bir hâkim para önerisini ortaya atıyordu.
Intor, international ve or kelimelerinin bileşiminden oluşuyordu. ‘Or’ Fransızca’da altın anlamına geliyor. Böylece Mundell, yeni para biriminin, ne kadar güçlü olarsa olsun, bir ulus-devlete dayanmayacağını, uluslararası olacağını ve gücünün de ‘siyasi’ değil ekonomik olacağını intor adıyla anlatmak istiyordu. İntor’daki ‘altın’ vurgusu paranın karşılığının ekonomik yani ‘gerçek’ olacağının vurgusuydu.
Mundell’in bu tasarımının temel vurguları şimdi daha da geçerli. Ancak Mundell’in yeni para biriminin oturduğu temel, ABD, AB ve Japonya’ya dayanıyordu. Bugün artık bu temelin geçersiz olduğunu söylemeliyiz. Dolar, euro ve yen temelli bir geçiş süreci yerine, G20’nin tüm ekonomileri öne çıkaran, yeni bir yapılanmaya ihtiyaç var. Bretton-Woods’da Keynes’in vurguladığı gibi, bir ‘Dünya Merkez Bankası’nın oluşturulması gerekli ve bu süreç, bütün bu siyasi alt-üst oluşla at başı gidecek.
Euro, dolara dayalı Bretton-Woods sistemini delen ama onu tümüyle yok etmeyen çok yeni bir araç olarak 21. Yüzyılın başında ortaya çıktığında, kapitalizmin, kısa dönemde, önünde iki yol vardı.
Birincisi çok hızlı olarak yeni küresel yönetişim mekanizmalarını oluşturarak, ABD’ye dayalı- kirli finans-borç sarmalını üreten yapıyı tasfiye etmek ve yerine, para sisteminden başlayarak, bu -yeni- mekanizmanın yürüme araçlarını geliştirmek. İkinci -çaresiz yol- ise, var olan durumu sürdürmek için, artık batması kesin olan finansal yapıyı, savaş makinesini çalıştırarak bir müddet daha ayakta tutmak. Biliyorsunuz bu ikinci yol Bush’la ve Irak işgali ile birlikte tercih edildi. Şimdi ABD, bu bataktan vazgeçiyor; ABD’nin yeni egemenleri- ki bunlar, yenilenen finansal yapıyla birlikte, teknoloji, iletişim ağırlıklı yapılardır- böyle bir hegemonyanın onlar için sürdürülebilir olmadığını da biliyorlar. Bu yapı, Avrupa’yı ve Ortadoğu’yu aynı tarihi süreçte düzenleyip yeni bir küresel imparatorluk kurma peşinde. Şimdi bu laf size çok uzak, soyut, teorik bir çıkarım gelmesin. Dünya tek bir ekonomiye, tek bir ‘rekabetçi’ piyasaya ve bilgi toplumuna gidiyor.
Bilgi toplumunda sınır yoktur
Kapitalizm, sanayi toplumuna sınırları öne çıkartarak, yeni sınırlar oluşturarak gitti. Sanayi toplumu, ulus-devletler hegemonyasına bağlı eşitsizliği ve bunun modernizmini dayattı. ‘Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ aynen buydu.
Kapitalizm sanayi toplumuna sömürgeleştirme mekanizması ile birlikte girdi. Bunun için güçlü uluslar-güçsüz uluslar ve hiç ulus sayılmayanlar gerekiyordu. Şimdi bu sanayi toplumu meselesini tüm dünya aynı anda bitiriyor.
Bilgiye zor ulaşılır ama ulaşıldığı zaman nerde duracağını siz belirleyemezsiniz. Bilgi toplumunun temel ayrımı, paylaşım hem de sınırsız, hegemonyasız bir paylaşımdır. Bu olmayınca mekanizma işlemez, batar.
Kavimler, cemaatler, milletler, halklar sanayi toplumunun sınırlarla böldüğü, kanla örülü eski dünyasından çığlıklar atarak çıkıyorlar. Binlerce yıldır gizliden gizliye sürdürdükleri, korudukları inançlarına dinlerine, geleneklerine, dillerine binlerce yılın hasreti ile sarılıyorlar. İnanın Suriye’de de olan budur, Arakan’da da...
|
Reşat Nuri Erol
02.08.2012
03:46
| Hayrettin Karaman
hkaraman@yenisafak.com.tr 02 Ağustos 2012 Perşembe
Mursî (Mısır) örneği
Ben Arap Baharı ile ilgili olarak başladığım bu yazıların ilkine "Arap Baharında İslam'a Yolculuk" başlığını koymuştum. 15 asırdan beri Müslüman olan, dillerinde nazil olmuş bir kutsal kitaba sahip bulunan, kültür ve medeniyetleri et ve tırnak gibi İslam ile içiçe geçmiş olduğu görülen bir insan topluluğunun (bugün için Arap ulus devletlerinde yaşayan ümmet parçasının) mevcut zalim, baskıcı, totaliter başkanlara ve yönetime baş kaldırmalarının sebepleri içinde adalet, hürriyet ve ekmek talebi olsa bile en etkili amilin din olduğu kesin gibidir. Diğer amiller de meşruiyet ve gücünü dine uygunluğu, dinin gereği olduğu inanç ve söyleminden almaktadır. Bu hareket duruluncaya kadar hayli aşamalardan geçecek, engellerle boğuşacaktır, ama İslam'ın, insan hayatında daha geniş çerçevede etkili olacağı bir siyasi ve sosyal değişimle son bulacaktır.
Bizim bu görüş ve beklentimizi paylaşanlar olduğu gibi paylaşmayanlar da vardır. Paylaşmayanlardan biri Fransız İslamolog ve siyaset bilimci yazar Olivier Roy'dur. Bir yazısında 'Arap Baharı İslami Bir Devrim Değil'dir diyor. Ona göre Arap Baharı isyanları laiklik istemese de hareket laik bir harekettir, göstericilerin İslami sloganlar atmaması ve İslami taleplerde bulunmaması 'İslami devlet ütopyası'nın son bulmasından kaynaklanıyor. Yazısının sonlarında "İslam ile işimiz henüz bitmedi" diyerek asıl maksat ve tarafını açığa veren Roy, yıllardan beri "siyasi İslam'ın iflası"ndan söz ediyor, daha doğrusu arzusunu vakıa olarak sunmaya çalışıyordu.
Steven A. Cook daha temkinli:
"...Siyasi sistemde gücün dayanak noktası olan Mısır Cumhurbaşkanlığı artık Müslüman Kardeşler'de ve gözlemciler "Mısır'ı kim kaybetti?" diye soruyorlar. Cevap: Hiç kimse. Mısırlıların yüzde 51.7'si Mursi'ye oy verdi. Yarış sona erdi ve şüphe yok ki geleceklerinden endişe duyan Mısırlılar da var ...Müslüman Kardeşler, demokrasinin onlar için ne anlama geldiği konusunda oldukça belirsizdirler zira şûrâ kavramına başvurmaktadırlar ki şûrâ, Mısır demokrasisinin temeli olabilir de olmayabilir de. Şeriat hakkında da belirsizliği korumaktadırlar. Mursi ve İhvan'ın ileri gelenleri İslam Hukuku'nu icra edeceklerini söylemişlerse de İhvan'ın Özgürlük ve Adâlet Partisi'ndeki üyeleri Mart ayında yaptıkları bir ziyarette Amerikan dış politika çevresine "Şeriat'ın ilkelerini desteklediklerini ama bunun ille de Şeriat'ın muayyen hukuki kuralları demek olmadığını" söylediler. Konudan bihaber olanların kulağına hoş gelebilir ancak bu ifade, perdelemekten öte bir anlam taşımaz."
Gannûşî ile yapılan bir röportajı nakletmiştim, orada Gannûşî buna benzer (şeriatın uygulanması önceliğimiz değildir mealinde) bir söz söylemişti. Ama arkadan yaptığı açıklamada bu sözden maksadını da ortaya koymuştu: "Biz insanlara şeriatı dayatmayacağız, zorla Müslümanlık (iman, ibadet...) olmaz, işe anlatmadan, eğitimden, iknadan başlayacağız..." İşte Cook'un "perdelemekten öte bir anlam taşımaz" diye değerlendirdiği sözün de manası budur (Şeriattan vazgeçmek sözkonusu olmayıp topluma benimsetmek için takip edilecek yöntemden söz edilmektedir).
Hareketin İslam'a yolculuk olduğu düşüncemi Mısır örneğinde destekleyen olay Muhammed Mursî'nin seçilmesi ve konuşmalarıdır.
Peki kimdir bu Mursî?
61 yaşındaki Muhammed Mursi, Müslüman Kardeşler'in öne çıkan isimlerinden. Uzun yıllar ABD'de eğitim gören Mursi, ilk olarak 1980'lerde Şarkiya'da Müslüman Kardeşler örgütüne bağlı "antisiyonist komitede" yer aldı. 2000-2005 yılları arasında Mısır parlamentosunda bağımsız milletvekilliği yapan Mursi, 2008 yılında tutuklandı. 8 ay tutuklu kalan Mursi, hapishaneden kaçtı. Mısır'daki ayaklanmalar sırasında Müslüman Kardeşler tarafından kurulan Özgürlük ve Adalet Partisi'nin başkanı seçildi. Mısır cumhurbaşkanlığı seçimleri'nde aday gösterildi. 61 yaşındaki Mursi, 22-23 Mayıs'ta düzenlenen başkanlık seçimlerinin ilk turunda % 25.5 oy aldı ve ikinci tura girmeye hak kazandı. İkinci turdan da, %51.73 oy alarak, Mısır'ın 5.cumhurbaşkanı oldu.
(Konuya devam edeceğim)
|
Reşat Nuri Erol
02.08.2012
03:57
| Abdülkadir Selvi
abdulkadirselvi@gmail.com 02 Ağustos 2012 Perşembe
Sever'in açıklamaları nasıl karşılandı
Cumhurbaşkanlığı seçimleri, bizde darbelere kadar uzanan sancılara neden oldu.
27 Mayıs'ı kaldırın altında İsmet Paşa'nın bir daha Cumhurbaşkanı olma hırsı yatar.
12 Mart'ın lideri Faruk Gürler, teamülleri zorlayıp Cumhurbaşkanı adayı olmuştu.
Demirel ile Ecevit'in ittifakı Gürler'in sırtını mindere getirmiş, yıldızları saymasına neden olmuştu.
Demokrasi adına muhteşem bir rövanştı.
12 Eylül'de ise Kenan Evren, 'Kan döktün yollarına' şarkısı eşliğinde 5 bin gencin cesedini çiğneyerek çıktı, Çankaya'ya.
En yenisi 367 ve 27 Nisan'da e-muhtırası ile yaşanan müdahaleydi.
Meclis'in üstünde jetlerin uçurulduğu, 27 Mayıs'tan sonra olduğu gibi, 'Önce Gürsel'e imza, sonra milletvekili yemini'nin şart koşulduğu, askeri vesayet altındaki Çankaya'ya süreçlerini kökten çözmek için, tarihi bir adım atılarak, Cumhurbaşkanı'nı halkın seçtiği sisteme geçildi.
Doğrudan demokrasi, doğrudan Çankaya...
Ancak.
Söz konusu Çankaya olunca, entrika bitmez bu ülkede.
Çünkü Çankaya bir kaledir.
Her şey bir tarafa MGK'daki oturma düzeninden, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının istifa ettiği kritik süreçlere bakıldığında Çankaya'nın gerçekten bir kale olduğu görülüyor.
Önceden askeri vesayetin kalesiydi Çankaya, şimdi demokrasinin...
Seçim şekli değişti, entrikanın şekli de değişti.
Önceden son birkaç yılda başlayan, 'Çankaya Savaşı' bu kez erken başladı.
Yeni sürecin tek hedefi var. Erdoğan...
2014'ü kim yönetecek?
2014 sadece Cumhurbaşkanlığı seçimi değil, Türkiye'nin geleceği demek.
2014 aynı zamanda AK Parti'nin yaşayıp yaşamayacağı demek.
MİT olayı, doğrudan Erdoğan'ın hedef alındığı en ağır müdahalelerden biriydi.
Püskürtüldü.
Ama Erdoğan'ı Çankaya'ya çıkarmama, bu süreci onun şekillendirmesini engelleme hedefinden geri adım atılmadı.
Ancak karşısındakilerin planı ne olursa olsun, bu süreci, AK Parti'nin başarıları ve hataları tayin edecek.
2 yıl gibi bir süre varken, Cumhurbaşkanlığı seçiminin gündemde tutulması yanlış.
Ayrıca bu şekilde gündeme taşınması, daha büyük yanlış.
Abdullah Gül, AK Parti'nin aday gösterip seçilmesini sağladığı bir Cumhurbaşkanı değil.
Bu partinin kurucusu. Refah ve Fazilet Partisi'nde yenilikçi hareketi başlatan öncü isimlerden birisi.
Başbakan Erdoğan ile arasındaki ilişkiler, birçok çetin sınavdan geçmiş, 'Ateşte pişip kızgın yağda soğutulmuş çelikten' ilişkiler.
Erbakan'a karşı bayrak açarak, 28 şubat sürecindeki duruşu sorgulayarak, yeni bir siyaset tarzı ve felsefesi geliştirerek, iktidar olmayı, iktidarda başarıyı yönetmeyi, darbelere karşı mücadele etmeyi, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı gibi, Demirel'in deyimiyle hiçbir faninin elinin tersiyle geri itemeyeceği makamları, feragat kültürünün bir numunesi olarak, 'Kardeşim Abdullah' diye takdim edilen bir ilişki bu.
Fazilet Partisi genel başkan adaylığı söz konusu olunca tereddütsüz Abdullah Gül denildi.
AK Parti kurulduğunda genel başkanlık için tartışmasız Erdoğan denildi.
Tayyip Bey seçimlere sokulmadı, seçim kazanıldı, Başbakanlığı Gül üstlendi.
Erdoğan'ın yasağının kaldırılması sağlandı, Siirt seçimlerinden sonra Abdullah Bey, tereddütsüz görevi devretti.
Cumhurbaşkanlığı seçimi en çetin, 'koltuk imtihanları'ndan biriydi. 'Kardeşim Abdullah' Türk siyasetinde yaşanmamış bir örnekti.
Ancak Cumhurbaşkanı'nın görev süresiyle ilgili Anayasa değişikliğinde, 'Gömleğin ilk düğmesi yanlış iğnelendiği için' bu noktaya gelindi.
2014'te Cumhurbaşkanı adayı bu beyanatlar üzerinden belirlenmeyecek.
Böylesine tarihi bir süreçte Başbakan ile Cumhurbaşkanı elbette ki istişare edecekler. Beyanatlar belirlemeyecek bu süreci ama beyanatlar bu sürece zarar verebilir.
AK Parti kendi eliyle Çankaya yolunu dikenli bir yola çevirebilir.
Şimdiye kadar bazı özensiz beyanların Cumhurbaşkanı Gül'ü üzdüğü anlaşılıyor. Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Ahmet Sever'in açıklamaları bir öncü uyarı olarak görülebilir. Daha Cumhurbaşkanı Gül, konuşmadı. Önemli olan onun kendini savunacak bir duruma düşürülmemesi. İncitici ve sorumsuz beyanlardan kaçınılması.
Başbakan Erdoğan, partisinin yetkili kurullarında da, yakın çevresine de bu konuda tek bir laf etmedi. Ancak edindiğim izlenimler ışığında, rahatsızlık nedeni olan iki noktayı paylaşmak istiyorum.
1-Cumhurbaşkanlığı konusunda doğru ya da yanlış ama açıklama yapanlar, bakanlar ve genel başkan yardımcılarıydı. Bir devlet memuru olan Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı, 'siyasete ayar veremez.'
2-Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Erdoğan arasındaki balans ayarını Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı yapamaz.
Siyasetin sırat köprüsünden geçtiği bir süreç Cumhurbaşkanlığı seçimi.
Bu sürecin tek hedefi var. Erdoğan'ı oraya çıkarmamak.
Milletin de tek bir arzusu var. Abdullah Gül gibi Erdoğan'ı da Çankaya'da görmek.
|
Reşat Nuri Erol
02.08.2012
04:15
| Ali Bulaç
Eleştiri adil değil
İslamcılık konusu entelektüel bir meşgale değil. Ortadoğu'da süren derin toplumsal ve siyasî patlamalar tıpkı geçen yüzyılın ilk çeyreğinde olduğu gibi İslamî çıkış yolu konusunu bizzarure gündeme getiriyor.
Tarihin en yoğun hac ziyaretleri Hilafet'in ilga edildiği 1924 ve sonraki birkaç yılda olmuştur; zira dünyanın her tarafından Müslümanlar Hacc'da buluşup "Hilafetin olmadığı bir İslam dünyası nasıl olacak?" sorusunun cevabını aradılar.
Kimsenin kuşkusu olmasın, hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak; ne eski siyasî rejimler ve yöneticileri, ne haritalar. Ya geçen yüzyılı tekrar edip birbirimizi ifna edeceğiz ya da yeni bir çıkış yolu bulacağız.
Mümtaz'er Türköne, meselenin bu yönüyle ilgili değil, hatta bir miktar üstünü örtmeye, mümkünse bu toprakların yegane orijinal akımını tarihin müzesine göndermeye çalışıyor.
Belirtmek gerekir ki, bu ülkede ben "son Mohikan reisi" misali tek başına kalmış değilim. Bugün de yegane en güçlü entelektüel akım İslamcılıktır. İslamcı entelektüellerden farklı şeyler söyleyen de yok. Hayrettin Karaman Hoca kendine "İslamcı" denilmesinden onur duyan saygıdeğer bir alimimiz ve fakihimiz. Abdurrahman Arslan'ın kitaplarını okumamış bir Türkiyeli, dünyayı ve moderniteyi anlamış değil. Mustafa İslamoğlu ve Akif Emre hiç eğilmeden bükülmeden İslamcı bir perspektiften bize ufuklar çiziyorlar. Yusuf Kaplan sınırsız bir enerji ve gayret harcıyor. Müfit Yüksel ve Ömer Lekesiz daha doğru dürüst sahneye giriş yapmadılar bile. Ve yer darlığından isimlerini sayamadığım onlarca seçkin entelektüel. Bunlar müzelik isimler değil, devlet aydını olmadılar, stratejik hokkabazlıklarla da uğraşmıyorlar. Yol gösteren yıldızlar.
Eski İslamcıların kolayca "muhafazakâr-demokrasi"ye evrilmeleri onların tercihi ve sorunu. Onlara şükran borcumuz "Bizim çabamız iktidar olmaktır, bunun İslamcılıkla olmayacağına karar verdik, İslamiyet'i referans almıyoruz" demeleridir. Soru işaretini unuttuğum cümlede Mümtaz'er Türköne'ye sorum şuydu: İslamcılığı reddeden muhafazakâr AK Parti iktidarından niçin İslamcılığı sorumlu tutuyorsunuz? Bütün iyiler liberalliğe ve muhafazakârlığa, bütün kötülükler İslamcılığa. Bu adil değil. Hayatımız tercihimizdir, hepimiz seçimlerimizin ürünüyüz. Onlar "bir zamanlar İslamcı"ydı, vazgeçtiler ve iktidar oldular. Onların yapıp ettiklerini İslam'a ve İslamcılığa niçin fatura edelim ki? Onların galaksi değiştirmesi İslamcılığın bittiğinin mi göstergesi oluyor? Böyle bir çıkarsama olabilir mi?
Türköne'nin eleştirileri, İslam'ın ve toplumun asıl can yakıcı sorunlarıyla yüzleşmekten kaçanları rahatlatıyor. Bu sayede "Demek ki İslamî önermelerin uygulanabilirlilik şansı yokmuş, bir zamanlar iyiydi, zamanı geçti. Ne iyi! Bıraktık, iktidar olduk" diyebiliyorlar. Adına "meşruiyet krizini çözme" dediğimiz bu işlemi Y. Nuri Öztürk 28 Şubat'tan bu yana başörtüsü ve rahat hayat adına yapıyor.
Üç neslin kronolojisi içinde birbirinden farklı İslamcılıklar söz konusu. 1998'de Aksiyon Dergisi benimle yaptığı konuşmada "İslamî hareket devlete talip değil" demiştim (Sayı: 205). Konu "İslamcılık bitti" diye yansıtıldı. Hayrettin Karaman Hoca, "Bir İslamcılık biter diğeri başlar" diye bunu tashih ve tasrih etmişti. Elhak doğruydu. Benim kastım İslamcılığın bittiğini ilan etmek değil, kendi formülasyonuma göre "İkinci nesil İslamcılığın belirgin vasfı olan İslamî hareketin miadını doldurduğunu ve artık "ilk neslin devleti kurtarma" veya "ikinci neslin devlet kurma" çabasının "Üçüncü nesil İslamcılarda yerini küresel ve toplumsal konjonktürde devlet kavramının kendisini İslamî referanslardan hareketle devleti ve iktidarı dönüştürme çabası"na bırakması gerektiği konusuydu. AK Parti olarak ortaya çıkan "yenilikçi kanadı" bu yüzden destekledim, ama onlar modern krizi doğru analiz edemediler; ulus devletin, klasik politik kültürün, eski üretim biçiminin zamanını doldurduğunu fark edip yeni bir politik kültür, yeni bir örgütlenme modeli üzerinde yeni bir iktidar tanımı yapamadılar; verili devleti "iktidar için iktidar" arzusuyla temellük ettiler, iç ve dış hegemonik güçlerle "uzlaşma doktrini" geliştirip aynen Türköne'nin dediği gibi sıkışmış-kabz haline girmiş devlet iktidarına dini meşruiyet sağladılar, milyonlarca insanı bu söylemle mobilize ettiler ve sonraları kendilerini devletin sahipleri, derken devletin kendisi zannettiler ki geldiğimiz nokta ortada.
a.bulac@zaman.com.tr
02 Ağustos 2012, Perşembe
|
Reşat Nuri Erol
02.08.2012
04:52
| İbrahim KİRAS
AK Parti’nin İslamcılık sınavı
ibrahimkiras@stargazete.com
Gündemdeki “İslamcılık” tartışmaları hakkında tek bir şey söylemem gerekirse, teorik bir problemi pratik iktidar kavgasında kullanma gayretinin hem amacına ulaşmasının zor olduğunu hem de “teoriye yazık edeceğini” söylerim.
Demek istediğim, “AK Parti İslamcı değil” eleştirisi iktidar partisine zarar vermez. SP ve HAS Parti tecrübeleri ortada. Oy verdikleri partinin yeterince İslamcı olmadığını söyleyerek seçmenin aklını çelmek mümkün olmuyor nedense. Zaten ülkeyi “İslamileştirmekle” suçlanan bir partiyi “İslamcı değil” diye eleştirdiğinizde onu köşeye sıkıştırmış olmuyorsunuz!
İlginç olan şu ki bunları söyleyenler AK Parti’yi hem “neden İslamcı değilsiniz” diye hem de yeri gelince “Siz ne biçim İslamcısınız” diye eleştirmekten geri durmuyorlar. İki vurup bir sayıyorlar!
Aslında “İslamcılık tartışması” bağlamında yazılıp çizilenlerin bildiğiniz “mücahitler müteahhit oldu” önermesini aşan bir içeriği yok. “AK Parti iktidara geldi, İslamcılık sona erdi” diye özetlenebilecek bir görüş dillendiriliyor.
Dindar kimliği olan siyasetçilerin iktidara gelmesinin neredeyse “İslam’a aykırı” olduğunu ileri sürdükten sonra, “iktidar olduğunuzda sistemin dışında kalarak muhalefet etme imkânınızı kaybediyorsunuz” diyorlar.
Bu eleştiri “AK Parti sistemi dönüştürüyor” diyenlerin yüreğini ferahlatmayacağı gibi, AK Partililere de “İktidara gelmekle yanlış yapmışız meğer” dedirtmeyecektir herhalde.
“Yeterince İslamcı olmadıkları için Diyanet’i kaldırmıyorlar” türünden suçlamalar ise bir yerlere “bunlar yeterince ılımlı değil, biz daha ılımlı İslamcıyız” mesajı verme gayretini ifade etmiyorsa eğer, batıcı liberal zihniyetin hayâlarını burduğu bir tür “tırnak içinde İslamcılık” anlayışını yansıtıyor olmalı.
Hepsinin değilse de, kerameti kendinden menkul liberal tezleri mutlak hakikat olarak benimsemiş görünen bazı “İslamcılık eleştirileri”nin dayandığı “İslam’ı devletten arındırmak” fikri ilk anda kulağa hoş gelebilir ama bu aynı zamanda “Devleti İslam’dan temizlemek” anlamına geliyor.
Doğruluğunu veya haklılığını bırakın, bu mümkün mü? Yani devletle toplumu birbirinden ayırmak mümkün mü? Tabii ki değil, çünkü Devlet bir toplumun idari organizasyonu demek nihayetinde.
Peki, toplumun ideolojisini devletten ayrı tutmanın imkânı var mı? Tabii ki yok. Öyleyse ne yapalım? İslam’ın hep muhalif kalmasını, toplumun işleyişine hiç karışmamasını nasıl temin edelim?
“AK Parti yeterince İslamcı değil” eleştirisinden “Müslümanlar devletten elini çeksin” talebine sıçramak çok eğlenceli bu arada.
***
Hem günlük dildeki kullanımında hem de özel olarak söz konusu tartışmalarda “İslamcılık” tabirinin anlamının epeyce değişken ve yer yer belirsiz kaldığını da söylemek lazım.
Böylesi bir belirsizlik varken AK Partililere “neden İslamcı adlandırmasını kabul etmiyorsunuz” tarizi yapılması doğru olmasa gerek. (Türkiye’de, bırakın merkez sağ karakteriyle iktidara gelmiş olan bir partiyi, herhangi bir partiden istenmesi çok da gerçekçi olmayan bir talep bu. Ama işin o tarafı ayrı bir konu.) Şu da var ki İslamcı adlandırmasını kabul etmeyen tek zümre AK Partililer değil. Öteden beri dinî cemaat ve tarikatların çoğu bu adlandırmaya çeşitli gerekçelerle itiraz ediyor. Bu itirazları anlamak için İslamcılığın tarihsel gelişimine ve özellikle kavramsal anlamlarına bakmak lazım.
Oraya baktığınız zaman “İslamcılık AK Parti iktidarı ile birlikte sona erdi” iddiasını havada bırakacak şekilde İslamcılığın esas itibarıyla 1924’te sona ermiş olduğunu da göreceksiniz. Yarın bu konuyu sürdürelim.
|
Reşat Nuri Erol
03.08.2012
03:41
| Hayrettin Karaman
hkaraman@yenisafak.com.tr 03 Ağustos 2012 Cuma
Mısır örneği (2)
30 Temmuz tarihli TİMETURK'de yer alan, Siyonist araştırmacı ve dış politika analisti Mark Silverberg'in, Mısır'da rejimin geleceği ile ilgili sözleri ve istatistik bilgileri bizim görüşümüzü teyit ediyor:
'...Seçimler, sonuçları ister iyi olsun ister kötü demografik faktörler tarafından belirlenir. Mısır'da nüfus yapısı ve halkın düşünceleri uzun zamandır; cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinden önce belli idi. Ancak biz kimseyi dinlemedik. Dinliyorduysak da yanlış sonuçları arıyorduk.'
Analist, Gallup uluslararası araştırma kuruluşunun 2008 ve 2010 yıllarında Mısır'da gerçekleştirdiği kamuoyu yoklamalarına ve bu kamuoyu yoklamalarında Mısırlıların % 95'inin İslam'ın siyasete tesirinin olmasını, % 64'ünün İslam şeriatının, kanun koymada esas olmasını, % 54'ünün kamusal alanlarda kadınlarla erkeklerin ayrı olmasını istediği, % 82'sinin zina edenlerin recmedilmesini, % 84'ünün İslam'dan dönenlerin idam edilmesini onayladığı sonuçlarının çıktığına işaret etti.
Silverberg, Mısırlıların yüzde yetmiş beşinin parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Müslüman Kardeşleri ve Selefileri seçmesinin sebebinin bu olduğunu, bu yönelim gölgesinde Mısır'ın İslam'ı seçmesinin de gayet doğal olduğunu belirtti. Son olarak ise Müslüman Kardeşler ile Selefilerin gelecek birkaç sene zarfında Mısırlıların günlük hayatında şeriatı uygulamaya başlayacağı yönündeki tahminlerini dile getirdi.
Bu bilgiler bize şunu söylüyor:
Mısır halkı, dinin müslüman hayatında bölünmesine, hayatın bir kısmının din dışı bırakılmasına (laikliğe) razı değildir. Halkın yüzde doksan beşi 'İslam'ın siyasete de tesir etmesini' istmektedir. Sıra cezalara, kadın-erkek ilişkisine geldiğinde –bu konularda yine İslam içinde farklı yorumlar bulunduğu için- oran düşmektedir. Şu halde Mısır halkı iradesinin hayata geçirilmesinde 'İslam'ın bütün hayatı kapsaması' esas olacak, 'detaylar müzakere yoluyla' karara bağlanacaktır.
1977 yılında el-Ezher İslam Araştırmaları Merkezi'nin hazırladığı 'İslam Anayasası Modeli' ile ilgili tavsiye kararında şöyle deniyordu: 'el-Ezher ve özellikle İ.A.Merkezi, İslâm'ı hayatın yolu ve sistemi kılmak isteyen herhangi bir devletin hizmetine sunulmak üzere, mümkün olduğu kadar bütün İslâm mezheplerinin ittifak ettikleri hükümlere ve ilkelere dayalı bir anayasa modeli hazırlamalıdır...'
Bu model yayınlandı, bu konuda başka çalışmalar da yapıldı (Benim Mukayeseli İslam Hukuku isimli kitabımın birinci cildinde tercüme, tenkit ve tahlilleri vardır), Arap Baharında İslam'a doğru yol alan topluluklar bu modellerden de yararlanıyorlar. 'Mümkün olduğu kadar bütün İslam mezheplerinin ittifak ettiği hükümler ve ilkeler' kaydı, teferruatta boğulmamak ve ihtilafa düşmemek için önemlidir.
Mısır örneğinde el-Ezher ve onun otuz beş yıl önce ortaya koyduğu İslam Anayasası Modeli önemli/belirleyici role sahiptir. Mevcut Mısır anayasasının 2. Maddesi de şöyledir:
'Devletin dini İslam, resmi dili Arapça, yasamanın temel kaynağı İslam Hukukunun temel kurallarıdır.'
Şimdi bunlara bir de Mursî'nin konuşmalarından parçalar ekleyelim:
'Şeriat dışında seçenek kabul etmeyiz, Kur'an anayasamızdır.'
'Kur'an önceden de anayasamızdı, gelecekte de olacak. Kuran anayasamız olmaya devam edecek. Anayasamız Kuran'dır. Hz. Muhammed önderimizdir. Cihad yolumuzdur. Allah yolunda şehadet en büyük arzumuzdur. Tümünün üstünde, Allah'ın rızası amacımızdır. Şeriat, sonra yine şeriat, sonra yine şeriat. Halkımız onunla rahmet ve tazeliğe kavuşacak.
'İslam şeriatı olmadan bu ümmetin hayrı yoktur. Önce Allah'ın huzurunda sonra da sizin önünüzde yemin ediyorum. Allah'ın izniyle anayasa metni de dahil olmak üzere İslam şeriatı kesinlikle gerçekten uygulanacaktır.
'Mısır halkının, ulemasının, fıkıhçılarının ve anayasa uzmanlarının üzerinde ittifak ettiği gibi...'
|
Reşat Nuri Erol
03.08.2012
03:52
|
İbrahim Öztürk
Dibe doğru yarış!
Hükümetin performansı eğitime kaynak ayırma, öğretmen atama, okul-araç-gereç temin etmek gibi maddi alanlarda geçmişe nazaran kuşkusuz çok iyi.
Ancak adeta beden var, ruh yok. Bunu en iyi 'ürünlerden' yola çıkarak tespit etmek gerek. OECD'nin düzenlediği ve yetişen öğrencilerin temel yeterliliklerini ülkeler arasında mukayeseli olarak ölçen PISA sınavı var. Türkiye, 15 yaşındaki öğrencilerin girdiği bu sınavın 2009'daki son ayağında 65 ülke arasında 41'inci sırada yer aldı. İşte eğitim sektörünün çıktısı bu. Parça-pörçük tutarsız reform çabaları ile sistem yap boz tahtasına çevrildi, bir kargaşanın içine sokuldu. Bütüncül mimari, strateji, sistem kurgusu, müfredat vs. konularında tam bir 'acemi gelin' sendromu yaşanıyor. Sabah alınan karar, akşam bozuluyor. Lobiler şimdi de taban puanların (TP) düşürülmesi için çaba harcıyor, Cumhurbaşkanı'nı bile devreye soktular. Son karar, TP'ın değiştirilmeyeceği yönünde. İsabetlidir. Zira değişimin faydası az, zararı ise derin olacaktı. Bu ülkede zaten ön kapıdan giren her kişi, arka kapıdan 'er kişi' olarak mezun ediliyor. Sistem 'mezun edilecektir' emrini verdiğinden, öğretmenler artık bir pasif konuma düşürülmüştür. Dersi geçene, mezun olana kadar sınava devam. Lise boyunca bir talebe yaklaşık 400 saat sınav alıyor. Bu kadar saatte insan alim olur. Biz neden yapamıyoruz?
AB'ye güzel rakam vermek üzere ehliyet sayısında, mezun sayısında, üniversite sayısında içi boş istatistikler patlatılıyor. TP düşürülerek üniversiteye giremeyen en alttaki öğrenciler de üniversiteye girse ne olacak? Bu ülkede artık diploma bir şey ölçmüyor. Vahim bir durum. 'Denize nazır diploman hazır' sisteminde birkaç sene daha oyalananlar nedeniyle üniversite anlamını kaybetti. Türkiye'de eğitim sektörü ile ilgili kalıcı ve kapsayıcı bir envanter çalışması, bir ihtiyaç analizi yapılmadan, gerekli stratejiler geliştirilmeden şimdiye kadar önüne gelene üniversite kurma izni verdiler. Devlet de bu yarışa girdi. Binasız, hocasız, laboratuvarsız üniversiteler sokak aralarında mantar gibi bitti.
Özel üniversitelerin bir kısmı bursla kandırıp getirdikleri ortalamanın üzerindeki birkaç öğrenci, geri kalan ise parası olan toplama öğrencilerden oluşuyor. Hocalar da öyle. Birkaç sabit kadrolu hoca var. Onlar da 'maliyetleri düşürmek' üzere yoğun çalıştırılıyor, araştırma yapmalarına izin verilmiyor. İnşaatçıların akademiyadan anladığı bu kadar. Hocaları işçi, sokaktan getirilen kişileri okutman yapan bu düzene kim dokunacak?
Şimdi bu 'gölge üniversiteler', 'eğitim simsarları', 'ticarethaneler', 'kontenjanlarımız boş kalacak, yeterince müşterimiz olmayacak', 'birçoğumuz kapanacak' diye ortalıkta yırtınıyorlar. Mevcut yanlış yapıların elenip ayıklanmasına engel olunmamalıdır. Başta yapılması gerekeni, bıraksınlar da piyasa mekanizması yapsın. Yasalarla oynayıp, bu yanlış yapılanmaya müşteri icat etmeyin.
'Parayı yatır, ehliyetini kargoya verelim' düzeninden sürücü belgesi verilenlerin sebep olduğu ağır tahribatı, son yıllarda yüzde 250 oranında artan trafik kazalarından ve beraberinde giden canlardan izliyoruz. 'Eğitim zayiatını' ise bu şekilde izleyecek bir mekanizma yok. Çürüme uzun vadede anlaşılıyor. Gençler arasında yüzde 20 olan işsizlik, artan cari açık, Türkiye'nin niteliksiz üretim ve hizmet ekonomisi acı göstergeleri. Bu malzeme ile ekonomide ilk 10 ülke arasına girmek hayal olduğu gibi ilk 20 arasında kalmak da zor.
Bence dünyada bu işi iyi yapan ülkelerden uzman çağıralım. 'Bizim eğitim sistemini reforme edin, çalıştırın' diyelim. Samimi söylüyorum, bu işi yapamıyoruz. Siyasi ve ideolojik nedenlerle kendimizi kurt kapanına kıstırdık.
i.ozturk@zaman.com.tr
http://twitter.com/iozturk69
http://www.facebook.com/iozturk69
03 Ağustos 2012, Cuma
|
Reşat Nuri Erol
03.08.2012
03:58
|
Mümtaz'er Türköne
AK Parti mi, İslamcılar mı?
Herkes yarasından muzdarip. Bu yüzden tartışma, iki farklı eksene savruluyor. İslâmcılık tartışmasını bir "AK Parti eleştirisi" olarak üzerine alınıp, İbrahim Kiras gibi siyasî savunma hattına yerleşenler çoğalıyor.
"İslâmcılık ölmedi" diyerek ve "çıkış yolu" arayarak tartışmayı başlatan ve ilkelerinden taviz vermeden sürdüren Ali Bulaç'a destek olanlar da öyle. Tartışma doğal olarak, bugünün üniversitelere ve Çamlıca'ya cami gibi dindar gündemleriyle de buluşuyor. Mevzu gerçekten önemli. Uzun zamandır tarafların etrafından dolaştığı, üstünü örttüğü veya yok saydığı canalıcı sorun, tam da kitabın ortasından konuşuluyor.
Bir siyasî duruşu savunmak söz konusu olunca, kavramın müphemiyetinin oluşturduğu çatlaklar savunma mevziine dönüşüyor. Kiras'ın AK Parti'yi savunurken sığındığı İslâmcılık kavramının belirsizliğini gidermek için ansiklopedi karıştırdım. İSAM'ın İslâm Ansiklopedisi'nde kapsamlı "İslâmcılık" maddesi şu tanımla başlıyor: "İslâmcılık: İslâm'ı inanç, düşünce, ahlâk, siyaset, idare ve hukuk bakımından hayata hâkim kılmak, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek İslâm ülkelerini Batı karşısında geri kalmışlıktan kurtarma amacına yönelik bir çözüm arayışı." Maddeyi sonuna kadar okudum. Müphemiyeti bütünüyle gidermemekle beraber oldukça derli-toplu bir metindi. Beni şaşırtan, maddenin müellifi sıfatıyla yer alan isim oldu. Aradan 12 sene geçmiş, insan nereye ne yazdığını gerçekten unutuyor.
Ali Bulaç'ın üç evreye ayırdığı İslâmcılığın ilk evresi konusunda uzmanım. Bu uzmanlığa, bir düşüncenin doğuş evresindeki saflığı ve berraklığının bütün tarihini aydınlatacağı varsayımı ile başlamıştım. Aradığımı buldum (Siyasî İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu, Nesil Yayınları, İstanbul 2011). 19. yüzyıl ikinci yarısı, Müslümanların Batı karşısında her alanda mağlubiyetlerine sahne oldu. Müslüman toplumlar -Osmanlı ve İran hariç- Batı hâkimiyeti altına girdiler. Her yerde aşağılandılar, horlandılar. Bu zelil durumdan kurtulmak için ellerinde kalan son güçlü kaleye kapandılar. Ekmel din İslâmiyet'e sığınarak, onu bir kurtuluş ideolojisine dönüştürdüler; kendi izzetlerini İslâm'da aradılar. İslâmcılık, Müslüman toplumların İslâmiyet'e (sağlam kulp) tutunarak içine düştükleri düşkün durumdan kurtulma, yeniden dirilme ve güçlenerek Batı ile rekabet etme çabalarının ifadesidir; ve elbette çok boyutlu kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasî bir harekettir. Çok önemlidir, çok değerlidir; ama İslâmiyet'i değil, Müslümanları kurtarma hareketidir. Müslümanlar İslâmiyet'in tarihinden süzülen izzetine sığınarak kendileri için bir çıkış arayışına girmişlerdir. Tarihsel, yani dönemseldir. İslâmiyet'in değişmez hakikatleriyle değil, mutlaka kendi şartları ve çağın getirdikleriyle ölçülüp-tartılmalıdır.
Ali Bulaç haklı: İslâmcılık konusu entelektüel bir meşgale değil. Ben de bir oryantalist değilim. 1890'da Bombay limanına demir atmış Ertuğrul Zırhlısı'nda görev yapan Türk bahriye zabitinin tam olarak durduğu yerdeyim. Haftalar öncesinden Halife'nin savaş gemisinin geleceğini öğrenip Bombay'ı mesken tutan Hint Müslümanlarının, "Müslüman toprağında iki rekât namaz kılmak" maksadıyla birbirlerini çiğneyerek güverteye çıkmalarını gözlerim dolarak seyrediyorum. Aynı anda bu eski geminin Japonya'ya ulaşması için hesap yapıyorum. Ve bugün de hesap yapmaya devam ediyorum. Dünün hesapları kadar karışık olmasa da...
Elbette mesele, -AK Parti'yi bu tartışmada müdafaa edenlerin yaptığı gibi- bir partinin, demokratik rekabet içinde inşa ettiği alçak duvarları arasına hapsedilmemeli. Üstelik İslâmcılığı bitiren AK Parti değil. AK Parti'yi iktidara taşıyan dinamikler, aynı zamanda İslâmcılığı da tarih dışına itti. İslâmcılığı var eden Batı'nın yükselen yıldızı şimdilerde sönmek üzere. İslâmcılardan bugünün dünyasını değiştirecek ölçekte güçlü ve sarsıcı bir tez geldi de, uygulanması mı eksik kaldı?
İslâmcılık gibi anti-tez olarak gelişen tedafüî hareketler, tezini kaybedince anlam kaybına uğrar. İktidar, eskinin İslâmcılarını emekliye ayırdı, İslâmcılığın tezlerini ise değişen dünya sona erdiriyor. Yeni tezler lâzım. Üstelik, Ertuğrul Zırhlısı'nın güvertesi gibi, dalgalı ve sisli bir denizde, çürük bir geminin üzerinde size önünüzü gösterecek tezler.
m.turkone@zaman.com.tr
http://twitter.com/Mumtazer
03 Ağustos 2012, Cuma
|
Reşat Nuri Erol
03.08.2012
04:08
|
İbrahim KİRAS
İslamcılık ne zaman bitti
ibrahimkiras@stargazete.com
İslamcılık üzerine konuşurken karşılaşılan en büyük zorluk, kavramın anlam içeriğiyle ilgili belirsizlik. Bugün İslamcı adlandırmasını bazıları neredeyse Müslüman ile eşanlamlı kullanıyor. Bazıları için toplumsal-siyasal meselelerle ilgilenen Müslüman’a İslamcı denir; daha dar bir anlam çerçevesi arayanlar içinse toplumsal-siyasal düzene ilişkin görüşlerini İslam’a dayandıranlardır bunlar. Ama kavramsal anlamına bakacak olursanız, öncelikle bizim yakın tarihimizde ortaya çıkan ve etkileri bugüne kadar ulaşan bir fikir akımının adı İslamcılık.
Bu akım Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya başladığı, maddi unsurlarının batı karşısında rekabet edemez hale geldiği bir dönemde ortaya çıktı. Devletimiz batı devletleri karşısında güçsüz düşmüştü, çünkü medeniyetimiz batı medeniyeti karşısında güçsüz düşmüştü. Dolayısıyla eskiden yapıldığı gibi kurumlarımızı ıslah ederek eski hale dönmenin mümkün olmadığı anlaşılmış, meseleye kafa yoran dar çevrede artık medeniyet değerlerinin gözden geçirilmesi gerektiği görüşüne ulaşılmıştı.
Bir bölüm aydının gözünde problem tarih boyunca hurafe ve bidatlerin yaygınlaşmasıyla İslam’ın özünden uzaklaşılmış olmasıydı. Bunun toplumsal ve siyasi sonuçları ise Osmanlı başta olmak üzere dünya Müslümanlarını Hıristiyan dünyası karşısında askerî, iktisadî ve siyasî açıdan zayıf ve yenik düşürmüştü. Öyleyse yapılacak şey “öze dönmek”ti. (İslam tarihi boyunca dönem dönem gündeme gelen bir fikir.) Öze dönüldüğü zaman, yani İslam’ın kendi özgün dinamiklerinden yola çıkarak modern batı medeniyetinin oluşturduğu tehditlere cevap üretmek ve modernitenin getirdiği problemlere çözüm bulmak mümkün olabilecekti. Müslümanları birleştirmenin ve zalim yönetimlerden kurtarmanın da yolu buydu. Mehmet Akiflerin, Said Halimlerin vs. temsil ettiği İslamcı düşünce özetle budur.
Bir de günümüzde, doğru ya da yanlış, “İslamcı” adlandırması yapılan birtakım toplumsal eğilimler var ki güncel siyasetle ilgili alan da aslında burası. En başta İslam’ın toplumsal görünürlüğüne yönelik olarak modernitenin ortaya çıkardığı tehditlere karşı “kimliğin muhafazası” temelinde şekillenen ama özellikle “öze dönüş” fikrine mesafeli duran bir başka tür İslamcılık daha var. Ben buna “Popüler İslamcılık” demeyi tercih ediyorum.
Entelektüel İslamcılar “bizim medeniyetimiz değer üretemez hale geldi; modernitenin doğurduğu problemlere cevap verebilmek için İslam’ın temel mesajını tarihsel tortulardan temizleyip öze dönmemiz lazım” diye düşünüyorlardı. Popüler İslamcılar ise “Cemiyette fıskufücur arttı. Dinden uzaklaşınca devletimizin eski güzel günleri de geride kaldı” diyorlardı. Sizin anlayacağınız modernleşmeye tepki.
1924’ten sonra “entelektüel İslamcılık”a hayat hakkı verilmedi. “Popüler İslamcılık”az çok ayakta kaldı. Çünkü etkinlik alanı camilerdi, evlerdi nihayetinde. Varlığı kitapla, dergiyle, gazeteyle kayıtlı değildi. Çok partili dönemde ise biri kitaplarla, gazete ve dergilerle yeniden hayatiyet kazanmaya çabalarken diğeri tarikat ve cemaat örgütlenmeleriyle gelişim göstermeye başladı.
Ancak Türkiye’deki “yeniden İslamlaşma” hareketine yön veren “Popüler İslamcılık”ın içinde merkezin tahakkümüne çevrenin isyanı da var. Yani sınıfsal boyutu da var. Bu boyutuyla sosyolojik bir hareket. 1960’lardan sonra yaşanan büyük iç göç ve kentleşmeyle birlikte “sosyolojik İslamcılık” halini alıyor.
1970’lere gelindiğinde Erbakan ve arkadaşları bir anlamda “sosyolojik İslamcılık” ile “entelektüel İslamcılık”ın izdivacını gerçekleştirmeye giriştiler. Ama eşler arasında eşitlik olmadığı için bunlardan biri, niceliği yani kelle sayısını esas alan demokratik düzende diğerinin ağırlığı altında ezilmeye terk edildi. Kendisi de Nakşibendî ekolünden gelen Erbakan’ın aydınlarla arasına koyduğu mesafe bunun göstergesidir.
Geçmişteki Milli Görüş partilerine kıyasla AK Parti aydın hareketine çok daha açık bir yapı. Ne var ki kendisini muhafazakâr demokrat diye adlandıran ve merkez sağ bir parti kimliği taşıyan bugünkü iktidar partisinden İslamcılığın problemlerini çözmesini beklemek makul bir fikir gibi görünmüyor.
|
Reşat Nuri Erol
03.08.2012
04:11
|
Mehmet OCAKTAN
Sol Erdoğan’ı sevmez Ali Bulaç da...
mocaktan@stargazete.com
Bütün versiyonları dahil olmak üzere solcular Tayyip Erdoğan’dan hoşlanmaz. Her ne kadar, 1970’li yıllardan bu yana sloganlaştırdıkları ve simge haline getirdikleri değerlerle ilgili çözüm adımları, sol iktidarlar tarafından değil, Tayyip Erdoğan’ın iktidarı döneminde atılmış olsa bile.
Mesela, Nazım Hikmet CHP iktidarı döneminde zindana tıkılmıştır.
Ama, AK Parti iktidarında Nazım’a vatandaşlık hakkı verilmiştir. Yine solun en büyük özlemi olan 1 Mayıs’ın resmi bayram haline gelmesi AK Parti iktidarına nasip olmuştur.
Fakat yine de sol, AK Parti iktidarını ve Tayyip Erdoğan’ı sevmez. Çünkü sol, kendi değerleri konusundaki iddialarında bile hiçbir zaman samimi olmamıştır.
Dahası, solun bütün fraksiyonları toplumun değerleriyle her zaman çatışma halinde olmuştur ve de savaşmıştır. Bu yüzden de, sol düşünceden doğan siyasi partilerin hiçbiri toplumun teveccühüne mazhar olamamıştır.
Solun Başbakan Erdoğan’dan hoşlanmamasını izah etmek mümkün. Çünkü, dünyadaki bütün sol düşüncelerin aksine, Türkiye’deki sol kendi toplumunun değerleriyle buluşmayı değil, savaşmayı sever.
Ancak, bazı İslamcı ve ‘sağ gelenek’ten gelen yazarların AK Parti iktidarından mutsuz olmalarını izah etmek biraz zor.
Mesela, Ali Bulaç’ın hemen bütün yazılarında AK Parti iktidarı neredeyse bir kötülük nesnesi olarak değerlendirilmektedir.
Ali Bulaç’a göre; AK Parti Kürt sorunu konusunda adım atmamıştır, ‘askeri vesayet’i geriletmemiştir. Gayrimüslim vakıflarını iade etmemiştir. “Takip ettiği iktisat politikalarıyla zengin sınıfları semirtip orta sınıfı” zayıflamıştır. Kibir içindedir.
Ali Bulaç’ın bu değerlendirmelerinin, toplumda bir karşılığı olmadığını artık sokaktaki insan bile biliyor. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Mesela, 2012 Türkiyesini ‘90’lı yıllardaki koyu ‘vesayet’ şartlarıyla karşılaştırdığımızda bile aradaki farkı rahatlıkla görebiliriz. Kürt sorunu konusunda alınan mesafeyi, yok saymak, bir kere insaf ve izan ölçüleriyle bağdaşmaz. Bu konuda en son, Kürtçenin ‘seçmeli’ ders olarak müfredata girdiğinin altını çizelim.
Elbette daha atılması gereken adımlar var. Ancak, Kürt sorunu konusunda ‘yapılması gereken her şey yapılmıştır’ dediğimiz anda bile PKK’nın, terörü bitirmeyeceğini bilelim.
Ali Bulaç’ın hangi Saiklerle ve ne tür bir sıkıntıyla AK Parti’yi yerden yere vurduğunu ben açıkçası anlamakta güçlük çekiyorum.
- Peki, askeri ve yargısal vesayetin geriletildiğini inkar etsek,
- 10 yıl önce telaffuzu bile sakıncalı olan Kürtçenin seçmeli ders olarak müfredata girdiğini görmezden gelsek,
- Üniversitelerde başörtüsü yasağının kalktığını, İmam-Hatipler’e uygulanan ‘kat sayı’ işkencesinin bittiğini bir aldatmaca olarak görsek,
- Ekonomide Türkiye’nin dünyada parmakla gösterilen başarılı ülkelerden biri haline geldiğini, ‘sosyal devlet’ olgusunun ilk kez ete kemiğe büründüğü gerçeğinin, üretilmiş bir yalan olduğuna inansak, acaba Ali Bulaç mutlu olur mu?
Ergenekon yargı önüne çıkarılmasaydı, darbe planları yargısal hesaba çekilmeseydi, İmam-Hatipler’in önü açılmasaydı, askeri vesayet aynen devam etseydi, faili meçhuller devam etseydi, herhalde Ali Bulaç daha mutlu olacaktı. Ama oldu bir kere. ‘Yeni Türkiye’ ile bazılarına rahatsızlık verdiğimiz için özür dileriz...
|
Reşat Nuri Erol
03.08.2012
04:45
| bu haftaki iktibaslar böyle... seviye bu kadar!.. * geçen hafta sonu ANADOLU'daydım; bir "MEDRESE" açılışında... ümit her zaman vardır... anlayanlara ve çalışanlara... * bir de bizim "GENİŞ" bakışımız var... buyrun... sizleri FİLOZOF HÜSEYİN KAYAHAN'ımız ile baş başa bırakayım... selam ve dua ile.. reşad
***
ALLAH’I TANIMAK-2, TANRININ AÇMAZI
31.07.2012, İZMİR
- Hoş geldin evlat; hayrola, çok neşeli görünmüyorsun?
- Alabaş Koca; herkes ya çok şaşkın, ya da Ramazan rehaveti içinde görünüyor. Bir iki tepkinin dışında ortalıkta ses seda yok. Platform dışından bir kişi, “Bu da ne böyle, deli saçması şeyler. Devlet ne zamandan beri Allah oldu?” gibisinden bir cevap vermiş. Sanki sen “DEVLETİ KUTSUYORMUŞSUN” gibi bir algı oluşmuş. Doğrusu benim aklım da durulmuş değil. Şu Allah’ı, önce Allah’ın zatını, biraz daha anlatabilir misin bana?
ALABAŞ KOCA başladı anlatmaya:
“O zaman, şu SIFIR’a doğru gitmemiz gerek. Hani; zamanın olmadığı, mekânın olmadığı, hiçbir şeyin olmadığı, sıfırın kendisinin de olmadığı o olmayana noktaya. Hani sen bir makalende yazmıştın ya, “sıfır ve sonsuz, matematiğe ait kavramlar değildir” diye. Felsefeye ilgi duyan arkadaşlar buradan başlayabilirler, zira SIFIR, felsefeye ait bir tanımdır.
Sadece Allah var ve başka hiçbir şey yok olsun. Bu Allah da, bizim idrakle algıladığımız o mükemmel (SAMED)varlık olsun. Kendisi var ve mükemmel ama onu ve vasıflarını bilecek, tanıyacak ve tasdik edecek hiçbir varlık yok. Sen olsan ne yapardın evlat, nereden başlardın? Hani bir zamanlar koskoca Çin Devleti, Birleşmiş Milletler tarafından tanınmadığı için ne yapacağını bilemiyordu. Resmen tanınmak, hukuken tanınmak, resen tanınmak, her nasıl olursa olsun ama tanınmak önemlidir hem de çok önemli. Bu hem seni tanımıyorlar manasına, hem de seni kâle almıyorlar, muhatap almıyorlar manasınadır.
Bana göre O, önce (bu öncelik ve sonralık bize göredir bilirsin), ŞUUR’u (Türkçesi BİLİNÇ olsa gerek) var etti. Bilirsin tartışmış eskiler, Allah’ın sıfatları, isimleri, yani diyelim ki yetenekleri de onunla beraber zorunlu mudur, yoksa onları da o mu yaratmıştır? Bunu şimdilik bir kenara koy, dursun bakalım. Sen bunu biraz düşünürken ben sana laf olsun diye bir fıkra anlatayım…
Aslan ile Öküz arkadaş olmuşlar, gezip eğlenip güzel bir gün geçirmişler ve akşamın epey geç bir saatinde; Aslan, Öküze dönüp, “Öküz kardeş epey geç oldu, benim gitmem gerek. Yoksa evdeki kızar” demiş. Öküz epey şaşırmış ve “Aslan kardeş, bu nasıl olur? Siz ki ormanın kralısınız, kimseden korkunuz olamaz değil mi? Aslan, “öküz kardeş; evde beni, seninki gibi bir inek beklemiyor, benim evde bekleyen de bir aslan” demiş…
Durup dururken bunu sana niye anlattım diye düşünüyorsun değil mi? Şimdi ben sana, “TANRI AÇMAZI, TANRI PARADOKSU” adını verdiğim durumu anlatmaya çalışayım:
Allah her şeyi yaratmaya kâdirdir değil mi? Ne irade ederse, ona “OL” der ve o da oluverir. Peki, ALLAH, BAŞKA BİR ALLAH’I YARATABİLİR Mİ? Kendisinin aynı olan, tüm sıfatları ile muttasıf aynı Allah’ı yaratabilir mi? Eskiler bu sorunun cevabına “hayır” demişler. Allah, her şeyi yaratabilir, sadece Allah yaratamaz… Peki niçin..?
Yeniden ilk duruma gelelim. Allah var ama kendinden başka onun var olduğunu bilecek kimse yok. Bütün evreni nebatat, hayvanat, bakteri, virüs ile doldursan, onların türlü türlüsünü halk etsen; bunlar Allah’ı idrak edebilirler mi? Bunlar şuurlu varlıklar değil ki, onu bilebilsinler. Bu bilme için, sadece onu görmek de yetmez. Nazar eden sadece görür, müdahale etmez. Bir nevi görgü şahitliği gibidir. Rü’yet, rey etme ise görüp fiilî müdahalede bulunmak demektir. Rai/Çoban güttüğünü görür, gözetir ve gerektiğinde onlara FİİLİ müdahale eder. Basar eden ise gördüğünü SENTEZ ve ANALİZ eder. O müşahede ettiği verilere bir proses/süreç uygular. Böylece gördüğünü akıl süzgecinden geçirip, rafine eder ve bir sonuca ulaşır. Allah’ın kendisini tam hakkıyla, tüm sıfatları ile bilecek varlık, ancak kendisi gibi olabilir. Bunu geçen sefer sana söylemiştim, sen de yazmışsın. Yarattığı varlığın şuurlu olması yetmiyor, Allah’ı bilebilmesi için onun tüm sıfatlarını taşıyor olması lazım ki, anlayabilsin ve takdir edebilsin. Bunu anlayabilmen için; sana, görmeyenle, duymayanın misalini vermiştim.
-“EVDEKİ DE ASLAN, EVDEKİ DE ASLAN!” diye bağırmaya başlamışım, farkında olmadan…
Alabaş Koca: “Evet evlat, şimdi anladın mı demin sana o fıkrayı niye anlattığımı? Allah iki olunca, ikisi de birbirinin aynı olunca, hangisi hangisini yok edebilir? Yok edemez değil mi? İlkini ne kadar güçlü, ne kadar güçlü düşünürsen düşün, madem ki aynını yaratmıştır (kendisi mükemmel olduğu için daha mükemmelini yaratma söz konusu olmayacaktır), diğeri de aynı güçlerle muttasıftır. Bu ise, onu yok etmeğe KENDİNİN DE gücü yetmez demektir. Tanrı’nın “gücünün yetmemesi” gibi durum düşünülemez, eğer bir acziyet varsa o varlık tanrı olmaz. Bunun imkânsızlığı bir yana, hiç kimse böyle bir şey istemez. Hiç kimseden de böyle bir şey beklenmez. Kendisini anlamak için kendisi gibisini yaratamıyor, ya da yaratmıyor, ama böyle bir varlığı yaratmazsa, o zaman kendisini ve vasıflarını kimse bilmiyor. Bu durumda da var olmanın, var olduğunu sanmanın bir anlamı olmaz ki…”
Dedim: “Alabaş Koca, bu ancak tanrıya yakışacak çapta bir açmazdır. Bu açmazın bir açarı yok mudur? Yaratsa olmuyor, yaratmasa bilinmiyor… Ne yapması lazım sence? Sen olsan ne yapardın?
Dedi: “Evlat, ben sana yine bir hikâyecik anlatayım da; sen bir yandan, Alabaş Koca’nın bunu anlatmaktaki muradı ne ola ki? diye düşünürken, ben de, Allah’ın çözümünü tam olarak bilmiyorum ama ben olsam ne yapardım, sana onu anlatmaya çalışayım.”
Eski pehlivanlar 40 oyun bilirlermiş. Kendilerine çırak yetiştirirken, ona bildikleri oyunların 39 unu öğretir, birini öğretmezlermiş. Bunu bilmeyen çırak, bir gün yeterince özgüveni oluştuktan sonra, ustasını da yenmeğe kalkarsa, usta, o öğretmediği 40 ıncı oyunla onu yener ve esas ustanın kim olduğunu ona hatırlatırmış…
“Senin bedeninde yaklaşık olarak 100 trilyon hücre var. Her bir hücre kendi içindeki programı sayesinde kendi işlevini yapıyor, bedeninle ticaret yapıp, ondan bir şeyler alıyor, ona bir şeyler veriyor. Doğuyor, gelişiyor, iletişim kurup, neyi nasıl yapması gerektiğini biliyor, üretim yapıyor, bedene atıklarını veriyor, sonunda da ölüyor. Tırnağındaki bir hücrenin, karaciğerindeki bir hücreden haberi bile yoktur ama onlar genel bir dengenin, üstün bir dayanışmanın fertleri olarak ortak bir yaşam sürüyorlar. Kimileri ölüyor, yerine yenileri geliyor, kimilerinin yeri doldurulmuyor. Senin bedenindeki bulunan (Nominal olarak) 100 trilyon hücre, 100 yıl yaşıyor ve yerini senin bir benzerine terk ediyor.
Ben olsam tam da böyle yapardım. Kendimi tanıyacak bu yeni varlığı(bir açıdan bakarsak düşük düzeyli bir rakip olacak bu varlığı); tek parça değil, binlerce, milyonlarca hatta trilyonlarca pikselden oluşan, her pikselin kendi içinde özgün ve kendi kendine yeterli olacağı ama tamamı bir araya gelmeden de bütünü oluşmayan bir varlık olarak tasarlardım. Bu da yetmez, bütünün oluşmasını da zamana bağlar, milyonlarca, milyarlarca yılda bu oluşumun tamamlanmasını öngörürdüm.
Her bir insanı en uygun kıvamda (“… fi ahseni takvîm…”) tasarlar, ama en yüksek popülasyonunu da (insan vücudundaki hücre sayısı kadar) 100 Trilyon (bu sayıyı biraz daha düşünmemiz gerek) insan olarak tasarlayıp, bunların tam ve mükemmel, yani kendisini kavrayacak düzeye gelmesi için de 100 milyar yıl ön görürdüm. Bu 100 Trilyon hücreli varlığa insan adını verdi, ben de bu 100 Trilyon hücreli/insanlı varlığa, İNSANLIK derdim. Her canlının tâbi olduğu “erginlik teorisi” gereği, 15 Milyar yılda ergenliğe erecek ve 100 Milyar nominal yaşta da ölecektir. Bu, dev bir Yapboz/Puzzle oldu değil mi? Bu yapboz, yavaş, yavaş dolacak, evrimleşecek, gelişecek, olgunlaşacak ve Allah’ı hakkıyla idrak edecek seviyeye gelecek. Bazıları; hangi parçanın nereye gideceğine zaman zaman, yine, bu Yapboz’u var eden Allah müdahale ediyor diyorlar. Bana göre O, insanı o kadar yeterli yarattı ki, deneme yanılma ile de olsa, akıl ve özellikle ortak akılla bulmacayı tamamlamaya devam ediyor. Bunu başaracağız evlat, çünkü Allah böyle irade etti…
Bizim dünyamız ortalama 10 Milyar nüfusludur. İnsan sayısı buralara geldiğinde, artan refah seviyesinin bir sonucu olarak, doğurganlık azalacak (zaten giderek azalmakta) ve dünya nüfusu 10 Milyarın etrafında salınım yapacaktır. Demek ki, bizim dünyamız gibi 1000 dünyaya daha ihtiyacımız var. Halbuki bizim galaksimiz gibi, nominal olarak söylüyorum, 100 milyar Galaksi var Evrende ve her Galakside de, nominal olarak 100 Milyar Güneş/Yıldız var. Eğer her Galakside bir yaşanabilir Dünya varsa, İnsan sayısı hemen 1 Seksilyon (10^21) olacaktır. Her Galakside birden çok insanlı dünya varsa, sen rakamları nasıl arttırabileceğini biliyorsun. Dünyadan başka yerde İnsan yoksa, o zaman tüm evrene buradan yayılacağız demektir. Yeteri kadar, yaklaşık 86 Milyar yılımız olduğuna göre, bu sürede Evreni rahat rahat doldururuz diye düşünüyorum. Bu durumda 100 Trilyon İnsan iyi bir rakam gibi görünüyor, bana…
“Sen bir makalende yazmıştın, ben de oradan başlayayım. Allah ŞUUR’u yarattı, bunu yaşatacak olan RUHU (PROGRAMI) OLUŞTURDU. Bilinci ve idraki sağlayan bu programdır. İnsanı da şuurlu olarak tasarlayacağı için, bu Şuur programından her insana yükledi. Her program gibi, bu da bir kompüterde çalışabilir. Bu kompüter senin beynindir. Kendi içinde prosesler yapar ve rüya gibi, ilham gibi, vahiy gibi kablosuz bağlantılarla da dışarıdakilerle iletişim kurar. Bu kompüterin çalışabileceği enerjinin üretilebilmesi için senin bedenine ihtiyaç vardır, senin bedenini de bunun için var etti. Senin bendinin oluşabilmesi ve yaşayabilmesi için Arza, o Arzların oluşabilmesi ve devinebilmesi için de bu koskoca evrene ihtiyaç vardır. Bu koskoca evren; senin beynindeki programın çalışabilmesi ve en az 100 Trilyonluk insan neslinin yayılabilmesi için var edilmiştir.”
“Artık ekranlarımızı, resimlerimizi piksel sayıları ile tarif ediyoruz değil mi? Bir birim karede ne kadar çok piksel varsa, o kadar kaliteli görüntü oluşur değil mi? Geçen sefer sana Allah’ın aynadaki görüntüsünden bahsetmiştim. İşte o Allah’ın görüntüsündeki pikseller insanlardır. Sürekli piksel sayısı artmakta, piksellerin bilinçleri ve ilmi seviyeleri artmakta, eskilerin yerine daha mücehhez pikseller gelmekte ve resim giderek netleşmektedir. Bu tablo; statik değil, dinamik bir tablodur. Allah için her zaman bir zaman; her yer de bir yer gibidir. Ama bizim için böyle değildir. Biz zamanı ve mekânı zorunlu yaşamaktayız. Bizler gittikçe çoğalmakta, gittikçe sosyal olarak ve ilmi olarak gelişmekteyiz. Bana göre Allah’ın kendisinin bilinmesini ve tanınmasını sağlayacak olan şuurlu varlık, insandır. Cinleri de buraya dâhil edenler vardır ama, Kuran’da onlara ruhundan verip vermediğine dair bir beyanı yoktur. İnsana verdiğini ise açıkça beyan etmektedir.”
“Sen erginlik teorisi kitabında yazmıştın; Adem oğullarının nominal yaşı 100.000 yıldır diye. Son Nebi ve Resul Hz. Muhammed ile ergenliğe ermişler, hukuken artık mümeyyiz yaşa gelmişler ve kalan 85.000 yıllık ömürlerinde, tasvirleri Kuran’da ip uçları olarak verilmiş olan Cennet hayatını oluşturacaklardır. Bu safhadan sonra Cennet hayatına geçilecek, tüm İnsin(ve evrenin) erginlik yaşı olan 15 milyar yılın dolmasına kadar kalan 1 milyar yıldan az fazla zamanda da, TAYY-İ MEKAN VE TAYY-İ ZAMAN özelliğini kazanarak; başta ilmi seviyeleri olmak üzere, daha da gelişeceklerdir. “Vechullah ve Vech-i Rabb” burada değildir. O, bundan sonraki safhanın sonunda tezahür edecektir. Bu ilmi ve sosyal evrim ve teknolojik gelişme hiç bitmeyecek ta ki…(?)
Kalan 85 Milyar yılın dolması ile “… sümme ileyna turceun…” ifadesi tahakkuk edecektir. Yani tablo o zaman tamam olacak, Allah’ın tam bir görüntüsü, sureti tezahür edecektir. Bundan kastım; Allah’ın bilinmesi, kavranması ve idrak edilmesidir, bu Allah’ın Vechidir. Zira biz onun zatını, aslını göremeyiz. Vechini basar ederiz. Sen bu “…sümme ileyna turceun…” ifadesini, “sonra bize döndürüleceksiniz / sonra bize dönersiniz / sonra bize dönüşürsünüz…” gibi anla… Hallaç’ın söylediği de bu olsa gerek. “Ben bu tablonun bir pikseliyim, öyleyse ben ondanım ve oyum” önermesini, böyle anlamaya çalış.
Her birimiz piksel, piksel ondan bir parçayız, tek başımıza onu temsil ve ilzam etmeyiz, onu temsil ve ilzam eden topluluktur demem, bundan dolayıdır. İşte Allah’ın başka bir Allah yaratması böyle bir şeydir. En sonunda ve ancak beraberce onu idrak edebiliriz, onu bilebiliriz. Problemi koyan da o, problemi çözen de o. Paradoksu güzel çözmüş, değil mi? Biz ise anlamaya çalışıyoruz, hepsi bu. Madem fıkralarla başladık, bir fıkra ile bitirelim evlat:
Bilim adamları sonunda insanı yaratmayı başarmışlar. Demişler, “Gidelim Tanrıya bunu söyleyelim.” Tanrının huzuruna varmışlar. Tanrı sormuş, “Buyurun, ne için gelmiştiniz? Sözcüleri; “Artık biz çok geliştik, her şeyi öğrendik. Biz de insan yaratmayı başardık.”
Tanrı; “Çok güzel, tebrik ederim. Peki, nasıl yapıyorsunuz?” demiş. Sözcüleri; “Biz de aynen, senin yaptığın gibi yapıyoruz. Şuradan bir avuç toprak alıyoruz ve “ der demez, Tanrı “Bir dakika” demiş, “Herkes kendi toprağını kullansın”…
“Allah’ım sen mükemmel ve münezzehsin. Benim bu anlattıklarım, anlayabilelim diye söylediğim benzetmelerdir. Aslını nasıl olsa sen bize 86 Milyar yıl sonra gösterirsin” diye dua ederek bitirdi yaşlı Alabaş Koca sözlerini…
Saygılarımla.
H.Kayahan
|
Reşat Nuri Erol
03.08.2012
04:48
|
HÜSEYİN VE HARUN'dan rica ve de beklenti... FELSEFE ÇALIŞMAMIZ/KİTABIMIZ İLE "DERİNCE" İLGİLENMELERİ... selam ve dua ile...
|
Reşat Nuri Erol
03.08.2012
06:50
| LEVENT GÜLTEKİN
Ali Bulaç’ın önerdiği İslamcılığın kime ne faydası var?
Dün Perşembe
Ali Bulaç’ın başlattığı İslamcılık tartışmasına mütevazi bir katkı sunma niyetindeyim.
İslamcılık bahsinde söz söyleme yetisi olanların başında hiç kuşkusuz Ali Bulaç geliyor. Bu mesele için harcadığı ömür, verdiği eserler, kısacası yılların emeği yadsınmaz bir gerçek.
Meselenin teorik kısmıyla alakalı Ali Bulaç’ın söylediklerine diyecek yok elbette.
Fakat kendi adıma teoriden ziyade İslamcılığın pratikteki yüzüyle alakalı birkaç kelam etme niyetindeyim.
Teori ile pratik, söylenen ile gerçekleşen arasında bir dengesizlik olduğunu düşünüyorum.
Esasında bütün ideolojiler benzer bir açmazı yaşıyor. Ekseriyetle kitapta yazan ile o fikri benimseyen insanların tutumları bir biriyle örtüşmüyor.
Ali Bulaç’ın başlattığı tartışmada cevap vermediği ve ortada bıraktığı bir soru var.
Bu tartışmanın asıl cevap bulması gereken kısmı, Ali Bulaç’ın da dikkat çektiği teorik ile pratik arasındaki farkın niçin bu kadar açık olduğu sorusudur.
Evet, savunulan ideoloji ile yaşanılan ideoloji niçin bu kadar farklı? Niçin insanlar savundukları değerleri pratikte geldiğinde terk ediyorlar? Ali Bulaç ve bu meselelere kafa yoran diğer aydınların asıl cevap araması gereken yer burası değil mi? Niçin insanlar yolda ‘gömlek değiştirme’ ihtiyacı hissediyorlar? İslamcılığın nesi eksik? Nesi yeterli değil?
Türkiye’de, Mısır’da, İran’da ve Pakistan’daki İslamcı hareketlere baktığımızda, Ali Bulaç’ın tanımladığı gibi 3. dönem İslamcılarına kadarki süre hep teoriyle geçirilmiş bir zaman dilimidir. Yani yazılanları, söylenenleri, savunulan fikirleri, sunulan çözüm önerilerin uygulanabilirliğini uzun süre test etme imkanı bulunamadı.
Çünkü ileri sürülenlere göre İslamcılık şahsiyetli, yüksek kültürlü, nezaket sahibi, ahlaklı bir toplum; adil, vicdanlı, merhametli de bir devlet tasavvur ediyordu.
Son 15 yıldır ise kitaplarda, düşünce adamlarının görüşlerinde dile getirilen ‘muhteşem hayat tarzı’nın ne kadar realize olacağını görme şansımız oldu.
Peki ne gördük? İslamcılık gerçekte uygulanabilir bir düşünce sistemimiymiş?
Türkiye’deki siyasal İslamcılığın kalesi konumundaki Refah partisinin iktidar olması ile beraber ortaya ilginç bir durum çıktı.
Ali Bulaç bu durumu “iktidar imkanlarına yenilme” diye adlandırıyor. Peki bu insanların iktidar imkanlarına niçin yenildikleri sorusunun bir kıymeti yok mu? Yenilen bir kişi, iki kişi değil ki bir topluluğun tamamı. Niçin yıllarca İslamcılık savunusu yapanlar iktidarın etkisi ile başka bir hal alıyorlar. Kaldı ki bu sadece Erbakan’da olan değişim de değil. Benzer bir durumu AK Parti iktidarında da gördük. Hatta daha ağır dönüşümü. Hayatlarının büyük kısımlarını ‘İslamcı’ diye sürdüren insanlar bir gecede ‘muhafazakar-demokrat’ olup çıktılar. Peki niçin? İslamcılıkta ne bulamadılar da muhafazakar demokrat diye bir tür icat ettiler? İslamcılık, savunucularını ne olmaktan veya ne yapmaktan alıkoyuyordu?
Bu meselenin bir yönü. Beni asıl ilgilendiren yön ise şu: İslamcıların kişisel kalitesizlikleri, kişisel düşük tercihleri, kişisel bayağılıkları, kişisel zayıflıkları, kişisel yetersizlikleri, liyakatsizlikleri…
İktidar süreçleri bize İslamcılığı dünya için büyük bir kurtuluş reçetesi diye sunanların esasında kendilerinin derin bir karanlığın içinde olduğunu gösterdi.
Kabul etmek gerekiyor ki İslamcılık denen düşünce sistemi öncelikle kendi mensuplarını itibarlı, yüksek kültürlü, sağlam bir şahsiyet, esaslı bir ahlak sahibi yapmadı. Ya da yapamadı..
Bugün İslam Dünyası denen coğrafyanın içinde bulunduğu sefaletin temelinde ne yatıyor?
Türkiye’de veyahut Mısır’da ya da İran’da İslamcılık topluma ne verdi? Bedava hastane, bedava erzak, bedava okul, bedava yol, su, köprüden başka ne önerdi? Eğer önerdiyse niçin kabul görmedi? Önerenlerin kendileri önerdikleri değerleri ne kadar benimsediler?
İslamcılık görünürde toplumu taşıdığı değerleri ile değil maddi değerlerle ayartmaya çalışmaktan başka ne yaptı?
Toplumun hangi yüksek ahlaka ulaşması için ciddi bir çaba gösterdi? Hangi meselede yüksek bir bilinçle tutum belirledi? Mısır’da, Türkiye’de veyahut herhangi bir Müslüman ülkede İslamcılığından dolayı itibarı hak eden bir topluluk gösteremiyor olmamızın nedeni nedir? İslamcı oldukları için daha entelektüel, daha ahlaklı, daha bilinçli, daha yerli, daha şahsiyet sahibi; mimariden, sanattan, müzikten, edebiyattan anlayan bir topluluk görebiliyor muyuz herhangi bir yerde?
Bugün Suriye’de yabancıları kendi topraklarına müdahaleye çağıran İhvan hareketi İslamcı değil mi?
Türkiye’de Suriye’ye yabancı müdahalesi isteyenler İslamcı değil mi?
Pakistan’daki toplumsal sefaletin sürekliliğinden en az devlet kadar bölgenin İslamcıları sorumlu değil mi? Mısır’da dünya sisteminin elinde oyuncak olmaya aday yapı İslamcılığı ile var olmadı mı?
Libya’da Nato bombardımanını büyük sevinçle karşılayanlar o ülkenin İslamcıları değiller miydi?
Hülasa ortada bir sorun var. Bir tarafta kurtuluş reçetesi olarak sunulan ama diğer tarafta da daha kendi mensuplarını adam edememiş bir ideoloji.
Kabul etmek lazım ki İslamcılık Müslüman toplumlarda ‘daha Müslüman’ diye bir yapı oluşturarak toplumun bir kısmını diğerinin gözünde ötekileştirdi. İslamcılığı benimseyenleri de kendi ülkelerine, kendi toplumlarına, komşularına, arkadaşlarına, anne-babalarına, çocuklarına, kültürel değerlerine yabancı yaptı. Ortaya tuhaf anlaşılmayan bir insan tipi çıkardı.
Siyasallaşan Müslümanın önceliği dinin en temel esası olan ahlaki hassasiyetten, siyasi hassasiyete kaydı.
İnsana saygıyı ‘dindara saygı’ diye değiştirdi. Dindar olan ama her türlü bayağılığı bünyesinde taşıyanları dindar olmayan ama sağlam ahlaklı insana tercih etti.
İslamcılığa yükledikleri olağanüstü değer yüzünden toplumun bir kısmını dünya sisteminin elinde oyuncağa döndürdü. Hatta ortalama Müslümanı siyasallaştırarak dünya sisteminin rahatça yutabileceği bir lokma kıvamına getirdi.
Esasında dini ‘iyi, namuslu, ahlaklı insan’ olma aracı olarak gören toplumu, dini ‘iktidar elde etme’ aracı olarak görmeye yöneltti. Dini Allah ile kul arasından alıp kul ile kul arasındaki ilişki kriteri haline getirdi.
Yani demek istediğim odur ki İslamcılık denen ideoloji, hayat tarzı kendi mensuplarını bile daha adam edememişken toplumları nasıl adam edecek? Bu soruya cevabı olan varsa bizi aydınlatsın lütfen. twitter.com/acikcenk |
Reşat Nuri Erol
04.08.2012
08:16
| Ali Bulaç
Başbakan'ı sevmek
Bu sorunun cevabını ancak ben verebilirim. Çünkü herkes kimi sevip sevmediğini kendisi bilebilir ancak. Dışarıdan birinin buna karar vermeye kalkışması isabetli olmaz.
Böyle bir suali sormak da esasında saçmadır. Ama Mehmet Ocaktan, iç dünyamı avucunun içine almış gibi buna karar verebiliyor. Allah onu affetsin, bugün İslamcılık tartışmasına devam etmeyi planlarken konuyu değiştirmeme sebep oldu, gündemi sabote etti. İslamcılık tartışması bu konudan çok daha hayırlıdır.
Belki de ilk defa medya ve belli çevreler Ramazan ayında saçma sapan, sun'i konuları gündeme getirip mübarek oruç ayını millete zehir edemediler. Yıllardır 1994 MGK'nın ana çerçevesini çizdiği konsept içinde malum bazı ilahiyatçılar Ramazan ayını ve Kurban Bayramı'nı millete zehir ediyorlardı. Hamdolsun etkileri kırıldı. Bu sene hayati meselelerimizi konuşuyoruz, kendi aramızda müzakeresini yapıyoruz. "İslamcılık tartışması" da seviyeyi düşürmeden bu meyanda sürüyorken, Star'dan Mehmet Ocaktan niyet okuyup sübjektif suçlamalarda bulunarak benim eleştirilerimi "R. Tayyip Erdoğan'ı sevmeyişime" bağladı. Ocaktan'ın bir miktar İslamî kültürü olduğunu biliyorum, şunu kendisine soruyorum: Efendimiz (sas) "Ben sizin kalbinizi yarıp içinde olanları bilemem, zahire göre hükmederim." derken, sen nasıl oluyor da benim Başbakan'ı sevmediğimi bilebildin? Yoksa ermiş misin?
AK Parti'yi eleştirmek R. Tayyip Erdoğan'ı sevmemek mi? Hayır. Daha önce bu köşede yazdım: "Zaman yazarı Başbakan'a çakmaz." Elbette "AK Parti"ye bir sitemim, bir eleştirim var: "Sitemim", 150 yıllık bir İslamcı mirasın enerjisini kullanırken, referansı reddedip özünde adil olmayan verili iktidarı hedeflemesidir. "Eleştirim", göçün ve kentin muhalefeti, umudu ve iddiası olan büyük bir toplumsal hareketin kurucu zihniyeti kendisine ait olmayan bir iktidarı kullanırken değişimci karakterini kaybedip muhafazakârlaşması; ahlakileştiremediği ve adilleştiremediği iktidar üzerinden toplumun sekülerleşmesine ve giderek Protestanlaşma sürecine girmesine -istemeden de olsa- katkıda bulunmasıdır.
"En nâsu alâ dini mülûkihim: İnsanlar yöneticilerinin dini üzeredir", başka deyişle "halk padişahın dinindendir". İktidarın yaslandığı zihniyet kitlelere sirayet eder. Bir süre sonra iktidarın arz ettiği şey talebe, halkın talebi iktidarın arzına dönüşür. Bu siyaseti yozlaştırır. Söz konusu kısır döngüden çıkış yolu "Batılı demokrasiler" değil, "Allah'ın muradına ve halkın iradesine dayalı müzakereci siyaset"tir.
Yalçın Akdoğan nazikâne serzenişlerinde haklı. Ama o da bilir ki AK Parti'yi eleştirmek hem haktır hem görevdir; R. Tayyip Erdoğan'a buğzetmek demek değildir. Aksine sevmektir. Bir söz var: Seni ağlatanın yanına git, güldürenden uzak dur. Sayın Erdoğan buna ne kadar riayet ediyor, bilemem.
Bugünlerde Başbakan'ı birileri fena halde dolduruşa getirmeye, İslamî cemaatlerle arasını açıp 10 yıllık performansı sona erdirmeye çalışıyor. Mehmet Ocaktan'ın son yazısı da bu kanaatimi pekiştirdi. Bildiğim bir şey varsa, Sayın Başbakan'ın etrafında örülen etten duvarı aşıp ona ulaşmanın neredeyse imkânsız olduğudur. Medya üzerinden yazılıp çizilenler, konuşulanlar da ona yanlış aksettiriliyor, sizin bir cümleniz üç cümle yorum içine yedirilerek ona sunuluyor. Ve bu teamül öyle boyutlara ulaştı ki, ifade özgürlüğünü yok ettiği gibi ekmeğinizle oynama noktasına ulaşmış bulunuyor. "Sayın Başbakan'ım filan kanalda aleyhinizde şu konuşuldu, hemen programı iptal ettirelim" diyorlar veya kendileri re'sen Başbakan'ın haberi olmadan arayıp programları iptal ettiriyorlar. Ocaktan ve etten duvar bizi medyadan tümüyle silip süpürmek mi istiyor? Korku imparatorluğunda da rızık Allah'tandır.
Fikir adamları partilerden daha ileride, partiler de devletten daha ileride olmalı, yazarlar partileri, partiler devleti değişen şartlara göre reform yapmaya zorlamalı. Bizim "Padişahım çok yaşa" diye bağırıp iktidarı köreltenler, partiyi devletin, fikir adamlarını partinin gerisine düşürüp Türkiye gemisini yüzdürebileceklerini sanıyorlar. Bu mümkün değildir. Sayın Başbakan bizim Kürt sorunu ve Suriye'ye ilişkin eleştirilerimizden haberdar olsaydı bugün bu noktada olmazdık. Başka konular da öyle.
Bir gün R. Tayyip Erdoğan'la görüşme fırsatımız olur elbet. Niyetim hayırlısıyla Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevini de tamamlasın, diğerleri gibi evine çekilsin. O zaman -ömür vefa ederse- onu ziyaret eder, helalleşiriz. Belki o güne kadar hatırat yayımlarım.
İşi ne hale getirdiler. "Ya sev ya terk et" veya "Beni sevmeyen ölsün" günlerine döndük...
a.bulac@zaman.com.tr
04 Ağustos 2012, Cumartesi
|
Reşat Nuri Erol
04.08.2012
08:48
|
Ömer Lekesiz
oflekesiz@hotmail.com 04 Ağustos 2012 Cumartesi
Siz Bahattin Yıldız'ın ellerini görmüş müydünüz?
İslamcılığa ölüm fermanı yazmaya kalkışan baylar, siz Bahattin Yıldız'ın ellerini hiç görmüş müydünüz?
Siz diyorsam, siz tuzu kuruda olanlar, siz menfaat elekleri ölünceye kadar işleyenler, siz üniversitelerdeki, televizyonlardaki, gazetelerdeki, şirketlerdeki steril mekanlarında maroken koltuklarına gömülüp, bol üfürtülü klimalar altında vatan kurtaran, İslamcıların varlığı nedeniyle uykuları kaçan baylar sizi kastediyorum.
Sizler Bahattin Yıldız'ın ellerini görmüş müydünüz?
Görmemişsinizdir. Hem nereden göreceksiniz ki? Onun elleri kalem ve silah kullanmakla, ekmeğini ağır işlerden kazanmakla nasır tutarken sizin elleriniz Müslümanları İslamcı, dinci, İrancı olarak fişlemekle meşgüldü.
Halen fişleme işinde misiniz bilmiyorum ama öyleyseniz ihbarınız eksik kalmasın, ellerini görmediğiniz Bahattin Yıldız'ın herkesçe bilinmeyen işlerinden birkaç tanesini size ben bildireyim:
-İzmir İmam Hatip Lisesi'ni bitirdi.
-80 darbesinden hemen önceki sıkıyönetim günlerinde kapatılan Milli Türk Talebe Birliği'nin misyonu ölmesin diye 'Mahalli Teknik Takımlar Birliği' adıyla bir dernek kurarak o misyonu yaşatmaya çalıştı.
- Akıncılar'da il başkanlığı, bölge başkanlığı yaptı.
-Mavera, Güldeste, Gurbet, Selam, İmza, Müslüman Genç dergilerinde, Milli Gazete'de, Yeni Devir'de, www.dunyabulteni.net ve www.yorum-online.de'de yazdı. Mahlası: Abdülhamit Muhaciri ve Ferhat Dağcı'ydı.
-Savaşan Afganistan, Cihat Günlüğü, Karda Ayak İzleri, Kar Çiçeği, Güllerin Vedası, Ümmetin Yüreği adlı anlatı, günlük, roman ve öykü kitaplarını yazdı.
-Afgan Cihadı'na katıldı, savaşırken yaralandı, birçok ameliyat geçirdi.
-İnsan ve Medeniyet Hareketi'nin, birçok derginin ve kimi yayınevilerinin kuruluşlarına önderlik etti.
-İHH'nın yurt içindeki ve dışındaki yardım organizasyonlarında hizmet etti. Bu maksatla Balkanlar'da, Keşmir'de, Afganistan'da bulundu.
-Nezik köyünden Srebrenitsa'ya yapılan yüz on kilometrelik 'Barış Yürüyüşü'ne katıldı.
-Nerdeyse tüm zamanlarını onlara vakfettiği gençler için Avusturya başta olmak üzere Avrupa'da ve Türkiye'de dönem dönem gençlik kampları kurdu.
-Afganistan'da İHH'nın bir yetimevi projesini hayata geçirmek için bulunurken uçak kazasında yine İHH'dan Faruk Aktaş'la birlikte şehid oldu.
-Bahattin Yıldız sağlam, özü-sözü doğru bir İslamcıydı.
-Aynı zamanda birçok insanın yetişmesinde büyük emeği geçti. Şimdi onların büyük çoğunluğu televizyon kuruluşlarında, basında, devlet kurumlarında, özel kuruluşlarda yöneticidirler ve sizin çok sevdiğiniz söyleyişle İslamcılığı tüketmiş AK Parti için çalışıyorlar olsalar da onlar yine Bahattin Yıldız'ın çocukları ve kardeşleri.
-Bahattin Yıldız ve Faruk Aktaş'ın isimleri şimdi İHH tarafından Kenya, Serendib, Afganistan, Kamerun ve Tanzanya'daki eserlerde yaşıyor. Anıları akıllardan zaten hiç silinmeyen bu şehidler hep dualarla anılıyorlar ve anılmaya da devam edecekler inşallah.
Fişlemek için adlarını, sanlarını, yerlerini bilmediğiniz ancak varlıklarından emin olduğunuz onlarca Bahattin Yıldız'ın da sessiz sedasız yaşadığını çok iyi bilen siz muhbirler tayfası, şimdi siz söyleyin:
İslamcılık hareketinin onların omuzlarında yükseldiğini bilmiyor musunuz?
Bu hareketin gücünün güçsüzlerin gücünden kaynaklandığını bilmiyor musunuz?
İslamcılığı tükettiğine inandığınız AK Parti'nin sizler için bir put ama İslamcılar için bir put olmadığını, her oluşum gibi onun da mühleti olan bir iş sayıldığının bilincinde bulunulduğunu bilmiyor musunuz?
İslamcılığın örgüt merkezli değil fert merkezli olduğunu ve -dolayısıyla sistemin partilerinden bir parti olarak AK Parti'nin evveli ve ahiri ne olursa olsun- Recep Tayyip Erdoğan'ın İslamcılar tarafından sevildiğini, sevilmeye de devam edileceğini bilmiyor musunuz?
Siz Bahattin Yıldız'ın ellerini hiç görmeyen müstekbir ve muhbir yazıcılar benim dedem ve babam başka Bahattinlerin ellerini görmüşlerdi, bense Bahattin Yıldız'ın ellerini gördüm.
O ellerin insanlara hizmet edişlerini gördüm, dua dua göklere yükselişlerini gördüm. Onlardan taşan bereketi gördüm; onlardan utanarak var oldum ve onlar sayesinde başımı hep dik tuttum.
Bahattin Yıldız görevini yapıp gitti; şimdi onun yetiştirdiği onlarca dil hem onu rahmetle anıyor hem de onun bıraktığı yerden insanlık yükünü omuzluyor.
'Hani nerede İslamcılar, gösterin?' diye soran sizlerse oturup kendi köksüzlüğünüze ve kendi körlüğünüze ağlayın.
İslamcıların yaşadığına onlardan kendilerine Din ve dünya adına bir iyilik ulaşmış sessiz, ağızları dualı ve teşekkürlü binlerce insan şahittir.
Peki, İslamcılığa ölüm fermanı yazmaya kalkışanlar, sizin şahitleriniz kimlerdir?
İşlerinizi, sözlerinizi şeytanınızdan başka selamlayan var mı?
|
Reşat Nuri Erol
04.08.2012
08:58
|
Yasin Aktay
yaktay@yenisafak.com.tr 04 Ağustos 2012 Cumartesi
İslamcılığın Elif-bâsı
Vaktin birinde, köyün birinin boş bulunan imam kadrosuna müracaat eden iki kişiden biri bizzat köylüler tarafından seçilecekmiş. Köyün ahalisi ilk defa başına gelmiş bu işlem için bir yöntem tespit etmeye çalışırlar. İstişareler sonucunda adayları imtihan etmeye karar verirler. Bu iş için önce bir jüri tespit edilir. Jüri adayları ilk etapta okuma-yazma imtihanına tabi tutar. Tutar tutmasına ama jürinin kendisi okuma yazma bilmemektedir. Yine de kulaklarına çalışan bir tarzı takip ederek adaylarden bir tahtaya 'öküz' kelimesini yazmalarını isterler. Adaylardan biri hemen çok bilmiş müsthezi bir edayla 'öküz' diye yazar. Ne beklersiniz? Okuma yazma bilmeyen köylü bir şeye benzetemez tabi. Diğerinin yazmasını isterler. O da belki bilmediğinden belki de köylüdeki zaafı hemencecik farkettiğindendir, tahtaya kelimeyi yazmak yerine hızla ve üstünkörü bir öküz resmi çizer. Köylü resmi görür görmez 'aha işte bu!' der.
Mümtaz'er Türköne ile Ali Bulaç arasında İslamcılık üzerine cereyan eden ve Necdet Subaşı'nın bir yazısı üzerine yeni bir hal alan tartışmayı izledikçe bu darb-ı mesel gelip zihnimin bir yanına yerleşti. Zira bana öyle geldi ki, Türköne önünde İslamcılık olarak gerçekleşen hiç bir şeyi görmüyor ama Ali Bulaç'ın ona çizdiği İslamcılık resmini gördükçe 'işte bu!' diyor.
Türköne'nin okur-yazarlığı olmadığını söyleyemeyiz tabi ama İslamcılık tanımının ısrarla İslamcılığı ıskaladığını söylemek zorundayız. Şimdi İslamcılığın tarihi üzerine yazdığı doktora teziyle İslamcılık literatürüne önemli katkıda bulunmuş Türköne'nin İslamcılığın elif-bâsını bilmediğini söylemek biraz ayıp karşılanabilir. Türköne'nin hoşgörüsüne güvenerek açtığı tartışmaya bu sert noktadan girmek istiyorum. Evet Türköne'nin İslamcılık tanımı ve tahlilleri belki İslamcılığın çok dar bir tezahürü için geçerli ama bu haliyle de İslamcılığı sınırlayan, toplam gerçekliğini ıskalayan ve ıskalatan bir işlev görüyor.
İşin ilginci bir siyaset bilimci olarak Türköne'nin benimsediği İslamcılık tanımında siyasetin tanımı da çok sorunlu. Aslında İslamcılığın hakikatini ıskalamasının bir sebebi de siyaset tanımının sorunlu veya çok dar olması. Veya belki ona cevap yetiştirmeye çalışan Ali Bulaç'ın İslamcılığı tarif etmek için çizdiği resim üzerinden gidince oraya kaçınılmaz olarak ulaşıyordur. Belki Ali Bulaç okuma-yazma bilmediğini düşündüğü Türköne'ye anlayacağı şekilde hitap etmeyi tercih ediyordur. Ama doğrusu Ali Bulaç'ın tarif ettiği ve bu haliyle kaçınılmaz olarak yasını tutmaya koyulduğu İslamcılığın cenaze namazını kılmak da Türköne'ye düşüyor.
Peki yıllarını İslamcılık ilmi yaparak ve bunun mücadelesini vererek geçirmiş olan Ali Bulaç'ın da daha kapsamlı bir İslamcılık tanımına sahip olmadığını söyleyebilir miyiz? Burada işin biraz daha karışması pahasına, Bulaç'ın da tarif ettiği veya mücadelesini verdiği İslamcılığın kendi hayatı içinde de dönem dönem anlaşılmaz iniş-çıkışlar yaşadığını görünce, bunu işin tabiatı gereği kabulleniyoruz. Çünkü gerçek İslamcılık tanımı gereği beşeri bir yorumdur, bu yoruma sahip insanların yorumlarında bilgileri, tarihsel ufukları ve tecrübeleri muvacehesinde değişimler yaşanmasında şaşılacak bir şey yok. Ama Bulaç'ın söylemlerinde İslamcılık neredeyse vahyedilmiş bir mutlak otorite diliyle ifade edilince ona karşı çıkmak da ilahi bir otoriteye karşı çıkmak gibi algılanıyor ve konu tartışmaya Bulaç'ın noktayı koymasıyla kapatılmış oluyor.
Bu haliyle Bulaç'ın İslamcılık tanımı resmin aktardığı dolaysız anlamın mutlaklık iddiasına yaklaşıyor. Ama işin garip tarafı, Türköne'ye aktardığı resim Türköne'nin İslamcılığın sonunu ilan etmesini daha da kolaylaştırıyor.
Eee, Bulaç'ın çizdiği resimdeki İslamcılık hakkaten ölmüştür, çünkü gerçek bir şey değil, hayatla, insanla, tarihle, dahası en geniş anlamıyla, Ebu Hanife'nin tanımladığı şekliyle fıkıhla bağı olmayan bir İslamcılık, metafizik bir İslamcılık ne kadar yaşayabilir? Allah rahmet eylesin, ama bu arada biz de Bulaç ile Türköne'nin bu diyalogda ne kadar iyi anlaşabiliyor olduğuna dikkat kesiliyoruz. Allah bu diyaloglarını artırsın, daha da verimli kılsın?
Bu diyalog bana nedense İslamcılığı anlatmak için resme ihtiyaç duymayacak, yazıyı ve yazının avantajlarını devreye sokacak bir elif-bâya ihtiyaç duyduğumuzu söylüyor.
Madem elif-bâdan gideceğiz ilk etapta Türköne ile Bulaç'ın arasındaki elif mesabesindeki bir tartışmadan yola çıkarak başlayabiliriz.
Bulaç'ın benim de katıldığım ama sonradan Bulaç'ın zihninde neye dönüştüğüne emin olamadığım bir önermesi var. 'Her Müslümanın bizzarure İslamcı olduğu' önermesi bana göre de doğrudur, ama Türköne bu önermeye karşılık neden iki ayrı sıfata ihtiyaç duyulduğunu Müslüman sıfatının İslamcıya neden yetmiyor olduğu sorusunu soruyor.
Belli ki, bu soru, Türköne'nin takıldığı temel ve gayet basit bir soru, aslında cevabı da son derece basit, hatta alfabe düzeyinde bir cevap. Cevabı yine basit bir soru: Müslümanın Müslümandan başka bir isminin veya vasfının olamayacağı hükmünü nerden çıkarıyorsunuz? Kur'an'da Müslüman (Müslim) aynı zamanda mümin, aynı zamanda muhlis, aynı zamanda, muhsin olarak ve daha bir sürü başka vasfıyla niteleniyor. Müslim sözcüğü bunların hepsini bir bakıma içeriyor, ama bu isimlerin her biri Müslim olanın başka özelliklerine, vasıflarına işaret eder. Müslim sözcüğü Müslümanın her yanını anlatıyor olsa bütün bu vasıflara neden ihtiyaç duyulsundu? Kur'an'ın kendisi bizzat Müslümanın vasıflarını çoğaltmışsa biz kullara ne düşer?Yyeter ki bu vasıflandırma Kur'an'ın çizgisinin dışında olmasın.
Peki İslamcı Müslümanın hangi vasfını işaret ediyor ve bu vasfı ne kadar geçici, ne kadar aslî, ne kadar modern, ne kadar siyasal? Siyasal olan aynı zamanda modern olmak zorunda mıdır? İslamcılık sadece bir muhalefet söylemi midir? Öyle olsa Abdülhamid'in İslamcılığı veya Mehmed Akif'in Osmanlı'nın beka sorunsalına ve ittihad-ı İslam idealini hedeflemiş İslamcılığı hangi iktidara muhalif bir söylemdir?
Bunlar çok basit ve arkası gelecek sorular, cevabı da basit sorular aslında. Ama madem elif-bâdan gidiyoruz, bu basitliği de göze alacağız. Ali Bulaç ve Mümtazer Türköne'nin başlatmış oldukları, bu verimli tartışmaya Star'dan Murat Güzel ve İbrahim Kiras ile Yeni Şafak'tan Ömer Lekesiz ile Yusuf Kaplan çok değerli katkılar yaptılar. Ama ben biraz farklı bir kulvar deneyereek tartışmaya devam edeceğim.
Şimdilik Elif üzerindeki temrinlerimizi sürdürelim.
|