Birleşme
8059 Okunma, 20 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

15 Temmuz 2012, Pazar

Mahir KAYNAK

AK Parti’nin HAS Parti ile birleşmesi için Başbakan’ın yaptığı teklif hiç küçümsenmeyecek bir olaydır. Ama bir takım soruların cevaplandırılması gerekir. Bizde siyasi partiler arasındaki fark ideolojik kriterlere göre belirlenir. AK Parti, HAS Parti, Saadet Partisi arasında önemli bir ideolojik fark yoktur. Her iki tarafta yer alan insanların yaşam biçimleri, yaşama bakışları aynıdır diyebiliriz. Numan Kurtulmuş’un neden AK Parti’de yer almadığı, daha sonra Saadet Partisi’nden ayrılması dünya görüşlerindeki farklılıkla açıklanamaz. Nitekim son görüşmede bu konunun hiç tartışılmadığını söyleyebiliriz.

 

- Numan Kurtulmuş ideolojik bakımdan AK partide yer alabilir.

- Numan Kurtulmuş,  Tayyip’in  grubundan değildir.

Genelde insanların parti seçiminde ideolojik kriterleri ve inançları ön plana çıkardığı söylense de bunun arka planında asıl gerekçe saklıdır. O da ülkenin Dünya üzerindeki yeri ve izleyeceği dış politikadır. Mesela ülkemizdeki darbelerin hepsinin arka planında dünya üzerindeki yerimiz hakkındaki görüş ayrılığı vardır. Hepsini saymayalım ama ilk darbe olan 27 Mayıs sonrası sola açık bir anayasa yapıldı ve solculuk ABD aleyhtarlığı olarak belirlendi. Yani ülkenin izlediği İngiltere yanlısı politikanın değiştirilip, ABD yandaşlığına geçilmesine izin verilmedi.

 

-Türkiye’deki siyaset dışa dayalı olarak yapılır.

-Sermaye bir taraftan ideolojik çatışmalar ile diğer taraf da dış dostlarla dengeyi korur.

 

***

AK Parti kurulduktan sonra okul kitaplarında mevcut bir şiiri okudu diye Erdoğan Meclis dışında bırakıldı. Bu durum CHP’nin o zamanki yönetimi tarafından etkisizleştirildi ve Erdoğan’a başbakanlık yolu açıldı. Daha sonra AK Parti’yi kapatmak için açılan dava Erdoğan’ı tasfiye amacı güdüyordu. Çünkü o birkaç kişiyle birlikte siyasi yasaklı olacak, parti başka bir gücün kontrolüne girecekti. Partinin yasaklanmayan ve mecliste çoğunluk oluşturmaları mümkün olan milletvekilleri AK Parti yerine mesela PAK Parti kuracaktı ama olmadı.

 

-Erdoğan milletvekili yapıldı. CHP’nin desteği ile başbakan oldu. Kapatılacaktı. Kapatılamadı.

-Çünkü AK partiyi iktidar eden askerlerdir. Onlar artık milli iradeye itaati esas almışlardı.  Askerler kararlarını sonuna kadar uygularlar.

 

Yani bugün AK Parti ile HAS Parti’nin birleşmesinin istenmesinin nedeni AK Parti’ye oy kazandırmak değildir, çünkü onun buna ihtiyacı yoktur ve giderek daha güçlü hale gelmesi muhalefetin etkisiz politikası nedeniyle beklenir. Bu durumda asıl muhalefet, yani Erdoğan’ın izlediği politikaya karşı olacak grup AK Parti içinden çıkarılacaktır ve bunu gerçekleştirmek için bazı iç ve dış destekli güçlerin çalışmaya başladığı gözlenmektedir.

 

- Has Parti ile birleşme, Erdoğan’ı içten etkisiz hale getirme politikasıdır.

- AK kurmaylarını Erdoğan’a karşı organize etmek için bu yapılmaktadır. Hedef AK Partiyi parçalamaktır.

 

Buradan çıkarılacak sonuç önümüzdeki cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde partiler arasındaki rekabetten daha fazla parti içi çatışmalar gözleneceğidir. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimleri önümüzdeki dönemde ülkemiz siyasetinin belirleyicisi olacaktır. Çünkü üç defa milletvekili seçildiği için Erdoğan cumhurbaşkanı seçilemezse dışarıda kalacak ve ayrıca yeni bir başbakan bulunacaktır.

 

-Bu seçimde iktidar muhalefet listeleri değil, AK parti listesi üzerinde çatışma olacaktır.

- Tayyip büyük oyuna gelmiştir.  Arkadaşlarını ekecek kendisi cumhurbaşkanı olacaktı. Hem de kral Cumhurbaşkanı. Şimdi de Partiye yeni başkan arıyor.  İktidar kimsenin malı değildir. Kimseye devredilemez. Bırakın gider. Gelen başkası olur.

 

Bu, ülkemiz siyasetinde ve dünyadaki konumumuzda önemli değişikliklere neden olabilir. Bu yarışta Erdoğan’ı desteklemesi ihtimali yüksek olan Baykal’ın tasfiyesi ile ilk hamle yapıldı. MHP zaten Erdoğan’ın karşısında kim olura olsun onu destekleyecektir. Aynı şey BDP için de söylenebilir. Önümüzdeki seçimler ülkemizi yeniden tarif edecektir. Bugün Türkiye genel dengede ABD ve Rusya ile ihtilafa düşmemeye çalışmaktadır. Bölgesel politikalar büyük modelin bir parçası olduğu için bu politikamızı da tahmin edebiliriz. MHP, AK Parti’yi ABD’nin peşinde gördüğü için bu ülkenin bölgedeki politikalarını destekleyen AK Parti’yi şiddetle eleştirmektedir. Önümüzdeki günlerde Başbakan’ın Rusya’ya seyahati çok önemlidir ve anlaşmaya varılması ihtimali yüksektir. Önümüzdeki dönemi belirleyecek olan en önemli etken dünya üzerindeki konumumuz olacaktır.

 

-Baykal Erdoğan’ın destekçisi idi, bunun için tasfiye edildi. Erdoğan ABD ve Moskova yanlısı siyaset gütmektedir.

- Sermaye siyasi gücünü kaybetti, yeniden elde etmek için üçüncü cihan savaşı çıkmalıdır. Bu da istikrarsız devletlerle mümkündür. Erdoğan giderse istikrar bozulur. Bütün oyun bunun üzerinedir.

 

21 Temmuz 2012, Cumartesi

Mahir KAYNAK

Suriye’deki gelişmeler

Arap Baharı olarak adlandırılan eylemler başladığında halkın demokrasi talebi olarak görünmesine rağmen bunun yeni dünya dengesinin tesisi için büyük güçler tarafından uygulanan eylemler olduğunu ve hareketin bölge halkları tarafından değil büyük güçler tarafından planlandığını söyledim ve şöyle bir model kurdum. Yeni dünya düzeninde iki büyük güç olan ABD ve Rusya arasında zımni bir anlaşma var gibi göründüğünü ve bunların kendilerine rakip olacak iki büyük gücü sınırlandırmak istediklerini ifade ettim. Dünya üzerinde etkin olmaya aday iki güç Avrupa ve Çin’di. Bunları sınırlamak için her ikisinin de dışarıdan temin etmek zorunda oldukları enerji  kaynaklarını ve bunun taşıma yollarını kontrol etmek istediklerini ve bu amaçla enerjiyi iki kalemde ele aldıklarını, doğalgazın Rusya tarafından, petrol kaynakları ve ulaşım yollarının ABD tarafından kontrol edileceğini söyledim. Akdeniz çevresindeki eylemlerin, demokrasi için değil, ABD’nin petrol geçiş yollarını kontrol edebilmesi amacıyla, tahrik edildiğine işaret ettim.

 

-ABD ve Rusya ile zımnen anlaşarak gazı Ruslar, petrolü ABD kontrolüne alıyor. Çin ve AB’yi böylece etkisiz hale getiriyorlar.

- Sermaye 1900’lardan sonra dengeyi Anglosakson ve Rusya üzerine kurmuştur. AB ve Çin beklenmedik hamleler yaptı.  Rusya ve ABD’de sermaye etkisini kaybetti. Etkin güçler artık savaş değil barış istiyorlar.

 

***

Doğalgazın en büyük rezervlerine sahip olan ülkesi Rusya, ikincisi İran idi. Bu nedenle İran’ın Rusya ile birlikte hareket edeceğini, Arap ülkelerinin ve Akdeniz, Kızıldeniz gibi petrol ulaşım yollarının ABD’ye bırakılacağını düşündüm. Bu durum ABD ile Rusya’nın birbirinin karşıtı gibi görünmesini, ama birbirlerini engellememesini gerektiriyordu. Bu iki gücün arasında Türkiye’nin bulunacağını ve herhangi birinin kontrolünde olmadan bu dengenin sağlanmasına destek olacağını modelime ekledim.

 

- İran Rusya ile Arap ülkeleri ABD ile olacak Türkiye de bunlar arasında denge ülkesi olacaktır, dedim.

- AB silah gücü ile değil bilgi gücü ile güçlenmeye çalışıyor. Papanın desteği ile III bin yıla hizmet ediyor. Çin kendi varlığını insanlığa kabul ettirmekle meşguldür. Siyasi emperyalist hedefi yoktur. Ekonomide yarış daima faydalıdır.

 

Eğer düşündüklerim doğruysa Beşar Esad’ın Suriye’yi terk edeceğini ve Kaddafi’nin akıbetine uğramadan bir Avrupa ülkesine göç edeceğini söyleyebilirim. Suriye’deki yeni iktidar Arap ülkeleri ile Türkiye’ye çok yakın olacak ve bugün bir mezhep kavgası gibi görünen olaylar Arap ülkelerinin başarı şansını artırmak için kullanılacaktır.

 

-Esad Avrupa ülkesine göç edecektir. Yeni iktidar Araplar ve Türkiye’ye yakın olacaktır.

-Sermaye insanlığı ateist yaptı. dikta yönetimler getirdi, kanlı çatışmalarla dünyayı fesada verdi. Gümrük ve vizelerle insanları sömürdü. Ömrünü doldurmuştur,  dünya hakimiyetinden çekilecektir. III bin yıl uygarlığını büyük dinlerin barışçı önderliğinde Adil Düzen olarak kuracaktır. Bu takdiri ilahidir.

 

Bu gelişmelerden etkilenebilecek Türkiye ve İran’da neler olabilir? Türkiye’de muhalefet ülkenin bölgesel bir güç olmasına yönelik politikalar üretmediği gibi AK Parti’nin şartlara uyan politikalarını da eleştirmektedir. Türkiye BM’nin bir kararı olmadan Suriye’ye müdahale etmeyecektir. Uçağımızın düşürülmesi bunun için bir sebep gibi görünse de Türkiye Suriye’nin askeri bir hareketi olmadan savaşa girmeyecektir. Çünkü Suriye halkı ile kardeşçe yaşamak istemektedir ve bu nedenle halkın zarar göreceği bir davranışta bulunmayacaktır. Uçağımızın düşürülmesi bizi tahrik amacı taşıyordu. Bu nedenle kimin nasıl yaptığı belirsizliğini koruyor. Suriye’de yeni iktidar oluşunca Türkiye çok yakın ilişkiler kuracaktır.

 

- Türkiye Suriye’ye saldırmayacaktır. Uşağımız tahrik amacıyla düşürülmüştür. İşe yaramamıştır.

- Erdoğan’ın çocukça beyanları ile Türkiye’yi doldursa gelecek zannedilmiş ama gelmemiştir.

 

Bunun ekonomi ayağında Arap ülkeleri finansman sağlayacak, Türkiye hem üretim hem de yatırım için harekete geçecektir. İki halk zaten birbiriyle sonradan ayrıştırılmış aynı halktır. İngiltere, Birinci Dünya Savaş’ından sonra cetvelle çizdiği sınırlarla bir devlet yaratmış ve ikiye ayrılan halkın her iki tarafındaki sosyal değişim onları farklılaştırmıştır. Bundan sonra kurulacak yakın ilişkiler siyasal sınrları değiştirmeyecek ama taraflar yakınlaşacaktır. Türkiye bu politikayı sadece Suriye için değil geçmişte birlikte olduğumuz tüm halklar için uygulayacaktır ama siyasi sınırlara dokunmayacaktır.

 

- Siyasi sınırlar değişmeyecek ama ülkeler arası siyasi arama artık bitecektir.

- Sorunlar, bucak, il düzenlemesi ile ve hakemlerden oluşan etkin yargı oluşturulduğu müddetçe sorunlar çözülmez. Aydınlık gelmedikçe karanlıklar bir yere gitmez. Kovalayanlar kendilerini yorarlar.

 

Yorum:

 

AK PARTİ PARÇALANIYOR

 

Sermayenin en büyük silahı kişileri bilgisayarda fişleyerek herkesi çok iyi tanımasıdır. Kimin nasıl davranacağını bilmektedir. Sermaye bir şeyi yapmak istediği zaman ona o işin yapması için bir uyarıda bulunur. Kişi de bilerek veya bilmeyerek onu yapar. Örnek olarak sermaye Avrupa’ya gözdağı vermek için Müslümanları organize etmek ise tüm bunu Erbakan’ın yapacağını bildiği için ajanlar hareket geçmiş ve D8’ler kurulmuştur. Erbakan ise D8’leri kurup AB ile işbirliği yaparak sermayeyi yıkmayı hedeflemiştir. Onu da sonra Demirel indirmişlerdir.

 

Önce üç devre milletvekilliği yapan AK Partiden milletvekili olmayacak. Kural AK partinin parçalanması için birinci dinamittir. Tekrar Milletvekili olmak isteyenler başka partilere geçecek veya başka parti kuracaklardır. Bu parçalanması için birinci dinamittir.

Erdoğan aleyhinde hazırlanmış dosyalar vardır. Milletvekili olmazsa veya cumhurbaşkanı olmazsa, basının harekete geçireceği şikâyet ve ihbarlarla Erdoğan hapishanelerde boğulup gidecektir.  Milletvekili kendisi olmuyor. Cumhurbaşkanı olmaması için de Gülün önünü açtılar. Gül’den seçime girmemesini istemek fazla fedakârlık olur. Erdoğan hapse girerse AK parti kalmaz.

Erdoğan kendisini garantiye alıyor. Diğerlerini hiç düşünmüyor. Bu partinin parçalanması için yeter sebeptir. Bir şey olabilir. Partide yer alan çok güçlü bir kadro vardır. Beşir Atalay, Bülent Arınç, Vecdi Gönlüm, Abdulkerim Aksu, Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin. Ben bunları tanıyorum. Bunların her biri başbakanlık yapma gücünde insanlardır. Erdoğan’ı devre dışı ederek AK partiyi parçalamayacaklarını ümit ederim.

Numan Bey başbakanlık yapacak kapasitede biri değildir. Numan kendi, kararları ile hareket etmemektedir. Erbakan ona çok büyük imkân sağladı. Parti başkanı yaptı. Erbakan yaşlı bir er ya da geç ayrılıp gidecekti. Sabredip hiçbir şey yapmasaydı, şimdi partinin başında o olacaktı ve AK Partinin alternatifi o olacaktı. Numan çocukların bile yapmayacağı bir tutuma girdi. Erbakan ailesine cephe aldı. Yetmedi partinin kodamanlarına da cephe aldı. Yani hasımlarını birleştirdi. Böylece elindeki imkânı beceriksizliğinden dolayı kaybetti. Has partiyi kurdu. onun bunun aklıyla. Şimdi de AK Partiye çağırıp yok etmek istiyorlar. Numan Bey çok iyi insandır. İyi insan, iyi şofördür demek değildir. Benim için siyasette Erbakan’dan sonra desteklediğim kişi Erdoğan’dır. Ne yazık ki ikisi de uçuruma doğru gidiyorlar. Bizimle görüşmüyorlar.  

 

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
22.07.2012
07:21

Ergun Yıldırım

ergun.yildirim@yenisafak.com.tr

22 Temmuz 2012 Pazar

İmam Hatipler yeniden dirilirken

Nurettin Topçu, Celaleddin Ökten ve Mahir İz. Üç dava adamı, üç eğitim fedaisi ve üç İHL fikriyatının öncüsü. Bu şahsiyetlerin fikirlerinde, mücadelelerinde ve hayatlarında eğitim bir davadır. Türkiye'yi kendi tarihsel ve kültürel varlığından uzaklaştıran ameliyelerin gerçekleştiği bir dönemde yeni nesilleri yetiştirecek, gelenekle modernliği buluşturacak ve imanla bilimi uzlaştıracak, kendi kökleriyle geleceğe koşacak bir nesil... Toplumun içinden geçtiği yozlaşmayı ve bunalımı yeni bir nesil ve yeni bir gelecek tasavvuruyla kurtaracak davadır eğitim. Yarınki Türkiye, eğitim davasıyla kurulacak. Bu nedenle okulların açılmasında, müfredatlarını oluşturulmasında ve eğitim düşüncesinin üretilmesinde büyük hamlelerde bulundular. Üç şahsiyetin biyografisinde bununla karşılaşırız. Müslümanlığı modernliğin katı ve hegemonya imtihanından geçerken buldukları çözüm buydu. Üç şahsiyetin mücadele ve fikriyatları İHL'nin oluşması ve yapılandırılması üzerinde birleşir. Onların hikayesi, İHL'linin anlam dünyasını okumak açısından büyük bir değer taşıyor. Cumhuriyet ideolojisinin ön gördüğü seküler modernlik projesiyle 1924 yılında açılan İHL'nin, kısa süre sonra yeni sekülerlik stratejileriyle beraber hayatiyetlerine son verildi. Ancak belli bir dindışı toplum tasavvurunun pratikliklerinden sonra yeniden bir arayış ortaya çıktı. Seküler projenin tasarımı teknik, indirgemeci, resmi ve devletin hizmetine (laisist devlet anlayışına) kendini adamış bir din eğitimi kurumu oluşturmaktı. Ancak halkın İmam Hatipler algısı ve inançlıların taleplerini temsil eden Topçu, İz ve Ökten'in fikriyatı ise bambaşkaydı. Onlar inkılap kanunlarıyla perişan hale getirilen toplumu kurtaracak nesillerin yeniden yetişmesi peşindeydiler. Bu arayışları dindar halkta da büyük bir kabul gördü. Merkezi politik irade seküler ve resmi bir din anlayışı geliştirme peşindeyken, halk ise İslam'ı öğrenecek ve modern dünyada da söz sahibi olacak çocuklarını yetiştirmek istiyordu. İnançlı ve eğitim davasının gönüllü münevverlerinin arayışı, milletin bu talepleriyle bütünleşti. İmam Hatip Liseleri, yüzyıllık mektep ve medrese kavgasını sona erdirip mektebin hegemonyasına karşı direnerek ve medreseyi de taklit etmeyerek yeni bir yol olma çabası olarak oluştu. Millet yurtlar, okullar ve dernekler inşa etmek için ruhuyla, gönlüyle ve dünyasıyla çalıştı. İslami eğitim için Anadolu, iman etrafında yeniden seferber oldu. Sonuçta, İmam Hatipler çığ gibi büyüdü. Hem bir fikriyatın hem bir neslin hem de bir davanın sözü haline geldi zamanla. İmam Hatip Liselerinin içinden sökün ettiği sosyoloji, Müslümanlığın mağduriyeti, cehalete mahkumiyet durumu ve imanın bilgiyle yeniden var oluşun modern zamanlara uzanmasıdır. Sağ ve sol ideolojiler adına memleket gençlerinin bir birini katlettiği zamanlarda, İmam Hatipliler çoğaldı sukunetle. Barışın, sukunetin, okumanın ve yetişmenin yuvaları oldular. Hizmet söylemi, yeniden bu okullarda bütün görkemliliğiyle ortaya çıktı. Öğretmenler hem derslere koştular hem de yurt ve okul binalarının yapımında harç taşıdılar. Öğrenciler hem derslerine katıldılar hem de memleketin varlığına karşı bir sorumluluk bilinci edindiler. Toplumsal çevrenin geniş ilim, İslam ve irfan talebini bu okullar karşılamaya başladı. Köylerinden kentlere gelerek okuma şansını, sosyalleşme ortamını ve toplumsal varlıkta söz sahibi olma yolunu burada buldular. Bu nedenle İmam Hatip Okulları, çevrenin merkeze taşınmasına ve merkeze karşı varlığını göstermesine büyük imkanlar oluşturdu. 28 Şubat'ın en büyük müdahalesinin İmam Hatiplilere karşı olmasının anlamı da budur. Alt ve orta toplumsal katmanları oluşturan çevre, merkezi kuşatıyordu ve kendi kimliğiyle var olma talebinde bulunuyordu. İmam Hatipliler bunun en önemli dinsel dinamizmlerinden biriydi. Toplumsal çevrenin gençleri, bu okullar vasıtasıyla modern meslek erbapları haline gelerek merkezin statülerini, prestijlerini, sermaye ve kültürünü paylaşmaya çağırıyordu. Merkez, çevre tarafından muhasara altına alındığı zehabına kapılarak bunu aşmak için darbe yoluna başvurdu. Sosyolojiye körlük, 28 Şubat aklının en büyük zaafıdır. Nitekim engellenen, kapatılan, üniversitelerde ve bürokraside tasfiye edilen İmam Hatipliler oldu. İmam Hatipliler Dosto'nun Suç ve Ceza'daki Jean Valjan'a dönüştüler. Her yerde gözetlenen, fişlenen, tasfiye edilen ve kara lekeye dönüşen bir nesil haline getirildiler ( Bu satırların yazarı, bunların çoğunu yaşadı!). İmam Hatip binaları ve yurtları içi boş hayalet mekanlarına döndü. Kasabalara kadar yayılan bu eğitim yuvaları, bir darbeyle birlikte yok edilecek düzeye getirildi. Kaderin ve tarihin ironisine bakın! 28 Şubat'ın İmam Hatipler tasfiye hareketini yaran yine bir İmam Hatipli oldu! 28 Şubat'ın varlığına kastettiği kuşak, kendini yine kendi içinden çıkardığı bir liderle kurtardı! Müslümanlığın bütün meşreplerini içinde taşıyarak bir din eğitimi modelini pratize etti İmam Hatipliler. Her tarikat, her cemaat ve her partiden insanlar yetişti. Müslümanlığın gökkuşağından insanlar katıldı Yarınki Türkiye'ye. Müslümanlığın birey kimliğiyle varlık kazanarak topluma katılmasına imkan verdi. Sanki Necip Fazıl'ın sürüler karşısında tek başına durabilen Büyük Doğu hareketinin güçlü birey varlığına seslenmişti. Ya da Sezai Karakoç'un diriliş nesline... 28 Şubat tasfiyesine uğrayan bu dava, bu hareket, bu yol şimdi yeniden iade-i itibar kazanıyor.

Reşat Nuri Erol
22.07.2012
07:26

Hayrettin Karaman

hkaraman@yenisafak.com.tr

22 Temmuz 2012 Pazar

Bir medrese bir medeniyet

Uluslararası Sarayova Üniversitesi yaptığımız aile sempozyumunun ev sahibi idi. Kuruluş ve işleyişinde ülkemizin önemli katkıları olan bu üniversite merhum Aliya'nın bir rüyası, bir vasiyetidir. Merhum Prof. Dr. Sabahaddin Zaim'in, U.S. Üniversitesi'nin kurucu rektörü olarak 2003-2004 yıllarında görev yapmış olması bu noktada hatırlanmalıdır.. Bosna'da İslam Medeniyeti'ni ihya edecek ilim, düşünce ve ahlak adamlarını yetiştirmesi beklenen üniversitenin önemli probemlerinden biri öğrenci kaynağıdır. Değerli, gayretli ve dertli rektör yardımcısının verdiği bilgiye göre öğrenci kaynağı halihazırdaki kozmopolit durumunu devam ettirirse üniversitenin misyonunu ifa etmesi muhal gibidir. Tito devrinden beri bu ülke Slavlaştırılmak istenmiş, İslam'ın izlerini yok etmek için tedbirler alınmış ve bu meyanda Müslüman kızların Sırp ve Hırvat erkeklerle evlendirilmesi ideolojik bir politika olarak benimsenmiştir. Savaştan önce Zagrep'te düzenlenen bir sempozyuma katılmıştım. Zagrep'teki büyük caminin altında bir kafeterya ve burada, loş ortamda oturup sevgili gibi davranan genç çiftler görmüştük. "Caminin altında bunların ne işi var" şeklindeki muhtemel sorumuza imam şu cevabı vermişti: 'Kızlarımızın, Müslüman delikanlılarla buluşup tanışacağı başka bir ortam yok, Sırp ve Hırvatlarla evleniyor, din ve medeniyet değiştiriyorlardı. Böyle olmaktansa buraya gelsinler, Müslüman gençler olarak tanışsınlar, konuşsunlar, çay kahve içsinler ve birbirleriye evlensinler' istedik". Bosna şehirlerinin ve özellikle Sarayova'nın sokaklarında dolaşırken görülen manzara (çıplaklık, davranışlar, hayat tarzı...) buralarda Müslümanlığın çok aşındığını, hayat ile büyük ölçüde alakasını kestiğini gösteriyor. "Savaş aklımızı başımıza getirmeseydi Müslüman geleceğimizden ümit kesmek üzereydik" diyen Bosnalılar var. Peki yeniden diriliş için ne yapılmalı? Bu sorunun cevapları içinde önemli yeri olan birisi de eğitim ve öğretimdir. Hem U.S. Üniversitesi'ni misyonuna yöneltmek hem de Bosna'da "yeniden İslam'a" hareketini başarılı kılmak için okullar açmak, mevcutları içinde maksada uygun olanları desteklemek gerekiyor. Uygun kaynak ihtiyacını en uygun bir şekilde karşılayacağı anlaşılan orta öğretim kurumu, bu ülkede birkaç asırdan beri devam eden "medreseler"dir. Medrese bizim medeniyetimizin okuludur. Türkiye'de kendini derleyip toparlamak ve asrın ihtiyacına cevap verecek ıslahatı gerçekleştirmek üzere iken kapatılmış olan bu kurumların birkaç güzel örneği Bosna'da devam ediyor. Biz Bosna-Hersek'in Travnik kentindeki tarihi Elçi İbrahim Paşa Medresesi'ni ziyaret ettik. Değerli müdüründen medrese hakkında bilgi aldık. Medeniyetimizin izlerini taşıyan binası, Osmanlı zamanındaki yol sebebiyle yıkılınca Avusturya devleti tarafından inşa edilmiş. Okulda hem kız hem de erkek öğrenci var; ayrı sınıflarda okuyorlar. Yakın zamanlara kadar derslerin yarısı Arapça ve İslam ilimleri, diğer yarısı ise fen ve kültür dersleri imiş (şimdi birincisi yüzde otuza indirilmiş), buradan mezun olan gençler lise mezunu sayılıyorlar, Arapça ve İngilizce'yi anlayıp konuşuyorlarmış. Ülkede beş altı tane böyle medrese varmış. İşte bunlar çoğaldığında ve Uluslarası İslam Üniversitesi'nin hakim öğrenci kaynağını teşkil ettiğinde Aliya'nın rüyası gerçekleşecektir. Bize iki vazife düşüyor: 1. Bu medreselere yardımda bulunmak. 2. U.S. Üniversitesi paralı olduğu için medrese mezunu öğrencilere burs vererek üniversiteye girmelerini sağlamak.

Reşat Nuri Erol
22.07.2012
07:40

Mümtaz'er Türköne Davutoğlu haklı çıkarsa?

Suriye'deki gelişmeler Davutoğlu'nu haklı çıkartacak istikamette ilerliyor. Bugüne kadar çok ağır eleştirilere muhatap olan Hariciye Bakanımız sürekli, bir anlık fotoğrafa değil sonuca bakmamız gerektiğini tekrarlamıştı. Dış politika, oltayı atıp takılacak balığı beklemeye benzemiyor. Tarih bizi de içine alıp yanı başımızda süratle akıyor. Ringe çıkıp birkaç kişiyle aynı anda dövüşüyorsunuz. "Teker teker gelin" diyemezsiniz. Rakiplerinizi azaltacak, yanınızdakileri çoğaltacak ve seyredenlere, yani uluslararası camiaya da "haklıydı" dedirteceksiniz. Sözünüz geçecek, hükmünüz yürüyecek. Davutoğlu'nun aimar ettiği diplomasinin yeteri kadar anlaşılamamasının sebeplerine eğilmemiz lazım. Türkiye, tarihinde olmadığı kadar atak bir diplomasi yürütüyor. Uzmanları bu tarz diplomasi için proaktif politika tabirini kullanıyorlar. Gelişmelerle veya darbelerle savrulmak yerine ön almak, belirlemek ve yön vermek. Somut sonuçlarından biri, Türkiye 70 ülke ile vizeleri kaldırdı. Türkiye'nin Suriye politikasını eleştirenler, ABD'nin rolünü tartışabilir. Gelişmeleri belirleyen Türkiye mi, yoksa ABD mi? Kim kimi ikna etmeye çabalıyor. Kavgada yumruk sayılmaz. Sonu nakavtla bitecek bir maçta, ringdeki yumrukları saymanın laf üretmek dışında bir anlamı yok. Türkiye on yıldır Davutoğlu ile alışılmamış bir diplomasi yürütüyor. "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözüne sorgusuz sualsiz takılanların statükoya meydan okuyan bu diplomasiyi kavramaları çok zor. Kavramak için önce şu meşhur sözün ipliğini pazara çıkartmak lazım. "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözü ne genç Cumhuriyet'in ne de Atatürk'ün dış politikasını yansıtır. Bu söz iki savaş arasındaki dönemde Milletler Cemiyeti'nin (Cemiyet-i Akvam) dayandığı temel prensiptir. Milletler Cemiyeti, ülkelerin iç sorunlarını "self-determinasyon" prensibine uyarak, yani her milletin kendi kaderini tayin hakkını tanıyarak çözersek, dünyaya da barış gelir mantığına dayanmaktaydı. I. Dünya Savaşı'nın da bu ilke çiğnendiği için çıktığı iddia ediliyordu. Bu sözü ezberden tekrarlayanların anlaması için vurgulayalım. Ülkelerin kendi sınırları içinde çatışmaları önlemeleri, dünyada barışı tesis etmenin ön şartıdır. Bu ön şartı garantiye almanın yegâne yolu ise self determinasyon hakkını tanımaktır. Milletlerin hapishanesi olarak görülen imparatorlukların sona ermesi ve her milletin de kendi devletine sahip olması gerekmektedir. Wilson'a ait olan ve Milletler Cemiyeti'nin varlık sebebini oluşturan bu formül, dünya ile uyumlu olmak adına Atatürk tarafından tekrarlanmakta ve söylendiği zaman da, Osmanlı'nın imparatorluk mirasını reddetmek anlamı taşımaktadır. "Biz bir millî devletiz, imparatorluk değiliz ve dünya ile uyumluyuz." demiş olmaktadır. Atatürkçülüğün neden çağdışı bir ideoloji olduğuna, bu sözü bir delil olarak alabilirsiniz. Soğuk Savaş öncesine, iki dünya savaşı arası döneme yani artık sadece tarihe ait olan ve bugün hiçbir anlamı ve karşılığı kalmamış bir paradigmayı alıp çok önemli bir söz eder gibi tekrarlarsanız, diplomasi üretemezsiniz. Davutoğlu'nun diplomasisi önce iç politika ile dış politika arasındaki farkı ortadan kaldırdı. Suriye, Irak, Lübnan, Mısır artık bizim duygusal dünyamızın bir parçası. Dışarıda olup bitenlerin bir iç politika mevzusu gibi bu kadar yoğun ve ateşli tartışıldığı bir dönem hatırlıyor musunuz? Üstelik bu duygusal alışveriş karşılıklı. Bölge halkları, Türkiye'yi bir başarı hikâyesinin laboratuvarı olarak kullanıyorlar. Türkiye'nin bugün takip ettiği diplomasi, sadece diplomatik araçların Osmanlı'nın makus talihini yendiği Tanzimat dönemine benziyor. Bu döneme damgasını vuran başta Büyük Reşid Paşa olmak üzere, Âli ve Fuad paşaları hatırlamamız lâzım. Belki biraz da Sultan Abdülhamit'in sabırla, dikkatle ve yoğun bir mesai ile ördüğü ve izlediği dünya politikasına. Suriye'de Esed rejimini, kaçınılmaz bir son bekliyor. Esed rejimi çöktüğü zaman, Davutoğlu'nu eleştirenler kavgada saydıkları yumrukların hesabını nasıl verecekler?

Reşat Nuri Erol
22.07.2012
07:45

Ahmet Selim Sosyolojik şartlar ve siyaset

Partilerin toplumsal karşılıklarıyla ilgili sosyolojik analizler pek yapılmıyor. "Bu CHP ne olacak?" diye tartışılırken, onun bu haliyle de % 20'nin üzerinde oy aldığını düşünmek lazım. Aynı şey farklı yönden MHP için de geçerli. MHP geçmişte % 10'un altında oy alırdı, bugün % 20'ye yakın bir yerlere gelebiliyor. AK Parti seçmeni de homojen bir yapı değil; bir çeşit sosyal koalisyon. Yani sadece siyasî partilerin siyasî temsil yansımalarına bakılarak bazı meselelerin analizi yapılamaz. 1987 seçimlerinde Refah Partisi % 7,16 oy almıştı. MÇP'nin oyu % 2,93'tü... 1969 seçimlerinde MHP % 3,03'tü... 1973'te MSP % 11, MHP % 3,38'di... Yani mevcut durum çekirdek oylarla izah edilemez. Özellikle MHP ve AK Parti açısından bunun özel bir sosyolojik önemi vardır. Yarınlar için projeksiyonlar yapılırken bu durumun dikkate alınmasında yarar vardır. Daha açık söylemek gerekirse MHP'deki ve AK Parti'deki oyların önemli bir kısmı, dünkü merkez sağ seçmenin oylarıdır. Bunu düşünüp her iki parti liderinin de daha itidalli olması gerektiği söylenebilir. Özeleştiri geleneği olmadığı için, bu nokta ihmale uğrarsa ileride önemli problemler çıkabilir. Ben CHP için önemli bir problem görmüyorum. % 20 ile % 30 arasında gezinir, en iyi şartlarda da % 30'u birkaç puan geçer. Ecevit'in % 41'i, bir ütopya rüzgârıydı ve zaten bir yıl devam edemedi. 1979'da yahut 1980'de seçim yapılsaydı, % 41'in yerinde yeller estiğini göreceklerdi. Turan Güneş "seçimi kabul etmeyelim, kaybederiz!" itirafında da bulunmuştur zaten. Bu dünya şartlarında yeni bir sol ütopya oluşturulamayacağı için o % 41, bugün hiçbir gösterge değeri taşımaz. Sağa kayayım derse o % 20-30'luk tabanı da kaybeder. Ani değişim boş iştir. Belirsiz toplumsal siyasî faktör sadece BDP'nin tabanının ne olacağı ile ilgilidir ve bu durumu AK Parti'nin performansı geniş ölçüde etkileyebilecektir. BDP'nin ve PKK'nın hem zoraki hem "geçici psikolojik" etkilerini silmek, demokratik kardeşlik özünü yeniden canlandırmak ve yaymak AK Parti'nin bir siyasî misyonu olabilir ancak. Bu amaçla, AK Parti'nin "PKK eşliğinde çözüm" dayatmasına karşı çıkıp PKK'yı etki alanının dışına iterek çözüm araması doğru bir tercihtir. Bu AK Parti'nin yapısal şartlarının da küllî toplum taleplerinin de gereğidir. Ütopyalarla gerçekler arasındaki sınırı çizemeyen uçuk arayışlar, sadece yeni dertler getirir. Türkiye'nin "tarihî-sosyolojik-manevî-siyasî..." yapısına ait temel özellikler bir tarafa bırakılarak, hiçbir ciddi meselemiz ciddi çözümlere kavuşturulamaz. Dış odakların da üflediği konjonktürel dalgalanmalar kimseyi yanıltmamalıdır. Her ülke kendi değişimin kendi yapısallığının bazı verilerine göre yaşar. AK Parti iktidarı, demokratik hayatımızdaki hiçbir iktidarın karşılaşmadığı kadar ağır bir yükün altında. Birçok zor dengelerin hepsini ince dikkatlerle gözetmek durumunda. "Tek başına iktidarsın, istediğini yaparsın" tavrı, yanlış ve haksız bir yaklaşım tarzıdır. BDP cenâhından çeşitli vesilelerle yapılan açıklamalarda şöyle bir talep algısı çıkıyor: "Bir özerk bölge kabul edilsin, terörü yönetenler ve uzantıları terörden vazgeçip o özerk bölgenin yönetimine gelsin." (Tabii, bir genel af da bu iş için ilan edilsin) Şimdi bu talep kabul edilebilir bir şey midir? AK Parti farz-ı mûhal istese de böyle bir talebi kabul edebilir mi? Edemez. AK Parti'nin dediği şu: "Terör bitsin, silahlar bırakılsın, demokratikleşme tedbirlerini oturup konuşalım." Başka türlüsünü diyemez ki. AK Parti kendi tabanını ve bütün toplumu dikkate almak durumunda olan bir siyasî parti. Bazı gerçekleri önce aydınlar görmeli ve seslendirmeli ki Batı da bizden doğru izlenimler edinsin ve bizi gayr-i mümkünlere zorlamasın. İnşaallah bir yolu bulunur, ama ben yeni anayasa uzlaşması konusunda iyimser olamıyorum. Siyasi yapı ile sosyolojik yapı arasındaki ilişkilerin yeterince gözetilmediği kanaatindeyim. Siyasi partiler her şeyi yapamaz ve bunu bilirlerse bu bilinçte olurlarsa yapabileceklerini daha iyi yaparlar.

Reşat Nuri Erol
22.07.2012
10:26

Tayyip Bey ustalığını kullandı' 22/07/2012 2:00 Numan Kurtulmuş AK Parti'ye geçti, HAS Parti'nin akıbeti muamma. 'Yol arkadaşı' Mehmet Bekâroğlu'yla 'Müslüman sol'u konuştuk. PINAR ÖĞÜN Son dönemde Halkın Sesi Partisi’nde (HAS Parti) yaşananlar üzerine bir dolu siyasi analiz yapılabilir. Ama siz nasıl hissediyorsunuz onu merak ediyorum. Ben de yokladım kendimi, neler oluyor diye. Şaşkınım diyemem. İşaretleri vardı çünkü. Ama tabii insan burukluk hissediyor. Yoruldum mu diye soruyorum kendime. Ama netim, ne olduğunu çok rahat bir biçimde tanımlayabiliyorum. Sizin bu ilk de değil. Ertuğrul Günay ’la da benzer bir durumu yaşamıştınız. Özeleştiri yaptınız mı? Belki siz iyi tahlil edemiyorsunuz. Belki baştan yollar ayrı. Doğru, eleştirdim. Belki de herkesten özür dilemem lazım. Doğru, yol arkadaşı konusunda daha dikkatli olmam gerekiyor. Ama aldatma şeklinde bakacaksak, ben aldatılan olmayı tercih ederim. Arkadaşım Ertuğrul Günay ’ın yakın zamanda yaşadığı iki olaya bakınca acınacak durumda olan ben değilim. AK Parti , HAS parti çerçevesinde söylediklerinde ısrarcı bir Numan Kurtulmuş istemez. Ama bambaşka bir insana da dönüşmez herhalde. Öyle düşünüyor insan. Kurtulmuş, AK Parti ’de bir tür değişime yol açabilir mi? “Bu yanlıştır, doğrusunu yapacağım” diyorsanız, bu emeğinizle kaza kaza gideceğiniz bir yoldur. Arkadaşım kusura bakmasın, birinin himmetiyle bir yere gelecek, orada bugüne kadarki düşüncelerini uygulayacak, olabilir mi? Güzel şeyler yapsın ben de isterim ama mantıklı değil. Yapacağı duble yolla da ben ilgilenmiyorum. Ben geçim korkusuyla, kula kullukla, yardım kuyruklarıyla ilgiliyim. ‘Müslüman sol’ diye özetleyebileceğimiz siyaset, entelektüel bir arayışı aşabilir mi? Bunun tabanı var mı Türkiye ’de? Bizimki entelektüel bir hareket değil, teori falan çalışmıyoruz. Şimdilik öyle görünüyor olabilir. Bu Müslüman bir toplum ve bu toplumda hak, adalet, özgürlük arayışının tutması gerekiyor. Fakat din hep başka şeylerin aracı olarak kullanılmış. Sol da bu ülkeye hak, hukuk arayışı üzerinden değil, tuhaf biçimde yaşam tarzı üzerinden gelmiş. Bu iki tarafta bir tarihsel hata var. Bütün bu haksızlıklar, eşitsizlikler, taşeronlaşmalar bir Müslüman tarafından nasıl izah edilebilir? Biz edilemez diyoruz. Müslümanlığın içinde zaten olan bu arayışı örgütleyelim istiyoruz. Anlatacaksınız, insanlar dinleyecek. Bir nokta var, oraya kadar mücadele edeceksiniz. Karşılığını sonra görürsünüz. İnsanlar bizi anlamıyor, toplumda karşılığı yok gibi fikirlere inanmıyorum. Peki HAS Parti o söz ettiğiniz noktaya geliyor muydu? Ne kadar uzağındaydı ya da? HAS Parti ilk amacına ulaşmıştı. İktidar bizden rahatsız oluyordu, bu kesin. Tayyip Bey hep bu toplumu kimlikler, yaşam tarzları üzerinden bölerek iktidarını kurdu. Vesayet sistemini, 28 Şubat’ı gösterdi. Millet vasayetçilerin karşısında kimi görürse ona rey verdi, bu doğal ve alkışlanacak bir reflekstir. Fakat bunun sonuna gelindi. Tayyip Bey kendisi merkez oldu, devlet oldu. Daha da önemlisi Anadolu ’dan hak talebiyle yürüyen, içinde dindarlığın, Müslümanlığın olduğu dalga, hükümet oldu, şu oldu, bu oldu ve firavunlaştı, Karunlaştı. Mahalle bu şekilde bölünmeye başladı. Bizimkiler falan ama aşağıda 800 lira maaşla geçinen biri için nereye kadar ‘bizimkiler’? Aşağısı homurdanıyor, hissediyorum, değiyorum o insanlara. Dayanabilseydik, örgütleyebilseydik anlam kazanacaktı o homurdanma. İktidara endeksli bir iş yapmıyoruz ki. Yavaş yavaş olacaktı. Önemli bir eşiğe gelmişken, Tayyip Bey ustalığını kullandı. Hem vicdanını rahatsız eden bir odağı ortadan kaldırdı. Hem de oradan önemli bir aktörü bünyesine kattı. En büyük yarayı alacağı yerdi; yumuşak karnını geçmişiyle temiz, toplumun tanıdığı bir insanla telafi etmek istedi böyle. Aşağıda görünmeyen bir homurdanmadan söz ediyorsunuz. Bir de ilginç geldiğinden herhalde, daha da görünür kılınan çoğu genç bir Müslüman kitlenin muhalefeti var. Mülkiyetin paylaşımı üzerinden konuşan, antikapitalizmden söz eden Müslüman kitle. Mesela onlar Erdoğan’ın bu ustaca oyununa gelir mi? O gençlere ne yapıyorlar, “Bunlar marjinal”… Egemenlerin klasik yöntemidir. Tayyip Bey hep der ya “Bunlar ideolojik gruplar…” Bu kitlenin susacağı yok. Bakın, okumuş bir grup gençle Taksim’e çıkabilirsiniz. Güzel bir şeydir, rahatsız da eder. Ama bunu fabrikada çalışanlarla, tezgahtârlarla, tarladakilerle, cami cemaatiyle buluşturmanız lazım. Belki bunu bir süre ertelediler ama ok yaydan çıkmıştır. Cemaat, Milli Görüş kavgaları olacaktır ama bunlar iktidar kavgası. Esas kavga bu yarılmadan kopacak. ‘Sınıf’ deyince, solcusunuz diye marjinalize ediyorlar. Ama bunu mevcut klasik sol örgütleyemez. HAS Parti yapabilirdi. Maceraya atılacak değiliz, ama ne yapabileceğimize de bakacağız. Siyasi hareket olarak devam edeceğiz kaç kişiysek. ‘Küçük dilimi yutuyorum’ Saadet Partisi’nden sonra hemen parti kurulmasına karşıydım. İmkânlarımız, takatimiz buna el vermiyordu. İnsanlara derdimizi anlatalım, sonra parti kuralım istedim. Milli Görüş’ten gelenler kafalarını çok iktidara endeksli kurmuşlar. Azınlıkta kaldık. Seçimden sonra konuştuk. Demek buna şimdi ihtiyaç yokmuş, parti öncesi durumumuza dönelim, tabana inelim dedik. Fakat Numan Bey ve bazı arkadaşların psikolojisi “Bu iş olmuyor”du. Böyle bir paniğe kapıldılar ve Sayın Kurtulmuş’u seçimden sonra motive edemedik. Daha evvel iktidara gidemeyenler için son trendi bu. Beni çok rahatsız eden şeyler yaşandı. Mesela parti kurulmuş, adam sonra bir daha hiç gelmemiş. Olmuyor diye düşünmüş yahut şu makama gelemedi diye uğramamış. Küçük dilimi yutuyorum, o insan şimdi “Bu gidiş çok iyi” diye çıkıyor ortaya. “Tek başınıza olmaz, ekibinizle gitmeniz lazım” diyor. “Beni de götür” diyor yani. Sen nereden ekipsin? Geçen toplantıya gelmiş, ev sahibi gibi. İnsan utanıyor. İsim vermem, bir profesör kendisi. ‘Belki başbakan olur ama...’ Biz parti programı değil, manifesto yazdık. Numan Bey arkadaşımdır ama onun dışında bir ilke olarak orada kapılar arkasında hiçbir şey yapmayacağımızı söylemişiz. Bu, Numan Kurtulmuş’u benim nezdimde, yaptığımız siyaset anlamında Numan Kurtulmuş olmaktan çıkardı. Programımızda ‘itiraz ediyoruz’ dediğimiz şeyler yaşandı. Numan Kurtulmuş, demokrasiyi bir iktidar oyunu, arkadaşlarını, partisini bir araç olarak gören biri oldu. Belki başbakan olacak ama benim gözümde bunu oldu. Tamam, büyük oylar almış bir parti değildik ama oy oranından fazla etkisi olan bir partiydi. Önemli olan, “Hırsız Müslüman istemiyoruz” deyince karşı tarafı rahatsız eden, bir kesimin sığınacağı yerdi. Bu umudun ötelenmesi büyük bir vebal. Şimdi ne yapacaksın, Türkiye ’yi mi kurtaracaksın, beş misli duble yol mu yapacaksın?

Reşat Nuri Erol
23.07.2012
08:43

Abdülkadir Selvi abdulkadirselvi@gmail.com

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Başbakan'ı düşündüren

Başbakan koltuğa yaslandıktan sonra muhatabına dönüp, "Benden sonra bu parti nasıl devam edecek?" diye soruyor. Misafirini bir süre süzdükten sonra, "Ben bunun endişesi içindeyim" diye ilave ediyor. Pür dikkat Başbakan'ı dinleyen konuğu bir şeyler söylemek istiyor ama Tayyip Bey'in söyleyecekleri var. "Mesut Yılmaz'ın Özal'a, bizim değerlerimizin adamı Akbulut'un yine Özal'a yaptıkları ortada" diyor. Başbakan'ın, Numan Kurtulmuş olayı dahil son hamlelerini, "Cumhurbaşkanlığı" ekseninde değerlendirmek, bu açıdan eksik olur. Erdoğan'ı asıl düşündüren kendi kişisel ikbali değil, AK Parti'nin geleceği. Deneyimli bir siyasetçi olan misafiri Başbakan'a şu karşılığı veriyor: "Sizden sonra partinin başına kardeşiniz Mustafa'yı da geçirseniz sultanın generalleri bu kavgayı yapar. Onun için partiyi kurumsallaştırmanız, yenilemeniz lazım" Başbakan da aynı kanaatte. Değişim içinde yenileşme. Siyasette en eksik kavramının inovasyon olduğunu anlatıyor ama çok gerekli olduğunun altını çiziyor. Zaten kafasında da partisini yenileştirirken, değiştirme projesi yatıyor. Başbakan Eskişehir kongresinde, partide hücre yenilenmesine ihtiyaç olduğunu söylemişti. Siyaset kulvarında birlikte yürümek istediği misafirine, "Sizinle beraber siyaset yapmak istiyoruz" diyor. Deneyimli ve umut vaat eden bir politikacı olan muhatabı şu karşılığı veriyor: "Çok teşekkür ederim. Sizinle beraber siyaset yapmasak da şunu ifade etmek isterim. Siz 10 yılda çok önemli işler yaptınız. Tarihi işlere imza attınız. Özal gibi vefat ettikten sonra değil, başarılarınızı yaşarken takdir etmek gerekir." Başbakan Erdoğan yukarıdaki, "Benden sonra bu parti nasıl devam edecek? Ben bunun endişesi içindeyim" sözünü bu cümleden sonra söylüyor. Başbakan Erdoğan'ın HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş'a yaptığı, "Bütünleşme" çağrısından sonra önemli gelişmeler yaşanıyor. Sürecin zarar görmemesi için konuşmama kararı alındığı için gelişmeler kamuoyuna pek yansımıyor. Ama bu ay sonuna doğru Başbakan Erdoğan ile Numan Kurtulmuş ikinci kez biraraya gelecekler. Bu arada Başbakan partisinin MKYK'sını toplayıp, birleşme konusunda yetki alacak. İkinci buluşmada iki lider, teşkilatların ne olacağı sorusuna yanıt arayacaklar. AK Parti, kongrelerini tamamladı. Başbakan da ilk görüşmede, "Keşke 6 ay önce olsaydı bu iş. Kongreye sokar, teşkilatları birleştirirdik" diyor. Ardından, "Ama önümüzde yerel seçimler var. Arkadaşları önce orada değerlendiririz" diye ilave ediyor. Başbakan'ın bayramdan sonra da Süleyman Soylu'yu davet etmesi, Fatih Erbakan olayının da gündeme alınması bekleniyor. Başbakan Erdoğan'ın bu hamlelerini doğru okumak gerekiyor. Numan Kurtulmuş olayının kamuoyunda meydana getirdiği sinerji dahi, Başbakan'ın ilk hamlesinin ne denli isabetli olduğunu gösteriyor. Erdoğan büyük bir oyun kuruyor. Bunu 2014 tarihinde yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi ile izah etmeye kalkışmak, eksik olur. Onun da ötesinde bir proje. Türkiye'de yeni bir partinin ortaya çıkıp iktidara yürümesine müsait bir konjonktür yoktur. 1946'da tek parti zulmüne karşı çıkıp, "Yeter söz milletindir" diyen DP vardı. Karşısında ise hürriyetlere aç bir kitle vardı. 27 Mayıs DP'yi kapatıp, Menderes'i asınca, "Adalet" arayan demokrat kesim, çıkışı Adalet Partisi'nde buldu. Hakeza 12 Eylül darbesi, partileri kapatıp, eski politikacıları yasaklayınca, şartlar yeni bir partinin kuruluşuna müsait hale gelmişti. ANAP o şartlarda doğdu. Siyasette kesintilerin olduğu darbe dönemlerinin ya da uluslararası konjonktürde çok önemli bir gelişme meydana gelmesi durumunda, tarihi bir kırılma yaşanması halinde halk yeni bir parti arayışına giriyor. AK Parti'yi ortaya çıkaran ve umut haline getiren 28 Şubat ve onun devamı olan ekonomik ve siyasi kriz değil miydi? O şartlarda ortaya çıktı AK Parti ve tek başına iktidar oldu. Birileri hâlâ, eski alışkanlıkla yeni siyasi oluşum için bekliyor ama Türkiye normalleşiyor, bu durumda siyasetin de normalleşmesi gerekiyor. Yeni bir parti arayışı yok. Ancak AK Parti'yi bekleyen bir tehlike var. Kendini yenileyip, geliştirememek. Toplumun değişim ihtiyacına cevap veremeyen, yaşlılar partisi haline dönüşme. Üç dönem şartı bunun için gerekli. Ama yetmez. Bu değişim sürecinin kadrolarının ve dinamiklerinin doğru oluşturulması lazım. Değişimin manevi temellerinin sağlam, zeminin güçlü olması lazım. Başbakan, yüzüncü yaş gününü kutlamasını istediği AK Parti'nin kurucu lideri olarak tarihe geçmek istiyor. İngiltere'de İşçi Partisi, ABD'de Demokratik Parti ve Cumhuriyet Partisi gibi. Erdoğan'ın oyun planı bu. "Büyük oyun planı" içinde Numan Kurtulmuş önemli bir yer tutuyor.

Reşat Nuri Erol
24.07.2012
07:51

Mümtaz'er Türköne İslâmcılığa ne oldu?

Ali Bulaç'ın İslâmcılık üzerine peş peşe yazdığı üç yazı, uzun soluklu bir tartışmanın işaret fişeği gibi görünüyor. Peşinden bir kitap geleceğini de haber verdiğine göre, yeni bir merhaleye geçebiliriz. Mevzunun, imal-i fikr etme potansiyeli yüksek. Zira aklı erenlerin beynini kemiren, ama üstü kalın bir örtüyle kaplı varoluşsal bir meseleyi gün yüzüne çıkartma fırsatı veriyor. Necdet Subaşı Hoca'nın Açık Görüş'te yer alan bilgeliğin alacakaranlığında kaleme alınmış özgül ağırlığı yüksek yazısı, aynı sorunu ele almakla beraber Bulaç'ın açtığı yolda ilerlemiyor. Yine de İslamcılığın geçirdiği köklü değişime dair zengin hükümler barındırıyor. Subaşı, "Cumhuriyet İslâmcılığının rota ve içeriğinin yeniden biçimlendiğini" söylerken, çoğullaşmaya dikkat çekiyor ve İslâmcı potansiyelin ahlakî ve entelektüel olarak kayda değer bir etki ve sonuç hasıl edemediğini teslim ediyor. Mevzû derin ve çok yönlü. Türkiye'nin bugün geçirdiği değişimi anlamak için geniş bir görüş açısı veriyor. Türkiye değişti. "Kim değiştirdi?" sorusuna, mütevazı sınırlar içinde failler arıyorsak, ilk sırayı bir zamanlar kendilerini "İslâmcı" olarak tanımlayanlara vermemiz lâzım. Bugün sorsanız, çoğu yüzüne yayılan masum bir tebessümle gençlik yıllarına ait unuttuğu çocuksu şeylerden dem vuracaktır. Dünün keskin devlet karşıtları bugün devlet adına konuşuyorlar. "Devlet adına" lafı hafif kaldı; doğrudan "devlet olarak" konuşuyorlar. Kolay mı, koskoca devlet. İslâmcılar devleti değiştirdi mi? Devleti ele geçirdiler, ama devlet de onları değiştirdi. Hangisi daha çok değişti? Elbette İslâmcılar; değişmek ne kelime bambaşka bir boyuta taşındılar. İslâmcılık adına çantalarında siyasî bir projeleri var mı? Yok. Uygulayıp mı tükettiler? Hayır. Tamamıyla unuttular ve vazgeçtiler. Bu iş gömlek çıkartmaktan farklı. Gömlek çıkartmak, yelpazeyi geniş tutmak için siyasî bir tercihti. İslâmcılıktan vazgeçmek ise, demokrasi ile yola devam edebilmek için bir mecburiyetti. Tarih İslâmcılara bu şansı verdi. Galiba bu zengin ve sancılı geçmişten geride "İslâmcı" sıfatını şerefle taşımaya devam eden bir tek Ali Bulaç kaldı. İslâmcılık bir ideoloji. Bu söz tek başına İslâmcılığın temel ayırt edici özelliğini fark etmek için yeterli. İslâmcılık liberalizm, sosyalizm, Marksizm gibi bir ideoloji. İslâmcılık sistemini, diğer ideolojiler gibi bu dünyada kuruyor. Sadece bu sistemi kurarken İslâmiyet'i referans alıyor. Ali Bulaç'ın "her Müslüman bizzarure İslâmcıdır" hükmü, neden iki farklı sıfatın var olduğunu açıklamıyor. "Müslüman" sıfatı neden İslâmcılara yetmiyor? Çünkü din, modern dünyanın sorunları ve kurguları arasında bambaşka bir kalıba dökülüyor. Ortaya "hakikat" için diğer dinlerle değil dünyevî ideolojilerle savaşan bir "izm" çıkıyor. İslâmcılar hesabı ahirete bırakmak yerine cenneti bu dünyada kurmaya girişiyorlar. Nitekim, İslamcılığın bugünkü versiyonlarından "anti kapitalist İslâmcılar"ın pirinin, oruç hakkında verdiği fetva, bu dünyadaki zorlukları azaltma mantığına dayanıyor. Bulaç, İslâmcılığı lügatlere girecek sarahatle, "İslâm'ın ana kaynaklarından hareketle 'yeni' bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslâm birliğini hedefleyen entelektüel, ahlâkî, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası hareket" olarak tanımlıyor. Tanım sadece sarih değil, bir zamanların çok gürültülü tartışmalarını hatırlattığı için zihin tazeleyici. Evet bir zamanlar böyle bir misyon yüklenen İslâmcılar vardı. Özellikle 80'lerin sonunda ideolojik alanda hegemonik bir üstünlük bile sağlamışlardı. Peki şimdi neredeler? Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp politikacı yapıyorlar. Bu arada İslâmcılık politikada yukarılara tırmanmak için kullanılmış ve işi bitmiş bir uçan halı olarak, özenle çerçevelenip duvara asılıyor. Ali Bulaç, aksi görüşte ama müzeye kaldırılmış bir obje olarak yeterli saygıyı görüyor. Büyük Doğu dergisinin tıpkı basımları bir gazetemizin eki olarak elimize ulaşırken, saygıda kusur edildiğini söyleyebilir miyiz? İslâmcılık bir ideoloji olarak çöktü. Omuzlarındaki ağır iktidar yükü onu çökertti. Kendini yeniden bulması için önce iktidarla bağlarını koparması, sonra uzun süre muhalefette yeni projeler üretmesi lâzım. Subaşı'nın işaret ettiği gibi çoğulculukla irtibata geçti ve onun bir parçası haline geldi. Totalitarizmden otoriteryanizme kayan eleştiriler bile bu çöküşün işareti olarak görülmeli. Bu son cümle izaha muhtaç olduğu için devam edeceğiz.

Reşat Nuri Erol
26.07.2012
04:13

Mümtaz'er Türköne

İslâm ile Batı arasında sentezler geliştirme yeteneğine yakın bir örnek: Cumhuriyet tarihi boyunca baştan aşağı pozitivist muhakeme ve argümanlarla örülü iki ideolojik program üretildi. Bunlardan biri Kemalizm, diğeri ise Milli Görüş'ün Adil Düzen projesidir. İslâmcılığın mirası

İslâmcılık, tam bir buçuk asırlık bir ideoloji. Doğum tarihini 1860'lı yıllar, doğum yerini de İstanbul olarak gösteren, sağlam delillere dayalı bir doktora tezi var. Bu tez bana ait. 1991 yılında ilk yayımladığım tarihten bugüne kadar alternatif bir tarih önerisi ne Türkiye'de ne de dışarıda çıkmadı. İslamcılık var olanlara alternatif bir toplum ve siyaset projesi olarak İslâm dünyasında ideolojik yelpazede başat bir konum edindi. Vahyi esas alan ve modern dünyanın bütün sorularına ve sorunlarına müteal hakikate bağlı kalarak cevaplar-çözümler getiren bu ideoloji, İslâm toplumlarında hep ana siyasî gövdeyi oluşturdu. Hep ana gövdeyi oluşturmasına rağmen, 150 yıllık bütün tarihi boyunca bu ideoloji hep muhalif bir hareket olarak kaldı. Bu güçlü siyasî akım, sistematik olarak hep iktidarın uzağında tutuldu. İslâmcılık, -Abdülhamid dönemi de dâhil- hiçbir zaman devlet katında resmî bir koruma ve himaye görmedi. Bizim tarihî bir özgünlüğümüz var. İslâmcılık bizim dışımızdaki İslâm toplumlarında hep yabancı işgaline karşı bir direniş hareketi olarak yükseldi. Yabancı işgaline son vermek aslî mesele olunca, bu anti-emperyalist ideoloji bir cihat doktrinine indirgendi. Biz ise yabancı işgali altında değildik. Bir devletimiz vardı ve muhtemel bir yabancı boyunduruğunu engellemenin yegâne yolu, devleti daha güçlü ve mukavim hale getirmekti. Türk İslâmcılığının başından itibaren cihat doktrini yerine demokratik tezlerle uyuşan bir modernleşme projesi olarak gelişmesi bu gerekçeye dayanır. Toplumu modernleştirmek, Batı ile rekabet edebilmenin ön şartıydı. Devlet aynı şekilde modernleştirilecek ve güçlü İslâm-Batı sentezleri ile bir sel gibi gelen Batı karşısında aşılmaz setler oluşturulacaktı. Bizim dışımızdaki İslam toplumlarında şiddet yüklü cihat hareketlerinin, bizde ise ortak paydalar etrafında toplumu tahkim etmeye çalışan uzlaşmacı-uyumlu sentezlerin üretilmesi bu farklı tarihî tecrübelerin eseridir. O kadar ki, 1918'e kadar Osmanlı yönetiminde kalan Ortadoğu ülkelerinde Arap milliyetçiliğinin (Baas hareketi), daha erken tarihte Batı sömürgesi haline gelmiş ülkelerde ise İslâmcılık damarının daha güçlü kalması bile bu tarihsel tecrübe içinde anlam kazanır. İslâm ile Batı arasında sentezler geliştirme yeteneğine yakın bir örnek: Cumhuriyet tarihi boyunca baştan aşağı pozitivist muhakeme ve argümanlarla örülü iki ideolojik program üretildi. Bunlardan biri Kemalizm, diğeri ise Milli Görüş'ün Adil Düzen projesidir. Ama asıl refleks, her durumda çok esnek ve uzlaşmacı tutumlar geliştirme yeteneğidir. Türkiye İslâmcılığı, zaman zaman askerî vesayetin gadrine uğrasa da demokratik bir iklimde gelişti. Cemaat-i İslâmî'den, İhvan-ı Müslimîn'den, yani Mevdudî ve Kutup gibi dışarıda ana akımların önemli isimlerinden aktarılanlar "tecdid" için kullanıldı, ama siyasî projeler hep "millî" kaldı. İslâmcılığın zengin entelektüel ve toplumsal potansiyelini demokratik siyasete kanalize eden Millî Görüş'ün "millî" sıfatını seçmesi, bu yerliliğin işaretlerinden biridir. Soğuk Savaş'ın keskin ideolojik kamplaşmalarında İslâmcıların tereyağından kıl çeker gibi, yaygın şiddet ortamının dışında kalmayı tercih etmeleri de, bu güçlü tarihî tecrübe ile bağlantılıdır. İslâmcılığı güçlü kılan ana yapının; entelektüel donanım, fikrî orijinallik, teori zenginliği gibi nitelik göstergeleriyle hiçbir ilişkisi olmadı. İslâmcılık sadece, toplumsal muhalefetin temsilini hakkıyla üstlenme becerisi gösterdi. Bu beceri İslâmcılarla toplum arasındaki geniş ortak paydaya dayanır. Bu ortak payda ise soy İslâmcı akımlarda var olan keskinlik değil, dinî sembollerle kendini ifade eden sade dindarlıktır. Bütün kurgusunu muhalefete göre yapmış bir hareketin, iktidara gelmesi onun bütün savunma sisteminin çökmesi demektir. İslâm toplumlarının Müslüman kalarak modernleşmesi ve geri kalan dünya ile yan yana veya karşı karşıya var olabilmesi için üretilen İslâmcı ideoloji; kendisine yabancı bu dünyanın dizginlerini ele geçirince, yani iktidar olunca geriye toplumla ortak paydayı oluşturan dinî semboller ve dindarlık kalır. İdeoloji, artık işlevini tamamlamış ve emekliye ayrılmıştır. AK Parti'nin dindarane gündemlerinin tamamı -Çamlıca'ya cami, kürtaj, dindar nesiller yetiştirmek, kesintili eğitim- aynı zamanda İslâmcılığın buharlaşıp yok olmasının göstergeleri değil mi?

Reşat Nuri Erol
26.07.2012
04:20

Ali Bulaç Üçüncü nesil İslamcılar

Türkiye ve İran'da üçüncü nesil İslamcıların dönemi 21. yüzyılın ilk yıllarında başlar. Kesin tarih 1997'dir. Bu tarihte Türkiye'de 28 Şubat postmodern darbe, İran'da çapraz olarak Muhammed Hatemi cumhurbaşkanı oldu. Mısır'da üçüncü neslin sahneye çıkışı Tahrir Meydanı'dır. Modern tarihte Türkiye, İran ve Mısır arasındaki ana kırılmalar birkaç sene ara ile ama zamansal olarak paralel vuku bulur. "Referans çerçevesi, parametreler ve ana idealler" sabit olmak kaydıyla İslamcı yürüyüşte tarihsel ve toplumsal durumlara paralel değişimlerin yaşanması doğaldır, hatta olması gerekendir. Eğer bir hareket tarih içinde kendi kaynaklarına ve hedefine sadakat gösterip akıyorsa, kendi asli mecrasını, yani geleneğini koruyup değişiyor demektir. İslamcılığın tarihinde ikinci nesilden üçüncüsüne geçişin, kendi geleneği içinde kaynaklara ve hedefe tam sadakati gösterip göstermediği sorulmaya değer. Bu satırların yazarının da içinde aktığı mecrada hem şahit hem aktör olarak bir parçası olduğu ikinci nesil İslamcılar, kendilerini ciddi bir öz eleştiriye tabi tutabilselerdi şu zaaf noktalarının üçüncü nesle miras olarak devredilmemesi gerektiğini de tespit edebilirlerdi: 1) İkinci nesil İslamcılar, birinci nesilden "gelenek düşmanlığı"nı kötü bir miras olarak devralmışlardı. Kendini tarih içinde köklerine bağlı kalarak üreten ve sürdüren "ümmetin örfü ve sahih gelenek" ile "gelenekçilik ve bunun ürünü entegrizm" arasında gerekli ayırımı yapmadılar. Bu onları tarihte birer bid'at hareketler şeklinde algılanmalarına, zaman zaman da "radikalizm"e sürüklenmelerine yol açtı. Batı modernizmi oryantalist ve hegemonik varlığını "gelenek düşmanlığı" üzerinden yürütür ki, bunun en erken İslamcıların farkında olması beklenirdi. 2) İslamiyet'i aşırı bir biçimde politize ettiler; tarihte iyi kötü kurulmuş bulunan "sivil İslam-resmi İslam" arasındaki dengeyi kendi faaliyet gösterdikleri coğrafyalarda gösteremediler. 3) Söylemi ve retoriği aşırı biçimde politize edilmiş İslamcılık, tasavvufa, dinin manevî, irfani ve ahlaki boyutuna bigane kaldı. Bu yüzden Aydınlanma felsefesine yeterli düzeyde entelektüel, felsefî ve fikrî cevap verilemedi. Politik öncelik her şeyin önüne geçti, bu da derinliksiz, kültürel bakımdan yoksun siyaset biçimlerini ve siyasetçileri öne çıkardı. 4) Tanzimat ve Türk modernleşmesinin derin etkisinde İslamcı söylem de, genellikle şair, hikâyeci ve edebiyatçıların inhisarında kaldı. Oysa Abbasi modelinde sanat, edebiyat ve şiirin çevre felsefe, bilgi ve hikmet havzalarıyla kurulan temasta ve sağlanan alışverişte sıfır etkisi söz konusudur. Bugün de özellikle Türkiye İslamcılığının en büyük handikapı ve zaafı hâlâ şairlerin, öykücü ve edebiyatçıların blokajı altında olup kelami ve usuli temeli olmayan, gerçek entelektüellerden ve alimlerden yoksunluğudur. Söz konusu konularda gerekli kritiği yap(a)mayan İslamcılar, bir anda önlerine çıkan iktidar fırsatıyla karşılaştılar. Bu, onların iktidara olan aşırı talepkârlığı dolayısıyla iktidarın modern, eşitliksiz yapısını sorgulamadan kabullenmelerine yol açtı. Böylelikle: a) İslamcılık modernliğe sahici bir cevap geliştiremedi; "birey, sekülerlik ve ulus devlet" parametrelerini veri kabul edip muhafazakârlaştırmakla yetindi. İslamcıların, iktidarla beraber devletçi ve milliyetçi, reel politikçi ve küresel ittifakçı kesilmelerinin gerisinde böylesine zihnî bir zaaf yatmaktadır. b) Bununla bağlantılı olarak Kur'an ve Sünnet'e dönüş ideali gündemden düşürüldü; içtihat kapısına uğranılmadan AB yol haritası ve liberal politikalar benimsendi; kötü ve sahte örneklerin de etkisiyle "cihad" neredeyse "terör" addedilip unutturuldu. c) İnsan-aile, cemaat-toplum ilişkileri ve sosyo-politik kurumlar İslamî çerçevede yeniden tanımlanmadı. Bunlar "olması gerekenler"di. Yeterince olmadı. "Olan" şudur: Beklenmedik başarı iktidarı ayağa getirdi, ama özü ve modern yapısı üzerinde yeterince imal-i fikr edilmediği için "iktidar için iktidar" ilkesi benimsendi. Küresel ve ulusal güçler, bunu memnuniyetle dünün İslamcıları-bugünün muhafazakârlarına devrettiler. Yeni bir dünya tahayyülünün mimarları olma potansiyeline sahip entelektüller ulus devletin memurları ve küresel stratejilerin analistleri oldular. Toplumu sosyal ve ahlakî bakımdan takviye etmesi beklenen sivil cemaatler iktidar mücadelesinin bir parçası oldular.

Reşat Nuri Erol
26.07.2012
04:46

Etyen Mahçupyan Seküler dindarlık, yeni merkez ve sağcılaşma

İslamî kesimde hızla gelişen siyasallaşma ve özgüvenin, yeni bir İslamcılık akımı çerçevesinde yoğrulacağını umut edenler giderek gizlemedikleri bir hayal kırıklığı içindeler. Türkiye'de daha fazla kişi kendisini 'dindar' olarak tanımlasa da, aslında yaşanan temel dinamik sekülerleşme yönünde... Bunun yüzeydeki göstergeleri AKP etrafında yükseldiği izlenen, maddi heveslerden beslenen bir 'yeni hayat' arayışı. Basitçe söylersek, Müslümanların önemli bir yüzdesi kendi hayatlarını dinin gereklerine adapte etmenin değil, dinin gereklerini kendi hayatlarına uydurmanın peşindeler. Bu tutumu kınamak, bozulmadan ve yozlaşmadan söz etmek, insanları 'sahih' dindarlığa davet etmek tabii ki mümkün... Ama etkili olma ihtimali yok. Çünkü Türkiye'de genişleyen dindarlığın odağında ruhani ve manevi ihtiyaçlar değil, kamusal alandan dışlanmış ve horlanmış bir kesimin yeniden saygın olma ve dünyevi anlamda hak ettiğini alma talebi yatıyor. AKP'nin büyüyen, hükümet yanlış yapsa ve bu yanlışlar İslami kesim tarafından bilinse bile, azalmayan oyları bunun kanıtı. Eğer AKP İslamcılık savunucularının 'sahih' dindarlığını temsil eden bir parti olsaydı alacağı oy muhtemelen yarıya inerdi. Dindarlık son dönemde en toparlayıcı ve güvenilir muhalefet damarı haline geldi, çünkü Kemalizm'in otoriter laikliğinin giderek çirkinleşmesi ve 28 Şubat'ta bir ideolojik çılgınlık noktasına gelmesi, Anadolu'nun geniş yığınlarını yeniden 'dindarlaştırdı'. Ancak bu dindarlaşma öteki dünyaya ve yarına değil, 'buradaki dünyaya ve şimdiye' yönelikti. Bu sosyolojik yeni dindarlık, post modern küresel zihni ortamdan etkilenerek ve onun içinde biçimlenerek evrildi. Dolayısıyla İslami anlayışı demokratik fikirlerle uyumlu kılmak üzere yeniden 'okurken', onu dünyevileştirerek içselleştirmiş oldu. Öte yandan aynı muhalefet enerjisi, yılların birikimi ile istek ve taleplerden hınç ve nefrete uzanan geniş bir duygu yelpazesini bir araya getirdi. Dindarlar artık eşit pay almak, hatta kendilerinden esirgenmiş olanı hızla ve toptan bir biçimde telafi etmek istiyorlardı. Ama daha önemlisi bu arzunun siyasallaşmasının bizatihi kendisi bir 'dindarlaşmaya' tekabül ediyordu... AKP'nin toparlayıcı ve sürükleyici olduğu bu hareket, bazılarının sandığı üzere eski merkezin yerine geçerek yeni bir Kemalizm oluşturmuyor. AKP topluma sürekli olarak kendi değerlerini kabul ettirmek isteyecek, ama toplumun 'evet' demediği hiçbir şeyi de zorlamayacak olan bir parti. Çünkü meşruiyeti aldığı oydan geliyor, yani demokrasiye bağımlılığının farkında... Karşımızda otoriterliği değil ataerkilliği merkeze alan ve bununla özgürlükçü yaklaşımları pragmatizm içinde bütünleştirmeye çalışan bir hareket var. Dolayısıyla AKP eski merkezin üzerine oturmaktansa, çevrenin getirdiği yeni güç ve meşruiyet sayesinde eski merkezin dışında yeni bir merkez oluşturuyor. Böylece aynı anda hem eski merkezin hızla daralmasına hem de eski usuller çerçevesinde denetlenmesi çok güç yeni bir merkezin doğmasına tanık oluyoruz. Üstelik bu yeni merkez kendisini içe kapatan, tekelci bir karakter arz etmektense giderek genişlemeyi de hedefliyor, çünkü bunun toplumsal desteği artıracağını biliyor. Kritik nokta bu yeni merkezin aynı zamanda cemaatçi olması... Söz konusu ivmenin parçası olmanın önkoşullarından biri dindarlık. Ama eğer dindarlığı çok katı ve kuralcı bir biçimde tanımlarsanız, yeni merkezin tıkanması da mukadder. O nedenle bugün Türkiye'de yükselen yeni sosyolojik dindarlık, bugüne ait, sekülerleşmeden korkmayan, kendi iç farklılaşmalarını üretebilen, dindarlığı kişiselleştirebilen bir akım. Birçokları için bir tür yüzeyselleşme, başkaları için bir tür sağcılaşma... Ama gerçek bu: Dindarlığın siyasi alanda söz sahibi olmasının önkoşulu, insanların hayal ve arzularını gerçekleştirebilecekleri bir maddi dünyanın oluşmasını garanti edecek kadar esnek bir din anlayışının olabilmesi. Eleştiriler yanlış sayılmaz, çünkü bu süreçte hem dindarlık kaçınılmaz biçimde yüzeyselleşiyor hem de devletin yeniden kurgulanarak sahiplenilmesi siyaseti sağcılaştırıyor. Ne var ki nasıl merkez artık eskisi değilse, bu sağ da eskisinden farklı. Hükümetin Kürt meselesindeki tutumuna bakarak yeni bir Türk-İslam sentezinin oluştuğunu düşünenler yanılıyorlar. AKP ve onun ardındaki dinamiğin temel ayaklarından biri Müslüman kimliğin Türk kimliğinden ayrışması ve özgürleşmesidir. Ancak ortada bir başka sentez var ve o sayede Türklük istenmese de işin içine giriyor: Devlet-İslam sentezi... Devlete hakim olma arzusu ve yönetme yükümlülüğü, dindar kadroları etnik meseleler karşısında ister istemez 'Türkleştiriyor', çünkü Türklük dışında hâlâ bir devlet tasavvuru yok. Türk-İslam sentezi Müslümanlığın Türklük içinde ehlileşmesiydi. Devlet-İslam sentezi ise aksine, devletin Müslümanlık içinde ehlileşmesini ifade ediyor. Ne var ki bu Müslümanlık da artık eskisinden farklı... İslamcılığın bittiği, modernliğe uyum gösterme zorunluluğu duymayan kendine has bir 'seküler' dindarlığın yol aldığı günleri yaşıyoruz.

Reşat Nuri Erol
26.07.2012
04:53

İbrahim Öztürk Hayaller ve gerçekler

Eğitim olayına biraz daha kökten gireceğim. Ancak bunun gerekçeleri yeterince anlaşılmalıdır. Şimdi tribünlere oynayan, tavan yapan ağır popülizmi bir kenara bırakalım ve önce şu istatistikleri bir önümüze koyalım, öyle düşünelim. Türkiye dünyanın kaçıncı büyük ekonomisi idi? Bize verilen gaza göre 16 ya da 17 değil mi? Artık bu sene bir basamak geri, 18. sıraya itildik. Artık bir oyuncakları daha kayboldu. Bizim 773 milyar dolarlık milli gelirimiz (GSYH) var. Üzerimizdeki Hollanda'nın 836, bu sene gelip geçen Endonezya'nın 847 milyar dolar. 2023 yılında ilk on ekonomiden biri olmak için yaklaşık üç katımız olan Kanada'yı, iki katımız olan İspanya'yı, tabii Avustralya, Meksika ve G.Kore'yi de geride bırakmamız gerekiyor. G.Kore örneğini alalım. Son beş senede Türkiye'ye ihracatını 7 milyar dolara çıkardı. Tümü ileri teknoloji ürünü. Türkiye kendini yırtıyor acaba hazır giyim, ham mermer, bazı gıdalar satabilir miyiz diye. 1 milyar dolarlık mal satamıyoruz. Şimdi siz sıfır küresel marka sahibi olarak hangi politikalar ile dünyayı markaya boğan bu ülke ile yarışacaksınız? Küresel krizde daralmayı onlar sıfırda tuttu, biz %4,9 küçüldük. Orada işsizlik %3'te tutuldu, bizde %10'dan %14'e sıçradı. Soğuk Savaş dönemi kapalı toplum politikalarını bırakınız. Siz kımıldarken, eloğlu koşuyor işte! Bu bir örnekti. Ağzımızdaki baklayı çıkartalım. Türkiye, 2009 krizi öncesi konulan romantik 2023 hedeflerinden artık kopmuştur. Oraya nasıl ve hangi politikalarla gideceğimiz belli değildir. Türkiye'nin elinde 'yatırım dostu ortam' oluşturuyoruz, gel yatırım yap, istediğin desteği verelim' yaklaşımının ötesinde bir strateji filan yoktur. Birkaç istatistik daha verelim. Dünya Ekonomik Forumu'nun Rekabet Endeksi'nde Türkiye tam 59. sırada. Muteber bir refah düzeyi ölçüm yöntemi olan Legatum Endeksi'nde Türkiye 75., Ekonomik Özgürlük Endeksi'nde 73. sırada. Dünya Yolsuzluk Endeksi'nde 55. sırada. Kişi başı gelirde OECD'nin en dibinde. Bunun anlamı şudur: Evin çatısı tamir edilmiş, dışı sıvanmış, görüntü güzel. Ama içi hâlâ darmadağınık, çürük ve ağır bir tadilat gerektiriyor. Makro ekonomisi toparlanmış, görünür yaralar pansuman edilmiş, ancak mikro ekonomisi, genlerdeki bozulma bütün ciddiyeti ile devam ediyor. Soru şudur: Zaten elini kolunu sallayarak gelip, sana istediği malı çatır çatır satan bir ülke ya da şirket neden rekabetçilikte bu kadar gerilerde olan bir ülkeyi seçsin? Seçmiyorlar da. Sıcak para ile ithalatı körüklemeye geliyorlar. Öncesinde özelleştirmeler (varlık satışı) nedeniyle giren uzun vadeli sermaye, şimdi 'satın alma ve birleşme' adı altında sular seller gibi daha başını yeni kaldıran fidan gibi Türk şirketlerini satın almak için geliyor. Bizimkilerin 'yabancı sermaye geldi' diye övündüğü durum bu. Okumadan, takip etmeden bana, 'neden şimdi yazıyorsun' diye iftira atanlara bir kez daha hatırlatalım. 2008 yılında İTO'dan yayınlanan Türkiye'nin Küresel Düzene Etkin Katılımı: Fırsatlar ve Tehditler' adlı çalışmamız okurlarını bekliyor. 10 senedir MÜSİAD'a rapor hazırlamışız. İnceleyip baksınlar. Nihayet Zaman'daki arşivimizde geri gitsinler, 7 senedir neler yazmışız, görsünler. Ama 'bakar körlere' anlatamazsınız. Takım tutanlar gerçeği göremez. Hele hele Ankara'ya gidip de bir kez olsun elinde tekemmül etmiş bir dosya ile başbakanın huzuruna çıkıp, gözlerinin içine bakıp, 'sizin yolunuzu açacak şu proje ile geldim' dememiş, diyememiş, gözlerini kaçırarak, tavana, dağa-bayıra bakarak övgüler dizmiş olanlar bizi hiç anlamaz. Keza, vekillik hayatını patron ihalelerini takip için harcayıp, vekillik sonrasında yine patronlara sığınanlar da bizi anlamaz. IMF'in hâlâ üstümüzde gezen ruhu, Sanayi Bakanlığı'nın fiilen yok hükmünde oluşu, Milli Eğitim'in stratejisiz ve vizyonsuz olarak idare edilmesi neticesinde Türkiye artan tempoda dünyadan kopuyor, açık pazar haline geliyor. Buradan devam edeceğim.

Reşat Nuri Erol
26.07.2012
07:27

"AK PARTİ'NİN TEMEL PROBLEMİ, ADİL BİR İKTİDAR ÜZERİNE DÜŞÜNMEDEN İKTİDAR OLMASI" İslamcılık ve muhafazakarlık kavramlarından hareketle yazılarında dindar kesimlere ve iktidara ciddi eleştirilerde bulunan Ali Bulaç, Cihan Medya Dergisi'ne siyasi gündemi de değerlendirirken, AK Parti'ye eleştirilerini şu 3 noktada topluyor: "Birincisi; yeni bir dünyayı tasarlayacak, onu analiz edecek, ona yol gösterecek zihinsel güce sahip olan Müslüman entellektüeller, dindar entellektüeller bu iktidarla beraber işlerini güçlerini bırakıp devlet bürokratı oldu, bu başımıza gelen en büyük felaketti... Halbuki bunlar üniversitelerde kaysaydı, dergilerde, vakıflarda, sivil toplum kuruluşlarında, medyada vazifelerine devam etselerdi, şimdi Türkiye bambaşka bir ülke tahayyül edecekti. İkincisi; cemaatler kendi imkanlarıyla var oluyorlardı Türkiye'de. Türkiye'nin sivil toplumu cemaatlerdir.. Bunlar dışardan hiç yardım almadan ve devlete de dayanmadan var oluyorlardı. Fakat 1994'te belediyelerin kazanılması ve arkasından 2002 merkezi iktidarla beraber bu sefer kamu kaynaklarından beslenmeye başladılar. Cemaatler o dinamizmlerini ve enerjilerini kaybettiler. Bir hariç. Hakikaten Fethullah Gülen Hocaefendi'nin öncülük ettiği cemaat küresel bir açılım yaptı. Kamu kaynaklarından hiç istifade etmedi. Cemaate bir sürü eleştiri yöneltebilirsin, yöneltenler de yöneltiyor, fakat siz komisyoncu oldunuz, ihaleci oldunuz demiyorlar. Çünkü yok öyle bir şey. Halbuki tek bir cemaat değil, onlarca, yüzlerce cemaat var Türkiye'de. Onlar bir dinamizmdi. Toplumu sosyal ve ahlaki bakımdan ayakta tutan onlardı. Üçüncü önemli felaket; işte bu iktidarı, adil bir iktidarı tasarlamadan eşitsiz ve adaletsiz bir iktidarı alıp kullanmaya başladılar ve eşitsizlik ve adaletsizlik devam ediyor. Bu sefer Müslümanların elinde devam ediyor..."

Reşat Nuri Erol
27.07.2012
07:06

Yiğit BULUT

Müthiş iddiayı hatırlama zamanı "Suriye’de Kürt Devleti” kuruluyor söylemi eşliğinde Türkiye’yi içeride-dışarıda yıpratmaya çalışan basınımızın bir bölümünü görünce aklıma aylar önce Sansürsüz programına katılan İsrailli profesör Passig geliyor... Sözde “bizden olanlar” acımasızca “propaganda” yaparlarken, Passig tam tersini söylüyor hatta yüzlerce sayfa kitap yazarak “Türkiye lider olacak” tezini detaylandırıyor... Passig sıradan bir akademisyen değil... Birçok dünya liderinin randevu alarak görüştüğü, yazdıkları ses getiren, Amerika’daki en prestijli üniversitelerde çalışmış bir isim... Peki ne diyor Prof. Passig “2050 Ortadoğu’nun geleceği” adlı çalışmasında? Kitaptan bazı bölümleri aynen aktarıyorum: 1- “...Türklerin tarihini öğrendikçe, hem bilinen, hem de gizli kalmış yanları beni büyüledi. Derine indikçe Ortadoğu’da birçok ülkenin kaderinin de Türkiye’nin kaderine ve merhametine bağlı olduğunu gördüm. Türkiye’nin 100 yıllık bir uykudan sonra doğal görevine geri döneceğini, bölgede büyük kuvvetleri dengelemesi gereken süper bir güç haline geleceğini açıkça görüyorum. Türkiye kanında akan süper güç olma hissini yeniden yaşayacaktır. Bir İsrailli olarak Türkiye’nin tarihteki görevini sorumlulukla yerine getireceğini ümit ediyorum... “ 2- “...Türkiye, 2020-2030’ların jeopolitik ivmesini kullanarak nüfuzunu ve birliklerini Kafkaslar’dan daha kuzeye, Ukrayna ve Volga Nehri vadilerine yaymaya çalışacak. Aynı zamanda doğuya doğru da uzanacak. Burada bulunan Kazakistan ve Afganistan gibi Müslüman devletler, bu nüfuzu saygı ve takdirle karşılayacaklar. Türkiye’nin Müslüman dünyasını istikrara kavuşturması başta ABD’nin hoşuna gidecek. Türkiye, İran’ı her yönden tecrit edince, ABD daha da memnun olacak. Türk birlikleri, Irak, Suriye ve Mısır’a kadar yayılacak. Arap ülkelerinin desteği ve direnci düşerken, ABD önceleri memnun olacak ama Çin bu gelişmelerden rahatsız olmaya başlayacak. Çin, Türkiye’nin geçmişte olduğu gibi Orta Asya’ya ve buradan geçen enerji yollarına hâkim olmayı düşündüğünden şüphelenecek ve Türkiye’nin durdurulmasını isteyecek. İsteyecek ama Türkiye çoktan Avrasya’nın tamamında güç ve etki kazanmış olacak ve ABD’nin Çin’in isteklerini yerine getirme çabasından memnun kalmadığını 2040’lı yıllarda açıkça belirtecek... 3- “...Kısa sürede ABD de Türkiye’nin değiştiğini anlayacak ve kendi küresel hegemonyasını tehlikeye atmamak için Türkiye’yi Çin desteğiyle sindirme harekâtına girişecek. Amerika-Çin’e karşı Türkiye-Japonya birleşirken, Türkler yeniden istilacı görülecek. Türkiye, Amerikalıların hareketlerini kısıtlamak için Süveyş Kanalı’nı alırken, Mısır’a girmesi de meşru hale gelecek. 2050’ye doğru girilirken ABD ile Türkiye gerginliği had safhada olacak. Türkiye 2050 yılına kadar ekonomik nüfuzu, kara ve deniz askeri gücüyle Arap Yarımadası’nı tamamen kuşatmış olacak...” 4- “...Türk askeri gücü Arap ülkelerindeki isyanları bastırırken, Batı bundan memnun ve tedirgin olacak. Japon donanması ile işbirliğine giden Türk donanması, Basra Körfezi’nden Güneydoğu Pasifik’e kadar tüm ticaret yollarını kontrol edecek. Amerika durumun farkına vardığında ortaya çıkacak mücadele 21. Yüzyıl’ın ikinci yarısını şekillendirecek...” Sevgili dostlar, İsrail’den bakan bir akademisyen Türkiye’yi böyle görürken, bizim camlı medya binalarımızın tepe noktalarından Türkiye’ye bakanlar “çok farklı” görüyorlar, görmek istiyorlar ve kamuoyunu da manipüle ediyorlar... Takdir ve değerlendirmeyi size bırakıyorum...

Reşat Nuri Erol
27.07.2012
07:22

Mümtaz'er Türköne İslâmcılar şehri düşürdükten sonra İbn Haldun'un hadarîler ve bedevîler arasındaki rekabete dayandırdığı siyasî değişim nazariyesini, 1996'da Refah Partisi iktidarını analiz etmek için kullanmıştım ("Refah İktidarda", Türkiye Günlüğü, sayı 41, Temmuz-Ağustos 1996) Refah Partisi'ni "Bedevîlerin partisi" olarak nitelemiş ve nihaî olarak kazandıkları zaferin onları hadarîleştireceğini öne sürmüştüm. Bu analizin hem geçen 16 yılda doğrulandığını hem de bugün, çağdaş bedevîleri temsil eden İslamcılığın ortadan kayboluşunu açıkladığını düşünüyorum. Önce İbn Haldun'un kavramlaştırmasını hatırlayalım. Bir tarafta zor şartlarda yaşayan, kıt kanaat geçinen bedevîler, öbür tarafta şehirlerin kalın duvarları arkasında lüks ve ihtişam içinde yaşayan hadarîler. Hadarîler, zenginliğin getirdiği âdetlerle dünya menfaatlerine yönelmiş, nefisleri kirlenmiş, davranışlarındaki "haşmet ve hürmet" kaybolmuştur. Bedevîler ise zor şartların getirdiği fedakârlığa ve iyiliğe yakın dururlar. Daha cesur ve dayanıklıdırlar. "Hadarîler, huzur ve rahatlık döşeğine sereserpe uzanmışlar, nimet ve canlarını savunma işini, kendilerini sevk ve idare edenlere, koruma görevi üstlenen hamilerine ve bekçilere havale etmişler; kendilerini kuşatan surların ve koruyan kale duvarlarının arkasında yatıp uyumuşlardır." Bedevîler ise... açık arazide vahşi ve yabanî bir duruma geldikleri, hami ve koruyucudan mahrum oldukları, surlarla muhafaza edilen yerlerde yaşamadıkları için kendilerini müdafaa işi ile bizzat kendileri meşgul olurlar... Kuvvet ve yiğitliklerine dayanarak ve kendilerine güvenerek ucu bucağı olmayan arazilerde tek başlarına bulunabilirler. Metanet huyları ve cesaret seciyeleri haline gelmiştir. İbn Haldun'un bu tasvirlerini o zaman bir tarafta ANAP-DYP-DSP ve CHP'ye, öbür tarafta da RP'ye uyarlamıştım. Hadarîler kendi aralarında çekişmelere dalmışken RP surda bulduğu aralıktan içeri girdi ve şehre hakim oldu. Tabii hadiseler böyle cereyan etmedi. Araya 28 Şubat girdi. Ama aynı bedevîler toparlanıp püskürtüldükleri surlara daha güçlü bir şekilde geri döndüler. On yıldır şehri yönetiyorlar. İbn Haldun'un bedevî-hadarî ayırımı bu kadarla bitmiyor; benim bu nazariyeyi kullanmamın asıl sebebi vardığı sonuç. Mağripli büyük düşünür bu uzun tasvirleri ve mukayeseleri şehre hakim olan bedevîlerin akıbetini göstermek için kullanır. Bedevîler, hadarîler üzerinde hakimiyet kurduktan sonra hızla hadarîleşmeye başlarlar. "Bütün himmetleri, rahata ve huzura ulaşılacak derecede devletin gölgesinde sükun, bol geçim imkânları, kazanç, nimet içinde yaşamaktan, konak yapma, pahalı elbiseler edinme, bunları çoğaltma hususunda mülk sahiplerinin yolunu tutmaktan ve onları takip etmekten ibaret olur. Kendileri için hasıl olan refah ve imkânlar ölçüsünde parlak bir hayat yaşarlar, bolluğa ve nimete konu cazip şeylere önem verirler. Bunların neticesinde bedevîlikten gelen sertlikleri ortadan kalkar, dayanışmaları ve kahramanlıkları zayıflar." İbn Haldun'un altı asır öncesine ait bu sosyolojik çözümlemesi, bedevîlerin eninde sonunda hadarîleşeceği ve en nihayetinde yeni bir bedevî grubun güçlenerek surlara dayanacağı ve şehri ele geçireceği hükmü ile sona erer. Tarihin hızlı aktığı modern çağlarda bu süreç elbette hızlı işliyor. Dünün bedevîleri bugün şehrin hakimleri. On yıllık AK Parti iktidarı, aşağıdan yukarıları zorlayan yeni elitlerin hakimiyetini getirdi. Sade, sıcak ve samimi dindarlığa bir iktidar projesi eklediğiniz zaman ortaya İslâmcılık çıkıyor. Kimsenin dindarlığını sorgulayamazsınız; ama İslâmcılığın demokratik rekabet içinde bir iktidar talebi olduğu ortada. Bu talep karşılanınca İslâmcılığın buharlaşıp yok olması doğal. Geride sadece dindarlık kalıyor. Sınıf farklılıkları büyümüş bir dindarlık ise kendi içinde yeni gerginliklere konu oluyor. Ali Bulaç'ın İslâmcılığı idealize ederek giriştiği iktidar eleştirileri, bir ifsad olma sürecini aktarıyor. Halbuki siyaset özünde zaten bir paylaşım savaşıdır. Bu yüzden tartışmaya dahil olan Etyen Mahçupyan'ın saydam analizleri, İslâmcılık dışında da tartışılması gereken önermeler içeriyor. İktidarı ele geçirmek için seferber edilen İslâmcılık, iktidarda ne işe yarar? Bu sorunun bir yığın karşılığı arasında en çok üzerinde durulması gerekeni şöyle: Devlete meşruiyet kazandırmaya. Bu tartışmanın açtığı kapılar oldukça fazla olduğuna göre devam etmemiz gerekiyor.

Reşat Nuri Erol
27.07.2012
07:24

Mümtaz'er Türköne İslâmcılar şehri düşürdükten sonra

İbn Haldun'un hadarîler ve bedevîler arasındaki rekabete dayandırdığı siyasî değişim nazariyesini, 1996'da Refah Partisi iktidarını analiz etmek için kullanmıştım ("Refah İktidarda", Türkiye Günlüğü, sayı 41, Temmuz-Ağustos 1996) Refah Partisi'ni "Bedevîlerin partisi" olarak nitelemiş ve nihaî olarak kazandıkları zaferin onları hadarîleştireceğini öne sürmüştüm. Bu analizin hem geçen 16 yılda doğrulandığını hem de bugün, çağdaş bedevîleri temsil eden İslamcılığın ortadan kayboluşunu açıkladığını düşünüyorum.

Reşat Nuri Erol
27.07.2012
07:33

Hüseyin Gülerce Stratejik derinlik ve romantizm...

Suriye ile ilgili gelişmeler, Türkiye'nin dış politikasına içeriden ağır eleştiriler getiriyor. Irak'tan sonra bu defa da güneyimizde bağımsız bir Kürt bölgesinin kurulmakta olduğundan hareketle, hükümete; "Bu mu sizin sıfır sorun politikanız?", "Bu mu sizin stratejik derinliğiniz?" diye soruluyor. Biraz insaflı olmak lazım. Önceki akşam Sayın Başbakan, bir televizyon programında da ifade etti. Bizzat kendisi 2011'in yılbaşında Beşşar Esed ile baş başa üç saat görüştü. "Arap Baharı"nın Suriye'yi de etkileyeceğini, partilerin kurulmasına izin vererek seçimlere gitmek suretiyle kanlı çatışmaların önüne geçilebileceğini anlattı. Ne var ki Baas rejiminin güç odakları Esed'i rehin aldılar. Rejim, kendi halkını katletmeye başladı. Şimdi bunun sorumlusu, Türkiye'nin dış politikası mı? Türkiye'nin hiç mi hatası olmadı? Bence hata şuydu: Türkiye, Suriye'de bir insanlık trajedisi yaşanırken kendini öne attı. Mesele doğrudan Birleşmiş Milletler'i, ABD'yi, AB'yi, Rusya'yı ve İran'ı da ilgilendirirken, Türkiye sanki Suriye'nin tek muhatabı bizmişiz gibi davrandı. Dış politikada, gürleyip gürleyip yağmadığınız zaman, karşı taraftakilere koz vermiş olursunuz. Gücünüz test edilir. Suriye'de, sınırlarımızdaki Kürt hareketlenmesi, bizim nasıl bir "Kürt sorunu"muz olduğunu da herkesin kafasına dank ettirmelidir. Kürt sorunu, sadece PKK terörü değildir. Ve bu sorun sadece güvenlikçi politikalarla, yani kuvvet yoluyla çözülemez. 30 senedir de çözülmedi/çözülemedi. Tamam, teröre, şiddete, saldırılara karşı elbette en iyi, en etkili mücadele yollarını kullanırsınız. Ama o da yıllardır yapılmadı. Saldırılara açık baraka gibi karakollarla, insansız hava araçlarında İsrail'e bağımlılıkla, ABD'nin hangi boyutta olduğunu tam bilemediğimiz desteğiyle, terörle mücadele edebilir misiniz? En önemlisi, sivil irade devre dışı bırakılarak, terörle mücadele silahlı kuvvetlere, sıkıyönetimlere, olağanüstü hal yönetimlerine havale edildi. JİTEM'ler, insan, uyuşturucu kaçakçılığı, faili meçhul cinayetler, çözüm yerine yarayı kangren hale getirdi. Şimdi sivil irade, ciddi bir mücadele vermeye çalışıyor. Bu da kolay değil. Uludere tuzağının bu konuda anlattığı çok şey var... Ortadoğu'da haritalar yeniden çiziliyor olabilir. Sayın Başbakan, "Suriye'de kadastro çalışması yaptırmayız." derken, kadastrocular sahada çoktan çalışmaya başlamış olabilirler. Bölgedeki aktörler, sırtlarını büyük güçlere dayayarak Sayın Başbakan'a karşı ikili oynuyor olabilirler. Mesela Sayın Başbakan'ın önceki günkü TV programında; Mesut Barzani'yi kastederek; "Son olarak söylenen şu ifade çok daha çirkin; 'Biz Kuzey Irak'ta bunlara eğitim verdik ve bu eğitim neticesinde şimdi onları geri gönderiyoruz' yaklaşımları, bu işin çok daha farklı boyutlara doğru gittiğini gösteriyor." demesi çok enteresan... Romantizm, biliyorsunuz duygu, heyecan ve hayalin etkisinde kalmaktır. Bir de işin içinde kendinize çok güven varsa uçar gidersiniz... Edebiyatta, sanatta romantizm olur. Ama dış politika, romantizmi asla kaldırmaz. Biz zaten bir de millet olarak duygusalız. Hâlâ Mehter Marşı dinleyince kendimizi Mohaç'ta, Çaldıran'da zannediyoruz. Türkiye, Kürt sorununu kendisi çözmelidir. Çözdürmek istemeyen çok, tuzak ve tahrik çok ama biz çözmeliyiz. Önümüzde altın bir fırsat var. Yeni bir anayasa çalışması yürütülüyor. Eşit yurttaşlık temelinde, fikir ve ifade hürriyetinin, özgürlüklerin genişletilmesi temelinde, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi temelinde anayasa içinde sağlam zeminler hazırlamalıyız. Bizim Güneydoğu'muz, Doğu'muz müthiş bir cazibe merkezi haline gelsin, bakalım o zaman bölünmeyi konuşan olur mu? Tam tersine bugün sınırlarında ürktüğünüz bütün Kürtlerin yüzü, size döner mi dönmez mi? Karamsarlık girdabına düşmeden, kendimize güvenerek parlak bir geleceği inşa etmeliyiz...

Reşat Nuri Erol
27.07.2012
07:42

Türkiye bölgede hangi 'söz'ün sahibi olacak?

Levent Gültekin

Bugün Cuma

gazeteciler.com

Türkiye’nin Suriye meselesinde aldığı yanlış tutumu meşrulaştırmak isteyenlerin son günlerde ileri sürdüğü bir görüş var. Önce liberal yazarlar, sonra onlarla yakın diyalog içinde olan muhafazakar yazarlar, ardından da kalan son birkaç 'İslamcı’ yazar benimsedi bu görüşü. Bu arkadaşlara göre Esad’a bu kadar sert tavır alıp muhaliflere her türlü desteği veren Türkiye, ileride işin başına geçecek muhalifler sayesinde Suriye’de söz sahibi olacak. Buna benzer bir açıklamayı birkaç sefer Ahmet Davutoğlu’nun yaptığını da görmüştük. Hatta iktidar Libya’daki tutumunu neredeyse sadece bununla açıkladı. Libya’da yeni kurulacak yapıda söz sahibi olmak o zamanlarda da en çok duyduğumuz sözlerden biriydi. Bunu sadece söylemekle kalmadı, bir yarış havasında uçak dolusu parayı ‘yeni Libya’nin kurucularına teslim ederek öncelik elde etmeye ne kadar istekli olduğunu da gösterdi. Ahmet Davutoğlu benzer gerekçeyi Sudan politikasını izah etmeye çalışırken de kullanmıştı: “Orada söz sahibi olmak, meydanı batılılara bırakmamak için Beşir ile ilişkide olmamız" gerektiğini ileri sürmüştü. Peki gerçekten merak ediyorum Türkiye bu ülkelerde hangi sözün sahibi olacak? Nasıl esaslı bir sözü, bir duruşu, bir medeniyet tasavvuru, bir gelecek hesabı var ki bunu alıp oralarda da etkili, geçerli kılmak için şimdiden planlar yapıyor? Türkiye bugün Arap dünyasına demokrasi, liberal ekonomi ve Sudi Arabistan tarzı bir dindarlıktan başka ne öneriyor? Veyahut ne önerebilir? Var mı böyle bir imkanı? Var mı bunlardan farklı bir tek sözü? Var mı bunlardan farklı tek projesi? Niçin biz görmüyoruz? Diğer taraftan nerede kaldı insani değerler, sorumluluklar, ahlaki hassasiyetler, vicdani kanaatler? Bunların artık hiç mi kıymeti yok? Her şey sonradan ‘söz sahibi’ olmak mıdır? Yeni kurulacak hükümetlerle alış veriş rakamlarını yükseltmek midir? Libya'yla ticaret hacmimiz artacak, Suriye’de Esad sonrası kurulacak hükümet sayesinde ticaretimiz artacak biraz daha zengin olacağız… Peki ya sonra? Çok paramız olacak ama değerlerimiz, ahlakımız, esaslı bir sözümüz, bir duruşumuz, bir vicdanımız olmayacak, öyle mi? Bu mudur yani? Bunca yıldır bunu mu hayal ediyordunuz? Bunca yıldır sakladığınız ‘söz’ bu muydu? Sizin Türkiye’nin ‘sözü’ diye götürmeye çalıştıklarınızı ABD bu bölgeye yıllardır taşımak için çabalamıyor mu? ‘Demokrasi için’ Irak’ta, Afganistan’da milyonları katletmedi mi? Onların götürmeye çalıştıkları ile sizin sözleriniz arasında nasıl bir fark var? Sakince, meydan okumadan, kibirlenmeden, kızmadan, saklanmadan izah edin de herkes görsün o sözün mahiyetini ve ağırlığını. Bir zamanlar Neo-concu Wolfowitz Irak’ta söz sahibi olmamız için 1 Mart tezkeresini geçirmemiz gerektiğini söylüyordu. Hatırlıyorsunuz değil mi? Bu ‘söz’ün Suriye’de söylemek istediğimiz ‘söz’den bir farkı var mı? Kaldı ki bir sözünüz varsa niçin o sözü bu ülkede dile getiremiyorsunuz? Türkiye sanatıyla, şehirleri ile, mimarisiyle, kültürel derinliğiyle, toplumsal barışıyla, eğitim düzeyi ile bir gelecek hesabı, derdi, planı, aşkı olan bir ülke havası veriyor mu ki başka ülkelere söyleyecek sözü olsun. Niçin ‘o söz’ bu topraklarda bir birliği, bütünlüğü, kardeşliği pekiştirici etkiye sahip değil? Üstelik nasıl oluyor da sizin Ortadoğu’ya dönük sözünüz ile ABD ve İsrail’in sözü bu kadar örtüşüyor? Yok mu sizin açınızdan burada bir tuhaflık? Son gelimlere gösteriyor ki söz sahibi olunacak bir Suriye de kalmayacak. Libya kalmadığı gibi. Sahi Kaddafi’den sonra Türkiye Libya’ya hangi sözü söyledi? Biz niçin bu sözün farkına bir türlü varamıyoruz? Bütün bu yapılanların Irak’tan sonra Suriye Kürtlerinin o ülkeden koparılması için yapıldığını görememek cehalet, zavallılık, iş bilmezlik değilse nedir ki? Bir avuç yazar aylardır Suriye’de asıl yapılmak istenenin ülkeyi bir diktatörden kurtarmak değil, Irak’tan sonra Suriye’deki Kürtleri de ‘Özerk Kürdistan’ potasına katmak olduğunu yazıp durdu. Niçin bu insanlara cahil, hesaplı, iş bilmez, muarız muamelesi çekip durdunuz? Suriye Kürtlerinin bu kargaşadan kendi kaderlerini tayin adımı çıkaracaklarını görememek nasıl bir ‘derin strateji’nin ürünüdür? Suriye’deki kargaşadan en çok ta İsrail’in yıllardır bölgede hayalini kurduğu ve oluşması için çabaladığı ‘Kürdistan’ın oluşumuna bir katkı çıkması sadece tesadüf müdür? Bunu bu halka tesadüf ve öngörülemeyen bir durum olarak göstermeyi başarabilecek misiniz? Gerçekten çok merak ediyorum. Diğer taraftan Suriye’deki Kürtlerden sonra sıranın hangi ülkeye geleceğini görememeyi hangi kelime ile açıklarsak size hakaret etmemiş oluruz? Medyaya kümelenmiş zavallılar topluluğu Suriye’deki son gelişmeleri ‘beklenmedik gelişme’ olarak adlandırıyor. Bunu beklememek, göremiyor olmak, bir de üstelik köşe yazarı olmak… Ne desek boş… Çekiç Güç ile Irak Kürtlerinin bağımsızlığa hazırlanma sürecine en çok karşı çıkan, buradaki hesaba dikkat çeken, bununla asıl yapılmak istenenin altını çizen ‘İslamcı’ çevreler, şimdi Suriye’de Çekiç Güç’ün yaptığının bir benzerini yapıyorlar. Bağımsız Kürdistan için tuğla taşıyorlar. Ne diyelim, inşallah bu ülkenin bölünüp parçalanması için son darbeyi indirenler Suriye’de ‘söz sahibi olmak’ için çabalayanlar olmaz. Ahmet Davutoğlu’na Türkiye’nin bölgede oyun kurmaya değil, bilinçli davranırsa çok çok orada kurulan oyunları bozmaya gücünün yetebileceğini kim söyleyecek? Geçtiğimiz aylarda Gaziantep MİT bölge müdürünü hangi gerekçeyle görevden aldığınızı açıklayın da Ortadoğu’da aslında neler olup bittiğine kendisi karar versin. Olmaz mı?

Süleyman Karagülle
27.07.2012
20:57

Sayın Mumtaz'er'e katılmıyorum. Bir hasta ölecektir diye yanındakilerin ona yumruklar atmasını kimse tasvip etmez. Esed'ı oraya sermaye dikti. Şimdi git diyor. Belki Beşar yenilecek ama bir gün gelecek sermaye dediğini yapamayacak. Direnenler çıkacak içlerinden galip gelenler olacak ve bir gün sermaye bu tür hükümdarlık iddiasından vazgeçecektir. Biz tarafsız olmalıyız. Uzlaştırmalıyız. Hakemlere gitmelerini istemeliyiz. Hakemlerin kararına göre hakkın tarafı olmalıyız. Nasılsa sermaye galip gelecek, biz de güçlünün yanında olmayı tavsiye etmeyi Mumtaz'er'e yakıştıramadım. Yurtta sulh, Cihanda sulh islam'in kendisidir. İslam'da savaş ancak barış için meşrudur. İnsanlık demokrasi ile yönetilince savaşlar sadece yağmacıların işi olur, biz de onlarla savaşırız. Mustafa Kemal'in müslim olup olmadığı tartışılabilir. Mustafa Kemal İslam'ı ve batıyı çok iyi bilen kişidir. Bu tartışılamaz. Bu devlet yapılabildiği kadar sentez edilerek kurulmuştur. Müstafa Kemal ilkeleri bin yıllık ilkedir. Adil düzenin temelleri üzerine islam'ın temelleri üzerine oturur. Türkiye'yi muasır medeniyetin fevkına yöneltir.

Reşat Nuri Erol
28.07.2012
07:15

Ömer Lekesiz oflekesiz@hotmail.com

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Üç vakte kadar İslamcılık

İslamcı, 'Müslümanların ibadetlerini en rahat şekilde yapacakları en uygun rejimi aramayı, yine ibadet cümlesinden yeni nesilleri Din üzere korumayı ve Dinin yayılacağı olumlu bir ortamın sürekli varolması için çaba göstermeyi misyon olarak seçen kişidir'. İslamcılık ise bu üç hususun Din gayeli de olsa dünya esaslı olması nedeniyle yüklendiği siyasi isimdir ki, bu yanıyla ideolojiktir ancak onun beşeri ideolojilerden farkı Din-dünya dengesinde Kur'an'ı merkezde tutmasıdır. Diğer bir söyleyişle İslamcılık maddi kazanımları, somut siyasi sonuçları hedeflese de nihai zaferi belli bir kuşağın mecburiyetine dönüştürmez bilakis onu ertelenebilir niteliğiyle sürekli idealize eder. Bu manada İslamcılığın 19. Yüzyılın ikinci yarısında doğduğuna hükmedilemeyeceği gibi yerli İslamcılığın AK Parti ile birlikte sistemin içine çekilmek suretiyle sona erdirildiğine de hükmedilemez. Şundan ki, Reşit Halifeler dönemininin hemen ardından Hz. Hüseyin'in (şehadeti: 680) saltanata karşı başlattığı itiraz ile ondan yaklaşık elli yıl sonra doğan zühd hareketi (:tasavvuf) İslamcılığın kökenini oluşturur. İslamcılığın tarihsel gelişimi içinde İmam-ı Rabbani'nin (Müceddid-i Elf-i Sani, vefatı: 1624) başlattığı ve Mevlânâ Halid-i Bağdadî'nin (vefatı: 1827) devraldığı Müceddidilik Hareketi onun en meşhur örneğidir. Hasan el-Bennâ'nın (vefatı: 1949) İhvanü'l-Müslimin'i ile Ebu'l A'la Mevdudi'nin (vefatı: 1979) Cemaat-i İslamiyye'si de son zamanların en etkili iki İslamcı örgütüdür. Yerli İslamcılığın oluşumu Osmanlı'nın çöküşüne karşı siyasi bir fikir üretimi olarak pratik yararı gözeten rasyonalist bir içerikle başlamış olsa da asıl Müceddidilik Hareketi sayesinde bir varlık kazanmıştır. Bu manada Said Halim Paşa, Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Akif Ersoy, Bediüzzaman Said Nursi, Abdülaziz Bekkine, Abdülhakim Arvasi, Mahmut Sami Ramazanoğlu, Muhammed Raşit Erol, Mahmud Ustaosmanoğlu, Gönenli Mehmet Efendi, Süleyman Tunahan, Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Necmettin Erbakan, Recep Tayyip Erdoğan (Allah hepsinden razı olsun) İslamcıdır. Son yüz elli yıl içinde İslamcılığın yeni devletin bekası adına, sistemden dışlanmakla sindirilemeyecek bir büyük güç olarak bir modernleşme projesi kapsamında sistemin içine çekilmek istenmesiyle, İslamcıların AK Parti iktidarına koşulsuz destek verişinde bir mütekabiliyet aramak ve dolayısıyla bundan İslamcılığın ölümüne hükmetmek yanlıştır. Çünkü bu eşitleyici bakış sosyolojik bir bakıştır ve bir simurg gibi sürekli kendi küllerinden doğan İslamcılığı anlamaya ve anlatmaya yetmez. Geçmişteki bir yazımda da belirttiğim gibi salt ezberlenmiş sosyolojik verilerle İslamcılığa üç vakte kadar ömür biçen bilimsel falcıların hali içki içirilince dağa kurt aramaya çıkan keçinin hali gibidir. Onlar da vaki tepkileriyle laiklik şarabını içip İslamcı dövmeye çıkmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar. Onların perspektifinden bakalım: Velev ki tüm İslamcılar AK Parti iktidarında dünya nimetini paylaşmaya dalıp misyonlarını unutmuş olsunlar. Ancak bu İslamcılığın bir kaybı değil özel olarak onların kendilerinin kaybıdır. Çünkü İslamcılık diplomalı münevverlerin inhisarında değildir. Bu kanaldan akışı duran İslamcılığın zühd hareketinin yeniden canlanışıyla bir tarikat önderinin asıl görevi olarak başka bir kanaldan akmaya başlamayacağını kim söylüyor ya da garanti ediyor? Bunu kimse söylemeyemez ve garanti edemez. Çünkü Hz. Hüseyin'den bugüne İslamcılık Endonezya'dan Endülüs'e kadar yüzlerce nehir halinde diriliş denizine akıyor. İran devriminde, Mısır, Tunus, Libya, Suriye kıyamında, en yürek yakan haliyle Arakan zulmünde bile İslamcılığın Kur'an esaslı yeni bir arayışını, çözüm üretme çabasını göremeyen gözler İslamcılığı idrak etmekten ve dolayısıyla onu sosyolojik ezberleriyle açıklamaktan acizdirler. Hayır hamaset yapmıyorum, tarihi ve toplumsal olayları da tersinden yorumlamıyorum. Önümde Aliya İzzet Begoviç gibi zihinlerde taptaze duran bir örnek var çünkü. 'Biz savaşmak için silahı elimize almadık, cihadın şartları oluştuğu, Allah rızası için savaşmak yükümlülük haline geldiği için silahı elimize aldık' diyebilen, bir sonuç adına değil, somut bir emir adına hareket eden mücahidler hep olmuştur ve olacaktır çünkü. Ancak Türkiye planında şu elbette konuşulmalı ve tartışılmalıdır: İslamcılık AK Parti iktidarıyla ne kazandı, ne kaybetti? Bu da evvel emirde İslamcıların bir iç meselesidir ve nitekim Ali Bulaç son yazılarında bunu tartışmaya açmıştır. Bu babada İslamcılığın bittiğine, üç vakte kadar Din'in şöyle ya da böyle olacağına hükmeden bilimsel falcılar ise ancak yeni Moğol istilasının işbirlikçileri olarak arkeolojik bir kıymet ifade edebilirler.

Reşat Nuri Erol
28.07.2012
07:19

Hüseyin Hatemi hhatemi@yenisafak.com.tr

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Anayasa ne oldu?

Ziya Paşa Merhum'un uyarısını unutmayalım: Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât/ Bin türlü teseyyüb bulunur hanelerinde. Hukuk ve Ahlâk'ın ortak temel ilkeleri vardır ki bunlar bütün insanlık içindir. Bu ilkelerin koyucusu da Alemlerin Rabbi'dir. Bu temel ilkelerin bilinci toplumda düştükçe yozlaşma ve çökme tehlikesi büyür. Haleb ve Şam sorununun çözülmesini niyaz edelim ve kendimize dönelim, yanlış öğretilerin meş'um etkilerinden kendimizi kurtaralım. Haleb oradaysa, arşın her yerdedir, İstanbulve Ankara'da da bulunabilir, yeter ki elimize tutuşturulan ve ilahi damga yerine Şerr'in damgasını taşıyan arşınları elimizden atmasını bilelim. Piyasamıza nice sahte arşınlar sürüldü, toplatıldı, yeni moda sahteleri sürüldü. 'Milletlerin dostlukları yoktur, çıkarları vardır, Dünya bir yaşam savaşı alanıdır' meş'um sloganını taşıyan arşın her topluluğa dağıtıldı. İlahi damga taşıyan arşın unutturulduktan sonra, şimdi en eski sahte arşının 'çağdaş zevke göre dizayn edilmiş' modeli Amerikan Piyasasına hakim olmuş durumda: - Tanrı bir varsayımdır, bu perdenin ardında 'biz' varız. Bizim koyunlarımız olmadıkça birbirinizin kurdu olmaktan kurtulamazsınız. Kurtuluşunuz köleliğinizdedir! Ne dersiniz ey Azizan? Kurtuluşumuz köleliğimizde midir? Hâşâ, 'hayye alel-felâh'ın anlamı bu mudur? Oysa arada sırada hatırlar gibi olup sonra tekrar hafıza kaybıyla unuttuğumuz, gerçek arşınların değişmez damgasında mı anlamı aramalıyız? Bu damgada 'lâ ilâhe illallah!' cümlesi yok mu idi? '-Vardı galiba, daha da birşey olacaktı, hatta 'kula kul oldum aman kurtarınız!' diyerekten bir şarkı da terennüm ederdik amma bende hafıza mı kaldı?' İlâhi damgalı arşını insanlığa tekrar getiren büyük Sevgi elçilerinden Musa (a.s), 'yalnızca kendi soydaşını seveceksin!' demedi, Yaratıcı'nın 'ülkenizde yaşayan ve başka soydan olan kimselere zulmetmeyecek, onları da kendin gibi seveceksin!' emrini tebliğ etti. (Levitikus, 19, 33-34) Musa'ya tabi olduklarını söyleyenler bu emri tamamen tersine çevirerek anlamıyorlar mı? İslâm ümmeti de çoğunlukla böyle yapmıyor mu? Emir-ul mü'minin, 'dini ters yüz edilmiş bir giysiye döndürdüler' buyurmadı mı? Kuşaklarına sokulmuş sahte arşınlarla dünyayı arşınlayıp 'arşın mal alan!' diye bağıran çerçiler çok! Ne var ki sahte olmayan ilâhî damgalı arşın da Kitab'da yerinde duruyor. İsa Mesih de Musa'nın tebliğ ettiğini tebliğ etmedi mi? (Matta, 5,43 -48) Resûl-i Ekrem (S.A) de nihai olarak Kur'ai Kerim ile aynı temel ilkeleri tebliğ etmedi mi? 'iki çok değerli emaneti' bize vasiyet etti: Kur'an-i Kerim ve Kur'an-ı Nâtık olan Ehli- Beyt. Kur'an-i Kerim 657 de, Kur'an-ı Nâtık 680 de mızrağa geçirildi. Bu mızrak, sahte arşını temsil ediyordu. Sefine-t-un -Necât'ı, Nuh'un gemisini bu mızrakla deldiklerini zannettiler. Oysa Mizan'ın Rabbi şerrin sahtekar çerçilerinin 'ebter'olduklarını, Sevgi'nin Adaleti'nin Arz'a hakim olacağını bütün Sevgi elçilerinin dilinden bize bildirmişti. İki yetimin hazinesinin yakında günışığına çıkacağını ümid ediyoruz. Çifte ölçütlülük, Şerr'in sahte arşınını tek ve gerçek ölçüt olarak kabul etmekten pek farklı değildir, Ahlâk alanında metaryalizm yerine politeizmi ikame etmek demektir. Çifte ölçütlülük hiçbir inanç topluluğu, hiçbir halk topluluğu için caiz değildir. Habl-ul-Metin-i ilâhiyi cambaz ipiyle karıştırmayalım. Kur'an-i Kerim'i cambaz ipiyle karıştıran ve bu alanda oyun çevirmeye kalkışan herkes, husran zeminine düşüp yoğun bakım birimine kaldırılmaya mahkumdur. Meleklerin 'derhal in aşağı' uyarısına kulak vermezse, şuurunu yitirmeden son duyduğu ses, İblis'in kahkahası olur. Şimdi ben de bazı kahkahalar duyuyorum. Ne yapalım? Ko gülen gülsün / Hakk bizim olsun/ Gafil ne bilsin?/ Hakk'ı sever var! Yunus; 'bu halk içinde bize güler var!' dedikten sonra böyle söylüyor. Anayasa ne oldu? 1982 Anayasası, muhteşem Başlangıcıyla yerinde duruyor ve özellikle Başlangıç bölümü uygulamada bütün gücünü koruyor. Şam ve Haleb sorunu ne olacak? Uzmanlar, 'Barzani ikili oynuyor' demişler. Günaydın! Uğur mumcu (20) yıl önce bunu söylediği için bertaraf edilmedi mi? Sadr-ul- Müteellihin-i Şirazi (Molla Sadrâ), 'insanların çoğu bil-kuvve (potansiyel olarak) akla sahiptirler, ne var ki bil-fiil akıllarını kullanacak yerde kendi mesnedsiz hayalleriyle, kurgularıyla davranırlar'demişti. Garb cephesinde değişen bir şey yok! El-âne kemâ kân! Şam'da bir de 'Seyyide Zeyneb' var, bilenlere selâm olsun! Rabbimiz de Hayrulmakirin'dir. Mevla görelim neyler/Neylerse güzel eyler!





Sayı: 162 | Tarih: 22.07.2012
Mahir Kaynak
Birleşme
AK PARTİ PARÇALANIYOR
8059 Okunma
20 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
‘Âlâ’ dergisiyle buluştum
Kelerin deliği
1493 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Barlas
Lenin ölmüş olsa bile mumyası yaşamıyor mu?
Milletlerin Kaderi
1256 Okunma
2 Yorum
Tayibet Erzen
Yusuf Kaplan
Dört vicdan:Kurtulmuş ve Bekaroğlu,Selahattin Eş
Yusuf'u "Yusuf"zannetmek
1234 Okunma
1 Yorum
Ali Bülent Dilek
Mehmet Şevket Eygi
Şerli İftar Ziyafetleri
Bu Ramazan Başlangıç Olsun
1194 Okunma
Emine Hocaoğlu
Hüseyin Gülerce
Muhafazakarlık,ne idik,ne olduk...
Muhafazakarlığı Eleştirmek
1112 Okunma
1 Yorum
Zafer Kafkas